Tarih Boyunca Kadının Yeri
Allâme M. Hüseyin Tabatabaî
İnsanoğlu bu dünyaya ayak basıp toplu olarak yaşadığı günden beri hem tabiî olarak meydana gelişi ve hem de toplumsal yaşamını sürdürmesi açısından kadın cinsine ihtiyaç duymuş, hiçbir zaman yaşam ve bekasında kadından ihtiyaçsız olmamıştır.
İster vahşî, isterse medenî beşer toplumu, yaşam yolunu sürekli örf ve âdetler, adilâne veya zalimane kanunlar gibi birtakım kuralların sayesinde kat etmiştir. İşte bu nedenle kadın cinsi hususunda da her kabile, her kavim, her soy ve her millet arasında özel birtakım kurallar uygulanmıştır.
Bir beşer toplumunda uygulanan bütün âdet ve kurallar; su, hava, bölge, muhit ve yaşam sabıkası şartları vs.nin birtakım tabiî etken ve şartlardan kaynaklandığı gibi, aynı şekilde tabiatta hüküm süren değişim ve tekâmül kanunu da, bir şekilde tabiatın ortaya çıkarmış olduğu toplumsal kurallarda kendini göstermekte ve etki bırakmaktadır. Kadın hakkında uygulanan kurallar da, bu genel hükümden istisna olmamış, insanoğlunun yaşam yolunda ilerlemesiyle değişim ve tekâmül göstermiş, mükemmelliğe doğru -elbette çok yavaş bir şekilde- ilerlemiştir.
Toplumda kadının konumunu, değişim ve tekâmülünü şu maddelerde özetlemek mümkündür:
Birinci Merhale:
Kadın, ilkel insan toplumlarında insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu ve hiçbir şekilde toplumsal ağırlığa sahip değildi. Kadına karşı yapılan muamele, bir hayvana yapılan muamelenin aynısı idi.
İnsanoğlu, özel yaşam bölgesinde hedefi olan ve tabiî maksatlarını izleyen vahşî hayvanı istihdam ve istismar saikiyle ve ihtiyaçlarından dolayı istihdam eder ve insanî çıkarları doğrultusunda onu mülkiyetine geçirir, onun etinden, derisinden, yününden, kemiğinden, sütünden, kanından, güç ve kuvvetinden ve hatta dışkısından yararlanır ve onu toplumsal yaşamına sokup beslemesine rağmen ona hiçbir hak tanımaz.
İnsan, mülkiyetindeki evcil hayvanlarının yiyip içmesi ve çiftleşmesini sağlıyorsa ve onların ihtiyaçlarını gideriyorsa, onların da insan gibi şuurlu, iradeli ve canlı varlıklar olup belli bir hukuka sahip oldukları için değil, onlardan beklediği çıkarları içindir.
İnsanın istihdamındaki evcil hayvanlardan birine bir zarar dokundurulacak olur ve sonuçta o zararı veren kişi cezalandırılırsa, o kişinin o hayvanın sahibinin haklarından birini çiğnediği ve bu vesileyle bir suç işlediği içindir, o hayvanın insan toplumunda bir hukuku olduğu için değil.
İnsanoğlu kendi huzur ve rahatlığını temin etmek için her gün kimyasal ilâçlar kullanarak milyarlarca zararlı mikrop ve haşereleri ortadan kaldırmakta, beslenmek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için milyonlarca hayvanı öldürmekte ve bundan dolayı en küçük bir suç işlemiş olmak duygusuna kapılmamaktadır.
Kadın da, ilkel insan toplumlarında bu durumdaydı. Tarihin gösterdiği ve vahşî kavimler ile dünyanın bayındır bölgelerinde yaşayan insanların geriye bıraktıkları eserlerden anlaşıldığı gibi, insanoğlunun tarihinde çok uzun bir zaman -belki de milyonlarca yıl- boyunca kadın, insan toplumunda bir asalak hükmünde olmuş ve insan toplumunda hiçbir hakka sahip olmamıştır. Toplumdaki varlığı ve insanlar arasında korunmasının tek nedeni, toplumun haklarından yararlanmak değil, toplumun birtakım ihtiyaçlarını gidermek olmuştur. Yayla veya kışlağa göçtüklerinde eşyaları taşımak, yakacak toplamak, balık avlamak, erkeklerin evlerine hizmet, çocukları yetiştirmek ve hasta bakıcılığı yapmak gibi alçak ve değersiz işler kadının yapması gereken görevler olmuştur.
Kadın, babasının veya velilerinden birinin evinde olduğu müddetçe erkeğin malı sayılır, hiçbir şeye sahip olamazdı. Hatta özel elbisesi ve ziynet gereçleri bile ev reisine aitti. Hakkında ön görülen her türlü siyaset uygulanabiliyor, her türlü cezaya, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabiliyordu. Bağış, hediye, borç ve ödünç olarak diğerlerine verilebiliyordu. Kocasının evine intikal ettiğinde de -ki elbette alış veriş şeklinde intikal ederdi ve bu gidişatın kalıntılarından biri de, günümüzde bazı yerlerde devam eden başlık veya süt parasıdır- babasının evinde kendisinden edilen yoğun istifadelere ilâveten erkeğin şehvetini gidermesi için bir alet oluyor, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideriyordu. (Ne yazık ki hâlihazırda bile günümüz medenî toplumlarının köşe-bucağından, medenî şehirlerde tuvalet sorununu gidermek için umumî tuvaletlere ihtiyaç olduğu gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesi için ve yine aile kurma gücüne sahip olmayanların veya gurbette olmaları ya da başka nedenlerden dolayı geçici olarak mahrumiyet yaşayanların vücutlarında toplanan şehvet maddesini defetmeleri için genel evlerine ihtiyaç olduğunu söyledikleri duyulmaktadır.)
Eski toplumlarda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, kadının tam aksine bu konuda hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmazdı. Boşama hakkı da kadının elinde değil, erkeğin elindeydi. Kadın her zaman erkeğin emri altında yaşar, mutlak surette erkeğin eğilimlerine feda olur, hatta umumî kıtlıklarda ve özel misafirliklerde kadının etinden yararlanılır, onun etlerinden rengarenk yemekler hazırlanır, misafirlere sunulurdu.
Kısacası, ilkel toplumlarda kadın insan şeklindeki hayvan gibiydi.
İkinci Merhale:
Kadının toplumdaki yaşamında, medenî milletler arasında medenî kanun ve kuralların ortaya çıktığı bir merhale vardır; medenî kanunlarla benzerliği olan Babil’deki Samurabi kuralı, eski Roma, eski Yunan kanunu, eski İran, Çin ve Mısır kuralları gibi.
Bu kanun ve kurallar arasında her ne kadar birçok farklılıklar varsa da, kadının insan toplumunda birtakım haklara sahip olduğu ve kadına yaşamını sürdüremeyen zayıf bir insan gözüyle bakılması konusunda ortak özelliğe sahiptirler.
Bu toplumlarda kadın, her zaman ve her durumda erkeğin velâyet ve yönetimi altında yaşamalıdır. Sürekli günlerini uyumluluk ve bağlılıkla geçirmeli, hiçbir istiklâli olmamalıdır. Ne yaşamında kendine bir yol seçmek veya serbest bir girişimde bulunmak için irade bağımsızlığına ve ne de az da olsa kendisine çalışmak, bir işinden kendisi yararlanmak, bir ücreti hak etmek, yargı makamlarında bir dava açmak veya tanıklıkta bulunmak ya da emir ve nehiy etmek için amelî bağımsızlığa sahiptir. Bu toplumlarda kadın, babasının evinde olduğu müddetçe babasına uyar, özellikle ona itaat eder. Babasının onun hakkındaki her türlü tasarrufu geçerlidir; onu kiminle evlendirirse, kime hediye ederse, hakkında hangi siyaseti uygularsa, itiraz edemez.
Kadının bu toplumda hiç kimseyle miras alma ve diğer aile hakları için şart olan resmî bir akrabalık bağı yoktur. Ne erkeklerle ve ne de diğer kadınlarla böyle bir hakka sahiptir. Sadece bazen babası, kardeşi ve oğluyla evlenmesini engelleyen tabiî bir akrabalık bağı vardır.
Elbette eski İran’da mahrem konumundakilerle de evlenilebiliyordu. Çin ve Himalya’nın etrafında ise tabiî akrabalık, sadece kadınla oluyor ve nispetler onda merkezleşiyordu. Bu da, bir kadının birkaç kocası olmasından kaynaklanıyordu. Onlardan bazıları arasında bu âdet, hâlâ bile sürdürülmektedir ve çocuk babası ve babasının babasıyla değil de annesi ve anne annesiyle tanıtılmakta ve soy silsilesi annelerle sayılmaktadır.
Bu millet ve kavimlerde kadın, bazen velisinin izniyle yaptığı bir iş veya evlilik mihri ile elde ettiği para dışında servet sahibi olamazdı. Eğer velinin kendisi kullanmasaydı, kadının geçimi velisinin kefilliği veya onun kayyımlık ve velâyetiyle idare edilirdi. İşte bu nedenle babası veya kocası kadını istediği gibi cezalandırma -hatta uygun görürse öldürme- hakkına sahipti.
Kadının en kötü durumu, yabancı bir erkekle çirkin bir ilişkide bulunduğu veya ay başı âdeti gördüğü -bu durumda ondan çirkin bir varlık gibi kaçınılırdı- ya da doğum yaptığı ve özellikle kız doğurduğu zamanlardı.
Kadın iyi bir iş yapsaydı, onun yarar ve övgüsü erkeğin olur, iyi mükâfatı erkeğe verilirdi. Fakat kötü ve çirkin bir iş yaptığında, o işten kendisi sorumlu tutulur ve o işin cezasını kendisi çekerdi.
Evet, bazen istisna olarak baba-evlâtlık şefkati veya karı-kocalık sevgisiyle vasiyet vb. yollarla ona bir mal verilir veya hakkında bazı özellikler tanınırdı. Fakat her durumda irade ve amelinde bağımsız değildi.
Bir benzetme yapacak olursak, bu millet ve kavimlerde kadın, yaşamını idare etme gücüne sahip olmayan, velilerinin velâyet ve kayyımlığı altında ve onlara uyarak yaşayan küçük bir çocuk gibiydi. Küçük bir çocuk, her ne kadar bir insan olsa da, fakat yine de irade ve amel bağımsızlığına sahip olamaz. Aksi takdirde düşünce zaafı ve irade güçsüzlüğü nedeniyle toplumun düzenini bozar, toplumun azalarını felç eder. İşte bu nedenle tedricen eğitilip toplumun bir üyesi olma liyakati bulmak için velilerine uyarak yaşamak, büyüklerinin emirlerine uygun olarak davranmak zorundadır.
Bu millet ve kavimlerde kadının konumunu kul ve köle hâlinde yaşayan, irade ve amel serbestliği nimetinden mahrum olan esirliğe de benzetebiliriz. Savaşta zafere ulaşan düşmana esir düşen bir köle, her ne kadar bir insan olsa ve insan vücudundaki bütün teçhizata sahip olsa da, ancak onun sonuçta fatih ve galip toplumun düşmanı olduğu, irade ve amel özgürlüğünün o toplumun yıkılmasına, parçalarının dağılmasına ve insanlığın yok olmasına yol açabileceği göz önünde bulundurarak, galip gelen toplumun hareketini normal olarak sürdürebilmesi için, onun amel ve irade özgürlüğünü elinden alarak zillet ve köleliğe düşürmeli, sulta altında tutmalıdır.
Aynı şekilde kadının şuuru zayıf, duygu ve şefkati kuvvetli olduğu için toplumun düşmanı sayılır; kadının irade ve amel bağımsızlığıyla topluma girmesi toplumu felç etmekten ve pişmanlıktan başka bir şey doğurmaz.
Eski medenî milletlerin ortak kanun ve kurallarında kadın bu konuma sahipti. Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından ise, ellerinde olan İlâhî kitapları Tevrat ve İncil'e bakılacak olursa, kadının toplumdaki yeri, hemen hemen medenî milletler toplumunda olduğu gibi idi. Çünkü Tevrat ve İncil'de her ne kadar kadınlarla iyi geçinmek tavsiye edilmişse de, fakat bu mukaddes kitapların açıklamalarında kesin olan bir şey vardır. O da şudur: Kadın, kesinlikle erkeğin seviyesine ulaşamaz; kadının toplumsal ve dinî ağırlığı, erkeğin toplumsal ve dinî ağırlığından oldukça aşağıdır.[1]
İlâhî olmayan diğer dinlerde ise, kadının dini amellerinin ya hiç ya da pek önemli bir değeri yoktur.
Üçüncü Merhale:
İslâm’ın kadın için belirlediği makam ve mevkidir ki, bu makale de özetle bunu açıklamak için yazılmıştır. İslâm dini, kadını bir insan bireyi saymış, tam anlamıyla insan toplumunun bir parçası bilmiş ve ona bir insanın tesir, irade ve ameli miktarında insan toplumunda bulabileceği ağırlığı vermiştir.
İslâm’ın kadın hakkındaki görüşünün aydınlığa kavuşması için şunu hatırlatmamız gerekir ki, biz şimdi muhalif siyasî rüzgârlarının estiği, zıt ve çelişkili tebligat dalgalarının çarpıştığı bir ortamda yaşamaktayız. İçimize ıstırap, vahşet ve korku düşürerek doğru düşünmemize engel olmuşlar, bağımsız ve doğru düşünceye uyulması gerekir diye Allah vergisi olan fıtrî mantığımızı körü körüne taklide çevirmişlerdir.
Bir taraftan, ortaçağ kilisenin asırlar boyu sürüp giden diktatörce metodu, mantıksız ve zorba öğretileri, birçok düşünceleri canlı canlı toprağa gömdü; milyonlarca suçsuz canı işkence altında öldürdü; temelsiz ve gevşek teşkilâtının durum ve konumunu korumak için kendine en tehlikeli rakibi saydığı İslâm dinini her türlü iftirayla suçladı; izleyicilerine onu en çirkin inanç diye tanıttı ve bu kutsal dinin bütün güzel hakikatlerini en çirkin şekilde gösterdi. Kilisenin aşırılık ve saçmalıkları öyle bir yere ulaştı ki son asırlarda Avrupalılar, sanayi hareketiyle birlikte kendilerinde buldukları düşünce inkılâbıyla kilisenin dünyaya hükmeden gücünü alıp Roma kilisesinin dört duvarı arasında sınırladılar. Kilise inancının asırlarca saçmalıkları, zorlamaları ve zorbalıkları zihinlerinde öyle kötü bir etki bıraktı ki artık din gerçeklerini bir avuç hurafe saydılar, “din” terimiyle “körü körüne taklit” terimini eş anlamlı bildiler ve bu inanç hâlâ da devam etmektedir. Elbette kendi dinlerine karşı böyle bir duyguya sahipken o kadar kötü propagandadan sonra diğer dinlere ve özellikle İslâm dinine karşı nasıl bir duyguya sahip olacakları da besbellidir.
Bir taraftan, Avrupa milletleri ilim ve sanayide ilerlemeyle elde ettikleri büyük güçle dünyanın diğer kıtalarını fethetme, siyasî etkinliklerini, iktisadî güçlerini artırmak ve genişletmek için her vesileden yararlandılar ve nihayet tam bir muvaffakiyetle halkı, kendilerinin ilmî ve amelî üstünlüklerine ikna ettiler; Avrupa hayatı dışında bir hayatın hiçbir değeri olmadığına, bilgisiz ve cahil geçmişlerinin hurafelerini taklitten başka bir şey olmadığına inandırdılar. Böyle bir ortamda oluşan mantığa göre şuuru olan herkes, Allah vergisi olan mantığını ayaklar altına almalı, hiç itiraz etmeden ve sebebini aramadan Avrupa hayatını izlemelidir.
Batı propagandası tam bir muvaffakiyetle zihinlerimize şu mantığı işledi: Dünya ismi verilebilecek tek yer batıdır; insan denilebilecek tek kişi batılıdır ve insanı saadete ulaştırabilecek hayat da Avrupa hayatıdır. Aydınlarımızın mantığı budur. Din hükümlerimiz ve eski toplumsal kurallarımız, günümüz dünyasıyla bağdaşmaz. Bizim dünyaya yaraşan kanunlara ihtiyacımız var. Bu gün medenî dünya, falan metodu kullanmaktadır. (Bu cümlelerde dünyadan maksat batı ve dünya halkından maksat da batılılardır.)
Bir taraftan da şu acı gerçeği de itiraf etmek gerekiyor ki, biz bin yıllık iç çekişmeler, ihtilâflar ve yöneticilerimizin bencillikleri ve zevk u sefaya düşkünlükleri neticesinde düşünce bağımsızlığımızı tamamen kaybetmiş, özgür düşüncemizi ve Allah vergisi mantığımızı birtakım çürük ve içi boş kavmî taassuplara dönüştürmüşüzdür.
Bu etkenlerin bir araya gelmekle verdiği sonuç ve üzerimizde bıraktığı etki, düşünce özgürlüğü ve taklit bağlarını koparma adına Allah vergisi mantığımızı bir kenara bırakarak tamamen batılıları taklit etmeye koyulmamız, onların söz ve hareketlerini izlemekten başka bir şeye girişmememiz olmuştur.
Bu cümleden olmak üzere, kendimize ait hakikatlerin açıklanmasını, maneviyatımızın tefsirini ve öğretilerimizin beyanını da onlardan istedik, kendi öz malumatımızı onlardan öğrendik. Oysa onların bizim İslâm gerçeklerimiz hakkındaki bilgileri, ortaçağa ait eski bilgiler ve çirkin hatıralar veya yazılarını incelediğimizde Haçlı Savaşları dönemi rahipleri ve yazarlarına yüzlerce rahmet göndermemizi gerektirecek müsteşriklerin acayip incelemelerinden ibarettir. Örneğin bu müsteşrikler, “Muhammed yedi yaşında Hatice’yle evlendi. Ömer’den sonra Ali hilafete geçti. Kâzimeyn şehrinde Şiîlerin on birinci imamı defnedilmiştir…” diye yazmışlardır. İşte bu mantıkla da kadının İslâm’daki yerini tanıtmış ve İslâm’da kadının toplumsal haklardan tamamen yoksun bir hâlde esir olarak yaşadığını, irade ve amel özgürlüğünden mahrum olduğunu, miras ve şahadette erkeğin yarısı konumunda olduğunu (o da uygulamada değil, sadece sözde) söylemişler, kadının sürekli eve hapsedilmesi gerektiğini, okur-yazarlık nimetinden mahrum bırakılması gerektiğini ve ara sıra zaruret gereği dışarı çıktığında da önüyle arkasının seçilmeyeceği siyah bir çarşafa bürünmesi gerektiğini dile getirmişlerdir!
Bu durumları ve bunların doğuracağı felâketleri göz önünde bulundurduğumuzda bu meselede ve diğer temel dinî meselelerde İslâm’ın görüşünü açıklarken sağa sola koşmadan veya şunun bunun sözünü dinlemeksizin özgür düşünceyle ve Allah vergisi mantığımızla mümkün olduğu kadar dinî açıklamalara müracaat ederek bu hakların birbirleriyle ilişkilerini ve temel dayanaklarını tespit etmemiz gerekiyor.
İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları
Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.
Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:
“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)
“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)
Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.
“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)
“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)
İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.
“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)
İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.
Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!
Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.
***
İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:
Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.
İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.
İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.
Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)
Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7)
Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.
Erkek Haklarına Kıyasla Kadın Haklarının Dengelenişi
Kadının mirastan aldığı pay erkeğin aldığı payın yarısıdır. “Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder.” (Nisâ, 11)
Bu konuda her ne kadar kadının payı erkeğe nazaran daha aşağı bir seviyede tutulmuşsa da, ancak bu eksiklik başka bir yolla giderilmiştir. Şöyle ki, kadının nafakası (geçim masrafları), erkeğin üzerine bırakılmıştır. Dolayısıyla bu alanda İslâm’ın temel görüşünü inceleyerek gerçek maksadın ne olduğunu anlamak gerekir.
Şüphesiz kadında his ve duygu ruhu, akletme ve düşünme ruhuna galiptir. Kadının bütün hâl ve amelleri çeşitli ince şefkat ve duyguların mazhar ve cilvegâhıdır. Ancak erkek, yaratılışı gereği bu halet-i ruhiyenin tam karşı noktasında yer almıştır. Konunun başında değinildiği gibi İslâm dini, insan toplumunu düzene sokmada akıl ve düşünceyi duygu ve hislerden öne geçirmektedir.
İnsan toplumuna bütünsel bir bakışla baktığımızda, her asırda dünyadaki tüm servetler o asrın insanlarına aittir. O asrın insanları hayatta oldukları süre içerisinde ondan yararlanırlar. Öldükten sonra da onu kendilerinden sonrakilere (gelecek nesle) miras bırakırlar. Yani o tabaka yok olup gidince, normalde yarı yarıya kadın ve erkekten oluşan sonraki tabaka iş başına geçer ve bırakılan servetin üçte ikisini erkek, üçte birini de kadın alır. Ancak kadının nafakası erkeğin üzerine olduğundan kadının hakkı olan malın üçte birinde erkekler tasarruf edemez ve erkeklerin üçte iki payları erkekle kadın arasında yarı yarıya kullanılır ve sonuçta dünya servetinin üçte ikisinden kadınlar, üçte birinden ise erkekler yararlanırlar. Bu miktar, onların Kur’an-ı Kerim’de belirtilen paylarının tersidir: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara, 227)
Böyle bir taksim gereğince, malikiyet, idare ve çalıştırma açısından erkek yeryüzünün servetinin büyük bölümüne sahiptir ve bunun yuları ona teslim edilmiştir; fakat kullanma ve yararlanma açısından servetin büyük bölümü kadının istifadesine sunulmuştur. Toplumsal adalet de, bunu gerektirir. Yani, servetin idare ve korunması akla ve ondan yararlanma ise duygu ve hislere bırakılmalıdır.
İşin saygınlığı, el emeğinin malikiyeti ve onda tasarrufta bulunma açısından İslâm dininde kadın tamamen bağımsızdır; hiçbir engelle karşılaşmadan veya erkeğin yönetim ve kayyımlığına girmeksizin amel ve iradesinde serbesttir.
Öğrenme, öğretme, terbiye, meşru toplumsal ilişkiler ve beğenilir muaşeret konusunda da kadınla erkek arasında en küçük bir fark yoktur; ziynetlerini ortaya koymama, kendini sergilememe, cilve yapmama ve erkeklerin şehvetini uyandırmama şartıyla kadın erkeklerle muaşerette serbesttir.
“Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234)
İslâm açısından makam ve saygınlık ihtilâfının yegane kaynağı olan dinî ameller ve meziyetler hususunda da erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. “Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195.) “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13.)
Hiçbir tabakaya özel bir ayrıcalık tanınmadığı bu konuda da İslâm açısından sadece takva ve dinî hizmetler muteberdir ve bu hususta da kadınla erkeğin hiçbir farkı yoktur; takvalı bir kadın, takvasız bin erkekten daha saygın ve üstündür.
Nikâh ve evlilik konusunda da kadın istediğiyle evlenmekte serbesttir. Fakat miras farzları ve yine evlilik ölçüleri soy ve akrabalık esasına dayandığından kadın aynı zamanda birden fazla erkekle evlenemez, diğer erkeklerle karı-koca ilişkisi kuramaz. Fakat erkek eşleri arasında adaleti gözetme şartıyla birden fazla kadınla evlenebilir. İnsan toplumlarının tabiatı ve karşılaşılan beklenmedik olaylar üzerinde düşünüldüğünde bu hükmün doğruluk ve sağlamlığı ve mantıklı olduğu açıklık kazanmaktadır. Çünkü insan toplumunda kadınla erkeğin sayı bakımından eşit olduğu farz edecek olursak (nitekim çoğu sayımlar bunu gösterir), eğer belli bir yılı başlangıç tutar, o yılla diğer yıllarda dünyaya gelen erkek bebeklerle kızları ayrı ayrı toplarsak, erkek çocukların bir grubunun tabiî veya kanunî mükellefiyet yaşına erdiği ilk yılda evleneme şartlarına sahip olan kızların erkeklerden kaç kat fazla olduğunu görürüz.
Diğer taraftan, kadınların az bir grubu dışında çoğunluğu elli yaşından sonra doğuramazlar; oysa erkekler genelde ömürlerinin sonlarına kadar çocuk yapma gücüne sahiptirler. Toplumda erkeklerle kadınların sayı bakımından eşit olduğu ve erkeğin bir kadından fazlasıyla evlenmesinin yasaklanması varsayımında sürekli birçok yetenekler iptal olacaktır.
Bunların dışında can alıcı savaşlar, zor ve tehlikeli işler gibi sürekli karşılaşılan beklenmedik tabiî olaylar sayısız miktarda erkeğin canını almakta, sonuçta çok sayıda kadınlar dul ve evlenme çağındaki birçok kızlar kocasız kalmaktadır. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin yasaklanması durumunda iffet perdelerinin yırtılması ve meşru olmayan çocukların dünyaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşısın sonuçları bu konuyu ispatlamıştır. Bu savaşlardan sonra durum öyle bir yere vardı ki kocasız kadınlar sonunda Alman devletinden İslâm dininde olduğu gibi bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmesini ve böylece kocasız kadınların sorunlarının halledilmesini istediler; gerçi bu istekleri kilisenin muhalefetiyle reddedildi.
Bu olay gösteriyor ki kadınların, erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerine muhalefetleri tabiat ve fıtrata değil, örf ve âdete dayanmaktadır. Yine bu olay, bu İslâmî hükme, “Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi hükmü, toplumda kadınların duygu ve hislerini yaralamış, kalplerini kırmış, onlarda intikam hissini uyandırmış ve birçok tatsız olayların kaynağı olmuştur” şeklindeki itirazlara da en güzel cevaptır. Çünkü bu ve benzeri olaylar, ihtiyaç duyulduğunda ve kadınların evlenebilmek istediklerinde koca azlığıyla karşılaştığında bütün bu muhalif düşüncelerin muvafık düşüncelere dönüşeceğini ve bu hüküm karşısında teslim olunacağını ispatlamaktadır.
Ayrıca, birden fazla kadınla evlenme olayı İslâm dininden önce belli bir sınırla sınırlanmadan ve İslâm dininde de belli bir sınırla sınırlandırılarak uzun zamanlar uygulanmış, ama hiçbir zaman toplumun düzenini bozmamış, kayıtsızlık meydana getirmemiştir. Evli erkeklerle ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olarak evlenen kadınlar da, yerden bitmemiş veya gökyüzündeki başka kürelerden inmemişlerdir. Oysa bu itirazda bulunan kişinin iddiasına göre, tabiat ve fıtratları gereğince erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine muhalif olan kadınlardı.
Yine İslâm dini erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesini farz kılmamış, erkeğin onlara karşı adaletsiz davranmaktan korkmadığı ve aralarında adaleti uygulayabileceği durumda birden fazla kadınla evlenmesini caiz görmüştür. Bütün bunlarla birlikte İslâm dininde kadının, kocasının başka bir kadınla evlenmesini engelleyebilmesi veya bu durumda kocasını kendisini boşamaya zorlayabilmesi için bir yol bırakılmıştır. Bunun bir benzeri, boşamada da söz konusudur. Dinimize göre boşama hakkının ilk etapta erkeğin elinde olmasına rağmen kadın bir yola başvurarak boşama hakkını erkeğin elinden çıkarabilir veya zaruret durumlarını göz önünde bulundurarak bu yollara başvurarak bu hakkı kendi elinde tutup içini rahatlatabilir.
Evlilikte boşama yasası ve bunun yasama hasebince erkeğe verilmesi meselesi (gerçi kadın da özel birtakım yollarla gayr-i müstakim olarak boşama hakkını kendi eline geçirebilir), İslâm dinine has bir övünç kaynağıdır. Dünyanın medenî milletleri ve kanunlarla yönetilen devletleri, çektikleri birçok ıstıraplar ve uzun çekişmeler sonucu nihayet boşamayı yasallaştırmış, fakat boşama hakkını doğrudan doğruya hem erkeğe ve hem de kadına verdikleri için her yıl boşanma (özellikle kadınların isteğiyle gerçekleşen boşanmaların) oranının yükselmesiyle karşılamışlardır. Bu durum, bu devletleri sarsmış ve bunun bir çaresini bulmaya yöneltmiştir. Özellikle kadınların boşanma için ileri sürdükleri deliller -ki gazeteler ve dergilerde bunlara yer yer rastlarız-, İslâm’ın görüşünün metanetini güneşten daha fazla aydınlatmaktadır.
***
İslâm’da Kadınların Kısıtlandığı Konular
Geçen bahislerden anlaşıldığı gibi, İslâm’da kadın, hayatın çeşitli alanlarında ve toplumsal imtiyazlarda erkekten geri kalmamış, hiçbir durumda düşünce ve amel serbestliğini kaybetmemiş, erkeğin velâyet ve kayyımlığı altına girmemiştir. Bu alanda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, cinsel ilişki konusunda kocasına itaat etmesinin gerekliliğidir.
İslâm dininde tepeden tırnağa sevgi ve şefkatle dolu kadının sınırlılığı üç aklî alandadır. İslâm dini, bu üç alanı, duygu ve hislerden uzak tutulması gerektiği için, akıl ve düşünceye bırakmış ve üç başlık altına almıştır: “Hükümet, yargı ve cihad.”
Dinî açıklamalardan ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla İslâm toplumunda kadın, hükümet ve devletin başına geçemez, kadı ve yargıç olamaz ve doğrudan doğruya cihada katılıp savaşamaz.
“Süs içinde yetiştirilen ve mücadelede belirgin olmayanı mı (Allah’ın çocuğu yaptılar)?” (Zuhruf, 18) “Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa, 34) Bu üç konunun düşünme ruhuyla ilişkisi, bunların duygu ve hislerin müdahalesiyle zayi oluşu o kadar açıktır ki hiçbir bahis ve araştırmaya gerek yoktur ve kesin tecrübe, bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmamalıdır. Nitekim dünyanın medenî milletleri, birkaç yüz yıl içinde kadın ve erkeği takriben bir safta kılmış ve bütün gücüyle kadın ve erkeği eğitip terbiye etmeye çalışmış, sonuçta binlerce ve milyonlarca bilgin ve becerikli kadınlar yetiştirmiş, mucitler ve toplumsal dahiler takdim etmişlerdir. Fakat hâlâ yöneticiler, hükümet başkanları, yargıçlar, kanun koyucular ve askerî komutanlar listesinde kadınların sayısı erkeklerle eşit olmamıştır ve hatta erkeklerin sayısına oranla kayda değer bir sayıya ulaşmamışlardır.
Hiç unutmuyorum, son Dünya Savaşı'nın başlarında savaş Fransa topraklarına uzamış, Fransa topraklarının bir bölümünde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Gökyüzünden ateş yağıyor, yerden kan fışkırıyordu. Fakat tam bu sırada Fransa Genel Kurmayı'nın yüksek rütbeli üyelerinden biri olan Fransalı bir kadın -gazetelerde yazıldığı üzere-, önünde makas işareti bulunan güzel bir kadın şapkası buldu!
[1]– Fransa Dinî Kurultayı, Miladî 586 yılında kadın hakkında uzun tartışmalardan sonra, kadının da bir insan olduğuna, fakat erkeklere hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdi. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar İngiltere'de de kadın, insan toplumundan sayılmıyordu. Yine çoğu eski dinler, kadının amelinin Allah katında kabul olmadığını söylüyordu. Eski Yunan'da diyorlardı ki: Kadın, şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik ve pisiliktir.