Müminin üç günden fazla kardeşiyle küs durması caiz değildir. Kenz’ul Ummal, 24793 Hz. Muhammed (s.a.a)

İlk Kur’an Tefsiri Olarak Hz. Ali (a.s)’ın Mushafı – 2

İlk Kur’an Tefsiri Olarak Hz. Ali (a.s)’ın Mushafı – 2

(İkinci Bölüm)

Cafer EMİN/Erenler2

Kur'an'ın Toplanılma Zamanı

Geçen bölümdeki açıklamalarımızdan Kur'an'ı ilk toplayanın Hz. Ali (a.s) olduğu anlaşılmaktadır. Ama Kur'an'ın ne zaman toplandığı hakkında tarih, tefsir ve Kur'an ilimleri ile ilgili eserlerde çok çeşitli sözler söylenmiştir. Bu konuda söylenen sözler, ilk bakışta çok uyumsuz ve birbirine zıt iddialarla doludur. Bu yüzden birçok araştırmacı gerçeğe ulaşmakta zorlanmıştır. Bazı rivayetler, Kur'an'ın toplanması işini Peygamber (s.a.a)'in kendi zamanına, bazıları Ebu Bekir dönemine, bazıları Ömer dönemine ve diğer bazıları da Osman dönemine ait olduğunu kabul etmektedirler. Ancak bu işin Osman döneminde yapıldığına dair rivayetler meşhurdur.

Uyumsuzlukların bulunduğu diğer bir durum da, Kur'an'ın toplanması işindeki bazı özellikler ve cüz’î konulardır. Hatta Kur'an'ı ilk toplayanın Ali (a.s) olduğu konusu bile bütün bu söylenenlere rağmen ilk bakışta uyumsuzlukla doludur.

Dr. Muhammed Ali Sağir şöyle yazıyor: "Kur'an'ın toplanması ile ilgili rivayetlerde hayret edilecek derecede birbirine zıt tarihlere rastlanmaktadır." Daha sonra birbirine zıt rivayetleri sıralıyor.[1]

Ayetullah Hoî, bu konuyla ilgili rivayetleri bir arada toplamış ve yirmi iki rivayet nakletmiştir. Daha sonra da bu rivayetlerin hepsinin birbirine zıt ve haber-i vahit olduklarını belirtmiştir.

Merhum Belâğî de kendi tefsirinin giriş bölümünde "Kur'an'ın toplanması hakkındaki rivayetlerin zıtlığı" adı altında bu konudan bahsetmiş ve bu rivayetlerde görülen zıtlıkları saymıştır. Sonuçta bu rivayetlerin tarih açısından bir değer ifade etmediğini vurgulamıştır.[2]

Bütün bu eleştirilerin ışığında şöyle denilebilir: Gerçi Ehl-i Sünnet kanalıyla nakledilen rivayetlerin çoğu birbiriyle zıtlık arz etmektedir, fakat en çok üzerinde ihtilâf edilen rivayetler Kur'an'ın toplanma zamanı ile ilgilidir. Zira bu rivayetlerin bir kısmında Kur'an'ın toplanma işleminin Peygamber (s.a.a)’in zamanında gerçekleştiği belirtilirken, bir kısmında bu işi Ali (a.s), Ebu Bekir, Ömer, Osman, Zeyd b. Sabit, Benî Huzeyfe'nin azatlısı Salim gibi kişilerin yaptığı söylenmiştir. Bunların bazısında ise bu işin Hz. Ali (a.s) zamanda altı kişi tarafından yapıldığı ifade edilmiştir.

Evet, bu izafeler görünüşte birbiriyle uyum içinde değillerdir. Ancak bu rivayetler incelikleriyle tahlil edilirse, bu zıtlıkların çoğunun yok olup gittiği görülecektir.

Bu rivayetler çok yönlü olarak tahlil edildiğinde en az altı sonuç ortaya çıkmaktadır:

1- Kur'an'ın ezberlenip göğüslerde saklanıyor olması.

2- Kur'an'ın parçalar hâlinde yazılmış olduğu.

3- Kur'an'ın sayfalar hâlinde tam olarak (tertipli veya tertipsiz) toplandığı.

4- Kur'an'ın başı ve sonu belli bir kitap olarak düzgün bir şekilde toplanması.

5- Kur'an'ın tefsir, tevil, nüzul sebepleri, zahirî ve batınî anlamlarıyla birlikte toplanması.

6- Kur'an'ın yazılı olduğu mushaflarda yazım ile kıraat açısından birlik sağlanması.

Bu sonuçların her birini Kur'an'ı toplama işlemi olarak sayabileceğimiz gibi, toplama merhalelerinden biri olarak da değerlendirebiliriz.

Şimdi bu merhalelerin her birinin ne zaman ve kim tarafından gerçekleştirildiğine bakmak gerekmektedir.

Herkesin üzerinde görüş birliğine sahip olduğu konu, ayetlerin Peygamber (s.a.a)'in zamanında tertiplendiğidir. Ancak acaba surelerin sırası da bizzat Peygamber (s.a.a) tarafından mı belirlenmiştir? Kur'an bugünkü hâliyle Peygamber (s.a.a) tarafından mı sıralandı? Yoksa Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra sahabenin rey ve içtihadına göre mi dizildi? Bunlar, ihtilâflı konulardır.

Birinci görüşe, Şia ve Ehl-i Sünnet'ten katılım oldukça fazladır. Birçok deliller getirmekteler ve Ayetullah Hoî bu konuda ısrarlı olanlardandır.[3]

İkinci görüşü daha çok tahkik ehli ve araştırmacılar benimsemektedir. "el-İtkan" adlı eserde de bilim adamlarına izafe edilmektedir. Üstat Marifet de “et-Temhid” adlı eserinde bu ihtilâflara genişçe yer vermiş ve ikinci görüşü tercih etmiştir.[4]

Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra Ali (a.s) Kur'an'ı düzenli bir şekilde toplama yolunda ilk adımı attı ve onu halka sundu. Kabul görmeyince onu kendi yanında sakladı. Bu arada hâkim sınıfın ellerinde derli toplu bir Kur'an olmadığı hâlde İbn-i Mes’ud, Übey b. Kâb gibi kimselerin ellerinde olanı kabule de yanaşmadılar. Öte yandan Yemame Savaşı'nda yetmiş veya dört yüz Kur'an hafız ve karisinin öldürülmesiyle Kur'an'ın tamamen yok olup gitmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalındı. İşte böyle bir durumda hâkim sınıf, genç bir vahiy kâtibi olan Zeyd b. Sabit'i -kendi söylediğine göre- büyük ısrarlar sonucu Kur'an'ı toplamakla görevlendirdiler. Bunun için, "Her kimin yanında Kur'an'dan bir ayet varsa, şahidiyle birlikte getirsin, ondan kabul edilecek ve Kur'an'a yazılacaktır" diye ilân ettiler.

Böylece, Ebu Bekir için bir Kur'an toplanıldı. Bu Kur’an önce Ebu Bekir, sonra Ömer'in yanındaydı. Ömer'den sonra bu Kur'an Hafsa'nın eline geçti. Osman, Hafsa’dan onu isteyince kendisine vermedi. Ancak geri vereceğine dair söz verince onu Osman’a verdi.

Bu Kur’an’la ilgili rivayetlerde de birtakım küçük ihtilâflar görülmektedir. Bazıları; “Bu Kur'an'ı toplama işi Ebu Bekir zamanında son buldu.” derken, bazıları; “Bu iş Ömer'in zamanına kadar devam etti.” diyorlar. Diğer bir grup da; "Ömer vefat etmişti ama, Kur'an toplama işi henüz tamamlanmamıştı." diyor.

Ömer'den sonra da Osman, Kur'an'ın kıraatindeki ihtilâfları görünce, bazı sahabîler ve başkalarının da ısrarı üzerine dağınık hâlde bulunan Kur'an'da yazım ve kıraat açısından birlik oluşturmak için harekete geçti.

Bütün bu söylenenler, Kur'an'ın toplanma macerasının bir özeti ve bu alandaki önemli kaynaklardan elde edilen bilgilere dayanılarak yapılan kısa bir tahlildir.

Üzerinde çalıştığımız konuda görülen ihtilâflar ve uyumsuzlukların birçoğu da, “toplama” kelimesinin farklı anlamlarda kullanılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu kelime birçok yerde farklı anlamlarda kullanılmıştır.

Örneğin; eğer biri Kur'an'ın Peygamber (s.a.a) zamanında toplanmış olduğunu söylüyorsa, maksadını ayrı ayrı parçalar hâlinde yazılmış olan surelerin tertip gözetilmeksizin bir araya getirilmiş olmasıdır. Bu sözün bu anlamda, Hz. Ali (a.s)'ın Peygamber (s.a.a)'in emriyle Kur'an'ı toplayıp yazmasıyla hiçbir zıtlığı söz konusu değildir. Veyahut eğer Peygamber (s.a.a) zamanında birtakım kimseleri Kur'an'ı toplayanlar adıyla anıyorlarsa, maksatları Peygamber (s.a.a) zamanındaki Kur'an hafızlarıdır. Nitekim bazı rivayetlerde Kur'an'ın Peygamber (s.a.a) zamanında toplanılmasından, Kur'an'ın hıfzedilme ve ezberlenmesinin kastedildiği açıkça belirtilmiştir. Zerkeşî, el-Burhan adlı eserinin on üçüncü bölümünü "Kur'an'ın toplanılması ve sahabe tarafından ezberlenmesinin beyanı hakkında" diye adlandırmaktadır.

Evet, bu grubun kaç kişi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Bazıları dört kişi, bazıları altı kişi ve bazıları da sayıca çok fazla olduğu kanısındadırlar.

Bu ihtilâf üzerine araştırmacılar şöyle diyorlar: "Hafızları dört veya altı kişi olarak nakleden rivayetler, yalnızca bu grubun başta gelen tanınmış isimlerini zikretmekle yetinmişlerdir veya Kur'an'ın tamamını ezberlemiş olanları kastetmişlerdir."

Evet, bazı vahiy kâtipleri -belki de diğer sahabîlerden de bazı kişiler- vahyolunan ayetlerden kendileri için de ayrıca bir nüsha yazıyorlardı. Fakat onların yazdıkları Kur'an, kesinlikle istenen tertip ve düzene sahip değildi. Her ne kadar bazı rivayetlerde bu şahıslardan bazılarının, yazdıkları Kur'an'ı Peygamber (s.a.a)'e sundukları nakledilmişse de, bizim bildiğimiz düzenli olarak toplanmış bir Kur'an kastedilmemiştir. Bu rivayetler, o zamanda böyle bir Kur'an'ın varlığını da ispat etmemektedir.

Bu toplama işini Ebu Bekir, Ömer veya Zeyd'e ait bilen rivayetler de aynı gruptandırlar. Çünkü Kur'an'dan yalnızca bir nüshanın hilâfet unvanındaki yönetime sunulması olayı, bu işin onlara izafe edilmesine neden olmuştur. Yani bu iş, Ebu Bekir'in emri, Ömer'in desteği ve Zeyd'in eliyle -yalnız başına veya bir grupla birlikte- yapılınca, bu üç kişiden her birine ayrı ayrı izafe edilebilmiştir. Dolayısıyla bu konuda rivayet edilen diğer sözlerle hiçbir ihtilâf da söz konusu değildir.

Bu toplama işinin yukarıda sayılan altı anlamdan üçüncü veya dördüncüsüne ait olacağı da açıktır. Yani, bu dönemde Kur'an ayrı ayrı sayfalar hâlinde -sureler arasındaki tertibe riayet edilerek veya edilmeyerek- bir araya getirilmiştir. Bundan dolayı bazıları Kur'an'ın Ebu Bekir ve Ömer zamanında sayfalar hâlinde olduğunu, henüz mushaf, yani kitap şekline getirilmemiş olduğunu nakletmişlerdir. Bazıları da bunları mushaf diye adlandırmışlardır. Çünkü bu gruba göre, Kur'an ilk defa bu dönemde bugünkü düzeniyle toplanmıştır.

Kur'an'ın ilk defa Ebu Bekir zamanında toplandığını söyleyenlerin maksadı, bugünkü düzeniyle Kur'an'ın ilk defa Ebu Bekir'in emriyle bir araya getirilip düzenlenmiş olduğudur. Bu söz, diğer rivayetlerle de uyum içindedir.

Kur'an bilimleri üzerine yazılmış eserlerin çoğunda Kur'an'ın toplanma ve derlenmesi ile ilgili konularda, Hz. Ali (a.s)'ın mushafından niçin bahsedilmediği de böylece açıklık kazanmış oluyor. Çünkü bu mushaf, ne tertip ve ne de içerik yönünden bugünkü Kur'an ile uyum içinde değildi. O Kur'an'ın düzeni nüzul sırasına göre tertiplenmiş, içeriği de tefsir ve tevili ile birlikte hazırlanmıştı. Bu itibarla, Kur'an'ı ilk önce Hz. Ali (a.s) toplamasına rağmen günümüzde olduğu şekliyle ilk defa Ebu Bekir toplamıştır, denilebilir. Bu arada, garaz ve taassup yüzünden Ali (a.s)'ın mushafını zikretmekten çekinmiş olanlar da yok değildir.

Bunları dikkate alarak, Osman'ın Kur'an'ı toplatması olayı da aydınlanmış oluyor. Çünkü bundan da maksat, Kur'an'ın bir nüshada toplatılıp, bu nüshanın çoğaltılarak İslâm beldelerine dağıtılması ve farklı nüshaların ortadan kaldırılıp mümkün olduğunca metin ve kıraatte birlik oluşturulması olayıdır.

Bu hareket, tarihte kabul edilmiş ve bilinen bir gerçektir ve çoğu kimseler bu hareket karşısında olumlu veya olumsuz tepkiler göstermişlerdir. Bu ihtimale göre, surelerin bugünkü şekliyle düzenlenmesi, bazı rivayetlerden de anlaşıldığı gibi, Osman zamanına aittir, ondan öncesine değil. İhtilâf, yalnızca Osman'ın bu hassas işi ne kadar başarıyla yapıp yapmadığı ve tarihte nasıl yankı yaptığı hususundadır.

İlginç olan şu ki, bazı tabirler şöyle nakledilmiştir: "Osman herkesi halifenin toplatmış olduğu Kur'an'ları okumaya mecbur etti." Bazıları; "Ebu Bekir, Kur'an'ı sayfalarda topladı, Osman ise mushafta, yani kitap hâline getirdi." Ve diğer bazıları da; "Ebu Bekir, Kur'an'ı mushaf (kitap) olarak topladı, Osman ise mushaflar şeklinde (yani onu çoğalttı)." diyorlardı.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Kur'an'ın bu merhalesi de Zeyd b. Sabit'in eliyle yapılmış, Osman ise yalnızca gözcülük etmiştir. Bu nedenledir ki, Zeyd ile ilgili rivayetler, bazen Ebu Bekir ve Ömer ile, bazen de Osman ile ilgili olarak zikredilmiştir. Zira bunlar, iki ayrı döneme işaret etmektedirler. Dolayısıyla ortada bir zıtlık söz konusu değildir.

Son olarak; Kur'an'ın toplanması (cem edilmesi) ile ilgili olarak Şia kanalıyla nakledilen bazı rivayetlerde, Kur'an'ı toplama işinin Ali (a.s)'a, başka birtakım rivayetlere göre de, Ali (a.s) ve evlâtlarına, yani Ehl-i Beyt’e özgü bir iş olduğu bildirilmiştir.[5]

Bu rivayetlerin maksadı da açıktır. Zira burada toplama işinden anlaşılan, Kur'an'ı metni, tefsiri ve teviliyle toplama işidir. Yani Kur'an'ın Allah'ın indirdiği şekliyle düzenlenmesidir ki bu, sadece Ali (a.s) ve evlâdına aittir.

Kur'an'ın toplanılmasının çeşitli anlamlarda kullanıldığına, Kur'an bilimleri ve tefsir kitaplarında da işaret edilmiştir. Suyutî, Hâkim'in Müstedrek'inden şöyle naklediyor: "Kur'an üç defa toplandı: İlki, Peygamber (s.a.a)'in zamanında; dağınık şekilde bulunan ayetler -Peygamber (s.a.a)'in emriyle- belirli surelerde bir araya getirilip düzene koyuldu. İkincisi, Ebu Bekir zamanında; daha önceden deri, taş, ağaç ve kemik levhalar üzerine yazılı olan Kur'an, onun zamanında sayfalar üzerine yazılmaya başlandı. Sahih ve benzeri rivayetler, bu olaya delâlet etmektedir. Üçüncü toplanma işlemi de, surelerin düzene sokulması şeklinde olmuştur ki bu da, Osman zamanında yerine getirilmiştir."[6]

Hâkim, bu sözün devamında bu üç merhalenin her biriyle ilgili rivayetleri de hatırlatmıştır.

Zerkeşî de İbn-i Faris'ten şöyle nakletmiştir: "Kur'an'ı toplamak işi iki kısımdır: Biri, surelerin diziliş sırasıdır; altı uzun surenin başta gelmesi, yüz ayeti olan surelerin bundan sonra yer alması gibi. Bu iş, sahabenin sorumluluğunda ve onlar tarafından yapılmıştır. Diğeri ise, ayetlerin surelerde toplanması ve diziliş sırası işlemidir ki bu, vahiy yoluyla kesinlik kazanmış bir şeydir ve Peygamber (s.a.a) bizzat bu işi üstlenmişti."[7]

Zerkanî de Menahil'ul-İrfan'da, Kur'an'ın toplanılmasını, ezberlemek ve sinelerde korumak, diğeri de ayet ve surelerin yazılarak korunması şeklinde iki anlamda değerlendirmektedir. Daha sonra Kur'an'ın toplanılma işlemini ikinci anlamıyla üç merhaleye ayırarak bu konuyla ilgili şüpheli soruları yanıtlamaya çalışıyor.[8]

Molla Huveyş Ali Gazî de, Beyan'ul-Meanî'de Kur'an'ın toplanılma merhaleleri ve "Kur'an'ın toplanılması" ifadesinin anlamları üzerinde  bir miktar açıklamada bulunmuştur.

Allâme Tabatabaî bu konuda şöyle yazıyor: "Bazı rivayetlerde Ensar’dan dört kişi, bazılarında beş, bazılarında altı ve bazılarında daha fazla kişi tarafından Kur'an'ın toplandığı iddiasından maksat, bu kişilerin Kur'an'ı tamamıyla öğrenip ezberlemiş olmalarıdır. Yoksa onun ayet ve surelerini düzenleyerek yazmış oldukları değildir."[9]

Ne yazık ki, Kur'an'ın toplanılma tarihi üzerinde araştırma yapanlar, bazı inceliklere dikkat etmediklerinden bu konuda gelen rivayetlerin uyumsuzluklarına bakarak bu rivayetlerin yalan olduklarını ileri sürerek birçoğunu reddetmişlerdir. Halbuki bütün yönleriyle tahlil ve incelemeye tâbi tutulmak suretiyle bunları bir arada tutabilecek şekilde yorumlamak gerekiyordu. Yoksa her rivayeti ilk karşılaştığında diğeriyle biraz uyumsuz görür görmez onu rivayet edenin cahilliğine veya kasıtlı biri olduğuna atfetmek doğru bir hareket değildir.

Şunu belirtmek gerekir ki, böylesi alanlarda araştırma yapmak, birçok alanda kapsamlı ve bütün yönleriyle bir araştırmaya ihtiyacı vardır. Buna ek olarak bazı alanlardan habersiz olmak veya yüzeysel bakışlar, doğru inceleme yapmayı imkânsız kılmaktadır. İncelenmesi gereken ilgili konuları şöyle sıralayabiliriz:

Peygamber (s.a.a)’in siyerinin incelenmesi; Hz. Ali (a.s)’ın zamanında Kur'an'ın toplanılması; Sadr-ı İslâm'da kâtipler ve yazı aletleri; Kur'an'ın toplanma ve yazılma tarihi; ayet ve surelerin derlenmesi; kıraatlerdeki çeşitliliğin tarihi; Kur'an'ın resm'ül-hattı (yazım şekli); Kur'an'ın noktalama işaretleri ile harekelendirilmesi işlemi; Kur'an'ın tefsir, tevil ve tahrifi; halifeler tarihi; Hz. Ali (a.s)'ın siyeri; vs…

Hiç şüphesiz, bu gibi odaklık arz eden noktalarda az veya çok müdahale edildiği zaman tahlil ve araştırmanın yönü değişmekte, olması gerekenin dışında sonuçlara varılmaktadır.

Zaman Akışı İçinde Ali (a.s)'ın Mushafı

Zamanın halifesi ve halk, Hz. Ali (a.s) tarafından toplanmış Kur'an'ı kabul etmedikleri için İmam Ali (a.s) toplamış olduğu Kur'an'ı evine götürdü. Ancak bu mushafın ne olduğu hakkında, bazı rivayetlerin dışında, elde doğru düzgün bir bilgi yoktur. Bazı rivayete göre, İmam Ali (a.s) yazmış olduğu Kur'an'ı kabul etmediklerinde; "Allah'a andolsun, bundan sonra onu bir daha görmeyeceksiniz! Benim görevim Kur'an'ı toplamak ve sizi bundan haberdar etmek idi."[10] buyurdular.

İbn-i Nedim şöyle diyor: "Ali (a.s)'ın mushafını Hz. Hasan (a.s)'ın çocukları birbirlerine miras bırakıyorlar."[11]

Şunu belirtmekte yarar var: Ravi ya yanlışlıkla Hz. Hüseyin (a.s) yerine Hz. Hasan (a.s)'ı zikretmiş veya ayrı bir kitabı kastetmektedir. Zira Şia kaynaklı rivayetlerde, Hz. Ali (a.s)'ın mushafını, o hazretten sonra vasilik ve imamlık makamını haiz kimselerin -on iki imamın- birbirlerine miras bıraktıkları ve onu hiç kimseye göstermedikleri belirtilmiştir. Yine açıktır ki, Ehl-i Beyt İmamları İmam Hasan (a.s)'ın değil, İmam Hüseyin (a.s)'ın soyundandır.

Geçen bölümde İbn-i Sirin'in de; "Bu kitabı araştırmaya koyuldum; Medine'ye mektup yazdım, ancak ona ulaşamadım." dediğini ve devamında o kitabı görmeye çok iştiyaklı olduğunu da her hâliyle belli ettirmeye çalıştığını okumuştuk.

İbn-i Ebu Nasr Bezentî'den şöyle dediği rivayet ediliyor: "İmam Rıza (a.s)'ı Kûfe'ye doğru götürdüklerinde benim yanıma bir mushaf (kitap) gönderdi. Onu açtığımda "Beyyine" suresini onda gördüm. Çok geniş yazılmıştı. Kureyş'ten yetmiş kişinin adının, babalarının adlarıyla yazılı olduklarını gördüm. Bir müddet sonra İmam'ın kitabı geri istediği haberini aldım…"[12]

Bazıları bu kitabın Hz. Ali (a.s)'ın mushafı olabileceği kanısındadırlar. Çünkü bu mushaf, İmamların ellerinde korunmaktaydı. Özellikle de Bezentî, İmam'ın sır ashabındandı ve İmam (a.s)'ın yanında özel bir makama sahipti. Fakat bu konuyu kesin delil ve senetlere dayalı olarak ispat etmek mümkün değildir.

Feyz-i Kaşanî bu rivayetle ilgili olarak şöyle yazıyor: "Belki o kitapta olan, vahiy yoluyla elde edilmiş tefsirlerden ibaretti."

Dünyanın bazı kütüphanelerinde ve müzelerinde görüldüğü gibi, bazı Kur'an'ların Hz. Ali (a.s)'ın hattıyla yazılmış olduğu iddia edilmektedir. Ama bu iddiaların hiçbirisi ispatlanabilmiş değildir. Bazıları, bu Kur'an'ların özellikleri hakkında tafsilatlı beyanlarda bulunmuşlardır.[13] Sonuçta rivayetlerden elde edilen, Masum İmamlar tarafından bu mushafın birbirlerine miras bırakıldığı ve şimdi de İmam Mehdi (a.f)'in yanında olduğu ve zuhur ettiği zaman onu halka sunacağı konusudur.[14]

Birçok rivayette İmam (a.s)'ın, üzerinden halka ders verdiği Kur'an ile bu mushafa işaret edildiği belirtilmiştir.

Bazı rivayetlerde, Ömer'in Hz. Ali (a.s)'dan mushafını kendisine vermesini istediği, ancak İmam’ın bunu kabul etmediği ifade edilmiştir.[15]

Ebuzer-i Gıfarî'den şöyle rivayet ediliyor: "Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra, Peygamber (s.a.a)'in isteği ve emri üzerine Hz. Ali (a.s) Kur'an'ı Muhacirler ve Ensar topluluğuna getirip sundu. Ebu Bekir bu kitabı açınca kavmin ayıplarını da onda gördü. Ömer kalkıp dedi: “Ey Ali, onu geri götür, bizim ona ihtiyacımız yoktur!” Ali (a.s) da onu alıp gitti. Sonra kari ve Kur'an kâtiplerinden olan Zeyd b. Sabit'i getirdiler. Ömer; “Ali (a.s) Kur'an'ı bize getirdi. Ensar ve Muhacirlerin suç ve ayıpları da o kitapta yazılı idi. Biz ise Kur'an'ı kendi bildiğimiz şekilde toplamak ve böylesi şeyleri ondan atmak istiyoruz.” dedi. Zeyd, bu teklifi kabul etti ve; “Eğer ben sizin istediğiniz gibi Kur'an'ı yazsam, sonra da Ali (a.s) koymuş olduğu Kur'an'ı ortaya koysa acaba bu plânınız suya düşmeyecek mi?” dedi. Ömer; “Çaresi nedir?” deyince Zeyd; “Siz daha iyi bilirsiniz.” diye cevap verdi. Ömer; “Onun elinden rahat olabilmek için onu öldürmekten başka çare yoktur.” dedi. Daha sonra Halid b. Velid'in eliyle o hazreti öldürtme plânları yapıldı. Fakat o, böyle bir şeye cesaret edemedi. Ömer hilâfete geldiğinde Ali (a.s)'dan yazmış olduğu Kur'an'ı -onda değişiklikler yapmak için- istedi. Ali (a.s) buyurdu ki: “Kesinlikle, onu elde etmeniz mümkün değildir. Ben, hüccet size tamamlansın ve mazeret yolu kapansın diye onu Ebu Bekir'in yanına getirdim; kıyamet günü ‘Biz görmedik veya bilmiyorduk’ demeyesiniz diye. Bu Kur'an'a benim temiz halifelerim ve evlâtlarımdan başkası el süremeyeceklerdir.” Ömer; “Acaba belli bir zaman sonra açığa çıkacak mı?” diye sorduğunda, Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Evet, benim Ehl-i Beyt'imden Kaim -Mehdi (a.f)- kıyam ettiği zaman onu açığa çıkaracak, halkı ona uymaya mecbur edecek ve sünnet, bu temel üzerinden icra edilecektir."[16]

Bir rivayette şöyle nakledilmiştir: "Mushafların çeşitliliği Osman döneminde bir hayli arttığı için Talha, Hz. Ali (a.s)'dan, önceleri halka sunmuş olduğu Kur'an'ı niçin tekrar halka sunmadığını sordu. İmam bu soruyu cevapsız bıraktı. Talha soruyu tekrar edip; "Benim cevabımı vermedin!" diye üsteleyince İmam şöyle buyurdu: "Ey Talha, kasıtlı olarak cevap vermedim. Acaba halkın bu okuduklarının hepsi Kur'an mıdır, yoksa onda Kur'an'dan olmayan bir şey de var mı?" Talha; "Hepsi Kur'an'dandır." dedi. İmam; "Eğer bu kitabı alıp ona amel edecek olursanız, ateşten kurtulmuş ve cennettekilere karışmış olursunuz." buyurdu. Talha; "O hâlde, bu Kur'an bana yeterlidir." dedi.”[17]

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Halk, İmam Ali (a.s)’a biat edip kendisini hilâfet makamına getirdikleri zaman niçin kendi yazmış olduğu Kur'an'ı halka sunup onları bunu okumaya davet etmedi?!

Denilebilir ki İmam (a.s), Osman tarafından çoğaltılan Kur'an'ı onaylatmıştı. Hatta bazı rivayetlerde İmam şöyle buyuruyor: "Eğer kudret bulsaydım -mushaflar arasında birlik oluşturma işinde- Osman'ın yaptığını yapardım." Bunun nedeni, halkın arasında bölücülük ve gruplaşmaya neden olacak şeylerden onları uzak tutup Müslümanlar arasında birlik sağlamak amacıydı. Bu yüzden İmam, Talha'nın isteğine cevap vermemişti. Bu nedenledir ki, diğer İmamlar da Kur'an'ın iniş sırasına göre okunmasını yasaklamışlardır.

Salim b. Seleme diyor: "Bir kişi İmam Sadık (a.s)'ın yanında Kur'an okudu. Ondan birtakım şeyler duydum ki, halkın okuduğu Kur'an'da yoktu. Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Böyle okumaktan sakın ve Kaim'in kıyamına dek halkın okuduğu gibi oku. O gün geldiğinde Kur'an gerektiği gibi -Hz. Ali (a.s)'ın mushafında olduğu üzere- okunacak."[18]

Allâme Tabatabaî bu konuda şöyle yazıyor: "Ali (a.s) gerçi daha önceleri Kur'an'ı nüzul sırasına göre toplamış ve topluma sunmuş, lâkin kabul görmemiştir. Hatta bundan sonraki Kur'an'ın toplanılma işinde her iki defasında da davet edilmemiş olmasına rağmen hiçbir muhalefette bulunmamış, revaçta olan mushafları kabul etmiş ve hayatı boyunca hatta hilâfeti döneminde dahi ihtilâflı bir söz zikretmemiştir.”

“Ehl-i Beyt İmamları (a.s) da, Hz. Ali (a.s)'ın evlâtları ve halifeleri unvanıyla aynı davranış biçimini sergilemiş, Kur'an'ın itibarını sarsacak hiçbir şey söylememişlerdir. Hatta sırdaşları olan ashaplarına ve Şia'nın ileri gelenleri sayılan kişilere dahi özel olarak böyle bir şey söylememişlerdir. Konuşmalarında daima eldeki kitabı göstererek sözlerini ona dayandırmışlardır. Şia’ya halkın okuyuş ve kıraatini takip etmelerini emretmişlerdir. Burada cüretle diyebiliriz ki, Ali (a.s)’ın kendi mushafıyla tertip yönüyle muhalif olmasına rağmen bu mushaf karşısında susmasının nedeni, Ehl-i Beyt'in prensibine uygun ve onlar nezdinde muteber olan, Kur'an'ın Kur'an ile tefsiri yöntemiydi. Bu yöntemde surelerin tertibinin, Mekkî ve Medenî ayetlerin sıralanış şeklinin Kur'an'ın yüce hedeflerine ulaşması yönünden hiçbir tesiri yoktur. Dolayısıyla her bir ayetin tefsiri için Kur'an'daki diğer bütün ayetlerin nazarda tutulması gerekmektedir."[19]

Hz. Ali (a.s)'ın Mushaf'ı ve Tahrif Efsanesi

Tarih ve rivayetlerin şehadeti ile Ali (a.s)'ın mushafı, yöntem ve tertip-düzen açısından Kur'an'ın bugünkü şeklinden farklıydı. Hatta geçen konularda zikredildiği gibi, günümüzdeki Kur'an'a nispeten tefsir ve açıklamalar yönünden fazlalıkları vardı. Bununla ilgili birçok rivayetler de nakledilmiştir.

Bu tarihî gerçek, bazı kötü düşünceli veya kısa görüşlü kimselerde Kur’an’ın tahrif edildiğine dair bir fikir uyandırmış ve Kur'an'ın eksildiği veya tahrif edildiği üzerinde saplantıya düşmelerine neden olmuştur. Şia muhaddislerinden birisi, tahrif konusunda bir şüphe icat ederek yukarıda zikredilen hususun Kur'an'ın tahrif edildiği yolunda bir delil sayabileceğini ileri sürüp bu konuyu enine boyuna irdelemiştir.[20]

Bu şüpheye büyük bilim adamları tarafından geniş ve açıklamalı cevaplar verilmiştir. Bu konuyla ilgili şahit getirilebilecek rivayetler üzerinde derin incelemelerde bulunulmuştur.

Şeyh Müfid elde bulunan Kur'an ile Ali (a.s)'ın mushafını şöyle karşılaştırıyor: "Ali (a.s)'ın mushafında olan ayetlerin manalarının tefsir ve tevili Kur'an'ın nüzul sırasına göre düzenlenmiş olup, bugünkü Kur'an'dan atılmıştır. Bu tefsir ve açıklamaların Kur'an'ın bir cüz’ü olmadığı, ancak vahiy kanalıyla geldiği ve semavî olduğu bir gerçektir."[21]

Bu tahlilin bir benzeri de Feyz-i Kaşanî'nin sözünde Bezentî'nin rivayetinde geçmişti. Allâme Fanî, bu konuyla ilgili tafsilatlı bir konuşma yapmıştı. O, bu konuşmasında şöyle diyordu: "Hadislerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Ali (a.s)'ın yazdığı Kur'an'da ilâhî vahiy olarak nazil olan ayetlerin yanında onların tefsir ve tevilleri de zikredilmiş, ayrıca dinî ahkâmın detaylarına da inilmişti. Şimdi bu hadisleri, nasıl Kur'an'ın tahrif olunduğuna veya eksiltildiğine atfedebilirsiniz?!"[22]

Ayetullah Hoî de şöyle yazıyor: "Hz. Ali (a.s)'ın, bugünkü Kur'an'dan farklı bir düzene sahip başka bir mushafının olduğu şüphesizdir. İlim sahiplerince bu konunun kabul edilmiş olması, bu konuda bizleri delil getirmekten gani kılmaktadır. Zira bazı fazlalıkların o mushafta varlığı doğrudur. Yalnız, bunlar kesinlikle Kur'an'ın aslından bir tahrif veya eksiltmeye delâlet etmemektedir. Sözün doğrusu şudur ki, bu zikredilen fazlalıklar, tevil ve tefsir unvanıyla Hak Tealâ’nın kelâmın yorumları veya bazı ayetlerin açıklanması maksadıyla vahyolunmuş sözlerdi… Buna göre, Allah (c.c) tarafından vahiy unvanıyla gelen her şey, Kur'an'dan bir cüz olacak diye bir kural yoktur. Rivayetlerden elde edilen de şudur: Ali (a.s)'ın fazladan yazdıkları, ayetlerin tevil veya tefsirinden ibaretti. Hiçbir rivayet, bu fazlalıkların da ayet olduğuna delâlet etmemektedir. Bazı rivayetlerde münafıkların, Hz. Ali (a.s)'ın mushafında isimleriyle zikredildiği nakledilmiş ise, bundan maksat, bu grubun isimlerinin ayetlerde değil, tefsir bölümünde zikredilmiş olduğudur."[23] Ayetullah Hoî, bu sözün devamında bu konuyla ilgili şahitler de zikretmektedir.

Şeyh Saduk ise şöyle yazıyor: "Kur'an'dan başka birtakım konular da vahyedilmiştir ki, eğer Kur'an'ın yanına konulsaydı, on yedi bin ayeti geçerdi." O bu sözden sonra bir numune ve örnek de getirmek suretiyle bu açıklamaların vahiy olduğunu, ama Kur'an'dan bir ayet olmadığını ispat ediyor.[24]

Son Söz

Hz. Peygamber (s.a.a)'in vefatından sonra halkın yoldan çıkması, onun hak halifesinden yüz çevirmesi, İslâm'ın gidişatını asıl hedefinden saptırdı ve ümmetin rehberliği ehil olmayanların eline düştü. İşte İslâm ümmetinin başına ne geldiyse bu yüzden geldi. Aynı şekilde Ali (a.s)'ın mushafını kabul etmemeleri de, Hak Tealâ’nın kelâmının tefsirinin saptırılmasına, saf ve berrak vahyin gelecek kuşaklar nazarında karanlık görünmesine, anlaşılmamasına sebep oldu. Öyle ki, bugün her bir ayetin tefsirine baktığımızda bir yığın yorumlar ve ihtimaller zikredilmiştir. Peygamber (s.a.a)'in Sakaleyn (Kur’an ve Ehl-i Beyt) konusundaki vasiyetlerini görmezlikten gelenler ve "Kur'an bize yeter!" diye sesini yükseltenler, Peygamber'den sonra Kur'an'ı da görmezlikten gelmiş ve onu ucuz bir değere (dünya makamı karşılığında) satmışlardır. Ayette buyurduğu gibi, "Onu arkalarına attılar ve az bir fiyata sattılar."[25] Onun içindeki bilgileri, ona aşinalığı olmayanların yanında elde etmek yoluna gittiler ve gönüllerini vahiyden habersiz kimselere verdiler. Bu yüzden de vahye gerçek imanı olmayanlar, Kur'an'ı yalan yanlış görüşleriyle karıştırıp nice saf gönülleri bu vahyin ruhuna yabancı olan tefsirler ve İsrailiyat ile doldurdular.

Böylece İslâm ümmetine telafi edilemeyecek büyük zararlar verildi, bütün sapıklıkların, yanlışlıkların, Kur'an'ı yalan yanlış anlamaya neden olan şeylerin hepsinin temeli atıldı ve doğru olmayan tefsirlere, yakışmayan tevillere kapılar açılmış oldu. İslâm ümmeti o günden beridir dağınık bir hâlde, yetmiş iki millete bölünmüş ve hurafeler kurbanı olarak yaşamaktadırlar.

Bu yüzden de Kur'an, çeşitli fırkaların elinde, kendi görüşlerini ispatlamak için bir vesile olmuş, ehliyetsiz kimseler ehil oldukları iddiasıyla öne çıkarak bu ilâhî vahiyden binlerce görüş ve yol türetmişlerdir. Böylece insanlık namına büyük bir zulüm ve cinayet işlenmiştir.

Bu arada az bir grup yolu tanımış ve bu yola can koymuşlardır. Bunlar canları pahasına ve bütün zorlukları göğüsleyerek onun gerçek tefsirini ehlinden almış, onu bu yolun kendilerinden sonra gelecek yolcularına miras bırakmışlardır. Her ne kadar bu değerli mirası yığınlar arasından bulup teşhis etmek o kadar kolay değildir ama, yine de zahmetine değer.

Evet, Kur'an'ın korunması yolunda ilk günden beri büyük çabalar sarf edilmiş, bu çabalar sonucunda değiştirilme, azaltılıp çoğaltılmaya karşı korunabilmiştir. Ancak, bu arada gerçekten ifade edilmek istenen manalar gizli kalmıştır. İmam Bâkır (a.s), "Kur'an'ı arkalarına attılar…" ayetinden sonra buyuruyor: "Kur'an'ı arkalarına atmaları şöyle olmuştur: Onun harflerini korumuş, ama sınırları bırakmışlardır. Yani onlar, Kur'an'ın rivayet edicileridirler, riayet edicileri değil. Cahiller rivayetleri ezberlemekle hoşturlar, ama bilginler o vahy-i ilâhî'nin emrine gerçekten riayet edemediklerinin üzüntüsü içindedirler."[26]

 

 


[1]– Sağir, Muhammed Hüseyin Ali, Tarih'ul-Kur'an, Kum baskısı, Mektebet'ül-Alâm'il-İslâmî, s.69

[2]– Hoî, Ebu’l-Kasım, el-Beyan, Beyrut baskısı, Dar'uz-Zehra, c.1, s.239-253; Belâğî, Muhammed Cevad, Âlâ'ur-Rahman fî Tefsir'il-Kur'an, s.19

[3]– Hoî, el-Beyan, s.249-251

[4]– Suyutî, Celâluddin, el-İtkan, Beyrut, Dar'ul-Kütüb, c.1, s.135

[5]– Tefsir-i Kummî, c.2, s.451; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.485; Feyz-i Kaşanî, el-Vafî, c.5, s.274; Behranî, Haşim, el-Burhan fi Tefsir'il-Kur'an, c.1, s.15; Muttaki Hindî, Kenz'ül-Ummal, c.2, s.373; Saffar Kummî, Muhammed b. Hasan, Besair'ud-Derecat, s.193; Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.1, s.78

[6]– Hâkim Nişaburî, el-Müstedrek, c.2, s.228; Suyutî, el-İtkan, s.126-130

[7]– Zerkeşî, el-Burhan, Kahire baskısı, c.1, s.273; Beyrut baskısı, Dar'ul-Marife, c.1, s.331

[8]– Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahil'ul-İrfan, Beyrut baskısı, Dar'ul-Kütüb'il-İlmiye, c.1, s.240

[9]– Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, Kur'an Der İslâm, Tahran baskısı, Bonyad-ı Kur'an, s.173-174; Asifî, Ali Muhammed, Dirasatun fi’l-Kur'an'il-Kerim, Necef baskısı, Matbaat'un-Numan, s.246-249; Ramyar, Mahmud, Tarih-i Kur'an, Tahran baskısı, İntişarat-ı Emir Kebir, s.211, 212

[10]– Feyz-i Kaşanî, Muhammed b. Murtaza, Tefsir-i Safî, c.1, s.25

[11]– İbn-i Nedim, el-Fihrist, s.42

[12]– Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.2, s.631; Feyz-i Kaşanî, el-Meheccet'ül-Beyza, c.2, s.262; el-Vafî, c.5, s.273; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.54

[13]– Daha fazla bilgi için bkz: Zencanî, Tarih'ul-Kur'an; Ramyar, Tarih-i Kur'an, s.373-379

[14]– Saffarî Kummî, Besair'ud-Derecat, s.193; Kuleynî, el-Kafî, c.2, s.263; Tabersî, el-İhticac, c.1, s.228; Feyz-i Kaşanî, el-Meheccet'ül-Beyza, c.2, s.263; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.42-43; Hemedanî, Rıza, Misbah'ul-Fakih, s.275; Amulî, Cafer Murtaza, Hakikatun Hamme, s.160

[15]– Meclisî, Bihar'ul-Envar, s.92, s.42

[16]– Kitab-ı Selim b. Kays, s.110; Tabersî, el-İhticac, s.81; Feyz-i Kaşanî, Tefsir-i Safî, c.1, s.27, 6. Mukaddime; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.43

[17]– Kitab-ı Selim b. Kays, s.110; Meclisî, Bihar'ul-Envar, c.92, s.42

[18]– Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kafî, c.1, s.633

[19]– Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, Kur'an Der İslâm, s.165-166

[20]– Nurî, Mirza Hüseyin, Fasl'ul-Hitab, Taş basması, s.120-134; Marifet, Muhammed Hadî, Siyanet'ul-Kur'an An'it-Tahrif, Kum baskısı, Neşr'ül-İslâmî Müessesesi, s.211

[21]– Şeyh Müfid, Evail'ul-Makalât, s.55; Aştiyanî, Muhammed Hasan, Bahr'ul-Fevaid, s.99

[22]– Fanî İsfahanî, Ali, Âraun Havl'el-Kur'an, Beyrut baskısı, Dar'ul-Huda, s.102

[23]– Hoî, Ebu’l-Kasım, el-Beyan, s.223-225; Sağir, Muhammed Hüseyin Ali, Tarih'ul-Kur'an, s.172

[24]– Şehy Saduk, Muhammed b. Ali Babeveyh, el-İtikadat, s.93

[25]– Âl-i İmrân, 3

[26]– Kuleynî, Muhammed b. Yakub, Ravzat'ul-Kafî, c.8, s.53; Feyz-i Kaşanî, Tefsir-i Safî, c.1, s.34