Ey Ademoğlu eğer dünyadan sana yetecek kadarını istersen ondan çok azı bile sana yeter, ama eğer sana yetenden daha fazlasını istersen onun tamamı bile sana yetmez.Kafi, c. 2, s. 138 İmam Ali (a.s)

İbrahim Suresinin Tefsiri

İbrahim Suresinin Tefsiri

 

Ayetullah Cevadi Amuli

Şeytanın İnsan Üzerindeki Nüfuzu Ve İnsanın Sapıklağa Düşmesi

 
Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir.
Bu Allah'a göre güç değildir.
Onların tümü toplanıp Allah-'ın huzuruna çıktılar da zayıflar, büyüklük taslayanlara dedi ki: "Şüphesiz, biz size tabi idik, şimdi siz bizden Allah'ın azabın-dan herhangi bir şeyi önleyebilir misiniz?" Dediler ki: "Eğer Allah bize doğru yolu göstersey-di biz de sizlere doğru yolu gösterirdik. Şimdi yakınsak da, sabretsek de farketmez. Bizim için kaçacak hiçbir yer yoktur."
İş hükme bağlanıp bitince şeytan der ki: "Doğrusu Allah size gerçek olan vaadi vaadetti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kı-nayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanıma-mıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır."
İman edip salih amellerde bulunanlar Rablerinin izniyle altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orda birbirleri-ne olan dirlik temennileri "sel-am"dır.

Peygamberlerin risalet hedefi-nin açıklandığı bu surede sapkın-lık ve şeytanın saptırma meselesi de ortaya çıkmaktadır.
Acaba sapıtanların Allah katın-da belli bir özürleri var mıdır?
İnsanlığı saptırmada şeytanın hilelerinin etkisi ne ölçüdedir; şey-tan insana ne ölçüde musallat ol-makta ve onu saptırmaktadır?
Allah-u Teala Peygamber'e (s.a.a) kâmil ve örnek insan ünva-nıyla hitap etmiştir. Bu sadece peygamberlere ait bir hitap değil-dir. Zira bu hitaba herkes ortaktır, şöyle buyuruluyor: "Acaba gör-müyor musun?" Yani insanlar görmelidirler ve bu sadece Resulullah'a (s.a.a) ait değildir. "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun?" Varlıklar başıboş değildir. Bütün varlıklar kemale doğru ilerlemek-tedirler. Hiçbir varlık yönsüz de-ğildir. Varlıklardan biri olan insan da, hedefsiz ve yönsüz değildir. İnsanın hedefi "ahiret"tir ve ona doğru ilerlemektedir. Bu yaratılış hak üzeredir ve asla haktan ayrı değildir. Hak batılın karşısındadır. Hedefsiz ve boş işler batıldır an-cak hedef için yapılan doğru işler haktır.
Sâd Suresinde "Biz gökyüzü-nü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu küfredenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azaptan) dolayı vay o küfretmek-te olanlara"  
Kafirler nedensellik kanununu inkar etmiyorlar, madde alemin-deki neden-sonuç ilişkisini kabul ediyorlar, ama ilk neden olan illet-i fâili (etken neden) ve son hedef olan illet-i gai'yi (ereksel neden) kabul etmiyorlar. Bunlar maddeler arasında var olan özel ilişki gereği, maddenin değişmesi sonucunda alemin oluştuğuna inanmaktadırlar. Mekke müşrik ve kafirleri Allah'ın "yaratıcı" ol-duğunu kabul ediyorlardı, "rab" olduğunu kabul etmiyorlardı. Çünkü Allah'ı nihai merci, varıla-cak son makam olarak kabul et-miyorlardı. Burada önemli olan, insanların dönüşünün Allah'a ol-masıdır.
Kıyamete imanın yapıcı ve te-mel etkileri vardır. İnsan eğer amelin kalıcı olduğunu, asla yok olmadığını ve bir gün Allah'ın adil mahkemesi karşısında hazır bula-cağını bilirse böyle bir mahke-meye inanmanın ruh terbiyesinde büyük etkisi olur. Bütün günahlar kıyameti inkar ve unutmanın so-nucudur. Halbuki insan ahirete inansa ve Allah'ın adil mahke-mesinin var olduğunu idrak etse günah işlemez. Aynı surede şöyle buyuruluyor:
"Ey Davut, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öylesye insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara uyma; sonra seni Allah'ın yo-lundan saptırır. Şüphesiz Allah'-ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azap vardır."3

Hesap gününü unutmayan kimse doğru yoldan ayrılmaz ve sonuçta azaba uğramaz. Kıyamete inanan ve ona teveccüh eden kim-se inandığı ve yöneldiği anda Allah'a isyan etmez. Bütün gü-nahlar kıyameti inkarın veya kıyametten gaflet etmenin sonu-cudur. Buna göre batıl, boş ve hedefsizdir, hakkın ise gerçek bir gaye ve belli bir hedefi vardır. Böyle bir hak nizam batıl olamaz. Kafirler bu nizama batıl düzen demektedirler. Yani insan düyaya gelir, yaşar ve ölür; bundan öte ise bir şey yoktur. Gökyüzünün ve yeryüzünün fenomenleri de böyle-dir. Yani oluşur, yaşar ve daha sonra ortadan kaybolur, başka bir hedefi yoktur. Muvahhid insan ise bütün varlık alemindeki varlıkla-rın, hedeflerine ve amaçlarına ulaşmak için doğru bir yolda olduklarına inanır. Bu çeşit dünya görüşü, alemdeki tüm varlıkların hak olduğu ilkesine dayalıdır. Diğer dünya görüşü ise alemin ba-tıl olduğu ilkesine dayanır. Kafir-ler, alemi başıboş, muvahhid ise alemi anlamlı görür. Bu konuda dikkatlice düşünülecek olursa maksad açıkça belli olur. Hakkın âlemde gözüken pek çok nişa-neleri vardır. Önüne engel çıksa da engelleri aşan her varlık, sırat-ı müstakim (doğru yol) üzerinde olup kemale ulaşır.
İnsan da bu temel kanundan ayrı düşünülemez. O da yolunda herhangi bir engel olmadığı tak-dirde gerçek yolda kemale doğru yol alır. İnsanın yolunda engel oluşturan şeytandır. Şeytanın insa-nın üzerinde ne ölçüde etki yap-tığı konusunda şu sorular ortaya çıkar:
Acaba şeytan, insanı saptırabi-lir mi?
Şeytanın nüfuzu, insanı saptı-rabilir mi?
Şeytanın nüfuzu, insana hakim olmasından mı, yoksa bir davetten mi ibarettir?
Muvahhid, bu nizamın hak ol -duğuna inanır. Âl-i İmran suresi-nin son ayetlerinde şöyle buyurur: "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."4
Bu ayetin ilk bölümünde "ulü-l elbab"ı, akıl sahiplerini överek şö-yle buyuruluyor: "Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı zikrederler."
Bu ayetin somut örneklerinden biri namaz kılanların durumunu teşri etmesidir. Şöyle ki, sağlıklı olanlar ayakta, hastalar oturarak, buna gücü yetmeyenler ise yata-rak namaz kılarlar.
Sonra şöyle buyuruluyor: "Ve göklerin ve yerin yaratılışı konu-sunda düşünürler (Ve derler ki:) Rabbimiz, sen bunu boşuna ya-ratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." Yani, seni hâlık (yaratıcı) ve ilk neden olarak kabul ediyorum, seni merci ünvanıyla tanıyorum, hesap günü-nün sahibi ve mercii olarak kabul ediyorum. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır, bir maksadı vardır ve insanı yaratan ona kılavuzluk da etmiştir.
Bu inanç, kıyamete inananın inancıdır.O halde iki çeşit dünya görüşü vardır. Muvahhid, dünyayı hak; kafir ise boş, anlamsız gör-mektedir.
"Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musu-nuz? Dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir."5
Allah için bu zor bir şey değil-dir. "Allah dilerse sizi giderir, yok eder ve yeni bir halk getirir" meselesi Kur'an'ın birkaç yerinde yer almıştır. Örneğin Muhammed Suresinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer sizden onları (n tümü-  nü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. İşte sizler böylesiniz. Allah yolunda infak etmeye çağrılı-yorsunuz, Fakat sizden kimi cimrilik etmektedir. Kim cim-rilik ederse artık o, ancak kendi nefsine cimrilik etmişdir. Allah ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dir. Fakir olanlar ise sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız sizden başka bir kavmi getirir-değiştirir. Sonra onlar si-zin benzerleriniz de olmazlar."6
Bu surede nebilerin risaletinin beşeri karanlıklardan nura çıkar-mak olduğu belirtilmiştir. Nur da Allah'ın doğru yoludur. Dolayı-sıyla Allah yolundan sapmak, zul-met (karanlık)tir. İlahi yolu katet-mek ise nur…
Peygamberler bu hedefini açık-layınca insanlar iki gruba ayrıl-dılar. Bazıları kendi iradeleriyle onların davetini kabul ettiler. Bazıları da, kendi iradeleriyle in-kar ettiler.
Yaratılış aleminde var olan her şey hayır ve rahmettir, Allah'ın yaratığıdır. Çirkinlik gibi noksan olan şeyler ise, yokluktan kaynak-lanmaktadır, bir eksikliği olduğu için ilahi feyzden mahrum kalmış-tır. Bu noksanlıklar, Allah'a isnad edilemez, çünkü yokluktan kay-naklanmaktadır. Şeytan da yaratı-lış aleminde bir varlıktır ve varlığı âlem için hayır ve rahmettir. Bunun gibi, varlık aleminde me-leklerin varlığı da hayır ve rah-mettir. Şeytanın işi vesvese ve kötülüğe davettir. Cihad-ı Ekber de, galib gelmek isteyen insan için vesvese ve kötülüğe karşı davet, hayır ve rahmettir. Eğer âlemde günah olmasaydı, günaha davet olmasaydı ve sadece doğru yol olsaydı, bunun hiçbir değeri olmazdı. Dolayısıyla itaat da olmazdı. Zira itaat insanın iyilik ve kötülük karşısında iyiliği seç-mesidir. Eğer yol tek taraflı olsaydı artık vazife ve din için bir ortam kalmazdı. Bu yüzden günah işleme kaygısı olmayanlar için Din, Risalet, Şeriat vb. vazifeler de söz konusu değildir. Mesela meleklerin hiçbir şeri vazifesi yoktur. Şer'i kanunlar ve şer'i itibar ile tanzim edilen hiçbir görevleri yoktur. İnsanın kemali, iradesiyle yaptığı işlerdedir. İra-deyle yapılan işlerde iki boyut vardır. Yani hem kötü, hem de iyi yönü vardır. Başka bir tabirle doğru ve yanlış yönü vardır. İn-sanda yanlışlığa düşme ves-vesesinin varlığı hayır ve bere-kettir. Şeytanın davet dışında bir nüfuzu yoktur. Şeytanın karşısın-da fıtrat ve akıl ise, insanı fazilete, erdeme davet etmektedir. Bu da-veti tamamlamak için peygamber gönderildi ki, fıtrat ve aklı kemale erdirsin, insana yarar ve zararını açıklasın. İnsan iki yolun kavşa-ğında yer almıştır. Biri yanlış, diğeri doğru olan bu iki yol, onu, katetmeye davet etmektedir. İnsan bu yol kavşağında sorumludur. Nebiler işte burada insana yol göstermektedirler, akıl da onun kılavuzluğunu üstlenmektedir. İn-san eğer akıl, fıtrat, kalp ve nebilerin sözünü dinler ve geçici lezzetleri terkedip, fazilet yolunda yürürse kıyamette ilahi mükâfat-lara nail olacağı gibi dünyada da ilahi lütuflara mazhar olacaktır. Yani insanın saadeti için gerekli tüm imkanlar sağlanır. Böylece insan takva lezzetlerini tadar, kemale ilgi duyar ve takvaya bağlılığı daha da güçlenir.
İlk hidayetten sonra bu ikinci hidayettir. Yani ilk önce takva ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği gösterdi. Eğer birisi fazilet yolunu katederse Allah-u Teala, ona bu yolda yardımcı olur. Ama eğer insan fıtrat ve kalbin sesine kulak vermez, nebilerin sözüne itina göstermez, maslahatın ne oldu-ğunu düşünmez ve gazap ile şehvetinin peşine düşerse, ilahi lütuflardan yararlanmaya kabiliye-ti kalmayıncaya kadar kendisine mühlet verilir. Bu takdirde şeytan ona musallat olur ve vesvese icat ederek çirkinleri güzel ve kötüleri iyi olarak gösterir.
Bu sapıtmak onların cezasıdır. Allah-u Teala (c.c) kimseyi haksız yere saptırmaz. Aksine hidayet eder. Eğer insan bu ilk hidayete tabi olursa, mükâfat olarak onu  ikinci hidayete erdirir. Ama insan bilerek sapıklığa düşer, ilahi lütuflardan kendini mahrum kılar-sa, Allah-u Teala onu saptırır.
O halde Allah-u Teâla kimseyi kendiğilinden saptırmaz. "O bu-nunla ancak fasıkları saptırır."7 Allah-u Teâla, fasık kulunu saptırır denince, yine de zorla onu sapıklığa düşürmemektedir. İnsa-nın kendi irade ve ihtiyarı vardır. Fıtrat ve deruni ses de onu fazilete davet etmektedir ve aynı zamanda nebilerin sesini, mesajını duymak-tadır. Allah fasık kulların isyan etmesini önlemez. İnsan sağ oldu-ğu müddetçe irade ve ihtiyarı var-dır. O halde şeytan bir av köpeği durumundadır. Görevi, sadece ki-min doğru yola, kimin sapık yola gittiğinin malum olması için hav-lamak ve seslenmektir. Eğer birisi bilerek yanlış yolda yürürse, bu av köpeği onu takip etmekte ve hatta bazen de ısırmaktadır. Sağ kaldığı müddetçe de tedavi, dönme, tev-be, inabe ve tekamül imkanı var-dır.
Öte yandan fazilet yolunda ilerledikçe melekler ona yardımcı olur. Elbette bu yardım onu itaate zorlayacak şekilde değildir. Sağ kaldığı müddetçe günaha düşme ve değişme imkanı da vardır. O halde insan hayatta olduğu müd-detçe özgürdür. Eğer fazilet yo-lunda yürürse ilahi hidayet ve nimetlerden fazlasıyla istifade eder. Ama bilerek yanlış yolu katederse o zaman da ilahi lütuf-lardan mahrum kalır. Böylece şeytan ona musallat olur. Ama yine de dönüş kapısı açıktır, nebi-lerin kılavuzluğu devamlıdır. Bu yüzden şeytanın yaratılış düze-nindeki varlığı hayır ve rahmettir. Şeytan, ettiği isyan sebebiyle günahkâr olmuştur. Ama insana da sadece vesvese vermektedir. Onun vesvesesi icbar (zorlama) ile değildir, tekamülüne de engel teşkil etmez. Ama bu görevi yap-masının ayrı bir hikmeti vardır.
"Memur mazurdur", yani "gö-revli, emrolunan şeyi yerine getir-mede suçsuzdur" sözü doğru de-ğildir. Eğer insan kötü bir işe memur olur ve kötü işler yaparsa mazur değildir. Günah işlediği için şeytan vesvese etmekle görevlendirildi. Şeytanın durumu, kendini yüksek bir yerden atan ve zarar gören kimseye benzer. Bu zarar bu atlayışın sonucudur. Dolayısıyla mazur da değildir. Zira bu memuriyet, onun isyan ve günahından sonra gerçekleşmiştir. Eğer şeytan Allah'ın izniyle bir şey yapıyorsa onun günah işleme-diğini söylemek mümkün müdür? Halbuki Allah tarafından olan her şey hayırdır.
Şeytan Allah'ın izniyle iş yapı-yor ve günah da işliyorsa, bu onun Allah karşısındaki tekebbü-ründen dolayı, vesvese etmekle görevlendirilmesine sebep olmuş-tur. Bu vesvese kötüdür, ama şey-tanın kendi kötü davranışları sebebiyledir. Ama şeytanın bu vesvese görevi, insan için genelde hayır ve rahmettir. Zira vesvese, kötülüğe davetten başka bir şey değildir, eğer kötülüğe davet olmasaydı, insan ya hayvan, ya da melek mertebesinde olurdu. Din, şeriat ve kitaplar, bu bağlamda geçerlidir. Bu mertebede günah söz konusudur. İnsan hem günah işleyen ve hem de itaat edebilen tek varlıktır, hem fazilet ve hem de rezalet yolunu katedebilir.
"Biz ona iki göz vermedik mi?"8
Hayvanlık mertebesi ve ondan aşağıdaki mertebelerde din, risa-let, şariat, nübüvvet vb. şeyler yoktur. Cehennemin varlığı da şeytanın varlığı gibi hayırdır. Cehennemi olmayan alem eksik-tir. Cehennem de cennet gibi ilahi bereketlerdendir. Bu yüzden Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: "Şu halde Rabbinizin hangi ni-metlerini yalanlayabilirsiniz?"9
Hakeza: "İşte bu, suçlu gü-nahkârların kendisini yalanla-makta oldukları cehennemdir. Onlar kendisiyle alabildiğine kaynar hale getirilmiş su arasında dönüp-dolaşırlar."10
Cehennemin varlığı da nimet-tir. Zira halkın çoğu cehennem korkusundan günah işlememek-tedir. Ayrıca eğer zalim cehenne-me gitmezse Allah'ın adil mahke-mesi kurulmamış olur.
Cehennemi, cennet ile karşılaş-tıracak olursak cehennem kötü-dür. Ama cehennemi bütün yara-tılış alemi bağlamında değerlen-direcek olursak, cehennemin bir hayır ve rahmet olduğunu görü-rüz. Aynı şekilde şeytanı melekler karşısında değerlendirirsek onun kötü ve şer olduğunu görürüz. Ama bütün bir yaratılış alemi dü-zeyinde düşünecek olursak şeyta-nın varlığı hayır ve rahmettir.
Allah'a isnad edilen eşyanın varlıksal boyutu, yani melek ve şeytanın varlığı hayır ve rahmettir. Ama kemale ermiş bir şey ile kemale ermemiş bir şey arasında göreli şer veya hayır vardır.
O halde Allah'ın iki rahmeti vardır. Biri, mutlak rahmettir ki kapsamlıdır. Bu bakış açısından alem baştan başa rahmettir. "Rahmeti her şeyi kapsamıştır." O halde her şey Allah'ın rahme-tinin bir zuhurudur. Yaratılış ale-mi hep rahmettir.
Öte yandan, bir de göreli rah-met ile göreli gazap vardır. Cen-net göreli rahmet ve cehennem göreli gazaptır. Af göreli rahmet, kısas ise göreli gazaptır. Rauf ve Müntakim olan Allah birdir. Her ikisi de Allah'ın mutlak rahmeti altında zuhur etmektedir.

Pirimiz dedi: Yaratılışta hata olmadı
Hataları örten pâk nazara aferin olsun.

Yaratılış alemi hep güzeldir. "Allah her şeyi yaratandır."11 Ve "O, yarattığı herşeyi güzel yapandır." 12
Bu ayetler esasınca alemde çirkin olan hiçbir şey yoktur. Her şey Allah'ın yaratığı olup güzeldir. Bir yerde yanlış, diğer yerde doğru varsa, bu hata ve doğru görelidir. Yani bir şey, başka bir şeye oranla hatadır. Af ve gazap da böyledir. Allah'ın  mutlak rahmeti, bir yerde affetmeyi, bir yerde intikam almayı gerektiriyor. Ama alemde hem hayır ve hem de şerrin mutlak olduğunu söyleyen dünya görüşü yanlıştır. Dünya görüşü ilkeleri tümeldir. Bir yerde kesip atmayı, bir yerde merhem sürmeyi icab eder. Birçok cerrah hem ameliyat yapar, hem de mer-hem sürer. Cerrahı keserken gö-rünce, burada dert ve kasavet var, derler. Merhem sürerken görün-ce, burada merhamet ve duygu-sallık var, derler. Ama tıp ikisinin de gerekliliğine inanır. Dar bir görüşle bakınca dert ve inlemeyi yersiz, iyileşme ve merhem sür-meyi ise yerinde bir şey görü-yoruz. Ama mutlak rahmeti gö-rünce göreli hata ve doğruyu örten mutlak rahmeti görüyoruz. Allah'ın adaleti esasınca aleme baktığımızda hem cehennemi, hem de cenneti gerekli görüyo-ruz. Zira cehennem olmasaydı za-lim ve tağutlar ceza görmemiş olurdu. İsra suresinde de şeytanın insana musallat olmadığı açıkça beyan edilmiştir:
"Benim   kullarım    üzerinde
senin hiçbir zorlayıcı gücün yok-tur. Vekil olarak Rabbin ye-ter".13
Ve yine şöyle buyuruyor: "Şüphesiz kışkırtılıp saptırılmış-lardan sana uyanlar dışında senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur."14
En'am Suresinde de şeytanın nüfuz sahası belirtilirken şeytana kimlerin uyduğu da açıklanmıştır. Şeytanın sözüne uyan, onun sulta-sı altına girmiş olur. Yoksa şeytan kendiliğinden hiç kimsenin üze-rinde bir sultaya sahip değildir.
"Böylece her peygambere ins ve cin şeytanlarından bir düş-man kıldık."
Her peygambere bir düşman kılmak, Allah'ın mutlak rahme-tinin bir parçasıdır. İnsan, küçük  ve büyük cihadda çalışmadıkça asla kemale eremez.
"Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bu-nu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte oldukla-rıyla başbaşa bırak.15
"Allah dileseydi şeytanlara en-gel olurdu. Zira hiçbirinin ameli müstakil değildir. Hepsi ilahi memurlardır. Şeytanın sözünü sa-dece belli bir grup dinlemektedir.
"Bir de ahirete inanmayanla-rın kalpleri ona meyletsin de ondan hoşlansınlar"16 Dinlemek ve kabul etmek, duymaktan başka bir şeydir. "Ahirete inanmayan-lar şeytanın sözünü dinlerler ve yüklenmekte olduklarını yükle-ne dursunlar".17
Şeytanın emirlerine itaat edi-yor, aldatmalarına kanıyorlar. O halde şeytanın işi vesvesedir. Bile-rek iman etmeyenler, şeytanın vesveselerine uyuyorlar.
"Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulu-nurlar."
O halde daha önce de denildiği gibi şeytan insana musallat değil-dir, şeytan sadece kendine uyanla-ra musallattır, şeytan bilerek iman etmeyenlere hakim olur ve onlara gizli çağrılarda bulunur.
Şeytanın velayetini kabul eden-ler, Allah ve enbiyanın velayetini reddederler, onlar bilerek şeytanın velayetini kabul etmiş ve Allah ile Resulünün velayetini inkar etmiş-lerdir.
"Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar gerçeği tersyüz eden, günaha düşkün olan her yalan-cıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler."18
O halde şeytanın varlığı, yara-tılış alemi için hayırdır. Bu, ken-dine verilen görev, işlediği günah sebebiyledir. Şeytan ilk etapta sadece davet eder, bu kötülüğe davet de gerçekte hayırdır.
Aksi takdirde iyi olmak zaruri olurdu. İyi olmak zaruri olursa, o zaman da vazifenin manası kal-mazdı. İnsana tek taraflı bir yolda "bu yolu katet" diye emredilmi-yor. Aksine bu emir birkaç yolun kavşağında veriliyor. Zira yol birden fazladır. İnsan, irade ve ihtiyarıyla itaat veya isyanı tercih edebilme gücüne sahip olduğun-dan din ve şeriat insana yol gös-termek için gelmiştir.
O halde şeytan sadece vesvese eder. Dolayısıyla bütün imkanları olduğu halde bilerek sapıklığa dü-şen ve ilahi hidayetten mahrum kalan insan, o ölçüde şeytanın av köpeği haline gelir, onun vesve-selerini tercih eder. Ama yine de irade sahibidir. Akıl ve ilahi elçi-lerden ibaret olan ilahi hidayet, o sağ olduğu müddetçe ona doğru yolu gösterir, tevbe kapısını yüzü-ne açık tutar. Eğer fazilet yönünü katederse meleklerin yardımların-dan ve diğer imkanlardan daha fazla istifade eder. Günahkâr kim-se ümitsiz, zahid kimse de mağrur olmamalıdır. Zira zahid bir insa-nın bir gurur ile helak olabileceği gibi günahkâr da bir tek tebve ile kurtulabilir. İnsan sağ oldukça tehlike ile karşı karşıyadır. Fakat şu var ki, tebve etmek zordur. Tevbeden sonra fazilet yolunu katetmek kolaydır. Dolayısıyla za-hid daima gurur tehlikesiyle karşı kaşıyadır. Günahkârlar ise tebve ümidiyle yücelebilecek bir ko-numdadır.
Zümer suresinde tevbe ve ina-be meselesi geniş bir şekilde be-yan edilmiştir. İnabe hakkında şöyle buyuruyor: "Ey kendi a-leyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran (aşırı giden) kullarım"19
Zira insan yaptığı her işle ken-dine ya hizmet, ya da zulüm etmektedir. İnsan kendisi dışın-dakilere ne hizmet, ne de hiyanet etmektedir. Diğer insanlara erişen hizmetin nesimi, ya da ihanetin kötü kokusudur. Kötülük eden insan, kendi içinde kötü kokan bir kuyu kazmıştır. Bu kuyunun kötü kokusu başkalarına gitmişse ve kendisini de öldürmüştür. Eğer insan başkalarına bir hizmet et-mişse içinde fazilet ekmiştir. Dolayısıyla başkalarına bu ekinin güzel kokusu gitmektedir. O ame-lin kökü ise insanın ruhunda olup ebedidir. İnsan dünyadan bu amellerle gitmektedir. Hiç kimse, ben falan şahsa veya işe yardım ettim, diyemez.
 "Eğer iyilik ederseniz kendi nefsinize iyilik etmiş olursu-nuz."20
Bunun gibi kötülük de böyle-dir. Günah da, iyilik de insanın kendisi içindir. Amelin, amel edenle ilgisi vardır. İnsanın iyilik veya kötülüğü başkasına erişmez. İnsan hizmetçileriyle birlikte hare-ket eden bir kafileye benzer.
Eğer yük  diken  ise kendini öldürmüş.
Eğer ipek kumaş ise kendine örmüşsün.
İnsan ömrü boyunca ya ipek örmek veya dikenli ağaçları sula-makla meşguldür. Ama her ikisini de kendisi için yapmaktadır.
Firdevsi'nin beyitlerinden biri  de bu beyittir. Firdevsi bu vb. beyitleri sebebiyle ebedileşmiştir, efsanevi  kıssaları sebebiyle değil. Gazali şöyle diyor: "Kırk yıllık nasihatlerinin usaresi, özü bu beyitte toplanmıştır."
Bir insan başkasından bir diken veya bir ipek kumaş alabilir. İn-san, birinin kalbini kırarsa adeta ruhunun derinliklerindeki dikenli ağacı sulamış gibi olur. Ama eğer birinin yükünü hafifletirse adeta cennet elbisesi olan ipek kumaşlar örmektedir. Orada ipek kumaşla-rı, ipek böcekleri örmez.
Nakledildiği üzere Ammar b. Yasir bir gün Hz. Ali'nin (a.s) yanına gelince derin bir nefes çek-ti. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: "Bu derin nefesin sebebi nedir? Eğer ahiret içinse ne mutlu sa-na, eğer dünya içinse ben sana dünyayı açıklayayım da seni Allah'tan alıkoyan şeylerin ne olduğunu bilesin. Dünyanın bir yiyeceği, bir giyeceği, bir de içgüdülerin tatmini vardır. Giye-cekler arasında en iyisi ipekbö-ceğinin ördüğü ipektir, yiyecek-ler arasında en iyi olanı da arı-nın ürünü olan baldır. Bu iki böceğin işinden lezzet aldığı için övünen ve didinen insana yazık-lar olsun."
İç güdülerin tatmini hususunda ise birtakım sözler söylemiştir ki, burada uygun görmediğim için nakletmiyorum. Velhasıl, seni do-yuracak kadarı yeterlidir. İnsanlık mertebesini, iki böceğin ürünü ile övünecek kadar alçaltma. İnsanı yolundan alıkoyan dünyadır. Ama cennetteki ipek kumaşlar ve ballar iki böceğin ürünü değildir. O ipek ve bal, salih amellerin neticesidir. İnsan kendi evi avlusunda bir ağaç dikerse nesim ve gölgesi yol-culara erişir. İyilik yapan kimse, "ben iyilik yaptım" dememelidir. İnsanın amelleri diridir, can ve ruhda saklı durmaktadır. Bu ame-lin (ister fazilet, ister rezalet) ko-kusu yoldan geçenlere ulaşır."De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kul-larım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz, Allah bütün günahları bağışlar. Çün-kü O bağışlayandır, esirgeyen-dir."21
Yine  şöyle  buyuruyor: "Azap
size gelip çatmadan evvel Rabbi-nize yönelip-dönün  ve  ona  tes-
lim olun. Sonra size yardım da edilmez"22
Zahid bir insan, son nefesine kadar gurura kapılıp sapıklığa düşebilir. Günahkâr bir kulun da tevbe edip, asıl yoluna dönmesi mümkündür.
Hamd alemlerin Rabbine mah-susutur.


Dipnotlar:

1 – İbrahim, 19-23.
2 – Sâd, 27.
3 – Sâd,26.
4 – Âl-i İmran, 191.
5 – İbrahim, 19.
6 – Muhammed, 37-38.
7 – Bakara, 26.
8 – Beled , 10.
9 – Rahman, 13.
10 – Rahman, 43 – 44.
11 – En'am, 102