Ehl-i Beyt Dualarında İlahi Aşk
Mehdi GÜREL/Erenler 4-5
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler sizlere Allah'tan, Resulünden ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasık kavmi (topluluğu) hidayet etmez." (Tevbe suresi, ayet:24)
ALLAH'LA İRTİBAT
Kalp yoluyla Allah'la irtibat kurabilmek, O'nunla hemsohbet olabilmek için birbiriyle uyum içerisinde olan çok sayıda unsurun bir arada insanda bulunması gerekir. Ancak bu unsurların bir araya gelmesiyle Allah'a yönelmenin O’na kavuşmanın doğru yolu tanınmış olur. Kur'an-ı Kerim ve sünnet, yalnızca Allah'dan korkmak, O'na umut ve sevgi beslemek veya O’na karşı huşu içerisinde olmak gibi güzel unsurlardan yalnız biriyle Allah'a kavuşmayı reddederek bunu uyum ve sağlamlıktan yoksun bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Allah-u Teala'ya yönelişe vesile olan unsurlar çok geniş bir perspektifi oluşturmaktadır. Onlara tafsilatıyla Kur'an-ı Kerim, hadis ve dualarda işaret edilmiştir Örnek olarak; ümit, korku, yalvarış, huşu, sevgi, iştiyak, üns, pişmanlık, tevbe etmek, mağfiret, yardım dilmek, merhamet beklemek, ayrı şeylerden kopup sadece Allah'a yönelmek, Allah'ın azametini ikrar etmek, Allah'ı övmek, Allah'a rağbet etmek, itaat etmek, O'na kulluk etmek, zikir, fakirliğine itiraf etmek ve Allah'a sığınmak gibi unsurları zikredebiliriz.
Hz. İmam Zeyn'ül Abidin Ali ibn-i Hüseyin'den (a.s) gelen bir duada şu cümleler yer almaktadır: "Ey Allah'ım, senden gönlümü kendi sevgin, kendi azamet ve haşyetin, sana olan inanç ve iman ve sana olan iştiyakla doldurmanı istiyorum." (Bihar-ül Envar, c.98,s.92)
İşte bu farklı unsurların bir araya gelmesi, Allah-u Teala'ya yönelmek için verimli bir atmosferi oluşturmakta ve bu unsurlardan her biri gerçekte Allah'ın rahmet kapılarından biri için bir anahtar sayılmaktadır ve neticede O'nun tanınması için birer vesile olmaktadırlar.
Örneğin, rahmet dilemek Allah'ın rahmetinin bir anahtarı olurken, mağfiret dilemek de O'nun bağış ve affı için bir anahtardır. Aynı zamanda bu unsurlardan her biri kendiliğinden Allah'a yönelmek için bir yol sayılmaktadır. Yine insanın Allah'a olan iştiyak, sevgi ve üns'ü Allah'a doğru uzanan bir yoldur; Allah'tan korku ve sakınma da O'na giden diğer bir yoldur; keza huşu, Allah'a olan ümit ve dua da Allah'a kavuşmak için bir vesiledir.
Bu arada insana düşen, sadece bir yolla değil çeşitli yollardan Allah'a doğru hareket etmek ve O’na yönelmektir. Zira her yol ve her sülukun insanın Allah'a doğru hareket etmesinde kendine has bir tat ve ürünü vardır, ki öteki yollarda o bulunmamaktadır.
Bu esas gereğince mukaddes İslam dini, Allah'la irtibat kurmak sahasında çeşitli unsurları bir arada bulundurmayı emretmiştir.
ALLAH'A OLAN SEVGİ
İnsanla Allah-u Teala arasındaki bağı güçlendirmek hususunda, her unsurdan daha üstün, daha güçlü ve daha çabuk hedefe ulaştıran unsur, kalpte yeşeren ve yerleşen Allah sevgisidir. Allah'a yönelmenin çeşitli vesileleri arasında, kul ile Allah ilişkisini güçlendirmek hususunda, Allah sevgisinden daha güçlü ve daha çabuk hedefe ulaştıran bir unsur bulunmamaktadır.
Allah'a yönelmeyi kolaylaştıran, kulun O’na bağlanmasını sağlayan unsurların birbirleriyle mukayeseli değerlendirilmesi birçok hadislerde yer almıştır.
Bir hadiste şunlar yer almaktadır:
"Allah-u Teala Hz. Davud Peygambere hitap ederek şöyle buyurdu: "Ey Davud! Benim zikrim, beni zikredenler, cennetim, bana itaat edenler, sevgim de, bana aşık olanlar içindir; ama ben beni sevenler içinim." (Bihar-ül Envar, c. 98, s. 226)
Hz. İmam Sadık (a.s)’ın da şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Sevgi korkudan daha üstündür." (Bihar-ül Envar, c.78, s. 226)
Merhum Kuleyni de Hz. İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Abidler üç kısımdır: Bır kısım korkudan Allah'a ibadet eder, bu kölelerin ibadetidir. Bir kısım sevaba nail olmak (bir karşılık elde etmek) için Allah'a ibadet eder, bu da tacirlerin ibadetidir. Bir kısım da Allah'a sevgiden dolayı ibadet eder, bu da hür (özgür) insanların ibadetidir; en üstün ibadet de budur." (Usul-u Kafi, c.2, s. 84)
Yine Kuleyni, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "İnsanların en üstünü ibadete aşık olup ona sarılan, kalbiyle onu seven, (tüm) vücuduyla onu yapmaya koyulan ve dikkatini sadece ona yönelten kimsedir. Böyle bir insan, dünyada ister darlık, ister bolluk içerisinde olsun, bu onun fikrini meşgul etmez." (Usul-i Kafi, c.2, s.83)
Hz. İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Ariflerin Allah'a yalvarıp yakarmaları üç temele dayalıdır: Korku, ümit, sevgi. Korku, ilmin; ümit, yakinin; sevgi de marifetin ürünüdür. Korkunun nişanesi (günahtan) kaçıştır; ümidin nişanesi talep etmektir, sevginin nişanesi ise sevileni diğer şeylere tercih etmektir. Kalbinde ilim yerleşen insan korkar; doğru korku meydana geldi mi de (azaba sebep olan şeylerden) kaçar; kaçtığında ise kurtulur. Yakin nuru kalbi aydınlattığında insan faziletleri görür, fazileti görebilen ise o faziletleri ümit eder, ümidin lezzetini tattığında ise insan aramaya koyulur; aramaya muvaffak olan ise sonunda aradığını bulur. Marifet ışığı kalpte tecelli ettiğinde, muhabbet rüzgarı esmeğe başlar, muhabbet rüzgarı esmeğe başladığında, mahbubun gölgesiyle üns eder ve onu (mahbubu) diğer şeylere tercih ederek emirlerini yapmaya koyulur.
Bu üç ilkenin misali, Harem, Mescid'ül Haram ve Ka'be gibidir. Kim Hareme girerse güvende olur, kim Mescid-ül Haram'a girerse, organları, isyanda kullanılmaktan güvencede olur ve kim de Ka'be'ye girerse, kalbi, Allah'dan gayrisinin zikriyle meşgul olmaktan berî olur." (Misbah-uş Şeriat, s. 2-3)
Hz. Resulullah'ın da (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Hz. Şuayb (a.s) Allah'ın aşkından o kadar ağladı ki, sonunda gözleri kör oldu… Allah-u Teala ona vahiy ederek şöyle buyurdu: "Ey Şuayb, eğer bu ağlaman ateşten korkmandan dolayı ise mükafat olarak seni ateşten koruyacağım ve eğer cennete olan iştiyak (istek) den dolayı ise onu sana mübah (helal) kıldım". Hz. Şuayb cevaben şöyle dedi: "Ey Rabbim, ey Efendim! Sen biliyorsun ki, ben ne senin ateşinden korkarak ağladım ve ne de cennetine olan isteğimden; ağlamam, senin aşkın kalbimde yerleştiğindendir. Bunun üzerine Allah-u Teala ona vahiy ederek şöyle buyurdu: Eğer ağlaman bunun içinse, buna karşılık olarak kelim'im (benimle konuşan) Musa ibn-i İmaran'ı sana hizmetçi kılacağım." (Bihar-ül Envar, c.12, s.380)
Hz. İdris'in (a.s) kitabında şunlar yazılıdır: "Ne mutlu sevgiden dolayı bana ibadet eden ve beni kendileri için ilah ve rab edinen topluluğa. Onlar bir korku, beklenti, ateş ve cennet söz konusu olmaksızın yalnızca benim rızam içim doğru bir sevgi, kararlı bir irade ile her şeyden kopup bana yönelerek geceleri uykusuz kalır, gündüzleri çaba harcarlar."
Hz. İmam Hüseyn'in (a.s) Arefe günü Arafat’ta okuduğu duasında şu cümleler yer almıştır: "Kördür seni kendisine gözetleyici görmeyen göz, hüsrana uğramıştır alış-verişlerinde sevgine yer vermeyen kulun alış verişi, ziyana uğramıştır kalbinde senin sevgine yer vermeyen kulun ticareti." (Bihar-ül Envar c.98, s.226)
İMAN VE SEVGİ
Hadislerde şöyle nakledilmiştir: "İman sevgiden ibarettir."
Hz. İmam Bâkır (a.s) da: "İman, sevgi ve buğzdan ibarettir." diye buyurmuştur. (Bihar-ül Envar, c.78, s.175)
Fuzeyl İbn-i Yesar, kendisinden nakledilen bir rivayette şöyle diyor: "Ben Hz. İmam Sadık'a: Sevgi ve buğz imandan mıdır? diye sorduğumda şöyle buyurdular: "İman, sevgi ve buğzdan başka bir şey midir?!" (Usul-i Kafi, c.2, s. 125)
Hz. İmam Sadık (a.s): "Din sevgiden başka bir şey midir? Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun da Allah sizi sevsin." diye buyurmuştur.” (Bihar-ül Envar, c.69, s.237)
Hz. İmam Muhammed Bâkır (a.s) da şöyle buyurmuşlardır: "Din sevgiden ibarettir, sevgi de dinden ibarettir." (Nur-üs Sakaleyn, c.5, s.285)
SEVGİNİN TADI
İbadet; aşk, sevgi ve özlemle olursa, hiç bir lezzet ve tat ondan daha üstün olamaz.
İlahi sevgi ve zikrin lezzetini tadanların en parlak siması İmam Zeyn-ül Abdin (a.s) Allah'a yalvarıp yakarırken şöyle diyor: "Senin sevginin tadı ne de güzledir; ve sana yakın olmanın şerbeti ne de tatlıdır." (Bihar-ül Envar, c.98, s. 26)
Bu tat ve lezzet Allah'ın velilerinin kalplerinde yerleşmiş olan bir tat ve lezzettir. Bazen var olup bazen yok olan geçici bir tat ve lezzet değildir. Allah sevgisinin lezzeti bir kulun kalbinde yerleşti mi, artık o kalp Allah aşkıyla aşina olur. Allah-u Teala, kendi sevgisiyle aşina kıldığı ve kendi sevgisinin lezzetini yerleştirdiği kalbi ise azaplandırmaz.
Emir-ül Müminin Ali (a.s) bir münacatında şöyle diyor: "İlahi, and olsun senin izzet ve celaline seni öyle bir aşkla seviyorum ki, onun tadı artık kalbimde yerleşmiştir; vahdaniyyetine inananların gönülleri, seni sevenlerin senin tarafından sevilmediklerine nasıl inanabilir?" (Münacat-ı Ehl-i Beyt, s.96-97)
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) da bir duasında bu tür kökleşmiş sabit ilahi aşkı şu şekilde dile getiriyor: "Ey Efendim! senin izzetine yemin ederim ki, beni kovsan da senin kapından ayrılmam ve sana yalvarmaktan vazgeçmem; ben senin cömert ve kerem sahibi olduğunu biliyorum." (Bihar-ül Envar, c.98, s.89)
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin'in (a.s) bu sözleri, kalpteki ilahi aşkın derinlik ve sabitliğini belirten en açık tabirlerdendir. Öyle bir ilahi aşk ki, mevlası (Allah-u Teala) onu kendi katından kovup uzaklaştırsa da bu aşk kulunun kalbinden zail olmaz.
İnsan, Allah aşkının tadını anlayıp Allah'la hemdem, hemsohbet olmanın tadını alınca, artık hiç bir şeyi Allah'a tercih etmez. Hz. İmam Zeyn-ül Abidin bir duasında şöyle diyor: "Kimdir, senin aşkının lezzetini tattıktan sonra senden başkasını arayan?! Ve kimdir seninle hemsohbet olduktan sonra senden yüz çevirmek isteyen?!" (Bihar-ül Envar, c.94, s.145)
İnsanlar çeşitli grup ve mezheplere bölünüp değişik yollara gidiyorlarsa, bu onların Allah sevgisinin tadından mahrum kaldıkları içindir. Ama Allah sevgisinin lezzetini tadan kimseler, artık hayatlarında ondan başka bir şey aramazlar.
Hz. İmam Hüseyn (a.s) Arafat çölünde okuduğu Arefe duasında şöyle diyor: "Allah'ım! Seni kaybeden ne bulmuş ve seni bulan ne kaybetmiş?" (Bihar-ül Envar, c.98, s.226)
İşte bunun içindir ki, Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Allah sevgisinden doğan lezzetten başka her türlü lezzetten, Allah'ın zikrinden başka her türlü meşguliyetten ve Allah'a yakın olmak sevincinden başka her türlü sevinçten dolayı, Allah'tan af dilemektedir. Bu af dilemek, Allah-u Teala'nın bunları kullarına haram kıldığından dolayı değildir. Hayır, sadece şunun içindir ki, kalbi bu tür meşguliyetlerle meşgul etmek kısa bir süre için bile olsa, kalbin Allah'tan gayrisine yönelmesine sebep olur. Allah'ın sevgisinin lezzetini tadan ve tanıyan bir kalp ise Allah'tan gayrisine yönelmek istemez.
Evliyaullah'ın (Allah'ın velilerinin) hayatında olan her şey ve her türlü çaba ancak Allah sevgisi, Allah'ın zikri ve Allah'ın itaati doğrultusundadır. Bunun dışında her şey, Allah'tan gayrisine yönelmektir ve Allah'ın velisi ondan dolayı Allah'tan bağış diler. Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şu şekilde dua ediyor: "Allah'ım! zikrinden gayri her türlü lezzetten, ünsünden başka her türlü rahatlıktan, yakınlığın dışında her türlü sevinçten ve itaatinden başka her türlü meşguliyetten dolayı senden af dilerim." (Bihar-ül Envar, c.94, s.151)
SEVGİ, AMELİN EKSİKLİĞİNİ TELAFİ EDER
Sevgi amelden ayrılmaz. Sevenin sevgisinin delil ve belirtisi, onun amel, hareket ve çabasıdır. Fakat sevgi amelin eksikliğini telafi eder ve amel sahibinin ameli eksik olduğunda, ona şefaatte bulunur (yardımcı olur). Zira sevgi, Allah katında şefaati kabul olunan bir şefaatçıdir.
En güzel dualardan biri, Ebu Hamza-i Sümalî'nin Hz. İmam Zeyn-ül Abidin'den (a.s) naklettiği Seher duasıdır . İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) o duada Allah'la şöyle münacat ediyor: "Ey Mevlam! Sana olan marifetim, Sana ulaştıran rehberimdir.; sana olan sevgim, senin yanında şefaatçimdir. Fakat ben, kendi delilimden (kılavuzluğumdan) daha çok, senin kılavuzluğuna ve şefaatçimden daha, çok senin şefaatine güvenim vardır." (Bihar-ül Envar, c.98, s.82)
Marifet ve sevgi ne de güzel delil (kılavuz) ve şefaatçidir. Kulun Allah'a yönelmek için kılavuzu «marifet» olursa yolundan sapmaz; ve Allah nezdinde şefaatçisi "sevgi" olursa amacına varmaktan geri kalmaz.
Yine Hz. İmam zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle dua ediyor: "İlahî sen biliyorsun ki, sana olan itaatim kesintisiz ve sürekli olmamışsa da, sana sevgim ve itaatine olan azmim sabit ve sürekli olmuştur."
Bazen insanın ameli kusurlu olur ve insan Allah'a olan itaatlerine güvenmeyebilir. Fakat Allah aşkı kalplerinde yerleşenlerin, Allah'a kesin inanç ve yakinlerinde ve Allah'a olan sevgi ve itaatlerindeki azimlerinde, hiç bir tereddüt meydana gelmez ve kalbinde Allah sevgisini hisseden bir kul, artık bunda şüpheye düşmez. Hatta bazen böyle bir kul, bir itaat konusunda kusurlu davranır ve Allah'ın sevmediği bir ameli de yapabilir, ama itaat konusunda kusurlu olup günaha düşen bu kulun Allah'a itaat etmekten hoşlanmayıp isyan etmeği sevmesi mümkün değildir. Zira bazen insanın organları günahlara meyleder ve netice de şeytan, heva ve heves, onları günaha da sürükleyebilir. Bazen de insanın organları Allah'a itaat etmekte kusurlu davranabilir. Ama Allah'ın salih kulları itaatte kusur etse ve günaha düşseler de onların itaati sevmeyip günahı sevmeleri mümkün değildir.
Bir duada şu tabirler yer almıştır: "İlahi! İtaatinde kusur yapmış olsam da yine itaatini seviyorum, günaha duçar olsam da onu sevmiyorum. O halde kendi fazlın ile cennetini bana nasip eyle." (Bihar-ül Envar c.94, s.101)
Kalp ile organlar arasındaki fark işte burada ortaya çıkıyor. Zira organlar bazen kalbin ulaştığı aşamaya ulaşmaktan aciz kalırlar; ama kalp, tek başına tam manasıyla ilahî aşkın emrinde kalmaya çalışır. Fakat şu da bilinmelidir ki, kalp, halis olup temizlenince organlar, ona itaat edip boyun eğmek ve kalbin onlardan istediği şeyleri kabul etmek zorunda kalırlar. Böylece de kalbin halis olması sonucu kalp ile organlar arasındaki bu ayrılık yok olup gider.
SEVGİ İNSANI AZAPTAN KORUR
Eğer günahlar insanı Allah'ın gözünden düşürür ve İlahi azaba uğramasına sebep olursa, ilahi aşk insanı Allah'ın azabından korur.
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) bir duasında şöyle münacatta bulunuyor: "İlahi! Günahlarım beni korkutuyor, sana olan sevgim ise bana ümit veriyor." (Bihar-ül Envar, c.94, s.99)
SEVGİNİN DERECELERİ VE AŞAMALARI
İnsanların kalplerinde zuhur eden sevginin bir takım derece ve aşamaları vardır.
Bazı sevgiler vardır ki, sahibinin bile hissetmeyeceği kadar yüzeysel ve zayıftır.
Bazı sevgiler de vardır ki, kulun kalbini tamamıyla doldurmakta ve insanları Allah zikrinden alıkoyan şeyler için boş bir yer bırakmamaktadır.
Bir kısım sevgiler de vardır ki, bir kulun kalbine yerleşti mi kul, Allah'ın zikrinden ve O'nun huzurunda olup O'na münacat etmekten doymaz ve her ne kadar çok uzun sürse bile, Allah'ı zikretmekten, dua etmekten ve O'nun yolunda namaz ve diğer hayır amelleri yapmaktan asla usanmaz ve kalbinin ateşi sönmez.
Hz. İmam Sadık'dan (a.s) gelen bir duada şu cümleler yer almaktadır: "Ey Efendim! Benim sana öyle bir muhabbetim vardır ki, asla doymak ve kanmak nedir bilmiyorum. Ne de çok sevgim var O'na ki, O beni görmektedir ama ben O'nu göremiyorum."
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) da şu ibaretlerle dua ediyor: "Ey Rabbim! Susamışlığımı sana varmaktan başka bir şey gideremez ve sevgimin alevini sana kavuşmaktan başka bir şey söndüremez ve özlemimi, sana bakmaktan başka bir şey sakinleştirmez." (Bihar-ül Envar c.94, s.149)
Şaşkınlık ve hayranlık da Allah'a olan sevgiden kaynaklanır. "Eminulllah" ziyaretinde şu tabirin yer aldığını görüyoruz: "Ey Allah'ım! Sana huşu ederek itaat edenlerin kalpleri sana hayrandır." (Mefatih-ül Cinan Ebu Hamza-i Sümali'nin Seher Duası).
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin, (a.s) bir duasında şöyle münacat ediyor: "İlahi! Şaşkın kalpler senin aşkınla yanıp tutuşmaktadır. Bu kalpler ancak senin zikrinle güven bulur ve bu nefisler ancak seni gördüklerinde sükunete kavuşur." (Bihar-ül Envar, c.94, s.151)
İşte bu aşk, Allah’a hayran olan kalplerin özelliğidir.
İlahi aşkın en mükemmel ve en güzel örneğini Kumeyl duası diye meşhur olan Hz. Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kumeyl ibn-i Ziyad-i Nehaî’ye öğrettiği duadaki sözlerinde görmekteyiz. Şu ibaretlere dikkat ediniz:
"Ey Allah'ım! ey Efendim! ey Mevlam! Farzet ki cehennemde Senin azabına sabretsem, senin ayrılığını nasıl tahammül ederim. Farz et ki senin ateşinin sıcaklığına (yakmasına) tahammül etsem, senin kerametine nazar etmekten mahrum kalmaya nasıl sabrederim? Senin bağışına ümidim varken, ateşine nasıl gireyim?" (Mefatih-ül Cinan, Kumeyl duası)
İşte bu tabirler, sevginin en güzelini dile getirmektedir. Bir kul mevlasının azabına sabretse de, ondan uzak ve ayrı kalmaya sabredemez.
Zira mevlasını seven kul, mevlasının cezalandırmasına tahammül edebilir, ama onun rahmetinden ayrı düşmeye ve onun ayrılığına sabredemez. Şiddetli cezalardan olan ateşe tahammül eder, ama mevlasının ayrılık ve uzaklığına tahammül edemez. Böyle bir kul cehennem ateşi içinde nasıl kalabilir? Oysa o, Mevlasının ona rahmedip onu oradan kurtarmasını ümit etmektedir!
O, Cehennem ateşinde yansa da, kalbindeki muhabbet sönmez ve sevgi ve ümidini dile getirmeye çalışır.
Mevlasının nimet ve ihsanına dalmış bir kulun, mevlasını sevmesi elbette gerekli olduğu gibi normaldir de; fakat mevlasının azabına duçar olduğu halde yine de kalbinde ona karşı sevgi ve muhabbet beslemesi, eşine rastlanmayan türden bir muhabbettir.
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Ebu Hamza-i Sümali'ye öğrettiği Seher Duası'nda şöyle diyor: "Allah'ım! And olsun senin izzetine, beni kovsan da kapından ayrılmam ve sana yalvarmaktan vazgeçmem. Zira ki, senin kerem ve rahmetinin genişliğine dair marifet, kalbime yerleşmiştir. Kul, başka kimin kapısına gider? Yaratık Yaratanın'dan başka kime sığınabilir? Ey Allah'ım! Eğer beni zincirlerle bağlasan ve halk arasında sadece beni bahşişinden mahrum bıraksan, benim ayıplarımı kullarının gözü önüne sersen, ateşe doğru götürülmeme emretsen ve beni iyi kulların arasından ayırsan, yine de ümidimi senden kesmem, affına olan arzumdan vazgeçmem ve senin sevgin ve aşkın kalbimden zail olmaz." (Mefatih-ül Cinan, Ebu Hamza-i Sümali'nin Seher Duası.)
Sevgilerin en halisi, en doğrusu, en temizi olan ilahi aşk, bir kulun kalbinde yerleşirse, mevlası onu bahşişinden mahrum bıraksa ve kulları arasında ayıplarını açarak onu zincirlere bağlayıp, bütün halk içerisinden yalnızca onu rezil rüsva etse de, yine ilahi sevgi onun kalbinden çıkmaz ve zayıflamaz.
Kumeyl duasında yer alan aşağıdaki cümlelerde Emir-ül Mü'minin Hz. Ali (a.s) ilahi aşk ve ümidin özelliklerinden bir kısmını açıklamıştır: “İzzetin hakkına ey Seyyidim ve ey Mevlam, gerçekten yemin ediyorum ki eğer (cehenneme atıldıktan sonra bile) konuşmama izin verirsen, cehennem ehli arasında ümitliler gibi sürekli dergâhına yönelip inlerim; medet dileyenler gibi feryat edip yardım dilerim ve bir şeyini kaybedenler gibi ağlayıp sızlarım ve "Nerdesin ey mümünlerin velisi!" diyerek seni çağırırım. Ey ariflerin en yüce arzusu! Ey medet dileyenlerin imdadına koşan, ey sadık kalplerin dostu! Ve ey alemlerin ilahı! (Neredesin?) Ey mabudum! Sen kötülüklerden münezzehsin ve ben sana hamt ediyorum. Olacak şey mi, sana karşı gelmesi yüzünden cehenneme atılan ve günahından ötürü cehennemin azabını tadan ve onun alevleri arasında işlediği suç ve cinayetten dolayı hapsedilen müslüman bir kulun sesini duyasın da affetmeyesin, oysa o kul rahmetine göz diken biri gibi yalvarmakta ve vahdaniyetine inanan tevhit ehlinin diliyle seni çağırmakta ve rububiyet makamını vasıta ederek sana el açmakta. Ey mevlam! O (kulun) senin önceden ona ettiğin merhametini umduğu halde, nasıl azapta kalır? Ve senin ihsan ve rahmetini ümit ettiği halde, ateş onu nasıl yakabilir? Sen onun zaaf ve güçsüzlüğünü bildiğin halde, cehennem ateşi onu nasıl kuşatabilir? Yine sen onun sadakat ve doğruluğunu bildiğin halde, cehennemin tabakaları arasında nasıl kıvranıp kalır? O, seni "ey Rabbim" diye çağırırken cehennemin azap melekleri nasıl ona eziyet edebilir? Cehennemden kurtulmak için senin ihsan ve keremini dilediği halde onu nasıl orada bırakırsın? Hayır, sana olan zan böyle değil ve senin ihsanın böyle tanınmış değil. Muvahhit insanlara yaptığın ihsan ve iyiliklere de benzemiyor bunlar. Ben yakinen biliyorum ki, eğer seni inkar edenlere azap vereceğini hükmetmeseydin ve sana düşmanlık edenleri ebedi azaba duçar etmeyi kararlaştırmasaydın, ateşi tamamıyla soğuk ve esen kılardın ve hiç kimse orda yer almazdı." (Mefatih-ül Cinan Dua-i Kumeyl)
Alimlerden biri şöyle diyordu: Kahramanlık ve şecaat hasleti Hz. Ali'nin (a.s) ruhuna kök salmış bir haslettir; hatta dua ederken bile bu ondan ayrılmıyor. Kumeyl ibn-i Ziyad'a öğrettiği duada suçlu bir kulu farz ediyor ki, ateş onu her taraftan sarmış, o ise ateş içerisinde susmuyor, azaba teslim olmuyor ve cehennemde Hak Tealayı çağırıyor. Görmüyor musun kulun bu halini şu cümleleriyle nasıl canlandırıyor?: "İzzetin hakkına ey seyyidim ve mevlam, sadakatle yemin ediyorum ki: Eğer konuşmama izin verirsen, cehennem ehli arasındaki ümitliler gibi sürekli dergahına yönelip inlerim; medet dileyenler gibi feryat edip yardım dilerim; ve bir şeyini kaybedenler gibi ağlayıp sızlarım ve neredesin ey müminlerin velisi diyerek seni çağırırım".
Ben ona dedim ki: Eğer Hz. Ali senin dediğin bir haleti canlandırsaydı, sözünün başlangıcında “Eğer konuşmama izin verirsen” demezdi. Ben zannediyorum Hz. Ali (a.s) Allah'ın huzurunda bu cümleleri söylerken kendisini, aynen annesinin şefkat sevgi ve merhametinden başka bir şey tanımayan, ondan başka bir sığınağı olmayan çocuğun haletinde hissetmektedir. O çocuk bir tehlikeyle karşılaşsa veya çetin bir durumda kalsa annesine sığınır, ondan yardım ister, her hangi bir suç işleyip, annesinin cezasından koruyacak bir sığınak aradığında da annesinden başka bir sığınak bulamaz; bir yabancıdan her hangi bir eziyet geldiğinde annesine sığındığı gibi kabahati yüzünden annesinden korktuğu zaman yine annesine sığınır.
Bu duada da Hz. Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) büyük kalp ve geniş kavrayış ufkuyla yalnızca Allah-u Teala'ya sığınmanın gerektiğini ve O’ndan gayrı bir sığınak ve yardımcı aramanın yanlış olduğunu ifade etmektedir.
Hz. Ali'nin (a.s) tanıdığı tek sığınak Allah-u Teala'dır, O'ndan gayri bir sığınak tanımamaktadır. Bunun için de Allah-u Teala tarafından bir azap onu kapsadığını hissettiğinde de (Biz burada Hz. Emir-ül Müminin'in kendi sözlerini kinaye ediyoruz. O Hazretin kendisi bu sözleri söylemeseydi, biz onunla Allah-u Teala arasındaki irtibat konusunda böyle konuşmağa cüret edemezdik.) bir an bile Allah-u Teala'ya sığınmakta tereddüde düşmüyor ve O'na sığınarak kurtuluşu için O'ndan yardım diliyor.
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) münacat ederken, bu hali şöyle dile getiriyor: "Ey Allah'ım, eğer beni kapından kovsan kime sığınayım? Eğer beni dergahından uzaklaştırsan kimden yardım dileyeyim? Ey Allah'ım, firar eden köle mevlasından gayri kime dönebilir? Mevlasının gazabından onu mevlasından başka kim kurtarabilir?" (Bihar-ül Envar, c.94, s.142)
Yine imam Zeyn-ül Abidin (a.s) Ebu Hamza-i Sümali'ye öğrettiği duada şöyle diyor: "Ey efendim! Ben senin fazlına sığınıyorum ve senden sana kaçıyorum" (Bihar-ül Envar, c.98, s.84)
İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) aynı duanın devamında da şöyle diyor: "Kul mevlasından ve yaratık da yaratanından başka kimin kapısına gidebilir?" (Bihar-ül Envar, c.98, s.88)
Allah'ın korkusundan yine Allah'ın kendisine sığınmak, kul ile Allah arasında bulunan irtibat konusunda en ince ve derin fikirlerin ifadesidir; bu sığınma Allah ile kul arasındaki sevgi ve ümidin en ince ve en doğru sembollerindendir.
Hz. Ali (a.s) bu güzel dua tablosunu işlerken bir şair ve ya bir ressam gibi hayal gücünden yardım almamaktadır. Allah-u Teala huzurunda duygu ve hislerini tam bir sadakatle dile getirmektedir.
Bu yüzden de bu tabloyu (kulun Rabbinden yardım dileme tablosunu) çizdikten sonra Allah'ın, kulunun yardımına koşmasını açıklamaya koyuluyor.
Açıktır ki, mü'min kulların tanıdığı sonsuz fazl ve rahmete sahip Allah-u Teala'nın böyle doğru, saf ve temiz duyguyu görmezlikten gelmesi, kulunun sevgi ve ümidini kırması onun sevgisini reddetmesi ve ümidini boşa çıkarması mümkün değildir.
Hz. Ali (a.s) bu gerçeğe işaret ederek şöyle diyor: "Ey mevlam! O, senin önceden yaptığın merhametini umduğu halde nasıl azapta kalabilir? Ya senin fazl ve rahmetini ümit ettiği halde ateş onu nasıl yakabilir? Sen onun sesini işittiğin ve yerini gördüğün halde ateş onu nasıl yakabilir? Sen onun zaaf ve güçsüzlüğünü bildiğin halde cehennemin alevleri onu nasıl kuşatabilir? Sen onun sadakat ve doğruluğunu bildiğin halde cehennemin tabakaları arasında nasıl kalır? O seni "Ey Rabbim" diye çağırırken cehennem'in azap melekleri nasıl ona eziyet edebilir?"
Acaba azap meleklerinin böyle bir kulu cehennem ateşine sürüp işkence vermeleri mümkün müdür? Oysa o Allah-u Teala'yı çağırmakta, O'na yalvarmakta ve tevhit ehli diliyle O'na sığınmaktadır. Allah-u Teala'nın hayatımızda görünen hilim ve ihsanı kesin olarak böyle bir şeyin olmayacağını kanıtlıyor. Hz. İmam Ali (a.s) da Allah'ın geçmişteki hilim ve ihsanının onun gelecekteki, ihsanının nişanesi sayarak şöyle diyor: "Oysa o senin geçmişte olan hilmini ummaktadır." Böylece Hz. İmam Ali (a.s) kulun Allah'a olan muhabbetinden, Allah'ın ona karşı muhabbetini keşfediyor.
Böylece cehennem ateşi içerisinde bile Allah'a aşk ümidinin kalbinden ayrılmayacağına O'ndan gayri bir sığınacak aramayacağına inandığı gibi, Allah-u Teala'nın da kalbinde böyle bir sevgiyi taşıyan kulunu hayal kırıklığına uğratmayacağına kesin olarak emindir.
Hz. İmam Ali'nin bu halis bağlılık, bu güvenini ifade eden şu sözleri üzerinde bir defa yine düşünelim: "Hayır asla asla böyle olmaz, senden böyle bir şey beklenmemektedir, senin fazlından bilinen de bu değildir. Böyle bir şey senin kendi fazl ve ihsanınla Tevhit ehli kullarına yaptığın muamelelere de benzememektedir. Ben kuşkusuz olarak biliyorum ki, eğer inkar edenlerini azaplandıracağına ve düşmanlarını ebedi olarak cehennemde tutacağına hükmetmeseydin, cehennem ateşini soğuk ve esenlik kılardın ve hiç bir kimseyi oraya bırakmazdın." (Mefatih-ül Cinan Kumeyl Duası)
Mevlasını sevmekte olan, mevlasıyla olan kulun ilişkisinde bu karşılıklı güven ve bağlılık ortamını Hz. İmam Ali'nin (a.s) diğer sözlerinde de görmekteyiz. Mesela, Hazret, meşhur münacatında Allah-u Teala'ya şu sözlerle hitap ediyor: "Andolsun senin izzet ve celaline, seni öyle seviyorum ki, onun tadı artık kalbimde yerleşmiştir. Vahdaniyetine inananların gönülleri, seni sevenlerin senin tarafından sevilmediklerine nasıl inanabilir?!" (Münacat-i Ehl-i Beyt, s.96-97)
Ve Hz. İmam Zeyn-ül Abidin'in duasında da şu cümlelerin yer aldığını görüyoruz: "Ey Allah'ım, vahdaniyetine ikrar etmekle izzet verdiğin bir nefsi, nasıl kendi hicranınla alçaltırsın? Ve sevgin ile dolmuş olan bir kalbi, nasıl ateşinin hararetiyle yakarsın?" (Bihar-ül Envar, c.94, s.145)
Yine O Hazret Ebu Hamza-i Sümali'ye öğrettiği mübarek Ramazan ayının seherlerinde okunan duada da Allah-u Teala'ya şöyle sesleniyor: "Ey Rabbim, acaba sana olan hüsnü zannımızı hiçe mi çıkaracaksın?! Ya da ümitlerimizi boşa çıkararak bizi hayal kırıklığına mı uğratacaksın? Asla! Ey Kerim olan Allah, senin hakkındaki düşüncemiz böyle değildir, Senden umduğumuz da bu değildir. Ey Rabbim, bizim senden beklenti ve arzumuz çoktur. Sana olan ümidimiz ise büyüktür." (Mefatih-ül Cinan, Ebu Hamza-i Sümali Duası)
SEVGİDE OLAN İŞTİYAK «ÖZLEM» VE ÜNS HALLERİ
Sevginin iki görüntüsü vardır. Sevgi, bazen iştiyak (özlem) şeklinde ortaya çıkar, bazen de üns şeklinde. Her iki hal de sevgiyi göstermektedir. Ancak iştiyak (özlem) halinin daha çok, seven kimsenin sevdiği kimseden uzak olduğu durumuyla; üns halinin ise daha çok, seven kimsenin mahbubunun huzurunda bulunduğu haliyle uyumu vardır.
Bu iki hal, birbiri ardınca Allah'a karşı kulun kalbinde zuhur etmektedir. Zira Allah-u Teala'nın iki çeşit tecellisi vardır. Bazen kuluna yakından, bazen de uzaktan tecelli eder. "O Allah ki, uzaklaştı, görünmez oldu ve yaklaştı, fısıltıları duydu." (Mefatih-ül Cinan, İftitah Duası.)
Allah-u Teala, kuluna uzaktan tecelli ettiğinde, kulunu özlem haleti bürür. Yakından tecelli edip kulu mevlasının huzurunu hissettiği zaman ise, kulda üns haleti zuhur eder."O, nerede olsanız sizinle beraberdir" (Hadid/4) "Biz, ona şahdamarından daha yakınız" (Kaf/16) "Kullarım sana beni sorarlarsa, de ki: Gerçekten de ben yakınım, çağıranın çağrısına, çağırdığı zaman cevap veririm" (Bakara/186)
Hz. İmam Mehdi'den (Allah onun zuhurunu yakın eylesin) nakledilen İftitah duasında bu iki halet çok güzel şekilde açıklanmıştır: "Hamd (bütün övgüler) Allah'a mahsustur ki, hicabı kaldırılamaz ve kapısı da kapatılamaz."(Mefatih-ül Cinan, İftitah Duası)
Kuşkusuz, hicabı kaldırılamayan, kapısı bağlanamayanın bizzat kendisidir. Fakat Allah-u Teala'nın, bu anlayış ve düşünceyle zikredilmesiyle o anlayış ve kavrayışla zikredilmesi arasında ne de büyük bir fark vardır!
Hicap (perde) iki kısımdır:
a) Zulmet (karanlık) hicabı.
b) Nur hicabı.
İnsanın görmesini önleyen, bazen karanlığın yoğunluğu ve zulmet hicaplarıdır. Buna zulmet hicabı denir. Bazen de insanın görmesini önleyen nur ışınlarının yoğunluğudur. Güneşin normal gözle görülmesini engelleyen, arada bir perde ve engelin olması değil, güneşin nurunun şiddetli oluşudur. Buna ise nur hicabı denir.
Allah-u Teala ile kulları arasındaki zulmet hicabı, dünya sevgisi, günah ve genel anlamda kalbin kararmasına yol açan her türlü pisliklerdir.
Ama Allah ile kulları arasındaki nur hicabı ise, daha değişik bir şeydir. Kaldırılamayan hicap da işte bu hicaptır. Nitekim Hz. İmam Mehdi (Allah onun zuhurunu yakın eylesin) mezkur duasında buna işaret etmişti.
Nur hicabı, kulların kalplerindeki özlem ve sevginin daha da çoğalmasına ve uyanmasına sebep olur. Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Allah-u Teala'ya olan bu özlem ve sevgiyi kendi münacatında şöyle dile getiriyor: "Susamışlık ateşimi, sana kavuşmaktan başka bir şey soğutamaz. Aşk yangınımı, senin likana erişmekten başka bir şey söndüremez. Sana olan özlemimi, senin yüzüne bakmaktan başka bir şey yok edemez. Kararsızlığımı, sana yaklaşmaktan başka bir şey gidermez. Yüreğimin yanmasını, senin rahmetinden başka bir şey bertaraf edemez. Hastalığıma, senin tıbbından başka bir şey şifa veremez. Üzüntümü, sana yakın olmaktan başka bir şey zail edemez. Yaramı, senin bağışından başka bir şey iyileştiremez. Kalbimin pasını, senin affından başka bir şey yıkayıp parlatamaz… Ey arzu edenlerin en son arzusu, ey dilek dileyenlerin en son dileği, ey arayanların en son maksadı, ey özlemi olanların en yüce özlemi, ey salih kulların velisi, ey korkanların emanı, ey zorda kalanların davetini icabet eden, ey yoksulların sermayesi, ey miskinlerin hazinesi,…" (Bihar-ül Envar, c.94, s.150)
Bu tecellinin karşısında başka bir tecelli çeşidi de vardır ki, O da Allah-u Teala'nın kendisiyle kulları arasında hicap bulunmadan tecelli etmesidir. "Onların gizli fısıltılarını işitir." “O, onlara şahdamarlarından bile yakındır." "Kişi ile kalbi arasına girer." Kullarının kalplerinden geçen hiç bir şey ona gizli kalmaz. Bu halde kul, mevlasının huzurunda olduğunu hisseder. Dolayısıyla ona muhalefet etmekten çekinir, onu zikretmekle üns bulur, onunla raz-u niyaz etmeğe ve dua etmeğe alışır. Böylece de münacatını, zikrini, duasını ve Allah-u Teala'nın huzurundaki halini uzatır.
Kudsi hadiste Allah-u Teala, ortalık sakinleşip herkes uykuya teslim olduktan sonra, gecenin karanlığında, bu kulların nasıl O’nun huzurunda durup O’nu zikrettiklerini bazı peygamberlerine şöyle tarif ediyor: "Eğer onları gecenin karanlığında kıyam halinde görsen, sanırsın ki, ben onların gözü önünde temessül bulmuşum, onlar da bana hitap ediyorlar; oysa ben, görülmekten münezzehim. Onlar benimle konuşuyorlar, oysa ben, hazırda olmaktan daha yüceyim." (Kitab-ı Likaullah, s.101)
Böyle bir halde artık kul, Allah'ın huzurunda durmaktan usanmaz ve asla zamanın geçtiğinin farkında bile olmaz. Görmüyor musun, insan çok sevdiği bir dostunun huzurunda olduğu zaman hiç usanır mı? Hiç vaktin geçtiğinin farkında olur mu? O halde eğer bir insan, Allah-u Teala'nın huzurunda olduğunun farkında olur, her söylediğini O'nun duyduğunu bilir ve kendisini gördüğünden haberdar olursa, o zaman hiç usanır mı? Böyle olunca da Allah-u Teala'nın zikriyle üns bulur, kalbinde güven meydana gelir. "Bilin ki Allah'ın zikriyle kalpler güven bulur." (Ra'd/28)
Hz. İmam Mehdi (Allah onun zuhurunu yakın eylesin) İftitah Duası olarak bilinen duasında Allah-u Teala'ya şöyle hitap ediyor: "Artık seni korkarak değil, tam bir emniyet içerisinde çağırıyor, üns haliyle sana yalvarıyor ve dileklerimi nazla açıklıyorum."
Şüphe yok ki, bu çeşit Allah-u Teala'ya üns bulmak, Allah'a güvenmek, Allah'ın huzurunda emniyet hissetmek, Allah-u Teala'nın hazır olduğuna inanmak ve O'nun yakınlığını hissetmekten kaynaklanır. Bu hal, kulun Allah'a karşı olan en güzel hallerinden biridir, ama yine de insanın Allah'la olan irtibatının tamamını göstermemektedir. Aksine, bu hal özlem haliyle birlikte olmalıdır ki, kemal noktasına ersin ve uyum ve düzen içerisine girmiş olsun.
Bu iki hal, Allah'ın velilerinin ve salîh kullarının ibadetlerinde ve Allah'la olan irtibatlarında açıkça görülmektedir. Bazen özlem ve sevgi hali onların ibadetlerine ve Allah'la olan irtibatlarına hakim olur; bazen de üns, güven ve sükunet hali, bazen de her iki hal birlikte bulunur. Özlem ve sevgi, üns ve güven hallerinin birlikte olduğu bu bileşik hal en faziletli, en sağlam, ve Allah'la olan irtibat yönünden dengeli ve uyumlu olmaya en yakın haldir.
Hammad ibn-i Habib El-Attar El-Kufi diyor: "Geceleyin Zübale'den hacca doğru yola çıktık. Yolun yarısında siyah bir fırtına kalktı ve bölgeyi karanlığa boğdu. Kafiledekiler birbirlerinden ayrı düştüler. Ben de o çöllerde yolumu kaybettim ve nihayet bir derede buldum kendimi. Gece tam manasıyla kararınca büyük bir ağaca sığındım; o anda beyaz elbise giymiş, kendisinden misk kokusu gelen bir gencin bana doğru geldiğini gördüm. Kendi kendime; bu adam, dedim, Allah'ın velilerinden birisi olsa gerek, eğer benim burada bulunduğumun farkına varırsa buradan gider ve yapmak istediği amelleri yapmaz. Bunun için elimden geldiği kadar saklanmaya çalıştım. Yaklaşınca baktım ki, namaza hazırlandı. Sonra da ayakta durarak şu sözleri demeğe başladı: "Ey kendi güç ve kudretiyle her şeye hakimiyet kuran ve her şeye kahir olan Allah, kalbime sana yönelme neşesini indir ve beni, sana itaat edenlere kavuştur." Hammad diyor: Daha sonra namaza başladı ve hava ağarmaya başlarken ayakta olduğu halde şu cümleleri söylemeye başladı: "Ey arayanların kast edip hidayet edici olarak buldukları kimse, ey korkanların yönelip, ihsan sahibi olarak gördükleri Allah, ey abitlerin sığınıp bahşiş edici olarak buldukları zat, vücudunu senden başkasının hizmetine adayan kimse ne zaman rahatlık bulur? Senden gayrisine yönelen kimse, ne zaman neşe bulabilir? Ey Allah'ım, karanlık parçalandı, fakat ben, sana ibadet etmekten arzumu alamadım ve sana münacat etmeğe doymadım. Sen Muhammed ve onun Ehl-i Beyt'ine rahmetini gönder ve bana senin nazarında iki işten en iyisini nasip eyle, ey rahmedenlerin en merhametlisi!"
Hammad diyor: Onu gözden kaybedeceğimden korkarak hemen ona sarılarak şöyle dedim: "Senden yorgunluk usanmışlığını giderip sana korku lezzetinin özlemini veren Rabbinin aşkına kim olduğunu söyler misin?"
Buyurdular ki: "Allah aşkına dediğin için kendimi tanıtıyorum; ben, Ali ibn-i Hüseyin ibn-i Ali İbn-i Ebi Talib'im." (Bihar-ül Envar, c.47, s.77-78)
Asmei diyor: Bir gece Kâbe'yi tavaf ediyordum. Bu sırada güzel yüzlü ve uzun saçlı bir gencin Kâbe'nin perdesinden asılarak şunları dediğini gördüm: "Ey Allah'ım, gözler uyudu, yıldızlar yükseldi, sen de Hayy ve Kayyum olan bir padişahsın, padişahlar kapılarını kapattılar ve önlerine bekçi diktiler, ama senin kapın sailler için açıktır, ben de sana, rahmet gözüyle bana bakman için geldim; ey rahmedenlerin en merhametlisi".
Sonra da şu beyitleri okumaya başladı:
“Ey karanlıklarda darda kalanların dualarına icabet eden!
Ey hastalık zamanı zarar ve belayı gideren!
Senin ziyaretçilerin evinin etrafında hep uyudular,
Ama yalnız sen uyumazsın, ey Kayyum!
Ey Rabbim, sana dua ediyorum, emrettiğin dua ile,
Kâbe evi ve Beyt-ul Haram'ın hürmetine benim ağlamama rahmeyle.
Eğer haddini aşıp isyan eden, senin affını ümit edemezse,
Artık kim isyan edenlere nimetlerle bahşişte bulunur?”
Asmei daha sonra: "Onu takip ettim ve Onun Zeyn-ül Abidin olduğunu gördüm." diyor." (Bihar-ül Envar, c.46, s.818)
Tavus-ül Fakih diyor: "Onun (İmam Zeyn-ül Abidin'in) yatsı namazından seher vaktine kadar Kâbe'nin etrafında tavaf edip ibadetle meşgul olduğuna şahit oldum. Bu arada bir kimseyi (etrafında) görmeyince gözlerini göğe dikerek şöyle dedi:
"Ey Allah'ım, göklerinin yıldızları görünmeye başladı, mahlukatının gözleri uyudu. Ama senin kapıların sailler için açıktır. Ben de sana geldim ki, beni bağışlayasın, bana rahmedesin ve kıyamet sahasında ceddim Muhammed'in yüzünü bana gösteresin."
Sonra da ağlayıp şöyle dedi: "Andolsun senin izzet ve celaline, ben isyan etmemle sana karşı çıkmak istemedim. Sana isyan ederken senin varlığından şüphe ediyordum diye de isyan etmedim. Veya senin azabına cahil olduğumdan ya da cezana aldırmadığımdan dolayı da isyan etmedim. Hayır, nefsim bana kötü işleri kolay ve güzel gösterdi, ayıplarımı örtmek için üzerime attığın perde de bu konuda nefsime yardımcı oldu. Fakat şimdi senin azabından beni kim kurtarır? Eğer sen benden kendi ipini kesersen kimin ipine tutunabilirim? Ne de kötü olacak yarın, yükü (suçu) az olanlara "Geçin" ve yükü ağır olanlara "Durun", dendiğinde senin huzurunda durmak. Acaba yükü hafif olanlarla mı, yoksa yükü ağır olanlarla mı bekleyeceğim? Vay benim halime, ömrüm geçtikçe hatalarım çoğalıyor ve ben tövbe etmiyorum. Fakat artık Rabbimden utanacağım vakit gelmiştir."
Sonra da ağlayıp şu şiirleri söyledi:
“Beni ateşte mi yakacaksın ey en son amaç!
O halde ümidim nerede kalacak, sonra nerede sevgim?
Kötü ve utandırıcı işlerimle geldim sana.
Yaratıklar içerisinde hiç bir kimse benim kadar suç işlememiştir.”
Sonra ağladı ve şöyle dedi: "Ey her eksiklikten münezzeh olan Allah, sana sanki görmüyorsun gibi isyan ediliyor, ama sen, sanki sana isyan edilmemiş gibi hilimle davranıyorsun, ve sanki senin onlara ihtiyacın varmış gibi güzel bahşişlerle yaratıklarına muhabbet ediyorsun. Oysa ey Efendim, senin onlara hiç ihtiyacın yoktur."
Sonra secdeye kapandı. Tavus-ül Fakih diyor: Bu arada ben o Hazret’e yaklaşıp başını alıp dizimin üstüne koydum ve ağlamaya başladım, öyle ki, göz yaşlarım yüzüne damladı. Hz. Zeyn-ül Abidin kalkıp oturdu ve "Beni Rabbimin zikrinden alıkoyan kimdir?" diye sordu. Dedim: "Benim, Tavus; ey Rsulullah'ın oğlu, bu denli telaşlanma ve korku niçin böyle? Aslında isyan edip günah işleyen bizler böyle yapmalıyız. Oysa senin baban Hüseyin ibn-i Ali'dir, annen Fatımat-üz Zehra'dır, ceddin Resullah'tır, sen niçin böyle ağlıyorsun. Hz. Zeyn-ül Abidin bana yönelerek buyurdu: "Heyhat, heyhat ey Tavus, babamdan, annemden, ve ceddimden söz etme, Allah-u Teala Habeşe kölelerinden bile olsa, cenneti güzel itaat edenler için yaratmıştır, cehennemi ise Kureyş oğullarından bile olsa, isyan edenler için yaratmıştır. Acaba şu ayeti kerimeyi duymamış mısın ki, Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Sura üfürülünce artık o günde onlar arasında soy sop kalmayacak ve birbirlerini soramayacaklardır. Andolsun Allah'a ki, yarın önceden göndermiş olduğun hayır amelden gayri bir şeyin sana yararı olmayacaktır." (Bihar-ül Envar, c.46, s.81-82)
Ehl-i Beyt'ten (Allah'ın selamı onlara olsun) gelen üns ve özlem hallerine işaret eden dua ve münacatlar böyle canlı örneklerle doludur. Özellikle de Allame Meclisi'nin Bihar-ül Envar kitabında Hz. İmam Zeyn-ül Abidin'den (Allah'ın selamı ona olsun) naklettiği Münacât'ı Hamse Aşere de üns ve özlem haletleri has bir şekilde yer almıştır.
Ehl-i Beyt'ten gelen kültürel miras böylece yüce anlam bakımından zengin bir hazineyi teşkil ederken, diğerlerinin nezdinde bunlara çok az rastlanmaktadır.
Burada bu bahsi sona erdirmeden önce, bu tür yüce kavramları içeren Ehl-i Beyt dualarından yine bazı örnekleri zikretmekte yarar görüyoruz:
"Ey Allah'ım kimdir ki, senin muhabbetinin lezzetini tatmış olup da senin yerine başkasına yönelsin? Ve kimdir ki, sana yakın olmaya üns bulduktan sonra senden yüz çevirmeyi düşünsün?
Ey Allah'ım! bizi, kendi yakınlığın ve velayetin için seçtiklerinden, halis aşk ve sevgini nasip eylediklerinden, senin likanın özlemini verdiklerinden, senin kaza ve kaderine razı ettiklerinden, senin yüzüne nazar etmek bahşişinde bulunduklarından, senin rızanı seçmeği kendilerine ihsan ettiklerinden, senin ayrılığından ve yüz çevirmenden koruduklarından, kendi katında kendilerine doğruluk makamını hazırladıklarından, seni tanımaya mahsus kıldıklarından, sana ibadet eylemeğe ehil kıldıklarından, seni istemek aşkını kalplerine yerleştirdiklerinden, seni müşahede etmeğe seçtiklerinden, yalnızca sana yönelmeği nasip ettiklerinden, kalplerini yalnızca senin aşkın için boşalttıklarından, senin katında olanlara ulaşmaya iştiyak verdiklerinden, seni zikretmeği ilham ettiklerinden, sana şükretmeği eta ettiklerinden, sana itaat etmekle uğraştırdıklarından, salih kullarından kıldıklarından, seninle münacat etmek için seçtiklerinden ve senden alıkoyan her şeyden kopardıklarından karar kıl!"
"Ey Allah'ım! bizleri, seninle hoşnut olan, sana meyletmek tabiatlarında yer alan, günleri sana ağlayıp sızlamakla geçen, alınları senin azametine secde eden, gözleri sana ibadet etmek için uykusuz kalan, senin haşyetinden gözyaşları akan, kalpleri senin sevgine asılmış, yürekleri senin heybetinden kopar hale gelenlerden eyle!"
"Ey Zat-i Akdes'inin nuru, sevenlerinin gözlerinin aydınlığı, ey yüzünün subuhatı (parlaklığı) ariflerinin kalplerinin özlemi, ey özleyenlerin kalplerinin arzusu, ey sevenlerin arzularının en sonu, senden senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve sana yaklaştıran her ameli sevmeyi bana lutuf eylemeni istiyorum ve yine senden kendini bana başkalarından daha sevimli kılmanı, sana olan sevgimi" senin rızana bir delilim ve sana olan özlemimi, sana isyan etmekten önleyicim kılmanı istiyorum. Sana nazar etmeği bana nasip etmekle, bana minnet eyle, bana sevgi ve rahmet gözüyle bak ve benden yüzünü çevirme." (Bihar-ül Envar, c.94, s.148)
Görüldüğü üzere yukarıdaki dua, sevgi, özlem ve üns ile doludur. Artık bu konuda bir şey söylemek de gerekmez. Zira ki, ne duanın kendi cümlelerinde bulunan güzelliğe daha fazla bir güzellik verilebilir ve ne de onlarda bulunan açıklığa daha bir açıklık getirilebilir? Fakat yukarıdaki duada her şeyden daha önce şu cümleler insanın dikkatini çekmektedir:
"Ey özleyenlerin kalplerinin arzusu, ey sevenlerin arzularının sonu…"
"Ey Zat-ı Akdes'inin nuru, sevenlerinin gözlerinin aydınlığı. Ey yüzünün Subuhatı (parlakığı) ariflerinin kalplerinin özlemi."
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin'in (a.s) bu duada üç isteği vardır, ki kulun Allah-u Teala'dan istediği en büyük isteklerindendir:
O her şeyden önce Allah-u Teala'dan onu kendisi için kul olarak seçmesini, kalbinde kendi sevgisini karar kılmasını, tüm ilgisinin yalnızca ona yönelmesini sağlamasını, onu kendi katındaki nimetlere meyillendirmesini, kalbini kendi sevgisi için ayrı şeylerden boşaltmasını, ona kendi zikrini ilham etmesini, onu kendisinden koparan her şeyden koparmasını istemektedir.
İmamın Allah-u Teala'dan en son isteği olan Allah-u Teala'nın vechine bakmak için yukarıda sıralanan istekler bir başlangıç gibidir. Bu başlangıç olmaksızın insanın, bütün peygamberlerin ve sıddıkların gayesi olan Allah-u Teala'nın likasına nail olarak O’nun kerim vechine nazar etmek zirvesine ulaşmak mümkün olamaz.
Allah-u Teala'nın vechine nazar etmek Allah'ın seçkin kullarına nasip eylediği bir nimet olduğuna göre, kulun bunu, Allah'tan kendine has yollardan ona nasip eylemesini talep etmesi gerekir. Zira Allah-u Teala kullarından birisine bir rızkı lütuf ettiğinde, ona o rızkı, özel yollardan ve ona has vesilelerle nasip eder.
Allah-u Teala'dan kendine has yol ve vesileler dışında, onlara bir rızk vermesini isteyenler, Allah-u Teala'nın kendi kulları için tayin ettiği sünnet ve kanunlara aykırı olarak onlara bir şey vermesini istemekteler…
İnsanı Allah-u Teala'nın likası zirvesine yükseltip O'nun kerim vechini müşahede etmeğe götüren kapılar şunlardan ibarettir:
a) Kalbi dünyayla ilgili her türlü pislik, bağlılık ve ilgiden boşaltmak gerekir. Bu işe ulama (Tahliye) derler yani, kalbi Allah'dan gayrisine olan her türlü ilgi ve bağlılıktan temizlemek. İmam buna işaret ederek diyor:
"Bizi kendi sevgin için halis kıldığın, yüzlerini yalnız kendine yönelttiğin, kalplerini yalnız kendi sevgin için boşalttığın ve senden alıkoyan her şeyden kopardığın kimselerden kıl."
Bu, başlangıçta gerekli olan birinci noktadır ve olumsuz bir nitelik taşır.
Başlangıçta gerekli olan ikinci nokta ise süslenme anlamına gelen (Tahliye) dedikleri şeydir ve olumlu nitelik taşır. İmam Zeyn-ül Abidin buna işaretle söyle buyuruyor:
"Ey Allah'ım! Beni kendi hükümlerine razı kıldıklarından, senin rızana bağladıklarından, kendi marifetine mahsus kıldıklarından, sana ibadet etmek liyakatini verdiklerinden, senin katında olanı istemeği lütuf ettiklerinden, zikrini ilham ettiklerinden, sana şükretmeği nasip ettiklerinden, kendi itaatine meşgul ettiklerinden, mahlukatının salihlerinden, kendinle münacat etmeğe seçtiklerinden kıl."
"Ey Allah'ım! Bizi alınları senin azametin karşında secdeye kapananlardan, gözleri senin hizmetinde uykusuz kalanlardan, senin korkundan göz yaşları akanlardan ve senin heybetinden yürekleri kopanlardan kıl".
Her iki noktasıyla birlikte bu başlangıç merhalesi, Allah'a yönelmenin anahtarı olup insanı likaullaha ulaştırır, onun cemal ve celalini müşahede etmeğe muvaffak kılar.
2 – Bu, Allah'a doğru hareketin orta merhalesidir. Bu sağlanmadıkça insanın Allah'a doğru hareket edip onun civarına ulaşması ve bilahare "muktedir padişah'ın katında doğru bir makamda" (Kamer/54) yer alması mümkün değildir.
Bütün peygamber, imam ve sıddıkların arzuladığı, insanı bu amaca ulaştıran binek Allah'a olan özlem, sevgi ve ünstür. Sevgi, özlem ve üns olmaksızın insanın, Allah'ın likasına yükselmesi mümkün değildir.
Şüphesiz sevgi, özlem ve üns Allah-u Teala'nın seçtiği kullarına lütuf ettiği bir ilahi rızktır. Fakat İmam Zeyn-ül Abidin'in bu duada zikrettiği birtakım ön şartların temin edilmesinden sonra verilen bir rızktır.
İmam Zeyn-ül Abidin bu isteğine kavuşmak için ısrar edip, çeşitli araç ve tabirlerle onu Allah-u Teala'dan istemektedir. O, şu güzel deyim ve tabirlerle Allah'a seslenip O’nu çağırmaktadır: "Ey özleyenlerin kalplerinin özlemi" ve "Ey aşıkların en son arzusu!"
Sonra da İmam Zeyn-ül Abidin Allah-u Teala'dan sevgiyi, O’nu sevenleri sevmesini ve O'nun yakınlığına ulaştıran her ameli sevmeği kendisine vermesini istiyor.
Şimdi İmam'ın sözlerini gözden geçirelim. Zira yorum yapmak bizi, İmam'ın bu duada açtığı sevgi ufuklarına direkt olarak bakmak fırsatından alıkoyuyor: "Ey Allah'ım, senden senin sevgini ve seni sevenleri sevmeği ve sana ulaştıracak her ameli sevmeği bana vermeni istiyorum. Yine senden istiyorum ki, kendini bana başkalarından daha sevimli kılasın, sana olan sevgimi senin rıdvanına olan önderim ve sana olan özlemimi sana isyan etmeğe bir engel kılasın. Sana nazar eylemek minnetini bana inayet eyle, bana sevgi ve şefkat gözüyle bak ve yüzünü benden çevirme."
Yine İmam Zeyn-el Abidin (a.s) şöyle diyor: "Ey Allah'ım, bizi senin likanı özleyenlerden, senden uzak ve ayrı kalmaktan koruduklarından ve seni istemek için kalplerini şaşkına uğrattıklarından kıl."
Sonra şöyle devam ediyor:
"Allah'ım, bizleri sürekli olarak seninle güven bulup sana meyledenlerden, günleri sana ağlayıp sızlamakla geçenlerden, kalpleri senin sevgine bağlananlardan ve yürekleri senin korkunla dolanlardan eyle."
Kısacası, bu aşamadaki istekleri şu dört noktada özetleyebiliriz:
1 – Allah-u Teala'nın bizleri kendisinden uzaklaştırmaması.
2 – Kendi sevgi ve aşkını nasip eylemesi.
3 – Kendisine üns bulmayı eta eylemesi.
4 – Kendi lika özlemini vermesi.
İmam Zeyn-el Abidin (a.s) şu parlak cümlede üns ve özlemi şöyle dile getiriyor: "Bizleri sürekli olarak seninle güven bulanlardan ve sana meyledenlerden kıl."
Allah'la güven bulmak ve ona meyletmek ayrı ayrı şeylerdir. İmam onların her ikisini de talep etmektedir. Ancak güven bulmak likadan doğan ünsten ibarettir. İştiyak ise lika etmeye yönelişten doğan özlemden ibarettir.
3 – Bu yüce duada Allah'a yüceliş yolculuğunda söz konusu edilen üçüncü aşama ise, enbiya ve sıddıkların arzulayıp gaye edindikleri Allah'ın yüce vechine ve güzel cemaline nazar eylemeyi istemektir. Bu amaç öyle bir amaçtır ki, ona ancak Allah'ın kendi civarı ve yakınlığı için seçtiği kimselerin en seçkinleri ulaşabilirler.
İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) şöyle dua ediyor:
"Allah'ım, bizi sana ulaştıracak yolların yolcusu eyle ve sana vardıran yolların en yakınından götür. Uzağı bize yaklaştır. Zorlukları bize kolaylaştır. Bizleri sana varmak için yarışan, sürekli kapını çalan, gece gündüz sana kulluk eden, heybetinden korkuya kapılan kullarına kavuştur. Onlara ki, yolları onlar için dümdüz kılmışsın, arzularına kavuşturmuşsun, isteklerinde muvaffak kılmışsın, kendi ihsanınla dileklerini gerçekleştirmişsin, kalplerini kendi sevginle doldurmuşsun?"
"Ey O’na yönelenlere yönelip kendi ihsanıyla kerem eden, O’ndan gafil olanlara ise rahmedip rafet gösteren ve onları kendi kapısına cezb etmek için sevgi ve şefkatini esirgemeyen (Allah), senden en fazla nasip alan, senin katında en yüce makamı olan, senin sevginden en fazlasını kalbinde taşıyan ve senin marifetinden en üstün payı alan insanlardan kılmanı istiyorum beni. Bütün gayretimi yalnız sana adadım, arzumu yalnız sana yönelttim. Başkası değil, yalnız sensin muradım. Başkası için değil, yalnız senin içindir uykusuz kalmam. Senin likan gözümün nuru, sana münacat etmektedir benim neşem ve senin yanındadır rahatlığım, derdimin çaresi, yangınımın şifası, kederimin kalkması. Öyleyse sen ol benim yalnızlığımı gideren, sürçmelerimi affeden, tövbemi kabul eden, duama icabet eden, günahtan korunmamı üstlenen, ihtiyacımı gideren! Ve ey benim nimetim ve cennetim, dünyam ve ahiretim, beni kendinden koparma ve kendinden uzaklaştırma." (Bihar-ül Envar, c.94, s.148)
Bu, Allah'ın aşkıyla dolup taşıp, kalpten coşan raz-u niyazlardan ve yüce münacatlardan kısa bir örnektir. Bu gibi münacatlar, ancak Allah'ın seçkin kıldığı kullarından, yani peygamberlerin vasileri olan Ehl-i Beyt İmamlarından bize ulaşmıştır.
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) bu mübarek duâda, Allah-u Teala'dan tek bir yola değil, kendisine vardıran bütün yollara muvaffak kılmasını diliyor. Zira eğer insan tek bir yol değil, çeşitli yollardan Allah'a hareket ederse, daha çabuk maksada varır ve yakınlığı Allah'a daha güçlü olur.
Elbette bu yolların hepsi sırat-ı mustakimde yer alan Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle subül-üs selam, yani esenlik yolu olmalıdır.
Sonra İmam Zeyn-el Abidin (a.s) Allah-u Teala'dan onu, gece ve gündüzlerini Allah'ın kulluk ve ibadetinde geçirip O'na varmak için yarışa giren salih kullarından kılmasını istiyor.
Elbette Allah'a varan yol çok zor ve çetindir. Niceleri azimle bu yolda yürümeye başlamış, ama yolun yarısında düşmüştür.
Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s), Allah-u Teala'dan bu çetin yolculukta ona uzağı yakınlaştırıp zorlukları kolaylaştırmasını ve kendisi salih kulların önderi olduğu halde, kendisinden önde giden salihlere kavuşturmasını diliyor. Zira zorluklarla dolu olan bir yolda salih dostların olması onların kalplerine güç verip ve yolu kat etmek azimlerini daha da artırır.
Allah'a doğru gitmek çok çetindir. O halde eğer salihlerden oluşan bir topluluk birlikte bu yolu kat ederlerse birbirlerine destek olup hakka ve sabra tavsiye ve davet ederler. Böyle olunca da bu zorluklu yolu kat etmek onlara kolay olur.
Evet bu zorluklarla dolu çetin ve uzun yolculukta Hz. İmam Zeyn-ül Abidin yakınlık, kolaylık ve salihlere kavuşmayı talep ederek şöyle diyor:
"Bizi sana varan en yakın yollardan gitmeye muvaffak kıl, bizim için uzağı yakınlaştır, zorlukları kolaylaştır ve bizi sana varmak için yarışa giren, devamlı kapını çalan, gece ve gündüz sana kulluk eden kullarına kavuştur."
KALBİN SEZGİLERİ
İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Allah-u Teala'dan kavuşmasını dilediği salih insanları şu yüce sıfatlarla tanıtıyor:
"Onlara ki, yolları onlar için dümdüz kıldın, dileklerine kavuşturdun,… kalplerini kendi aşkınla doldurdun,…ve onları kendi duru içeceğinden içirdin…"
Burada şu soru ortaya çıkıyor:
Allah-u Teala'nın dünya hayatında iken onlara içirdiği bu duru ve temizleyici içecek, nasıl bir içecektir? Ve Allah'ın kendi aşkıyla doldurduğu bu kap nasıl bir kaptır?
Cevap şudur ki, mezkur duru içecek aşk, yakin, ihlas ve marifet içeceğidir. Bunların yerleştiği kap ise kalptir.
Allah-u Teala marifet, yakin ve sevgi için birçok kaplar eta eylemiştir; fakat kalp bunların en büyüğü ve en sağlamıdır.
Eğer Allah bir kulunun kalbini ve içtiği nesneyi temizler ve ona duru ve temizleyici olan içecekten içirirse, onun kalbinde yer alan o içecek gibi, amelleri ve sözleri de duru ve temiz olur. Zira kalbe girenlerle kalpten çıkanlar arasında tam bir benzerlik ve ayniyet mevcuttur. Kalbin ithalatı temiz ve tatlı sudan olursa kalpten çıkan ürünler de ona benzer olur. Dolayısıyla kulun ameli, sözü, görüşü, ahlakı, tutumu da duru ve tatlı olur. Ama kalbe girenler pislik olur veya şeytanların kendi dostlarına ilham ettiği pislikle karışık şeylerden olursa, böyle bir kalpten çıkanlar, yalan, iki yüzlülük, cimrilik ve Allah ve Resulünden yüz çevirmek gibi onlara benzer şeyler olacaktır.
Bir hadiste Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:
"Kalbe iki çeşit ilham olur. Birisi melektendir, hayrı vaat edip Hakk'a inanmaya çağırır. Diğeri ise "düşmanımız" şeytandandır, şer ile korkutup Hakk'ı yalanlamaya çağırır. Birincisini kendinde bulan, onun Allah'tan olduğunu bilmelidir. Ötekisini kendisinde bulan kimse ise, şeytandan Allah'a sığınmalıdır." Sonra Resulullah (s.a.a) şu ayeti okudu: "Şeytan sizi yoksulluk ile korkutur ve fuhuşu (kötü işleri) emreder. Allah ise size kendi bağış ve geniş fazlını vaat ediyor." (Bakara / 268)
Arıyı görmüyor musun? Gıdasını temiz çiçek özlerinden alırsa, insanlara şifa veren lezzetli ve tatlı balı onlara ürün verir; ama yiyeceğini kötü ve pis kaynaklardan alırsa verimi de öyle olur.
Allah-u Teala dost ve elçisi olan Hz. İbrahim, İshak ve Yakub (a.s) hakkında şöyle buyuruyor:
"Ve güç ve basiret sahipleri olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an; biz onlara halis ahireti anmak hasletini verdik ve kuşkusuz onlar katımızda seçilmiş hayırlı kişilerdendir." (Sad/45-47)
İşte bu büyük peygamberlerin bir verimi olarak Allah-u Teala'nın tavsif ettiği şu yüce sıfatlar, yani güç ve basiret sahibi olmak Allah-u Teala'nın onlara verdiği halis içeceğin bir mahsulüdür ki, buna işareten buyuruyor:
"…Biz onlara halis ahireti anma hasletini verdik…"
Eğer Allah onlara yalnız ahireti anma özelliğini vermeseydi, onlardan güç ve basiret ürünü zuhur etmezdi. [1] O halde insanın amelinin temiz ve halis olabilmesi için kalbi temiz olmalıdır. Çünkü kalp ancak aldığı şeyi geri verir.
İHTİYAR (SEÇME) İLKESİ
Kalbin ithalatı ile kalpten çıkan ürünler arasında bir bağlantı, benzerlik ve ayniyet olduğunu açıkladıktan sonra şunu belirtmeliyiz ki bu konu, birçok Kur'ani kavramların temeli olan ihtiyar (insanın hür olduğu) ilkesiyle bir çelişkisi yoktur. Yani kalp, kendisinden hiç bir şeye sahip olmayan ve ancak içerisine konulan hayır ve şerri yansıtan boş bir kaptan ibaret değildir. Aksine kalp şuurlu bir kaptır; içerisine konulan şeyleri iyice kavrar ve onların hakkını batılından ve hayrını şerrinden ayrıt eder ve kavrar.
İşte bu ilke, yani kalbin bilinçli olduğu ve ihtiyar ilkesi, İslamî düşünce ilkelerinden biridir ve bir çok diğer İslamî ilke ve meseleler bu ilkeye dayalıdır.
Kalbin seçebilme ve hakkı batıldan ayırt edebilme özelliğinin insan hayatı üzerindeki rolüne İslamî naslarda (hadis ve ayetlerde) çok tekid edilmiştir.
Bir hadiste şöyle buyuruyor:
"Davut Peygamber Rabbiyle münacat ederken dedi: "Ey Rabbim her padişahın bir hazinesi vardır. Senin hazinen nerededir?" Allah-u Teala buyurdu: Benim öyle bir hazinem var ki, Arş'tan daha büyük Kürsü'den daha geniş, Cennet'ten daha güzel ve Melekut'tan daha çok süslüdür. Onun yeri marifet, göğü iman, güneşi özlem, ayı sevgi, yıldızları ilhamlar, bulutu akıl, yağmuru rahmet, ağacı itaat ve ürünü hikmettir. Onun dört direği vardır; tevekkül, düşünme, üns ve anmak ve dört kapısı vardır; ilim, hikmet, sabır ve rızadan ibarettir… O hazinem kalptir." (Bihar-ül Envar, c.15, s.39)
Açıktır ki, soru ve cevap şeklinde olan bu hadiste sembolik bir dilden yararlanılmıştır. Bu tür anlatım, İslâmî naslarda çok rastlanan bir üsluptur.
Ayrı bir hadiste de şöyle buyrulmuştur:
"Allah-u Teala, Musa Peygamber'e (a.s) hitap ederek buyurdu: "Ey Musa, kalbini yalnızca benim sevgim için ayır. Ben kalbini kendi sevgim için hazırladım, kalbinde marifetimden bir yer yaptım, özlemimden bir güneş yarattım, sevgimden bir ay hareket ettirdim, tefekkürden bir çeşme coşturdum, tevfikimden bir rüzgar estirdim, fazlımdan bir yağmur yağdırdım, doğruluğumdan bir ekin ektim, itaatimden ağaçlar yeşerttim ve yakinimden dağlar diktim." (Aynı kaynak.)
Görüldüğü üzere bu hadiste de sembolik bir dil kullanılmıştır ve her iki hadiste de kalbin bilinçli olduğu ve hakkı batıldan ve hidayeti dalaletten ayırt etme kabiliyetine sahip olduğu açıklanmaktadır.
MÜNACATA DÖNÜŞ
Sonra İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Allah'a şu dillerle münacat ediyor:
"Ey kendisine yönelenlere yönelip, rahmet ve fazlıyla onlara ihsanda bulunan, ey gafil olana rahm edip esirgeyen ve onları kendi kapısına yöneltmek için sevgi gösterip lütufta bulunan."
İmam'ın bu duası iki noktayı içermektedir:
a) Allah-u Teala O'na yönelenlere yönelir ve kendi fazlıyla onlara destek olur.
b) O'ndan gafil olanlara rahm eder ve ilahi cezbelerle onlardan gaflet uykusunu giderir.
Bu başlangıçtan sonra Hz. İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Allah-u Teala'dan onu salihler içerisinde Allah'ın rahmetinden en fazla pay alanlardan, en yüce makama sahip olanlardan kılmasını diliyor ve şöyle diyor:
"Ey Rabbim, beni onların senden en çok pay alanlarından, senin katında en yüksek makama sahip olanlarından, senin sevginden en çok pay elde edenlerinden ve senin marifetinden en üstün nasibi alanlarından kılmanı istiyorum".
Duanın bu bölümü şu soruya yol açıyor: Salih kullarına ulaştırmakla Allah-u Teala'dan onu, onların en çok pay alanı ve en üstün makama sahip olanı kılmasını istemek arasında nasıl bir uyum kurulabilir?
Bu sorunun cevabı şudur:
Allah-u Teala'nın kendisi, dua ederken isteğin küçük olmamasını ve duada cimrilik yapmamayı bize öğretmiştir; çünkü çağrılan Mevla cömerttir.
Allah-u Teala'nın rahmet hazinelerinin bir sınırı ve bitişi olmayışı ve bahşişinin çokluğu, bahşişlerinin daha da çoğalmasına yol açan sonsuz derecede kerim bir Mevla olduğu nazara alınırsa, ondan dilenen isteklerde cimrilik yapmanın ne de kötü olduğu ortaya çıkar.
İşte bu yüzdendir ki, masum Ehl-i Beyt imamlarından gelen dualarda şu cümlenin yer aldığına çok rastlıyoruz:
"Beni seç ve ayrısını bana tercih etme."
[1] – Kalbe gelen varidatla kalpten çıkan ürünler arasında bir bağlantı vardır. Yani eğer kalbin varidatı güzel olursa kalpten çıkan ürünleri de güzel olur. Bunun aksi de doğrudur. Yani insanın yaptıkları güzel olursa, Allah ona halis ahireti anma hasletini inayet eder, ama işleri kötü olursa, Allah ona saf içimi yasaklar ve onu kendi başına terk eder. Böyle bir insanın içtiği de elbette halkın şeytan, heva ve heves sofrasından içtikleri heva ve hevesten kaynaklanan ve şeytani vesveselerden ibaret olacaktır.