Her hastalığın bir ilacı vardır. Günahın ilacı ise istiğfardır. Mustedrek’ul-Vesail, 5/316/5972 Hz. Muhammed (s.a.a)

Ölüm; Kum Saatinin Bittiği An

Ölüm; Kum Saatinin Bittiği An

 

Hiç bilmeyiz ve hiç düşünmeyiz; insan nadiren yaşar, nadiren yaşadığını da nadiren bilir. Acaba ölüm de nadiren yaşanılır mı? İnsan, yaşamında bazen ölüp sonra yine yaşar mı? Bilmem, ama ölümün kesin yaşanılacağı malumumuzdur.

Ölümün bir kenarı var, bir ucu bucağı, bir sesi, soğukluğu, başı, sonu, artısı eksisi ve ölümün bir nuru var yahut zulmeti… Tanıdığım bazıları öldüğünde yüzleri nurlandı, yüzlerindeki acı ve yaşlılık izleri gitti, yerini düğün arifesindeki gelinlerin temiz tebessümü aldı…

Bazıları az yaşar, bazıları çok. Uzun bir ömür veya kısa, ama bitiyor! Ne zaman, kaç yaşında ölüm düşünülmeye başlanılır, bilmem; lakin düşünülür, insan kaçmak istese de kaçamaz, bazen gelir akla. Bazense arzulanır; ölümün tadını, yüzünü bilmeden insan ona kavuşmak ister.

Peki, ölüm neden istenilir? Bazıları Sevgiliye kavuşmak, ebedî olmak için can atar ölüme. Yaşam onlar için ayrılık diyarıdır; oysa ölüm, sevgilileri birleştiren en kısa ve en güzel yol.

Hafıza! Şikâyeti hicran çe mi-koniy?                                 

Der hicr vesl başed-o der zulmet-est nur

Hafız! Hicranda bunca sızlanma niye?  

Ayrılıkta kavuşma var, karanlıktadır nur

Bazıları yaşamda acı çektikleri için ölümü ister, ölümü yokluk bildikleri için… Ölüm varlık âleminden, yani acılar diyarından tamamen kopup yokluk âleminde huzura kavuşmaktır… Peki ya ölüm sonrası yokluk değil de daha sonsuz, daha büyük ve daha elemli bir yaşam varsa?! Çocukluğumdan beri, bunların hâlini hep merak etmişimdir, bir ateistin duasını merak ettiğim gibi… Ne kadar korkunç ve aynı zaman da gülünç, insanın inanmadığı bir yere yolcu olması…

Ölüm bir yokluk (!). Öyle zannediyor inançsızlar ve korkuyorlar. Oysa ölüm kadar yeniden diriliş de sabit bir gerçek. Eşyanın perde önüne “inançsız” bir bakış açısıyla bakınca, çok şey gibi kıyamet saati de korkunç. Bilinmeyene karşı duyulan dehşet gibi. Fakat varlığa “iman” adesesinden nazar edince ölüm de, kıyamet sahneleri de bir başka harika, bütün hâdiseler kadar harika. Manası derin, geniş, yüksek ve büyük bir takdir-i ilâhîdir o.

Evet, iman bir cennet; dünyada da, ukbada da. Küfürse malum… Şimdi semanın yerlilere son mesajından bir kitabe, bir hitabe ile tefekküre ve muhasebeye çekilme zamanı: “İnsanların hesaba çekilecekleri vakit çok yaklaştı; ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler.” (Enbiyâ, 21/1)

Genelde insan pek ölümü istemez, hatta ölümün adı geldiğinde “konuyu değiştir” der. İnsan ölümü istemez, zira arzularıyla dünyaya bağlanmıştır. Bu kadar çok sevdiği dünya ve mafihadan nasıl vazgeçsin, nasıl da bırakıp ukbaya hicret etsin? Gerçek hayatın için ne gönderdin ki şimdi de bu yolculuğa çıkmak isteyesin? Tek amacı dünya olan insan ölümden korkar, geceleri kâbus dolu rüyalardır ölüm onun için. Fakat istese de, istemese de bu yolculuğa çıkmak zorunda. Çünkü ölüm insanların alınlarına vurulmuş bir damga gibidir, asla silemez ve asla temizlenmez.

Ölüm aslında korkunç değil, ölümü korkunç yapan bizim amellerimizdir. Gerçekte ölüm insanın mükemmelleşme yolunda gidişatının bir parçasıdır, tekâmüle ait bir aşama. Allah insanı mutlak kemale ulaşması için yarattı, hiçbir şekilde bu mutlak kemale ulaşmak tam anlamıyla dünyada mümkün olamaz, ne dünya buna müsaittir ve ne de fiziksel “ben”imiz. Eşref-i mahlûkat (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“İnsan uykudadır, ölür ve uyanır.”

İşte bu esnada namaz, nasıl uyanacağını ve nasıl çok bağlandığı bu dünyadan kopacağını öğretiyor insana. Aynı şekilde oruç da bu gücü insana vermektedir. İnsanın erken uyanmasını sağlayan bu iki etkenin aksine, insanın daha derin uykuya dalmasını sağlayan etken de, dünyevî arzu ve isteklerdir. Bunu yüce Allah Yahudileri muhatap kılarak bizlere şöyle bildiriyor:

“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.” (Bakara, 2/96)

Yahudilerin en belirgin özelliği, ölümden çok korkmalarıdır; zira çok yaşamak isterler. Dünyada uzun yıllar yaşamayı arzulamak, Kur’ân kültüründe beğenilmeyen, kötü özelliklerden biridir. Dünyada çok yaşamak önemli değil, önemli olan nasıl yaşamaktır. Sınava girdiğimizde soruları on dakikada yahut altmış dakikada yapmanın hiçbir farkı olmadığı gibi.

Evet, ölüm, bizim zihinlerimizde bir yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Tabi ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi. Yani fani dünya malzemelerinden, baki bir âlem inşa etmek. Su bulanmadan durulmaz. Hamur yoğrulmadan ekmek olmaz. Dünyada birbirine karışık vaziyette bulunan hayır ve şer, hayırlılar ve şerliler de kıyametle tam hallaç olur ve sonra yeniden haşirle tamamen birbirlerinden ayrılırlar. Olaya bu aslî yönüyle bakmak gerek. Ne muhteşem, ne mükemmel bir icraat! Zira ölüm zorluklar ve acılar diyarından mutluluk diyarına geçiştir; kıyamet de adı üstünde yeniden dirilme, ayağa kalkma, kurulma, bina edilme demek.

Kıyamet vakti deyince, hayalde beliren genel sahneler… Önce yürekleri yırtan bir sayha kopar! Tüm varlık âlemi, canlı cansız her şey dehşete düşer. Sonrasında mı? Tüm çekimini kaybeden güneş sistemi birbirine girer, her şey paramparça olur, düzen, intizam bozulur, yerle gök, arşla ferş darmadağın olur. Samanyoluları ipi kopan tesbih misali saçılır, galaksiler, yıldızlar, güneşin cazibesini kaybetmesiyle yörüngesinden çıkan gezegenler birbirleriyle çarpışırlar ve parça parça olur aylar, dünyalar… Ve derken her şeyi yerle bir eden ıslık ıslık kasırgalar, dağları söküp fırlatan tufanlar, karaları yutan deniz dalgaları, dört bir yandan fışkıran lavlar, cehennem gibi kaynayan magmalar, her yeri saran alev alev yangınlar, yeryüzünü yeraltına katıp karıştıran depremler… Ağrı dağı bile denizde boğulur. Sonrasında okyanuslar bir kazan misali kaynatılır. Tüm bunlarla birlikte bir ömür insanın uğruna kanlar akıttığı, gurur ve kibirle övündüğü apartmanlar, saraylar, abideler tuz buz olur; ne kilise kalır, ne havra ve ne de cami. Enkazlar altında kalan canlar, şak şak yarılan yollar, ekinler gibi yanan ormanlar, bir anda silinip giden tarihî ümranlar, köyler, kentler ve devletler…

Anneler çocuğunu düşürür, bebeler annesinin delirişini görür, baba evladını öylece koyup kaçar; fakat “fe eyne tezhebun?”, ne bir kaçış yeri ve ne de firar mahalli bırakılmıştır. Ödü kopar insanın, çığlıklar ser verir, biri düşer, biri kalkar, biri karnını tutar, herkes şaşkın, herkes hezeyan, heyecan ve feveranlarla. Ne mal fayda verir, ne evlat, ne şu, ne bu. Hızır bile yetişemez “Eyne’l-Meferr?/Yok mu kaçıp sığınılacak bir yer, yok mu?” çağrılarına. Herkes birbirinden kaçar. Yalnız bir Nebi (s.a.a) var; herkes kendi derdinde, O herkesin derdinde.

Böylece herkes ölür, mukarreb melekler bile. Yerler cansız insan cesetleriyle dolar. Bir saniye önce şiddet-i zuhurundan göremediği hakikatı, âyân-beyân müşahede eder. Dağılan bedeniyle, bedenindeki gözüyle değil, ruhuyla, yani kendisiyle. Muhteşem kâinat, muhteşem bir enkazdır artık…

Sonrasında mı? Ya sağ ehlindensin ya da sol. İnsanlar ve cinler bu iki ana gruptur. Her ikisinin de sağcıları ve solcuları vardır. Sağ ehli, yani cennetlikler, sol ehli yani cehennemlikler.

Sağ ehlinden bazıları sorgusuz sualsiz, bazıları uçarak, bazıları yürüyerek, bazıları yavaş yavaş, bazıları da yüzüstü sürünerek girer cennete. Sol ehli ise cehennem yolcusudur; kimileri sorgusuz sualsiz, kimileri yaka-paça, kimileri elinde kelepçe, ayağında pranga, kimileri sürünerek, kimileri herkesin önünde rezil rüsva edildikten sonra, kimileriyse ateşten zincirlere vurularak…

Kur’ân’ın ve Peygamber’in sözü aşikâr olur, böylece gerçek hayat başlar, ebediyen sürecek bir yaşam. Cennet ve cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere mühürlenir ve içindekiler sonsuz olurlar; ya ebedî saadet veya ebedî şekavet içinde. Ama herkesin (cennetliklerin de, cehennemliklerin de) dudağında aynı kelime: Keşke, ah keşke!

Keşke ötede hiç “keşke” demeyeceklerden olabilsek! Şair ne hikmetli söyler:

Yâ men bi dünyâhu’şteğal / Kad ğarrahû tûlu’l-emel

Eve lem yezel fî gafletin / Hattâ denâ minhü’l-ecel

el-Mevtü ye’tî bağteten / Ve’l-kabru sundûku’l-amel

Isbir alâ ehvâihâ / Lâ mevte illâ bi’l-ecel.

Ey kendi dünyasıyla meşgul olan kişi!

Tul-i emel aldattı senin gibilerini

Öyle gaflet içinde yüzüp gitmedi mi?

Ta ki eceli ona gizlice yaklaşıverdi

Ölüm zaten (şok gibi) apansızın gelir

Kabir ise amellerin sandığıdır

Kabrin korkularına göster sabır

Zira ölüm ancak ecel ile olur.