İslam Dini Açısından “Aile” ve Önemi
İnsan adı, bir anlamıyla “ünsiyet”ten gelir: İnsan başkalarıyla ünsiyet eder; anlaşır; uzlaşır; hayatı paylaşır.
İnsan için ünsiyet bu anlamda bir yatkınlık ifade etmesi kadar insanın ünsiyete ihtiyacını da anlatır: İnsan yalnız yaşayamaz; yalnızlık Allah’a mahsustur.
Nitekim insanın tanımı yapılırken onun hakkında: “Medeniyyun bi’t-Tab‘/doğuştan medenidir” denir. Yani insan toplu yaşama tabiatına sahiptir; insan sosyal bir varlıktır. “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa.” özdeyişi bunu anlatır.
Tabii bu arada insan adının “nisyan”dan geldiği de varsayımlar arasındadır: İnsan unutur.
İnsan bazen ödevini unutur: İlk insanın Cennetteki yasak ağacın meyvesinden yemesi durumunda karşılaşacağı riski unuttuğu gibi:
“Bunun üzerine Adem’e: Adem! Dedik, bu, hem senin için hem eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur, sıkıntı çekersin. Senin için acıkmamak burada, çıplak kalmamak da. Susuzluk çekmemek de burada, açıkta kalmamak da.” (Kur’an, Taha, 117, 118)
“Andolsun ki biz, daha önce de Adem’le ahitleşmiştik. Ne var ki o unuttu. Onu azimli bulmadık.” (Kur’an, Taha, 20/115)Bu anlamıyla unutmak insan için bir “eksi” durumdur.
Ama hayatta karşılaştığı olumsuzlukları unutması ise onun için bir sığınaktır.
Nitekim insan, kaybettiğinin acısını hep ilk günki gibi hiç unutmadan yaşayacak olsa, insan için hayat çekilmez olurdu: Unutmak insan için bu yönüyle büyük bir nimet!
İşte, doğuştan “sosyal” olan; “yalnız” yaşayamayan; “ünsiyet” etmek, kucağına sığınmak ve güven içinde, huzur içinde yarenlik etmek; için kendi “cinsinden” birileriyle yaşama ihtiyacında ona insanın ilk “sosyal sığınağı” onun doğuşuna sebep olan “ana ve baba”sı ile “kendi”sinden oluşan “aile”dir.
Aile, “insan”ın yuvasıdır.
Aslında her canlı bir “yuva”ya muhtaçtır ve her canlının bir yuvası vardır.
İnsan’ın yuvasına “aile” diyoruz.
Bu sebepledir ki “aile” çok önemlidir.
Çünkü, “aile” olmadan çocuk yaşayamaz.
– Sadece “yaşayamaz” mı?
– İnsan olmanın özelliklerini de sorumluluklarını da kazanamaz.
1- İnsan yaratılırken karı-koca olarak “çift” yaratılmıştır ve insanın yavrusu olan çocuk, hayatta kalabilmek için “anne” ve “baba”dan oluşan “sıcak bir yuva”ya muhtaçtır. Hem de uzun yıllar boyunca.(Kur’an, Lokman, 31/14)
Hikmete bakın ki insanı bu gibi özelliklerle Yaratan, onu, özelliklerine uygun şartlarda yaratmıştır: İnsan, yaratılırken “karı-koca” olarak “çift” yaratılmıştır.
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefs’ten yaratan ve aynı özden eşini de yaratan ve o ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretip yayan Rabbinizin bilincinde olun..” (Kur’an, Nisa, 4/1) Çift yaratılarak önce birbirlerinde ve birbirleriyle “huzur ve sükün” bulan eşler, kendilerinden türeyen çocuklara sahip olmakla “mutluluk”larını taçlandırmışlardır:
“Sizi bir tek nefs’ten yaratan ayni özden yanında huzur bulsun diye eşini de yaratan O’dur. Eşi ile birleşince eşi hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Ağırlaştığında: ‘Ey Rabbimiz! Bize iyi/kusursuz bir çocuk verirsen şükredenlerden oluruz’ diye Allah’a yalvardırlar..” (Kur’an, A’raf, 7/189)
Böylece bebek, onu seven, sevgileriyle koruyup büyütecek olan “ana” ve “baba”dan oluşan “yuva’da/aile’de” dünyaya gelmektedir.Nitekim “aile” ortamında dünyaya gelmiş olmayan çocukların yaşama şansları yok gibidir.
İnsanların “kadın” ve “erkek” olarak “çift” yaratılması ve birbirlerine “eş” kılınması, böylece insanoğlunun “Dünya Hayatı” yolculuğuna “aile” oluşturarak başlaması; onlardan doğacak çocuklar için hayata tutunmalarına yarayacak “ortam”ı hazırlamıştır.İnsan, bu ortama, sadece biyolojik hayatını sürdürebilmesi için değil; insan olmanın özelliklerini ve sorumluluklarını kazanmak için de muhtaçtır. Başka canlılar için hayata tutunmak için gerekli süreler türüne göre birkaç saniye, nihayet birkaç yıl iken bu süre insanoğlu için yılları alan uzun bir süredir.
Hele insan olmanın özelliklerini ve sorumluluklarını kazanmak öyle birkaç saniye, birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta, birkaç ay, birkaç yıl gibi kısa sürelere değil; on yılları alan uzunca bir süreye ihtiyaç vardır. Onun için de insanoğlu, on yılları bulan süreyle “aile”ye muhtaç ve bağımlı bir tabiata sahiptir.Sırf bu tahlil göz önüne alındığında bile görülür ki “aile” insanoğlu için “olmazsa olmaz” mertebede gerekli ve önemlidir.
2. İnsana kendi “cins”inden “eş” verilmesi, Kur’an’da, kişisel anlamda “eşi ile sükun bulma”; sosyal anlamda “çoğalma/türeme” gerekçeleriyle açıklanmıştır. İnsan, hayatta huzur ve sükun bulması için kendi cinsinden bir “eş”e muhtaçtır. Bu ihtiyaç, kadın için de erkek için de aynı derecede gerekli ve önemli bir ihtiyaçtır.
Nitekim insana kendi “cins”inden “eş” verilmesi, Kur’an’da, kişisel anlamda “eşi ile huzur ve sükun bulma”; sosyal anlamda “çoğalma/türeme” gerekçeleriyle açıklanmıştır. (Nisa, 4/1; A‘raf, 7/189) İnsan sadece kişisel anlamda bir huzur ve sükuna değil; sosyal anlamda güvene, bunun için de toplumsal dayanışmaya da ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, bütün gelişmiş canlı türleri için söz konusu olan bir ihtiyaçtır.İnsanoğlu sosyal anlamda, sadece “güven” sebebiyle bir dayanışmaya değil; “iş bölümü” sebebiyle de toplum hayatına/medeniyete ihtiyaç duyar.
Dolayısıyla insan, eşiyle, kişisel anlamda huzur ve sükuna ererken, başkalarıyla “iş bölümü” ile de sosyal anlamda “güven” ve “konfor” elde eder.Öyleyse insan, eşi dahil, başkalarına karşı sevgi ve saygı gösterirken sonuçta kendi huzur ve sükununu ve kendi güven ve kendi konforunu elde etmeye hizmet ediyor demektir.
Hemen hatırlatalım ki “selamlaşma”; karşılaştığımız insan hakkında gönülden “iyi
dilekte” bulunmak ve bunu ona duyuracak şekilde açığa vurmaktır.
Gönülden yapılan bu iyi dilek, karşı tarafa duyurulunca onun gönlünde olumlu duyguya, o da sevgi ve saygıya, o da dünya ve ahirette cennete.. yol açacaktır.
Yine hatırlatalım ki, süreye adını veren “ma‘un”; komşudan komşuya, arkadaştan arkadaşa “ödünç ekmek”, “ödünç tuz”, “ödünç kap”, “ödünç kağıt ve kalem” gibi, “küçük” ama “gönül” yapan “yardım”lardır.
İnsan yüreği o kadar alçak gönüllü ki o gönülden duyulan “iyi dileği” duymakla da kazanılır; “ödünç” verilen “bir miktar tuz”la da!
O yürek ayni zamanda o kadar kırılgan ki, karşılaştığı kimsenin “asık suratı” da onu incitir; sakınılan “bir silgi” de!
Görülüyor ki; “sevgi” ve “saygı”ya dayalı “huzurlu” ve “konforlu” ortamı oluşturarak yaşadığımız dünyayı “cennet”e çevirmek de elimizde; aksine davranışla yaşadığımız dünyayı “cehennem”e çevirmek de.
Bu arada, bu ve benzeri öğretilerin kazanımı olarak kültürümüze mal olmuş bir değeri hatırlayalım:
Her geçeni Hızır bil; her geceni Kadir bil!
Açıktır ki “her geçeni Hızır bilme” anlayışı, ayırım yapmadan her insana verilen değeri; “her geceyi Kadir bilme” anlayışı, zamana verilen değeri anlatır.İnsana, “Tanrı’ya en yakın kul”u sembolize eden “Hızır” gözüyle bakmak, her halde, başka kültürlerde karşılığı kolay kolay bulunamayacak anlam ve değerde bir anlayış olsa gerektir.
Burada hemen Mevlana’yı hatırlayabiliriz. O, “söz”lerin birer “tohum” olduklarını; tohum ekilsin de bitmesin, bunun genelde görülmüş bir şey olmadığını; ekilen tohumun yerden bittiği gibi sözlerin de toplumda yeşereceğini; toplumun iyiliklerle dolması isteniyorsa, kötü sözlerden sakınılması ve konuşurken iyi sözler seçilmesi gerektiğini.. anlatıyor.
Bu anlamda, Hz. Peygamberin şu sözü ne kadar anlamlı:
“Allah’a ve Ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya sussun!” (Buhari, Sahih, Edeb, 31; Müslim, Sahih, İman, 74) Rhanda Byrne’nin yazdığı The Secret (Sır) adlı küçük kitabında, yaşadığı tecrübeyle ulaştığı bir “sırr”ı şöyle açıklıyor:
İnsanın hayatına yön veren onun, duygu ve düşünceleridir. “İyi” şeyler düşünenler hayatta “iyi” şeylerle karşılaşırlar; “kötü” şeyler düşünenler, “kötü” şeylerle!
Karşılaştığı insana “Hızır” gözüyle bakan, dünyanın “Hızır”larla dolmasını istiyor demektir; Karşılaştığı insana “Hınzır” gözüyle bakan da farkında olmadan dünyanın “Hınzır”larda dolmasını istiyor demektir.
Gazali, İhya’sının, “Arkadaşlık Adabı” bahsinde, “Hadis” diye bir söz nakleder: “Halkın dili; Hakkın kalemidir!”
Bu söz, belki bir Hadis değil, ama, anlamı muhteşem!
Allah, çok değer vererek yarattığı insanın sadece davranışlarını değil; her sözünü bile ciddiye alıyor ve onu hayata geçiriyor. Tabii faydası da zararı da sözün sahibine dönmek üzere!
İnsan bütün bu “iyi” şeyleri de “kötü” şeyleri de, onlarca yıl bağımlı olarak yaşamak durumunda olduğu “aile” ortamında elde eder.
İşte, ailenin önemini haykıran başka bir gerekçe daha!
Dolayısıyla, eşi dahil başkalarına karşı sevgide ve saygıda kusur eden insan, kendi huzur ve sükununa, kendi güven ve konforuna kendi eliyle zarar veriyor demektir.
Selamlaşmayla ilgili bir Peygamber öğretisi bu noktayı güzel açıklar:
“Cennete giremezsiniz; iman etmedikçe. İman etmiş olamazsınız; birbirinizi sevmedikçe.
– Size bir şey öğreteyim mi ki onu yaparsanız birbirinizi seversiniz?
– Aranızda selamlaşmayı yaygınlaştırınız!” Müslim, Sahih, İman, 93)
Bu noktada bir Kur’an öğretisini hatırlayabiliriz:
“O kimselerin vay haline! Ki onlar, kıldıkları namazları ciddiye almazlar; her şeyi gösteriş ve övülmek için yaparlar; başkalarına yapılacak en küçük yardımı bile engellerler.” (Ma‘un, 107/4-7)
3. Eşler ve çocuklar, Kur’an’da, “göz aydınlığı nimetler” olarak anılır
İnsan için eş, adeta kendi kişiliğini tamamlayan “bütünün öbür yarısı” gibidir.
İnsan için ana-baba başta olmak üzere yakınları çok önemlidir. Onları sevmek, saymak, aramak, sormak, onlarla ilgilenmek; onların, varsa ihtiyaçlarını karşılamak.. insanlık borcudur; iman borcudur.
İnsanın eşinin yeri ise daha farklıdır. İnsan eşiyle sadece ilgilenmez; onunla varını-yoğunu paylaşır; hayatı paylaşır.
İnsan için, kendisinden bir parça olan çocuğunun da yeri ayrıdır: Yemez yedirir; giymez giydirir; onun için uykusunu bile feda eder.
İnsan için, onların bir parçası olduğu ana ve babasının da yeri ayrıdır: Onlar muhtaç ve mecbur olmadıkça çocuklarından ilgi ve sevgiden başka “maddi” hiçbir şey beklemezler. Evlat ise onların ihtiyaçları olup olmadığını gözetler; varsa ihtiyaçlarını, hatta onlara sezdirmeden karşılar.
Bütün bunlar tamam. Ama, insan, eşi, çocuğu, ana ve babası hakkında ilişkisini sadece bu çerçevede görmez. Ana-baba olarak çocuğa; evlat olarak ana-babaya; eş olarak eşine neler borçlu olduğunu hiç gözünün önünden ayırmaz ve onlara olan “minnet” borcunu, hatta, onlara sezdirmeden ödemeye çalışır.
“Ödeme” kelimesi burada çok “kaba” duruyor. Ödemek ne kelime, gerçek evlat, gerçek ana-baba, gerçek eş.. eşine, ana-babasına, çocuğuna.. nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmayı, yaşantısının “nefes” alma-verme mertebesinde bir parçası olarak algılar ve öyle yaşar.
Bu ve benzeri algılama ve yaşantı ile insan sadece karşısındakinin ihtiyacını karşılamakla kalmaz; kendi temel ihtiyaçlarını da karşılamış; onun “hazz”ına ermiş olur. Bu da onun doğuştan getirdiği özelliklerinin ve sorumluluğunun gelişmesini sağlamaya katkıda bulunur.
Ayette ne güzel buyurulmuş:
“Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizin ve çocuklarımızın bizler için gözümüzün nüru, gönlümüzün neşe kaynağı olmalarını sağla! Bizleri Senin bilincinde olanların en başında kıl!’ diye dua edenlerdir.” (Kur’an, Furkan, 25/74) İnsan çevresi ile uyumlu olmayı “aile”sinden öğrenir. Ailesi içinde uyumlu olan kendi içinde uyumlu olur. Kendisiyle ve ailesiyle barışık olan, çevresiyle barışık olur. Bütün bu barışıklıklar, insanı, Tanrısıyla barışık hale getirir.
Peygamberimiz ne güzel buyurmuş:
“En hayırlınız başkalarıyla iyi ilişkiler içinde olan ve kendisiyle iyi ilişkiler kurulabilendir. Çevresiyle uyumsuz-geçimsiz kimselerde hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/400) 4- Canlılar dünyasında yeni dünyaya gelenler arasında hayatta tutunması en zor olanı “insan yavrusu” yani “çocuk”tur.
Buraya kadarki sunuşumuzda gördük ki, canlılar dünyasında yeni doğanlar arasında hayata tutunması en zor olanı “insan yavrusu” yani “çocuk”tur. Özelde çocuğun, genelde insanın, hayata tutunabilmesi için “uzun yılları” alan bir “barınma”, “beslenme” ve “korunma”.. “desteği”ne ihtiyaç vardır. Bebeği sarıp sarmalayacak, bağrına basacak, emzirecek, barındıracak ve koruyacak bir anne ve babası veya anne-babanın bu desteklerini ona sağlayacak özellikte birisi mesela bir “sütanne”si olmadan bir çocuğun yaşama şansı yoktur.
Çocuğun ihtiyacı olan bu desteğin ona sunulabileceği ortam ise “aile” ortamıdır. Aile ortamında sevgi dolu anne, şefkat dolu baba vardır. Bazı ailelerde, anne ve babadan başka muhtemelen büyük anne ve büyük baba da vardır. Çocuk ilk değilse, kardeş de vardır. Bu ortam, çocuğun hayata tutunmak, sonra da doğuştan sahip olduğu özelliklerini geliştirmek için en uygun bir ortamdır.
Kur’an bu gerçeğe veciz bir şekilde işaret eder:
“Ve Allah sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiç bir şey bilmiyordunuz. Sizin işitme, görme ve duyma yeteneklerinizi geliştirdi. Şükredesiniz diye.
“Görmediler mi baksalar a kuşlara: Onlar gökte uçarlarken onları Allah’tan başka tutan kim?Elbette bunda iman edecekler için çok ayetler var.
“Allah size evlerinizden bir barınak yaptı ve hayvanların derilerinden size gerek göç günlerinizde gerek yerleşik günlerinizde taşıyabileceğiniz hafif evler ve yünlerinden, yapağılarından, kıllarından belli bir süre (giyinecek, kuşanacak, serilecek, döşenecek) ev ve ticaret eşyası yaptı.
“Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve sizin içi dağlardan siperler yaptı. Sizi sıcaktan – soğuktan ve savaşta koruyacak giysiler yaptı. Böylece üzerinizde olan nimetini tamamlayacak ki siz halis Müslümanlar olup barış yayasınız, diye. (Nahl, 16/78-81) Dikkat edilirse, bu ayetlerde, araya kuşların hayatı da bir örnek olarak verilerek insanoğlunun hayata tutunmak için muhtaç olduğu, başta aile yuvası, şartlara ve ihtiyaçlara işaret edilmektedir.
Basit bir gözlem bize şunu gösteriyor ki canlılar içinde tüysüz teleksiz/çıplak olarak doğan yalnız “insan yavrusu” yani “çocuk”tur.
Basit canlılar hayata çok kolay tutunur; yaşar giderler.
Canlılarda gelişmişlik arttıkça hayata tutunma şartları da ağırlaşarak değişir.
İnsan, canlı türlerinin en gelişmişi olduğu için, onun hayata tutunma şartları da o ölçüde ağır ve çeşitlidir:Her şeyden önce, bebek, hiçbir canlı türü için söz konusu olmayan şekilde sarılıp sarmalanacaktır. Kundak, beşik, karyola, yatak odası.. gibi kendisine uygun barınma-yaşama yeri ona kendisinden başkası tarafından sunulacaktır.
Başlangıç yıllarında emzirilerek beslenecek; her yaşta birileriyle dayanışmaya ve/veya işbölümüne ihtiyaç duyacaktır. “Yalnızlık” ise hiçbir yaşta insan için değildir.İnsan, başta ana-baba ve kendisinden ibaret küçük bir topluluk/aile içine doğacak; sonra akraba çevresiyle, mahallesi sakinleriyle, kentinde yaşayanlarla ve ülkesi vatandaşlarıyla hatta dünya insanlarıyla hayatı paylaşacaktır: “Dayanışma” içine girerek; “işbölümü” yaparak!
Doğan çocuk bebek haliyle tabiat şartlarına karşı korunmasızdır. Doğan çocuk korunmaya muhtaçtır. Kendisini koruyamaz. Onu ana ve/veya babası yahut onların fonksiyonunu yüklenen “sütanne” benzeri birileri koruyacaktır.
Daha önce birkaç kere ifade ettiğimiz gibi bu durum çocuk için bir olumsuzluktur. Çünkü kendi kendine hayata tutunma şansı yoktur. Ama, başka açıdan bakınca görüyoruz ki bu durum çocuk için artı bir özelliktir: O, kendisi için önceden hazırlanan ortamda sevenleri tarafından beklenmekte ve karşılanmaktadır.
İnsan için geneli ve normali budur.Afet şartlarında veya insanların uyması gereken kurallar gözetilmeden dünyaya getirilen şanssız çocuk, genel durumun istisnasıdır. O durumda bile “masum/günahsız” bilinen bebek, onun varlığından haberdar olan diğer insanlar tarafından, her şartta korunmaya alınarak barındırılmakta; yetiştirilmektedir.
Bu durumda, bir kere daha fark ediyoruz ki çocuk için/insan için, aile yuvası, sırf maddi anlamda bile, “olmazsa olmaz” mertebede “gerekli” ve o ölçüde “önemli” bir kurumdur.
5- Çocuğun bu hayati ihtiyacını karşılayacak “sıcak aile yuvası”nın sıcaklığı “meveddet/derin saygı ve sevgi”den gelir
İnsan, “sevgi”nin ürünüdür: Allah insanı sevdi de yarattı.Çocuk da “sevgi” ürünüdür.Sadece “insan” ve sadece “çocuk” değil; bütün varlıklar “sevgi”nin ürünüdür: Allah,Evreni, sevdi de yarattı.Evrendeki düzen sevgiyle korunur; düşmanlıkla bozulur.Onun içindir ki “sevgi” dolu kalpte “iman” rahat eder. “kin” dolu kalpte ise “iman” huzursuz olur.
Yunus’un:
“Ben gelmedim davi için; ben gelmişem sevi için”dediği gibi insan bu dünyaya “barış” için gelir; “dostluk” için gelir; düşmanlık için, kavga için değil!Allah katında “Hak Din”in “İslam” olmasının anlamı budur.Yüce Allah’ın, ilk insana öğrettiği din de anlam olarak “İslam” adını taşır; Son Peygamber vasıtasıyla öğrettiği din de.
“İslam” adı “silm” kökünden gelir ve bu sözcük, “barış” anlamına gelmektedir ve “İslam”, “Barış”; “İslam Dini”, “Barış Dini” demektir. Ayrı ırklarla, ayrı inançlarla, “barış” içinde yaşamak Allah katında tek “Hak” dinin insanlardan istediğidir. Ama, zorla değil; sınav konusu olarak. Barışa hizmet ederek sınav’ı kazanan, Dünyada da Ahirette de yaşadı, demektir.Bu uzunca tahlil, İnanan aileler için “sevgi”nin temelini anlatır.
Yaratana inanan kişi; her şeyden önce Yüce Tanrı ile barışıktır. Çünkü o başına gelenin de eline geçenin de Allah’tan gelen birer “sınav” konusu olduğunu aklından çıkarmaz ve başına gelene sabretmesini; eline geçene şükretmesini bilir. İnanan kişi, başta ana ve babası, çevresiyle ve bütün Evren’le barışıktır. Çünkü her şeyi Yaratanın “Bir” olduğunu hiçbir zaman unutmaz. Bu kimse kendisi ile de barışıktır.Kendisiyle, Evrenle ve en önemlisi Tanrıyla barışık olan kimse, Yunus’un deyişiyle “herşey”i “Yaratan”dan ötürü sevecektir:“Yaratılmışı sevdik; Yaradandan ötürü”
İnsan gönlü “sevgi” bakımından çok zengindir. O kadar O kadar engindir ki insanın sevmek istediği her şeyi sevmeye yeter.Sevgi dolu kalpte “iman” huzur ve sükun bulur. Ailenin temelini oluşturan eşler (sonra ana baba) arasına, Kur’an’ın ifadesiyle “meveddet ve rahmet” yerleştirilmiştir: Eşler, birbirlerine karşı “meveddet ve rahmet” duyguları ile doludur.
Bilindiği gibi “meveddet”, “derin dostluk ve sevgi” demektir. Rahmet de “sevgi ve şefkat” demektir.Karı-Koca birbirlerine karşı “derin dostlukla, sevgiyle ve şefkatle doludur. Eşler birbirlerini gerçek dostlar olarak severler, sayarlar, birbirlerine şefkat hisleri beslerler. Her biri diğerini mutlu etmenin yollarını arar. Ve her biri, eşinin mutlu olması ile mutlu olur. Eşinin mutsuzluğu eşini mutsuz eder; üzer.
Çocuklar; birbirlerinin karı ve kocası olan ana ve babanın bu “dostluk”, “sevgi” ve “şefkat” duygularını göre göre, yaşaya yaşaya büyüyeceğinden onlar da bu güzel duygularla dolu hale gelecek ve başta zamanı gelinde evlenmekle kendilerinin olacak eşleri, herkese karşı “dostluk”, “sevgi” ve şefkat” duyguları besleyeceklerdir.
Eşler arasına “derin dostluk” demek olan “mevedet”in yerleştirilmesi, Kur’an’da “Allah’ın ayetlerinden” olarak bildirilir: Karı koca arasında bulunan “derin dostluk” Yüce Allah’ın kudretini gösteren ayetlerden yani kanıtlardandır.Gerçekten genel olarak eşler arasında “derin dostluk, sevgi ve şefkat” vardır. Bundan mahrum olan eşler ise, istisna oluşturur.
Düşünürsek, eşler arasında dostluk ve sevginin bulunması gerçekten Allah’ın Ayetlerindendir yani ilahi mucizedir. Mucizedir, çünkü, eşler genelde kıskanç olurlar ve bu kıskançlık onların gönlünden dostluğu da sevgiyi de saygıyı da söker atar.Bu arada eş eşinden ideal ölçüde davranış, ilgi ve armağan bekler. Beklediğini bulamayınca da dünyası adeta kararır.
Ama, Allah’ın eşlerin gönlüne; “kıskançlık” duygusunu dengeleyerek zararsız hale getirecek, “ideal” beklentilerini yumuşatarak anlayışa dönüştürecek “derin dostluk/ meveddet” duygusunu yerleştirmiş olması, eşler arasında sarsılmaz sevgi ve güven duygularının yeşermesine ve pekişmesine yol açar. Artık eşler eşinden “beklenti” içinde olmaktan çok kendisi eşine “neyi nasıl versin ki onu daha çok mutlu etsin” özeni ve çabası içine girer.
Bu öyle bir psikolojidir ki, paylaşılacak şey belki değişmeyecek ama bu duygu sayesinde “tükenmez” hatta “hep artar” hale gelecektir.Bunu bir örnekle açmakta yarar var:Çok susamış iki kişi, hiç beklemedikleri zamanda ve yerde bir içim su bulmuştur.Bu iki kişi iki ayrı psikolojik yaklaşım içinde bu suyu paylaşabilirler:
a) “Arkadaşım bu suyu bana bıraksa da hepsini ben içsem? Zaten su ancak bir içimlik! İkimiz bölüşsek hiç birimizi kandırmaz. Hepsini ona bıraksam ben susuzluktan ölürüm”, yaklaşımı.
b) “Ben bu suyu arkadaşıma vereyim, hepsini o içsin. Çünkü su ancak bir içimlik. İkimiz bölüşsek hiç birimiz kandırmaz.. Hepsini ben içmeye kalkışsam aramızda kavga çıkar. En iyisi hepsini o içsin.” yaklaşımı.
Sonuçta su iki kişi arasında yarı yarıya bölüşülecektir, ama:Birinci yaklaşıma göre bölüşüldüğünde, açıktır ki, eldeki su, hiç birini kandırmamakbir yana, aralarında, hiç su içmemiş kadar gergin ve ateşi yükselten duygu içindebölüşülmüş olacak ve su hiç birini hiçbir ölçüde tatmin etmeyecektir.İkinci psikolojik yaklaşım içinde bölüşüldüğü takdirde ise, her biri suyun tamamınıarkadaşına bırakacak fedakarlık duygu taşıdığından, bir içim suyun yarısını bu duyguyla içmek, ona, suya kandıracak duygu ve tatmini verecektir.
Daha basit söylersek, “hepsi arkadaşımın olsun” duygusuyla bölüşmek ile “hepsi benim olsun” duygusu ile bölüşmek, bölüşülecek şeyin pratikte yarı yarıya eşit bölüşümü ile sonuçlanacak ama “hepsi arkadaşımın olsun” duygusuyla yapılan bölüşüm, bölüşülen şeye tükenmez “bereket” ve bölüşen taraflara da doyumsuz “tatmin” verecektir. İşte, Yüce Yaratanın eşler arasına koyduğu o “meveddet” o “derin dostluk” öyle bir duygudur ki, eşler “hep eşinden bir şeyler bekleme” duygusu içinde bocalamak yerine; “hep eşine bir şeyler verme fırsatını kollama” duygusu içinde “sevgi” dolu, “saygı” dolu” “fedakarlık” dolu “doyumlu” bir psikoloji içinde “huzurlu” ve “mutlu” olarak yaşayacaktır.
Sonuçta, eşlerin birbirinden bekledikleri ve alabildikleri; birbirine vermek istedikleri ve verebildikleri pratikte pek değişmeyecek ama bölüşülen şeyler psikolojik olarak her ikisini de “tatmin” edeceğinden her ikisi de “huzurlu” ve “mutlu” olacaklardır.Uygulaması, eşler arasında hayata geçecek “paylaşma” ile ilgili bu “psikolojik yaklaşım” onlardan meydana gelen ve onları örnek alan çocukları vasıtasıyla bütün topluma, giderek insanlığa mal olabilecektir.
İşte, “aile”nin, insanlık için önemini ortaya koyan başka bir sebep daha!
Hatırlayalım ki ilk insanın iki çocuğu “Habil” ve “Kabil” kardeşler arasında, birinin diğerini öldürmesiyle sonuçlanan “anlaşmazlık” az önce sözünü ettiğimiz olumsuz “psikolojik yaklaşım” sonucu ortaya çıkmıştır:
“Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini doğru olarak anlat: Onlar birer kurban sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş ötekine kıskançlık yüzünden) ‘Ne olursa olsun ben seni öldüreceğim’ dedi. Öbürü de ‘Allah ancak sakınanlarınkini kabul eder’ dedi ve (ve ekledi):
“’And olsun ki eğer sen, beni öldürmek için elini kaldıracak olursan, ben seni öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben bütün varlıkların Rabbı olan Allah’tan korkarım.’
“Çünkü ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin de öylece cehennemlik olasın. İşte, zalimlerin cezası budur.
“Bunun üzerine o, benliğine uyarak kardeşini öldürdü. Böylece kendisine yazık etti.
“Bunun üzerine Allah bir karga gönderdi. Karga, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşiyordu. Dedi: ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da mı olamadım? Kardeşimin ölüsünü gömmek de mi elimden gelmezdi.’ Artık o ettiğine yanıyordu.
“İşte bunun için İsrailoğullarına şunu yasadık: ‘Her kim bir kimseyi haksız yere öldürecek olursa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir kimsenin canını kurtaracak olursa bütün insanların canını kurtarmış gibi olur..” (Kur’an, Maide, 5/27-32)
Dikkat edilirse bu çok önemli olayda bir insan psikolojisi açığa vurulmaktadır: “Ben haklıyım” psikolojisi. “Haksız olduğunu görse bile haklı olanı ortadan kaldırma” psikolojisi.
İki kişi tepede bir canlı görür. Biri:
– Kocaman kartal, der. Öbürü:
– Hayır, keçi! Der. Derken, birazdan o canlı havalanır ve uçar. Saha önce “Keçi!” diyen diretir:
– Uçsa da keçi, kaçsa da!
İşin özü, “haklı” olmanın peşinden koşmak değil; “hakkın” peşinden koşmaktır!İşte, “eş”ler arasındaki “sevgi”nin kaynağı o “meveddet”, o “derin dostluk”, her iki tarafa, “kendi”nden önce “eşi”ni düşünme duygusu veren “yüksek duygu”dur.O “yüksek duygu”nun bittiği yerde, “sen-ben” kavgasına girmek yerine “iki olgun insan” olarak ortaklığı bitirmek, yani “boşanmak”tır.Ancak, boşanmanın; Allah’ın hiç hoşlanmadığı bir fiil olduğunu akıldan çıkarmadan, boşanmayı “son çare” olarak görmek; mümkünse “”eşler” arasında bulunması gereken o “meveddet”i, o “derin dostluğu” yeniden yeşertme gayretini gösterdikten sonra “olmuyorsa”o zaman “boşanma” yoluna gitmek.
Unutmamak gerek ki, Medeni dünyadaki “Aile Mahkemeleri”nin fonksiyonu da buna yardımcı olabildiği ölçüde başarılı olabilir. Mahkemelerin normal fonksiyonu “haklı”yı “haksız”ı ayırmakken Aile Mahkemelerinin fonksiyonu, eski dostluğu yeniden kurmanın yollarını aramaktır.Bu yollardan biri de elbette ki taraflara “haksız” oldukları durumu göstermek olacaktır ama bu, sadece “eski dostluğu” yeniden kurmanın yollarından biridir; temel fonksiyon değil. Çünkü “haklı”yı “haksız”ı ortaya koymakla iş bitmiyor; taraflar yeniden “dost” olarak yaşamaya götürülebiliyor mu? Aile Mahkemeleri için önemli olan hedef o.
SONUÇ
İnsan, Kâinat ağacının meyvesidir.
Kâinat, insanla anlam bulur.
Tanrı Buyruğunu okumak-anlamak da insanın işi; Kâinat Kitabını okumak-anlamak da!
İnsan, Tanrı Buyruğunu okumakla,
– Nereden geldiğini,
– Nereye gitmekte olduğunuöğrenir;
– Ben kimim?
– Beni Kim Yarattı?
– Niçin Yarattı?
– İşim-Ödevim nedir?
– Sonum ne olacak?sorularına cevap bulur.
Kâinat Kitabını okumakla, Kâinatı meydana getiren varlıkları ve eşyayı tanır; – Cansızlar alemini oluşturan maddelerin “atom” yapısını,
– Canlılar dünyasının “hücre” yapısını,
– Eşyanın “fizik” ve ”kimya” özelliklerini öğrenir.Bu bilgiler insana, onları Yaratanın “İlmi”ni, “Sanatı”nı, “Kudreti”ni daha yakından
tanımasını sağlar. Tanrı’ya olan saygı, sevgi ve bağlılığı artar; O’na saygısı, hayranlığa dönüşür.Eşyadan alaşımlar, bileşikler elde eder; onlardan tekerlekten motora, aletler, arabadanuzay gemisine, araçlar yaparak onları, Kâinatı keşfetme ve hayatını kolaylaştırma yolunda kullanır; “insan” olarak yaratılmanın keyfini sürerken Tanrısına şükreder.
Bu şartlarda yaşayan eşler, bu dünyaya davet ettikleri insanlara/çocuklarına, bir yandan yaşayacakları fizik ortamı hazırlarken öbür yandan onlarla bu kazanımlarını paylaşır; kazanımları, onlar aracılığıyla gelecek kuşaklara aktarır.
İnsan için “aile” olmasaydı, her halde, bunlardan hiçbiri olamazdı.
Her şeyi en güzel tasarlayan ve en güzel yaratan Yüce Tanrı’ya, Allah Teala’ya hamd olsun.