Kadın’ın Gerçek Değeri
Zeynep Sema Atlan
Peygamberleri, Kur-an’ı Kerim’i ve diğer bütün semavi kitapları kibirlenerek inkar eden toplumlar, insanlık, yaratılış ve kainattaki Allah’ın kurmuş olduğu düzen ve İslam’la şekillendirdiği bütün konularda olduğu gibi; İslam’ın kadına her yönden vermiş olduğu hak ve değer konusunda da kendi fikirlerini öne sürerek apaçık sapıklığa düştüklerini bir kez daha göstermişlerdir.
İslamiyet’ten önce cahiliye dönemi insanlarının ilkel düşüncelerinden biri olan; kadının ikinci sınıf olduğu, birçok hak ve özgürlükten kısıtlanması gerektiği, kadının erkek karşısında güçsüz ve her yönden zayıf bir varlık olduğu inancı hala birçok toplum tarafından gelenekselleşmiş ve yaşantılarında var olan bir inançtır.
Peygamberlerimizden önce, cahiliye dönemi insanlarının kadına bakış açısını, eski Arap adetlerinde kadının yeri ve değerini, Allah’ın peygamberimiz aracılığı ile bu konuda da getirdiği düzen ve yenilikleri kısaca İslam’ın bu zihniyete verdiği cevapları birkaç örnekle kıyaslayalım:
Arapların adetlerinden biri olan kadınlar için miras konusu, bazı topluluklarda da gelenekselleşmiş ve kabullenilen bir düşünceydi;
“Kadının miras almaya hakkı yoktur, kadın, babasının ve eşinin ölümünden sonra kendisi başkalarına miras olarak geçebilir.” Benzerleri olan bu düşünceye Kur-an’ı Kerim’in cevabı şudur:
“Ana babanın ve yakınların bıraktıklarına, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar az ya da çok belirli bir hissedir.”
“Kadının ibadeti kabul olmadığı için daha doğrusu ibadetlerinin bir değeri olmadığı için kadının ibadet etmeye hatta ibadet alanına girmeye bile hakkı yoktur. Çünkü kadın eksik bir varlıktır.” Kur-an’ı Kerim’de şöyle buyrulur:
“Kadın erkek iman etmiş olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeliyle ödeyeceğiz.” (Nah-97)
Eski Arap adetlerinden biri olan ve peygamberimiz(s.a.a)in yıkıp ortadan kaldırdığı kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri vahşeti Kur-an’ı Kerim’de şöyle geçer:
“Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!” (Nah-58-59)
Yine cahiliye ve bazı toplumların yıkamadıkları düşünce:
“Kadının babası ve çocukları ile olan tek ilişki kan bağıdır. Babasının çocuğu ve kendi çocuğunun annesi değildir. Kadının çocukları babasının torunları olamaz. Bu cehaletin karşısında, özellikle de bazı Müslüman topluluklar için en güzel cevap peygamberimiz(s.a.a) ve O’nun tertemiz soyunu sürdüren, Hz. Fatıma(s.a)dan olan torunlarıdır. Bunun kanıtı da Peygamberimiz(s.a.a) ve Necran Hristiyanları arasında geçen mübahele olayıdır:
Necran Hristiyanlarının din adamları Peygamberimiz(s.a.a)ile Hz. İsa hakkında tartışmaya girdiler. Peygamberimiz(s.a.a)in delillerini kabul etmediler ve iki tarafta Allahın huzurunda mübahele yapmaya karar verdiler. Peygamberimiz (s.a.a.) lanetleşmeye giderken yanında sadece kadınlardan Hz. Fatıma (s.a), oğullardan Hasan ve Hüseyin(a.s)i, kendi olarak da Harun’un Musa yanındaki değerine eş değerde olan kardeşi Ali (a.s.)’ı çağırdı. Bu olay Kur-an’ı Kerim’de şöyle geçer:
“Şüphesiz, Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. O’nu topraktan yarattı sonrada O’na: “Ol!” dedi, O’da oluverdi. Gerçek Rabbinden gelendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışmaya kalkarsa, deki; “ Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, Kendimizi ve kendinizi çağıralım sonra dua edelimde Allahın lanetini yalan söyleyenlerin üzerine kılalım. ” (Al-i İmran 59-61)
Bu ayet Hz. Hasan ve Hüseyin (a.s.)’ın Peygamber(s.a.a)in oğulları ve torunları olduğuna, Hz. İsa (a.s)’ın Meryem’den olduğu gibi Peygamber(s.a.a)in soyunun da Hz. Fatıma’dan olduğunun apaçık delilidir.