Hz. Âdem (A.S)’In Masumiyeti
Musa Aydın
Soru: Peygamberlerin masumiyetine karşı olan kimselerin en çok ileri sürdükleri delillerin başında, Hz. Âdem'le ilgili olay gelmektedir. Eğer bu konuda mektebimizin görüşünü geniş bir şekilde açıklarsanız, bizi memnun edersiniz.
Cevap: Evet, sizin de belirttiğiniz gibi masumiyet karşıtlarının kendilerine en çok dayanak yaptıkları şeylerin başında, Hz. Âdem'in nehyedilen ağaçtan yemesi ve bu olayla ilgili ayetler ve o ayetlerde bulunan birtakım tabirlerin zahiridir. Dolayısıyla bu konuyu en ince ayrıntılarına kadar (özellikle bu konudaki Kur'an ayetlerini dikkate alarak) işlememiz gerekir ki artık ellerinde hiçbir bahane kalmasın. Hz. Âdem'in nehyedildiği ağaç olayı ve ondan yedikten sonra gelişen ayrıntılar, Kur'ân'ın üç suresinde beyan edilmiştir. Bu yüzden biz önce bu ayetlerin mealini aktarıp daha sonra onların tahliline geçeceğiz. Bakara, A'râf ve Tâhâ surelerinde geçen ayetlerin meali sırasıyla şöyledir:
Bakara suresi:
* Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennete[1] yerleşin ve ondan (onun nimetlerinden) dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz."
* Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan (cennetten) kaydırdı, içinde bulundukları (nimet ve rahatlık ortamın)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak (yeryüzüne) inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir yerleşme yeri ve faydalanma vesile(ler)i vardır." dedik.
* Derken Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tövbe etti. O da) tövbesini kabul buyurdu. Muhakkak O, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." (Bakara, 35-36-37)
A'râf suresi:
* (Sonra Allah, Âdem'e hitap etti): "Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz."
* Derken şeytan onların gizli kalan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese etti ve şöyle dedi: "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf (bu ağaçtan yiyerek) ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olmayasınız diye sizi şu ağaçtan men etti."
* (Şeytan ardından da) onlara: "Elbette ben size öğüt verenlerdenim." diye de yemin etti.
* Böylece onları aldatarak (bulundukları makam ve mevkiden) aşağı indirdi. Ağacı(n meyvesini) tadınca, ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp onlarla üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?"
* Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen, muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!"
* (Allah) buyurdu: "Birbirinize düşman olarak inin (şeytan sizin düşmanınız, siz de onun); orada belirli bir vakte kadar sizin için bir yerleşme yeri ve faydalanma vesile(ler)i vardır." (A'râf, 19 ilâ 24)
Tâhâ suresi:
* "Doğrusu bundan önce Âdem'den (bu ağaçtan yeme diye) söz almıştık, fakat o unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık.
* Bizim meleklere (hitap ederek) "Âdem için secde edin" dediğimizi hatırla. İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti.
* Biz de (Âdem'e) şöyle demiştik: "Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra sıkıntı çeker ve perişanlığa müptelâ olursun."
* "Doğrusu (cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın."
* "Ve sen orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağından etkilenirsin."
* Nihayet şeytan ona vesvese verdi ve şöyle dedi: "Ey Âdem! Sana sonsuzluk (hayatının) ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?"
* Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı-hüsrana uğradı.
* Sonra Rabbi, onu seçti de tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi.
* (Allah onlara) şöyle buyurdu: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan (cennetten) inin. Artık benden size bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa işte o, sapıklığa düşmez ve zahmet ve sıkıntıya müptelâ olmaz." (Tâhâ, 115 ilâ 123)
Ayetlerin mealini verdikten sonra şimdi bu ayetlerdeki bazı cümleler ve tabirler hakkında söz konusu olan sorulara değinip sırasıyla cevaplamaya çalışacağız:
1- "Bu ağaca yaklaşmayın" cümlesindeki nehiy ne türlü bir nehiydi?
2- Şeytanın Âdem ve eşine yaptığı vesveseden maksat nedir?
3- "Şeytan o ikisinin ayağını kaydırdı" cümlesinde kastedilen nedir?
4- "Âdem Rabbinin emrinden çıktı ve şaşırdı" cümlesinde "emirden çıkma ve şaşırma"dan maksat, bizim bildiğimiz günah değil mi? Değilse, bunu nasıl açıklayacağız?
5- Hz. Âdem'in "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" cümlesinin anlamı nedir?
6- "Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tövbe etti. O da) tövbesini kabul etti" buyuruyor. Tövbe bir günahın yapıldığına işaret değil mi?
7- "Eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen.." cümlesi, bir günahın yapıldığını ve dolayısıyla bunun bağışlanmasına yönelik bir talep olduğunu göstermiyor mu?
8- Tâhâ suresinin 115. ayetinde Hz. Âdem'e verdiği sözü unuttuğu ve azimli davranmadığı vurgulanmaktadır. Bunu nasıl izah edeceksiniz?
Şimdi Allah'ın lütuf ve yardımıyla bu soruları birer birer cevaplamaya çalışacağız. Sonuçta görülecek ki öyle zannedildiği gibi Hz. Âdem'e isnat edilen ve İlâhî cezayı hak ettiren bir günah asla söz konusu değildir.
"Bu ağaca yaklaşmayın" cümlesindeki nehiy ne türlü bir nehiydi?
Cevap: Emir ve nehiyler iki türlüdür:
- Mevlevî Emir ve Nehiy
b) İrşadî Emir ve Nehiy.
Mevlevî Emir ve Nehiy: Emredenin emir veya nehyinde, sahip olduğu mevlâlık ve sulta statüsünü işe katarak emrine veya nehyine kesin bir şekilde itaat edilmesini istediği ve dolayısıyla yerine getirildiğinde sevabın, muhalefet edildiğinde ise cezanın hak edildiği emir ve nehye denir. Kısacası yasa ve kanun niteliğindeki emirler.
İrşadî Emir ve Nehiy: Emredenin emir veya nehyinde mevlâlık statüsünü işe katmadan, sadece müşfik bir nasihatçi ve irşatçı olarak muhatabının mutluluğunu ve zorluklara düşmemesini hedeflediği, yapıp yapmamayı onun seçimine bıraktığı ve emir ve tavsiyesinin yanında yapılacak muhalefetin kendisinden dolayı değil, fiilin kendisinden kaynaklanacak sıkıntı ve sonuçları hatırlattığı emir ve nehye denir. Başka bir tabirle; amellerin ve fiillerin kendi tabiatında her hâlükârda (ve faili kim olursa olsun) bırakacağı birtakım sonuçları vardır. Mevlâ, o sonuçlardan haberdar olduğu için, insana (onu uyarma maksadıyla) bu olumlu veya olumsuz sonuçları hatırlatmakta ve kendisine dikkat etmesini öğütlemektedir. Ama her hâlükârda o fiili yerine getirmek veya getirmemek hususunda onu serbest bırakmaktadır. Dolayısıyla, mevlânın nasihat ve öğüdüne uyduğu takdirde o fiilin olumsuz sonuçlarından korunacaktır; yaptığında ise onun olumsuz sonuçlarına müptelâ olacaktır. Özetle; tavsiye niteliğindeki kararlar.
Konunun daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim: Bir doktor hastasını muayene ettikten sonra, ona birtakım ilâçları kullanmasını ve gerektiğinde birtakım perhizler uygulamasını öneriyor. Şimdi eğer hasta doktorunun tavsiye ve emirlerine uyarsa, tabiî olarak sağlığına kavuşacak. Ama onun tavsiye ve irşatlarına muhalefet ederse, yine tabiî olarak hastalığı devam edecek ve bunun sonuçlarına katlanma durumunda kalacaktır. Ama burada doktorun şahsına yönelik bir durum (saygısızlık vb.) söz konusu değildir. Zira doktorun hedefi ona nasihatte bulunmaktı. Dolayısıyla bunun olumlu veya olumsuz sonuçları sadece hastanın kendisini ilgilendirmektedir.
Yaratıcının da emir ve nehiyleri aynı şekilde mevlevî ve irşâdî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mevlevî olanları Allah'ın mevlâlık statüsüne dayanarak ettiği emir ve nehiylerdir. Dolayısıyla uhrevî mükâfat ve cezayı da hak ettirmektedirler. İrşadî olanları ise, sadece irşat ve nasihat özelliğini taşıyan, insanın yapıp yapmamakta serbest olduğu, dolayısıyla sadece dünyevî sonuçları olan ve ahirette sevabı veya cezası bulunmayan emir ve nehiylerdir.
Bu açıklamadan sonra şimdi konumuza dönecek olursak, Hz. Âdem'in söz konusu ağaçtan sakınmasına yönelik olan nehiy, nasihat niteliği taşıyan irşadî bir nehiydi, mevlevî değil. Kur'an'da bu konuda geçen ayetlerdeki karineler de bunu göstermektedir. Dolayısıyla sonuç olarak Hz. Âdem, sadece yaptığı fiilin tabiî sonuçlarına katlandı, ama mevlevî bir emre muhalefette olduğu gibi, bu muhalefetinden dolayı uhrevî bir cezayı hak etmiş değildi. Şimdi ayetlerdeki bu karinelere bakalım:
1- Eğer Hz. Âdem'in muhalefeti mevlevî bir emre muhalefet olsaydı, tövbesinin ardından (ki kabul edilmişti), yaptığı fiilin olumsuz sonuçlarının (ayıp yerinin ortaya çıkması, cennetten çıkarılması, türlü zorluklara maruz kalması) da kalkması gerekirdi. Oysa tövbesine rağmen yine de bu sonuçlara katlanmak durumunda kaldı. Bu da evvelâ Allah-u Teala'nın bu nehyiyle Âdem'i o olumsuzluklardan korumak istediğinin; Âdem'in de söz konusu sonuçlara mevlâya muhalefetten dolayı değil, yapılan fiilin tabiî bir sonucu olarak katlandığının açık bir göstergesidir.
2- Özellikle Tâhâ suresindeki ayetlerdeki karineler, bu nehyin irşadî bir nehiy olduğunu ve Hz. Âdem'i birtakım olumsuz sonuçlardan ve sıkıntılardan korumayı amaçladığını göstermektedir.
"Biz de (Âdem'e) şöyle demiştik: "Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntı çeker ve perişanlığa müptelâ olursun."
"Doğrusu (cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın."
"Ve sen orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağından etkilenirsin." (Tâhâ, 17 ilâ 119)
"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntı çeker ve perişanlığa müptelâ olursun" cümlesi, açık bir şekilde yapılan nehye uymanın sonucunun "Doğrusu (cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın. Ve sen orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağından etkilenirsin" cümlelerinde beyan edilen, cennette kalmaya devam edip oradaki nimet ve mutluluğu korumaktı. Bu nehye muhalefetin sonucu ise, bu nimet ve mutluluğu kaybetmekti. Bütün bunlar, Allah-u Teala'nın mevlâlık statüsünü dikkate alarak itaati farz olan bir nehiyde bulunmadığını, maksadının sadece nasihat ve öğüt olduğunu ve muhalefet edildiğinde söz konusu cennetten (nimetlerle donatılmış bahçeden) çıkıp dünya hayatında bunun zararlarına katlanacağını göstermektedir.
3- Hz. Âdem ve eşi nehyedilen ağaçtan tadıp, ayıp yerleri ortaya çıktığında Allah-u Teala onlara şu hitapta bulundu: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?" Açıkça görüldüğü gibi bu, müşfik bir nasihatçinin hitap tarzıdır ki yaptığı nasihat ve öğüde uyulmadığını görünce dönüp, "Ben size dememiş miydim?… Sizi bundan sakındırmamış mıydım?" şeklinde muhatabına sitem etmektedir.
4- Yine Allah-u Teala, "Şeytan onların gizli kalan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese etti" cümlesiyle şeytanın vesvesesindeki amacının onların bedenlerinin çıplaklaşmasını sağlamak olduğunu ve dolayısıyla bu vesveseden, sadece yapılan fiilin tabiî bir sonucu olarak çıplaklaşma meydana geldiğini anlıyoruz; başka bir şey (mevlevî emir-nehiylere muhalefette meydana gelen Allah'tan uzaklaşma ve uhrevî cezayı hak etme gibi şeyler) değil.
5- Aynı şekilde Allah-u Teala'nın şeytanın vesvesesinin keyfiyeti hakkında naklettiği cümlelerden şeytanın iyi niyetli bir nasihatçi kılığına girerek onlara yaklaştığını ve yemin ederek, "Elbette ben size öğüt verenlerdenim (sizin hayrınızı istiyorum)" dediğini görüyoruz. Bu da, kelâm üslûplarından birazcık haberdar olan herkesin teslim edeceği gibi, Allah-u Teala'nın da Âdeme ettiği nehyin nasihat babından olduğunu göstermektedir.
Bu karinelerden, Âdem'e yönelik olan İlâhî nehyin mevlevî değil, irşadî olduğunu ve Hz. Âdem'in olumsuz sonuçlardan, zorluk ve perişanlıktan uzak kalmasını sağlama amacı taşıdığını anlıyoruz. Dolayısıyla o da bu nasihate bağlı kalmadığı için yaptığı işin tabiî sonuçlarıyla karşılaşmış ve şu İlâhî hitaba maruz kalmıştır: "Birbirinize düşman olarak inin (şeytan sizin düşmanınız, siz de onun); orada belirli bir vakte kadar sizin için bir yerleşme yeri ve faydalanma vesile(ler)i vardır." (A'râf, 19 ilâ 24) "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan (cennetten) inin." (Tâhâ, 123)
Kaldı ki şunu da bilmemizde fayda vardır ki, bazı hadislerden de anlaşıldığı üzere, Hz. Âdem'in bu nehye muhatap olduğu ortam, teklif ortamı değildi. Yani Hz. Âdem'in ve eşinin orada hiçbir şer'î ve mevlevî teklif ve görevi yoktu ki yapılan nehye muhalefet, isyan ve günah sayılsın ve uhrevî cezayı hak ettirsin. Teklif olayı, söz konusu nehye muhalefetin ve yeryüzüne inmenin ardından başlamıştır. Kur'an'ın cennet diye tabir ettiği o yer ise, Hz. Âdem ve eşi için âdeta bir talimgâh, eğitim alma ve tecrübe edinme yeriydi. Dostlarını ve düşmanlarını iyi tanımaları, itaat ve muhalefetin nasıl ve hangi sonuçlara yol açabileceği, kısacası daha bir basiret sahibi olmaları ve gelecekte üstlenecekleri sorumluluklar için hazırlandıkları bir yerdi.
Bu konuda bir kısım müfessirler tarafından bir başka cevap daha verilmiştir ki kısaca şöyledir: Günah iki kısımdır. Birincisi, herkes için geçerli olan ve yapıldığında Allah-u Teala'ya isyan sayılan günahlar. Bunlar, Allah-u Teala'nın haram kıldığı ve kesin bir dille nehyettiği şeylerdir. İkincisi ise, nispî günahlardır. Yani bazı kimseler için günah sayılmadığı hâlde, bazıları için sahip oldukları makam ve dereceye nazaran günah sayılan şeyler. Bazı fililer vardır ki özü itibariyle mubah ve caiz olan bir şeydir; ancak insanlar onu belli bir insana yakıştırmıyor ve onun bunu yapmasını yanlış buluyor ve bundan dolayı da onu kınıyor. Meselâ bir fakir yardım dilediğinde, malî durumu zayıf olan bir kimse çıkarıp örneğin bir milyon TL. ona yardımda bulunduğunda onu bu yaptığından dolayı övüyor; ancak aynı miktar yardımı, malî durumu çok yüksek olan zengin birisi yaparsa, insanlar, "Sahip olduğu servete bak, yaptığı yardıma bak diyerek!" bunu ona yakıştıramaz, onu kınarlar. Oysa yaptığı iş, özünde kötü bir iş değil; nihayetinde o da bir yardımdır. Veya meselâ huşusuz, teveccühsüz ve dağınık bir fikirle kılınan namaz, kılan kimsenin boynundan teklifi kaldırır. Ancak bir peygamber böyle bir namaz kılarsa, bu onun sahip olduğu manevî makam ve derece itibariyle ona yakışan bir durum olmadığı için kınamaya mucip bir fiildir. Hz. Âdem'in söz konusu ağaçtan yemesi de, işte böyle bir şeydir. Daha açık bir ifadeyle; Allah-u Teala, Hz. Âdem'i aziz kılmış ve ona varlıkların gerçeklerini öğretmiş, meleklerin öğretmeni yapmış ve meleklerin ona secde etmesinin emretmişti. Sonra onu cennete yerleştirip, her şeyden yemesini serbest bırakarak, belli bir ağaçtan yemesini yasaklamıştı. Böyle bir durumda o ağacın yasaklanması, kesin ve itaati farz olan bir yasak olmamakla birlikte, Hz. Âdem'e sahip olduğu o yüce makamından dolayı yakışan şey, ondan sakınmasıydı. Dolayısıyla böyle bir kimse açısından, böyle bir fiili yapmak, tövbeyi gerektiren bir nevi isyan sayılıyordu. Bu tür fillere kelâm ilminde "terk-i evlâ" (en iyi olanı terk etme) deniyor. Yani Hz. Âdem'in yaptığı, haram olmamakla birlikte yapılmamasının onun açısından daha iyi olduğu bir fiil idi. Ama sahip olduğu yüce makamından dolayı, yaptığı bu mekruh fiil ona tabiî ki pahalıya mal oldu. Bizim ayet ve hadislerden ve aklî delillerden istifadeyle, peygamberlerin masumiyeti için çizdiğimiz sınır, bütün insanlar için söz konusu olan kesin haram ve farzların ihlâliyle ilgilidir. Bu tür terk-i evlâ sayılan ve haram olmadığı hâlde yapılmaması onlara daha yakışık alan fiiller değil. Hz. Âdem de dahil diğer bazı peygamberlere isnat edilen bazı muhalefetler, hep bu türden şeylerdir, kesin bir haramı işleme veya bir farzı ihlâl etme değildir.
Şeytanın Âdem ve eşine yaptığı vesveseden ve onların ayağını kaydırmasından maksat nedir?
Cevap: Sorunun açılımı şöyledir: "Şeytan o ikisi için vesvese etti" (A'râf, 20) ve "Şeytan ona vesvese etti" (Tâhâ, 120) ayetlerinden şeytanın vesvesesinin Hz. Âdem'in nefsinde etki yaptığı anlaşılmaktadır. Bu ise Allah-u Teala'nın "(Ey şeytan) benim kullarıma senin bir sultan söz konusu olamaz. Sana uyacak olan sapıklar hariç." (Hicr, 42) ve şeytanın dilinden naklettiği "İzzetine andolsun o (insanların) hepsini aldatacağım, kullarından muhles (halis kılınmış) olanlar hariç." (Sâd, 82-83) ayetlerdeki manaya ters düşmektedir. Zira bu ayetlerde şeytanın halis kılınmış peygamberlere bir sulta ve etkisinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Peki Hz. Âdem'i nasıl etkiledi?
Bu sorunun cevabı şudur ki, muhles kullardan maksat, Allah-u Teala'nın yaratıkları arasından seçtiği kimselerdir. Zira Allah, Kur'an-ı Kerim'de bir grup peygambere işaretle şöyle buyurmaktadır:
"Onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerdir; Âdem'in evlâtlarından, Nuh ile (gemiye) bindirdiklerimizden, İbrahim ve Yakub'un zürriyetinden ve hidayet edip de seçtiğimiz kimselerden…" (Meryem, 58)
Yine bir kısım peygamberlere değinerek şöyle buyurmuştur:
"Ve o (peygamberlerin) babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden de. Biz onları seçtik ve doğru yola hidayet ettik." (En'âm, 87)
Eğer şeytanın asla etkileyemeyeceği muhles kullar, Allah'ın özel bir seçimine mazhar olan kimseler ise, Hz. Âdem söz konusu nehye muhalefet ettiği zaman henüz seçilmişlerden değildi. Zira ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Âdem Rabbinin emrinden çıktı da şaşırdı. * Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi." (Tâhâ, 121-122) Görüldüğü gibi Hz. Âdem'in seçilişi, bu olaydan sonradır. Dolayısıyla iki ayet arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir.
Şu noktayı da göz ardı etmemek lâzımdır ki, şeytanın normal insanlara etkisi onların kalplerine nüfuz etme şeklinde gerçekleşmektedir. Zira normal insanlardan bahsederken "Fî" edatı kullanarak "Yüvesvisu fî sudûr'in-nâs" (insanların göğüslerine (kalplerine) nüfuz ederek, vesvese eder) buyurmaktadır. Oysa buradaki ayetlerde "Fî" edatı yerine "Lî" ve "İlâ" edatı kullanmıştır. (A'râf, 20, Tâhâ, 121) Bu farklılıktan anlaşılan şudur ki birincisinde şeytanın vesvesesi, onların içine nüfuz edip bir nevi üzerlerine sulta kurarak gerçekleştirilir; ama burada yakınlaşma ve bir nevi uzaktan vesvese şeklindedir.
"Şeytan o ikisinin ayağını kaydırdı" cümlesinde kastedilen nedir?
Cevap: Bu tabir, Hz. Âdem'in (masumiyetle bağdaşmayan) mevlevî bir günah işlediği anlamına gelmez. Zira Hz. Âdem'in vesvesesi, olayı iyi tahlil edip ayetlerde kullanılan karineleri de dikkate alırsak, hafif bir etkilenmeydi. Bu da, nehyin irşadî olması ve kesin bir haramın söz konusu olmaması, şeytanın iyi niyetli bir nasihatçi kılığında yaklaşması, inandırıcı yeminler etmesi, Âdem'in de o güne kadar ilk defa böyle bir şeyle karşılaşması sonucunda ve insanın doğasında bulunan merak ve tamah hasletlerinin de etkisiyle olmuştur. Kısacası "ayağı kaydı" tabiri, irşadî bir nehye muhalefette de gerçekleşebilir. Zira onda da, bilâhare dünyevî de olsa bir maslahat ve mutluluğu kaçırmış olması ve birtakım zorluklara sürüklenmesi açısından ayağı kaymış ve hataya düşmüştür. Bu kadarı da, önceden de değindiğimiz gibi, peygamberler için belirlenen masumiyet sınırları dahilinde gerçekleşmiş olduğu için, onların masumiyetine bir zarar vermez. (Lütfen yazının başında masumiyet için çizdiğimiz çerçeveyi sürekli göz önünde bulundurun.)
"Âdem Rabbinin emrinden çıktı (asâ) ve şaşırdı-hüsrana uğradı (ğevâ)" cümlesinde "emirden çıkma ve şaşırma-hüsrana uğrama"dan maksat, bizim bildiğimiz günah değil mi? Değilse, bunu nasıl açıklayacağız?
Cevap: Masumiyet karşıtlarının en çok da asıldığı şey, bu iki kelimedir. Önce şunu bilmeliyiz ki, Kur'an'da kullanılan her kelimenin manası, illâ da dindar insanlar arasında yaygın olan şer'î ıstılâhlar değildir. Bazen aynı manada kullanılır, bazen ise kelimenin lügatteki manasında kullanılır. Hatta bu mana, dindarlar arasında yaygın olan bir mana olmayabilir de. Burada da durum böyledir. Yani dindar insanlar örfünde "isyan" denildiğinde, bundan günah ve kesin bir İlâhî iradeye karşı gelme anlaşılmaktadır. Ancak Kur'an'da bu kelime, bazen bu manada kullanıldığı gibi, bazen de lügatteki gibi genel bir mana olan "itaat etmeme ve yerine getirmeme" manasında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kelimeden, yapılan şeyin günah olduğu anlamını çıkarmak doğru değildir. Yapılacak şey, yapılan muhalefetin türüne bakmaktır. Eğer mevlevî ve zorunlu bir emre veya nehye muhalefet yapılmışsa, yapılan iş günah sayılır. Ama eğer yapılan muhalefet, irşâdî bir emir veya nehye muhalefet ise veya terk-i evlâ olan bir şey ise, o zaman günah sayılmaz. Hz. Âdem'in yaptığı muhalfet de, önceden de açıkladığımız üzere, irşadî bir nehye muhalefet olduğu için veya haram olmadığı hâlde sadece yapmaması onun makamına daha lâyık olduğu için günah sayılmaz. Dolayısıyla da savunduğumuz masumiyetiyle çelişmez.
Evvelâ; birçok meşhur ve otorite lügatçiye göre, "ğevâ" kelimesi kaybetmek, hüsrana ve ziyana uğramak, bozulmak demektir. (Lisan'ül-Arab -İbn-i Manzûr-, c.15, s.140) Dolayısıyla bu manaya göre ayetin anlamı şu olur: "Âdem irşadî nehye muhalefetten sonra ziyan etti, içinde bulunduğu nimetleri yitirdi, rahatlık ve huzuru bozuldu ve cennette kalma imkânını kaybetti." Görüldüğü gibi böyle mana edildiğinde, bu kelimenin de masumiyete ters düşecek bir tarafı kalmıyor.
Hatta bazılarının yaptığı gibi, biz de bunu "şaşırmak" şeklinde mana etsek bile, yine izahı mümkündür. Zira bu manaya göre, insanın doğru yolu kaybetmekle şaşkınlığa düşebileceği gibi (ki bunlar günahtan kaynaklanan şeylerdir), dünyevî hedeflerinde asıl maksadından şaşarak yanlış yapıp maslahatına ve yararına olan istikametten şaşması da kabildir ki Hz. Âdem'inki de bu türden bir şeydi. Yoksa hâşâ Kur'an, onun hak yoldan şaşıp dalalete düştüğünü söylemek istemiyor.
Merhum Allâme Tabatabaî de, "ğayy" kelimesini şöyle açıklıyor: "Ğayy, sürüden ayrı düştükten sonra şaşkın bir vaziyette ne yapacağını bilmeyen koyunun düştüğü duruma denir. Hz. Âdem (a.s) da söz konusu muhalefetin ardından, yanlışının farkına vardığında, işte böylesi bir şaşkınlığa uğramış, pişman bir hâlette ne yapacağını bilmez bir hâle gelmişti." Görüldüğü gibi bu iki kelimeden, şer'î isyan manası çıkarılacak diye bir zorunluluk yoktur ve bunları masumiyetle çelişmeyecek şekilde anlamak mümkündür.
Hz. Âdem'in "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" cümlesinin anlamı nedir?
Cevap: Zulüm lügatte "bir şeyi asıl yerine koymamak ve haddi aşmak", adalet ise "her şeyi kendi yerine konyak ve haddi aşmamak" demektir. Dolayısıyla her zulüm, günah değildir. Günah olarak nitelendirebileceğimiz olduğu gibi, böyle olmayanı da vardır. Müşfik bir nasihatçinin sözünü dinlemeyip tersini yapan veya zorunlu olmayan nehye muhalefet eden kimse de, bir anlamda kendisine zulmetmiş ve o nasihat ve nehiyden beklenen maslahat ve yararı kaçırmış ve kendisi için o konuda doğru olan yoldan mahrum kalmıştır. Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet de, bu gerçeği teyit etmektedir. Zira Nisa suresinin 110. ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük işler veya kendi nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur." Görüldüğü gibi ayet-i kerime, zulmü "ev" (veya) edatıyla kötü amele atfetmektedir. Bu da, mana ve mefhum olarak bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu gösteriyor. Eğer aynı olsalardı, ya getirilmez veya en azından "ve" edatıyla atfedilirdi. Dolayısıyla zulüm, bazen kötü amel ve günah olacağı gibi, bazen nefse zulüm ve haksızlık olmakla birlikte şer'î bir günah da olmayabilir. Dolayısıyla Hz. Âdem'in "Ey Rabbimiz biz nefsimize zulmettik" cümlesi, günaha itiraf olarak algılanmamalıdır. Çünkü günah ve kötü amel, nefsin sahip olduğu yüce makamdan düşmesi ve İlâhî sınırları çiğnemesi demektir. Ama nefse zulüm, her zaman böyle değildir. Bazen nefsin dünyevî bazı menfaatleri kaçırması ve birtakım zorluklara maruz kalması demektir. Hz. Âdem'inki de bu türdendi. Bu açıklamayla, "Bu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz" ayetindeki zulümden maksat da açık bir şekilde anlaşılmış olur.
"Âdem Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tövbe etti. O da) tövbesini kabul etti" buyuruyor. Tövbe bir günahın yapıldığına işaret değil mi?
Cevap: Tövbe lügatte dönüş anlamınadır. Eğer bu kelime Allah'a isnat edilirse, "Alâ" edatıyla kullanılır ve bundan Allah'ın rahmetiyle tövbe edene dönüşü kastedilir. Örneğin Tevbe suresinin 117. ayetinde buyuruyor ki: "Hiç şüphesiz Allah, yine Peygamber'e ve en zor saatine (döneminde) ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, tövbe etti (tövbelerini kabul edip rahmetini onlara geri çevirdi)."
Kula isnat edilirse, "İlâ" edatıyla kullanılır ve bundan, kulun yaptığından pişmanlık duyarak Rabbine dönüşü kastedilir. Örneğin Bakara suresinin 54. ayetinde şöyle buyuruyor: "Rabbinize dönün-tövbe edin ve kendinizi öldürün." Yine Maide suresinin 74. ayetinde şöyle buyuruyor: "Onlar, Allah'a dönerek tövbe ve istiğfar etmezler mi?
Mevzuumuza gelirsek, "Allah da onun (Âdem'in) tövbesini kabul edip rahmetini ona geri çevirdi." (Bakara, 37) ayetindeki tövbeden maksat, Allah-u Teala'nın yeniden Âdem ve Havva'ya rahmet ve lütfünü geri getirmesidir.
Yine "Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul edip rahmetine mahzar kıldı ve hidayet etti" ayetinde de aynı mana kastedilmiştir. Yani Allah-u Teala, Âdem'i aldığı kelimeler üzerine ona yalvarması neticesinde seçti ve o zaman rahmetiyle ona geri döndü, onu hidayet etti ve nasihatini dinlemediği için içine düştüğü şaşkınlık ve zulmetten onu kurtardı. Evet, Âdem'in tövbe ve dönüşü doğrudur, ama her tövbe ve dönüşün, illâ bir günah ve kötülükten olması gerekmez. Âdem (a.s) Rabbinin nasihatini dinlemediği için pişman oldu ve bunu kendine yakıştıramadığı için de bundan tövbe etti. Önceden değindiğimiz bir tefsire göre, bu ayetin tefsiri kolaydır. Yani bazı şeyler günah olmamakla birlikte, yüce makamlara sahip olan kimselere yakışmadığı için onlara nispet bir nevî günah sayılmaktadır. Dolayısıyla o şahsiyetlerin, bu gibi terk-i evlâ dediğimiz şeylerden tövbe etmeleri, şer'î bir günahı işledikleri anlamına gelmez; aksine onların İlâhî azamete olan geniş ilim ve yakinlerinin bir alâmeti sayılır. Bu yüzden "İyilerin iyilikleri, mukarreb kimselerin kötülüğü sayılır" denmiştir. Allah Resulü'nden de şöyle nakledilmiştir: "Benim kalbime perdeler geliyor ve ben her gün yetmiş defa Allah'a istiğfar ediyorum." (Sahih-i Müslim, c.8, s.72, İstiğfarın müstehap oluşu ve çok istiğfar etme bâbı) Açıktır ki Allah Resulü'nün bu yetmiş defa istiğfarı, (hâşâ) her gün yetmiş günah işlediği anlamına değil, Allah Resulü'nün Allah'ın azamet ve yüceliğine olan geniş ilim ve idrakinin bir göstergesidir.
"Eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen.." cümlesi, bir günahın yapıldığını ve dolayısıyla bunun bağışlanmasına yönelik bir talep olduğunu göstermiyor mu?
Cevap: "Ğafere" kökünden gelen "ğufrân", örtme ve üstünü kapama demektir. Dolayısıyla örtülen veya örtülmesi istenen şeyin, her yerde illâ da günah olması gerekli değildir. Hem günah olabilir, hem de caiz olduğu hâlde, yüce bir makama sahip kimseye yakışmayan bir hareket de olabilir. Dolayısıyla Âdem (a.s), Rabbinden "Eğer bizi mağfiret etmezsen" cümlesiyle, yaptıkları irşadî nehye muhalefetin ve terk-i evlâ yanlışının üzerinin örtülmesini, "Ve bize merhamet etmezsen" cümlesiyle de rahmet-i İlâhiyenin yeniden hâllerine şamil olmasını istemekte ve "Yoksa hüsrana uğrayanlardan oluruz" cümlesiyle, kaybettikleri nimet ve lütufları geri kazanmayı ve bulundukları hüsrandan kurtulmalarını talep etmektedir.
Tahâ suresinin 115. ayetinde Hz. Âdem'e verdiği sözü unuttuğu ve azimli davranmadığı vurgulanmaktadır. Bunu nasıl izah edeceksiniz?
Belki de sorulmak istenen tam anlamıyla şudur: Biz peygamberlerin sehven de olsa hata yapmamaları ve bu gibi hatalardan da masum olmaları gerektiğini söylemiştik. Fakat ayetteki tabirin bu düşünceye ters düştüğü varsayılarak, "İşte Hz. Âdem unutarak hata veya muhalefet yapmıştır; dolayısıyla böyle bir düşünce nasıl doğru olabilir?" diye sorulmaktadır.
Cevap: Bizim peygamberlerin sehven bile hata yapmamaları gerekir dediğimiz şey, orada da izah ettiğimiz gibi, vahyin telakkisi, hıfzı, tefsir ve tebliğinde, kısacası İlâhî bir hüküm ve direktif olarak insanlara sundukları hiçbir konuda ve yine bunları uygulama ve örnek olma noktasında, ister kasten, isterse sehven asla hata yapmamaları gerektiğidir. Bu konuda da insanın mukaddime nitelikli bazı katkıları olmasıyla birlikte, asıl koruma İlâhî tasarruflarla gerçekleşmektedir. Yani Allah-u Teala, bu konularda peygamberlerinin hata yapmasına asla müsaade etmez. Ama o çerçevenin dışında kalan ve sadece o peygamberin şahsını ilgilendiren bazı konularda peygamberlerin sehven hata yapabilecekleri veya bazı şeyleri unutabilecekleri, hem mümkün, hem de vakidir. Hz. Âdem'deki olay da bundan ibarettir.
Ayette geçen azim olayına gelince; tabiî ki Hz. Âdem'e yakışan şey, hatta irşadî olan emir ve nehiylerde ve yapılmaması daha uygun olan şeylerde dahi irşat edeninin ve Rabbinin sözüne uymasıydı. Ama şeytanın müşfik yaklaşımları, galiz yeminleri ve o güne kadar Hz. Âdem'in böylesine yapılan yeminlere rağmen yalan konuşabileceğini görmemesi, merak konusu vs., Hz. Âdem'in bu konuda verdiği sözü unutmasına yol açtı ve irşadî emre muhalefeti gerçekleştirip kendisini zahmete düşürdü ve içinde bulunduğu nimetlerden mahrum kaldı.
Görüldüğü gibi bu açıklamalarla, söz konusu sorularının hepsinin cevabını vermiş bulunuyoruz. Dolayısıyla bunların hiçbirisi, Hz. Âdem'in kesin ve mevlevî bir emre muhalefet ettiğini göstermez. Onun yaptığı, sadece irşadî bir emre muhalefetti ve bir başka tabirle evlâ olanın terkiydi. Yoksa bulundukları yer, mevlevî tekliflerin yeri değildi. Ama sahip olduğu yüce makama yakışmadığı için, tabiî ki kendisine pahalıya mal oldu. Diğer bazı peygamberler hakkındaki olaylarda da durum aynıdır.
HZ. ÂDEM'LE İLGİLİ BİR BAŞKA AYETİN TEFSİRİ
Burada yeri gelmişken Hz. Âdem (a.s) ile ilgili masumiyet karşıtlarının bahane ettikleri bir diğer ayetin de doğru ve sahih tefsirini konumuzun tekmili için vermeyi yararlı görüyoruz.
Evet; bu kimseler, A'raf suresinin 189 ilâ 192. ayetlerine dayanarak Hz. Âdem'in masum olamayacağını ispat etmeye çalışmışlardır. Hatta bu ayetlerin zahirine dayanarak Allah'ın seçtiği bu yüce peygamberi ve eşini şirkle suçlayacak kadar işi ileri götürmüşlerdir maalesef.
Şimdi biz önce söz konusu ayetlerin metnini, sonra bu ayetten masumiyetle çelişen bir manayı nasıl çıkardıklarını, daha sonra da bunun cevabını vermeye çalışacağız:
* "Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan, Allah'tır. O, eşiyle cinsel münasebette bulunduğunda, eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: 'Eğer bize salih bir evlât verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.'
* Fakat Allah, kendilerine salih bir evlât verince, her ikisi de tuttular verdiği evlâtlar üzerine O'na ortak koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir.
* Hiçbir şey yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan putları mı Allah'a ortak ediyorlar, O'na eş koşuyorlar?
* Bu putlar, ne o tapınanlara, ne de kendi kendilerine yardım edebilirler." (A'râf, 189-192)
Masumiyet karşıtları, güya bu ayetlerden Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın Allah'a şirk koştukları manasını çıkarmaya çalışıyorlar ve diyorlar ki: "Fakat Allah, kendilerine salih bir evlât verince, o ikisi tuttular ona şirk koştular" cümlesinde "o ikisi"nden maksat, Âdem ve Havva'dır. Zira ilk ayetin başındaki "Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan, Allah'tır." cümlesindeki "bir tek nefis", Âdem'dir. Dolayısıyla ayetlerin devamı da onlara yöneliktir. Bu da gösteriyor ki Âdem ve eşi bir ara şirke düşmüşlerdir; onun için de mutlak bir masumiyeti onlara atfetmek doğru değildir.
Cevap: Bu istidlâl, ancak o zaman doğru olabilir ki "tek bir nefis"ten özel birey (Âdem ve Havva) kastedilmiş olsun. Oysa bize göre bu ayette bundan özel birey değil, "nev'î birey" kastedilmiştir. Yani ayet, her bir baba ve annenin evlâtlarına yönelik durumlarını genel bir şekilde vurgulamak istemiştir. Yani ayetin manası şöyledir: "Allah, siz insanlardan her birini, bir baba ve aynı cinsten olan bir anneden dünyaya getirmiştir." Dolayısıyla devamında anlatılan şeyler de genel olarak insanlık hâlini ortaya koymaktadır ve özel olarak Hz. Âdem ve eşi kastedilmemiştir. Bu konunun açılımı şudur: "Min nefsin vâhide" (bir tek nefisten) cümlesi, Kur'an'da iki şekilde kullanılmıştır:
a) Özel ve belirli bir birey için; örneğin şu ayetteki gibi: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının; O ki sizi bir tek nefisten yarattı ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretti…" (Nisâ, 1) Bu ayette "bir tek nefis"ten belirli bir şahıs kastedilmiştir; o da Hz. Âdem'dir. Zira ayetin devamındaki "Ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretti" cümlesi, bunun delilidir.
Yine şu ayet de bunun bir başka örneğidir: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık…" (Hucurât, 13) Yani her iki ayette de insanların çoğalmasını belirli bir erkek ve kadına dayandırmaktadır ki bunların Âdem ve Havva oldukları açıktır.
b) Genel ve nev'î birey için; yani her insanın baba ve annesi. Örneğin şu ayetteki gibi: "O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor…" (Zümer, 6) Bu ayette kastedilen şudur: Bizden her birimiz bir baba ve bir anadan dünyaya gelmişizdir. Dolayısıyla belirli bir şahıs değil, her insan bireyinin kendi baba ve anası kastedilmiştir. Bunun delili ise, "Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor." cümlesidir.
Evet, bu ikinci kullanış şeklinin bir örneği de bahis mevzuumuz olan A'râf suresinin 189. ayetidir. Yani burada da "Bir tek nefisten" cümlesiyle, her insanın bir baba ve bir anadan meydana geldiği kastedilmiştir, Âdem ve Havva değil. Şimdi bu görüşümüzü destekleyen karinelerden bazılarını ortaya koymaya çalışacağız:
1- Ayetteki tabirler, önceden yaşadıkları ortamda salih ve gayr-i salih çocukların yaşadığını gören kimselere aittir. Dolayısıyla Allah'ın kendilerine salih evlâtlar vermesini istemektedirler. Bu da, bu sözlerin Hz. Âdem ve eşine ait olmadığını gösteriyor. Zira o gün yeryüzünde onların dışında kimse olmadığı için kendilerinin dışında başka birilerini görmeleri mümkün değildi.
2- Bir sonraki ayetin sonunda ve daha sonraki ayetlerde geçen zamirler, "onlar" şeklinde çoğul olarak kullanılmıştır. Oysa eğer Âdem ve Havva kastedilmiş olsaydı, "o ikisi" şeklinde tesniye (ikil) olarak kullanılmalıydı.
3- İkinci ayetten sonra gelen ayetlerin muhtevası, ikinci ayette bahsedilen şirkin, puta tapma gibi şeyler olduğunu gösteriyor. Bu ise, Hz. Âdem gibi Allah'ın seçtiği ve peygamber kıldığı kimse ve imanlı eşi Havva'ın durumuyla bağdaşmamaktadır. Onların Allah'a şirk koştuklarını ve puta meylettiklerini söylemek mümkün mü? Bu ve diğer birçok karineyi dikkate aldığımızda, Hz. Âdem ve eşiyle bir alâkasının olmadığını ve bu ayetlerde genel olarak insan türünden ve bu türden olan "karı ve kocalar"dan ve insan oğlunun nankörlüğünden ve Rabbine verdiği sözleri nasıl unuttuğundan bahsedilmektedir. Bu ayette bahsedilen mîsâk, yani insan oğlunun Allah'a verdiği "Eğer bize salih evlât verirsen şükredenlerden olacağız" sözü, aynı surenin (A'raf), 172. ve 173. ayetlerinde bahsedilen sözleşmenin bir benzeridir. O iki ayette şöyle buyurmaktadır:
"Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' dediği vakit, 'Pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu.' demeyesiniz diye (yapmıştık). 'Yahut, atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?' demeyesiniz diye (yapmıştık)." (A'râf, 172-173)
Demek ki bu ayetlerin ardından gelen 189. ayette de aynı gerçek bir başka şekilde vurgulanmaktadır. Buna benzer daha birçok ayet zikredilebilir. Örneğin şu ayet:
"Biz insana bir nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Ona bir kötülük dokunduğu zaman da uzun uzun yalvarır." (Fussilet, 51)
Veya şu ayetler:
"Ama insan, her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet verirse, 'Rabbim bana ikram etti.' der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, 'Rabbim beni zillete düşürdü.' der." (Fecr, 15-16)
Bütün bunlar bahis mevzuu olan ayette de kastedilenin, insanoğlunun tabiatının ve genel durumunun (önce söz verip sonra bunu bozduğunun) beyanı olduğunu gösteriyor. Tabiî kendine dikkat edip de takva sahibi olan ve Allah-u Teala'nın rızasından başka bir şey düşünmeyen kimseler bundan hariçtirler. Dolayısıyla Hz. Âdem'in masumiyetiyle de uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır; zira özel olarak onlara yönelik değildir.
Bu açıklamaların ışığında söz konusu ayetleri şu şekilde mana etmemiz gerekir:
"Siz (insanları) bir tek nefisten (babadan) yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de (ananızı da) ondan (erkeğin türünden, insan olarak) yaratan, Allah'tır. O, eşiyle cinsel münasebette bulunduğunda, eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit (fıtratları gereği) ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler ve: 'Eğer bize salih bir evlât verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız' diye (âdeta onla sözleştiler.)
Fakat Allah, kendilerine salih bir evlât verince, (verdikleri sözü unutarak veya göz ardı ederek,) tuttular verdiği evlâtlar üzerine O'na ortak koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir.
Hiçbir şeyi yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan putları mı Allah'a ortak ediyorlar, O'na eş koşuyorlar?
Bu putlar, ne o tapınanlara, ne de kendi kendilerine yardım edebilirler." (A'râf, 189-192
[1]– Ehlibeyt (a.s)'dan nakledilen hadislerde de beyan edildiği üzere, Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın yerleştirildiği cennetten maksat bütün mu'minlerin ahirette gideceği cennet değildir. Zira o cennette güneş ve sıcaklık diye bir şey yoktur. Yine o cennete giren bir daha oradan çıkmayacaktır. Bir de şeytanın o cennete girebilmesi mümkün değildir. O halde söz konusu cenneten maksat bu dünyada muhtelif nimetlerle donatılmış güzel bir bahçeydi. Zaten Arapça'da da "cennet" kelimesinin anlamı bağ-bahçe demektir.