“Akıllı insanın göğsü sırrının sandığıdır.” Nehc’ul-Belağa, 6. hikmet İmam Ali (a.s)

Yusuf’un Güzelliği

Yusuf’un Güzelliği

İsmail Derya/Ehli Beyt Öğretisi 1-2

Güzel yüzlü çocuk, teyzesinin kucağına oturmuş, onun yaşlı gözlerine bakıyordu…

Neden ağlıyordu teyzesi?

Aç mıydı yoksa?

Susuz muydu?

Hayır,ne açtı ne susuzdu.

Teyzesi yaşlı gözlerle ikide bir ona sarılıp öpüyor, hasretle kokluyor, bağrına basıyordu.

Teyzesinin gözyaşlarıyla ıslanan yanağını sildi.

Kadıncağız, kucağındaki çocuğa pek düşkün görünüyordu. Onu  öpüp kokladıkça hüznü artıyor, bahar bulutu gibi ağlıyordu.

Birden, gözleri gülmeye başladı.

Bir kurtuluş yolu bulmuştu galiba.

Artık ağlamıyordu, ansızın gözyaşları kesilivermişti.

Bu çocuk kızkardeşinin emanetiydi. Çok seviyordu onu. Gece gündüz pervaneler gibi etrafında döner durur, bir an olsun yanından ayırmazdı.

Oysa şimdi ayrılık zamanı gelip çatmıştı işte.

Artık bütün kalbiyle sevdiği yeğeninden ayrılması gerekiyordu.

Ve bu ayrılık onun için çok zordu.

Kendi çocuğu olmadığı için  babası onu getirip kendisine verdiğinde çok sevinmiş, itina göstermiş, bir anne gibi bağrına basıp büyütmüştü onu.

Ve şimdi babası gelip çocuğunu istiyordu haklı olarak.

"Erkek çocuk babasının elinde yetişmeli" diyordu.

Bu çocuk için eğitim ve öğretim zamanı gelip çatmıştı ve onun için babasından daha iyi bir öğretmen olamazdı.

Çocuğu babasına götürmeye hazırlanan teyzesi, onu bir yıl daha kendi yanında alıkoyabilmek için son bir çare bulmuştu.

Bu çocuğa tutkundu çünkü. Onsuz edemezdi.

Onların aile mirası olan kıymetli mücevherlerle süslü soy kemerini getirip gömleğin altından çocuğun beline bağladı.

Sonra da elinden tutup babasının evine götürdü onu.

Hz. Yakub hasretle yavrusuna sarılmış ve küçük Yusuf'unu öpüp koklamaya başlamıştı.

Yusuf da babasının kollarında pek mutluydu şimdi.

Ama bu mutluluk uzun sürmedi.

Teyzesi telaşla geri dönmüştü…

Hz. Yakub (a.s)'ın soru dolu bakışlarıyla karşılaşınca "Aile mirasımız olan kemer kaybolmuş" dedi kekeleyerek, "Yusuf almış olmasın? Çocuk ya, belki hoşuna gitmiş, alıp saklamıştır?!"

Hz. Yakub Yusuf (a.s)’ı sessizce yere koydu.

Üzerini aradılar.

Kemer, gömleğinin altından beline bağlanmıştı!..

Odadakiler bir an suskunlukla birbirlerine baktılar.

Hz. Yakub (a.s) meseleyi anlamış, ama hiç sesini çıkarmamayı yeğlemişti.

Şefkatli gözlerle Yusuf'un teyzesine baktı.

Kadıncağız hem ağlıyor, hem "Çocuk işte, zararı yok" diyordu, "Ama bende biraz daha kalsa böyle şeyler yapmayacaktır…"

Çocuğun cezalandırılmasını ister gibiydi…

Bu dünyadaki ilk yargılama değildi elbet; ama Yusuf (a.s) henüz küçük bir çocuktu ve bir hata işlese bile çocukları yargılamazlardı…

Kaldı ki Yusuf (a.s) hata da işlememiş, hırsızlıkta yapmamıştı.

Bir çocuğa iftira atmaksa çok büyük bir günahtı.

Hz. Yakub (a.s) halâ susuyor, kadıncağızın ne yapacağını merak ediyordu.

Ve kadıncağız hemencecik kararını verdi. Şikayetçi, kadı oldu ve masum bir yavrucağın suçlu olduğuna karar vererek onu kucağına alıp öpüp koklayarak götürdü!..

O çağlarda topluma Hz. Halil İbrahim (a.s)’in dini egemendi.

Ve bu dinin kurallarında "hırsızlık yapan bir insanın, mal sahibinin yanında kalıp bir yıl süresince ona kölelik yapması" öngörülüyordu!.

Baba, oğlunu savunamadı, bu göstermelik mahkeme kararına acıyla gülümseyerek teslim oldu.

Teyzesi istediğine ulaşmanın mutluluğuyla Yusuf'u kucaklayıp götürdü.

İnsanlık tarihi varlığından itibaren bu tür yargılamalara fazlasıyla şahit olmuştur. Böylece küçük Yusuf bir yıl daha teyzesinde kaldı.

Teyzesi günah işlemiş, ona zulmederek sevgisini göstermişti.

Yusuf, köle gittiği evin efendisi, teyzesi ise onun  kölesiydi. Kadıncağız onun etrafında pervaneler misali dönüyor, biricik Yusuf'unun bir dediğini iki etmiyordu.

Onu nasıl üzebilirdi ki, devranın en temiz, en seçkin, en nâdide insanına iftira atmış, ona bir yıl daha hizmet edebilmek için onu hırsızlıkla suçlamıştı!..

Sevgi, aşk ve tutku neler yaptırmaz ki insana!.. Seveni deli eder, sevdiği için akla gelmedik delilikleri yapar.

Seven, sevdiğinin kölesidir artık.

Sevilen ise sultan…

Yusuf köle olarak gittiği bu evde sultandı..

Güzellik elbette iyi bir şeydir, kim demiş güzellik kötüdür diye? Ama her zaman güzellik mutluluk getirmiyor işte… Kimi zaman başına belâ da olabiliyor, güzelin güzelliği…

Güzelliği yüzünden başına gelmedik belalar kalmayan nice insanlar vardır dünyada…

Yusuf da bu güzellerden biridir işte.

Hem de güzeller güzeli…

Ve ilâhi terbiye okulunun bütün insanlığa örnek olarak seçtiği bu model, güzelliğin bütün boyutlarını bütün yan etkileriyle birlikte de insanlığa sunması açısından olağanüstü bir ibret tablosudur.

Bu tablonun ressamı, Allah Tealâ'nın  "tevekkül melekesi", "samimi iman" ve "iffet ve şeref"tir.

Hz. Yusuf (a.s) bütün bunların timsaliydi.

Ve Hz. Yusuf (a.s) nice belalara, minnetlere katlanarak "Yusuf" olduğunu ispatlamış ve Rabbinin çetin ama güzel sınavlarından alnının akıyla çıkmayı başararak bütün bir insanlığa ebedî örneklerden biri olarak sunulma şerefine kavuşmuştur.

Ve Hz. Yusuf (a.s) ne çektiyse güzelliğinden çekmişti… Güzelliği  başına çok işler açmış ve çocuk yaşta köleliğin acısını tatmıştır. Bu güzellik onu anne ve baba sevgisinden mahrum bırakmıştır.

Ve güzellik, çocukluk yıllarından başlayarak ömrünün sonuna kadar hiç beklenmedik sürprizlerle karşılaştırdı Hz. Yusuf'u… Acı ve tatlı, ama çoğu acı hatıralar yazdırdı Yusuf'un kaderine…

2. Bölüm

Bir yıllık kölelik devri de çabucak bitiverdi; Yusuf için  sultandan farksız geçen kölelik devri göz açıp kapayıncaya kadar sona erdi ve küçük Yusuf, babasının evine gelip kendisini onun şefkatli kollarına attı Babası da çok seviyordu Yusuf'u.

Yüzü güzel, özü güzeldi Yusuf’un…

Fiziki yapısı fevkalâde alımlı, inanılmayacak kadar yakışıklı bir insandı ve bir o kadar da iyi ahlaklı, mert, sevecen, cana yakın ve dürüsttü.

Onu sevmemek mümkün müydü hiç?..

Yüzü kalbinden, kalbi yüzünden güzel bir güzellik âbidesi…

İffet, şeref, onur ve mertlik timsali…

Akıl ve zekaca pek şaşırtıcı bir seviyede, edebiyata tutkun, fevkalade güzel konuşur ve şiir söylerdi.

Akla gelebilecek ne kadar iyilik ve güzellik varsa hepsi bir arada Yusuf'ta toplanmıştı.

Onun sevgisi günden güne Hz. Yakub (a.s)’ın gönlünü doldurmaktaydı, Hz. Yakub ona diğer evlatlarından çok daha fazla ilgi göstermekteydi. Bu yüzden onlar Yusuf'u kıskanmaya başlamışlardı. Yusuf onlarla babalarının sevgisi arasında bir duvar gibiydi şimdi.

İşte bu sırada Yusuf bir rüya gördü. Bu rüya onun parlak bir geleceği olduğunu müjdelemekteydi.

Hz. Yakub'un Hz. Yusuf'a olan sevgisi kat kat artmıştı.

"Rüyamda on bir yıldızın güneş ve ayla birlikte önümde secde ettiğini gördüm…"[1]

Babası olayı anlamış, oğlunun gördüğü rüyayı tabir etmişti. "Bu rüyayı sakın kardeşlerine anlatma oğlum" dedi, "Seni kıskanıp bir kötülük yapmalarından korkarım…"[2]

"Allah Teala seni kardeşlerinden üstün kılmış ve sana yaradılış aleminin sırlarını öğreteceğini bildirmiştir. Baban, annen ve bütün ailen için iftihar vesilesi olacak, peygamberlik mertebesiyle şereflendirileceksin. Baban Yakup'la büyükbaban İshak'ın ve onun babası İbrahim'in ulaştığı makama sen de ulaşacaksın![3]

Babası, Yusuf'a kardeşlerinin kıskançlığını hatırlatmış, onu uyarmıştı.

Kıskanç insan, kendisinin saadeti için uğraşacağı yerde, başkalarının saadetini elinden almaya çalışır.

Kendisini doruklara ulaştıracağına, doruktakileri aşağı çeker; zulmeder…

Başarması halinde gerçek bir cinayet işlemiş olur, bir masumun vebalini alır, kendisi ise hiçbir şey elde etmez.

Başaramazsa vaktini ve enerjisini boşa harcamış ve ömrünü bir "hiç" için tüketmiş olur.

Kıskançlık, aşağılık kompleksidir; haset, kişinin kendini küçük görmesiyle oluşan psikolojik bir kördüğümdür. Hele bencillikle liyakatsizlik aynı insanda bir araya gelirse; haset ve kıskançlık bu bileşimin kaçınılmaz acı meyvesidir.

 

Derken, babasının tahmini doğru çıktı, kardeşleri Yusuf''u kıskandılar ve ona zehirlerini akıtıp tuzak kurdular.

Bir canilikti bu.

Onları içten içe kemiren kıskançlık duygusu dayanılmaz bir işkence gibiydi; dayanacak güçleri kalmayınca, mutluluklarına gölge düşüren bu engeli ortadan kaldırmaya karar verdiler ve onu öldürmek için anlaştılar. (Yusuf, 9)

Böylece, yeryüzünde emsali bulunmayan "melek gibi güzel", kendini kardeşleri idama mahkum ettiler.

Çünkü babaları onu daha çok seviyordu.

Evet, Yusuf'un tek günahı buydu: Çok sevilmek!..

Bu ise, ruhunu hasetle besleyen liyakatsiz insanlar için affedilmesi imkansız bir suçtu!

Yusuf, daha önce kardeşlerinin beyninde tek tek idam edilmişti zaten. Ama idamın niteliğini  tartışmak için "kardeşlerden oluşan idam konseyi" gizlice kendi aralarında bir toplantı düzenlediler.

Ama kardeşlerden biri idam kararına karşı çıkmıştı!

Çünkü o diğerleri gibi kompleksli ve ukdeli değildi. Yusuf'u kıskanmıyor, hatta onu seviyordu.

Ruhunu kıskançlıkla beslemediği için o diğer dokuz kardeşinden daha üstündü.

Kıskanç olmadığından, Yusuf'un öldürülmesi onun derdine derman olmayacak, içini soğutmayacaktı. Kardeşlerini bu korkunç cinayetten vazgeçirtebilmek için Yusuf'un öldürülmesinin değil, sürgün edilmesinin daha uygun olacağını söyledi.

Değişik bir teklifti bu.

Ama Yusuf'u o diyardan sürmek çok zordu.

Diğerleri şüpheli ve öfkeli bakışlarla onu süzerken o plânını açıkladı:

Onun planı uygulanacak olursa hem Yusuf o beldeden ebediyen sürülmüş olacak, hem kimse bundan sorumlu tutulamayacak, hem de kardeşlerinin kanına elleri bulaşmayacaktı.

Diğerlerinin bunun nasıl mümkün olabileceğini sormalarına fırsat vermeden o, plânını açıkladı:

"Yusuf'u öldürmeyin. Onu, kervanların yolu üzerindeki kuyulardan birine atın, su almaya gelenler onu bulur ve kendileriyle birlikte alıp götürürler!" (Yusuf, 10)

Bu teklif daha iyiydi! Böylece kardeş katili olmadan, yollarının üzerinde bir engel ve babalarıyla kendi aralarında bir duvar gibi gördükleri kardeşlerini ortadan kaldırmış olacaklardı.

İdam kararı yerine sürgün komplosu kuruldu.

Hep birlikte kalkıp babalarına gittiler: "Yusuf'un bizimle birlikte çıkmasına izin ver, onu kendimizle dağa, bayıra avlanmaya götürelim, içi açılmış olur biraz. Evde oturmaktan canı sıkıldı çocukcağızın. Oğlan çocuğu bu, gezmek, dolaşmak ister, oynayıp açılmak ister biraz, bu şekilde evde hapsetmeniz doğru değil onu"dediler.

Çok yerinde bir öneriydi aslında. Ama babaları bunda bir tehlike olduğunu sezdi, oğluna yırtıcı bir kurdun tuzak kurduğu duygusuna kapıldı.

Hz. Yakub (a.s) bu duyguya kapılmakta haklıydı. Bir değil, dokuz yırtıcı kurt pusuya yatmıştı Yusuf'unu parçalamak için…

Oğullarının bu teklifini reddetti.

Ama onlar ısrar ettiler.

Babaları dayanamayıp içindeki duyguyu açıkladı: "Onun bir kurda yem olmasından korkarım"…(Yusuf, 13)

"Olur mu öyle şey?!" dediler, "Biz onu yalnız bırakır mıyız hiç? Bizimle birlikte olduktan sonra korkacak ne var? Bunca adam arasında kurt gelip de onu kapacak değil ya!" (Y, 14)

Onlar da haksız değildi aslında! İki ayaklı kurtlar varken, dört ayaklı hayvancağızlara kim kaptırırdı yemini?!

Israrlarından vazgeçmediler.

Babaları söyleyecek hiçbir makul cevap bulamıyordu.

Evet, neden oğlunun gezip dolaşmasına izin vermiyor, onu adeta kafesteki kuş gibi evden dışarı bırakmıyordu?

Herkes gibi zavallı Yusuf’un da dolaşmak, dağların temiz havasını solumak en doğal hakkıydı.

Baba ne diyebilirdi ki?

İzin vermek zorunda kaldı.

Neşeyle Yusuf'u alıp götürdüler.

Ve plânlarını gerçekleştirmekte tereddüde kapılmadılar, onu bir kuyuya attılar, gömleğini kana bulayıp, sağını, solunu parçaladıktan sonra getirip babalarının önüne koydular, pek üzgünmüş gibi yaşlı gözlerle babalarına başsağlığı dilediler.

Yusuf'la gitmiş, Yusufsuz dönmüşlerdi.

Emanete ihanet etmişlerdi.

Babalarını ikna edebilmek için dallı budaklı bir de yalan uydurdular:

"h baba! Biz oyuna dalmış, Yusuf'u da elbiselerimizin yanında nöbetçi bırakmıştık. Tam o sırada kurt gelip Yusuf'u parçalamış!.." (Y, 13-17)

Yusuf'u canından çok seven babalarını ikna edememişlerdi. Bu raporun uydurma olduğu belliydi… Babaları sorular sormadan edemiyor, ama bu sorulara cevap verecek kimse çıkmıyordu.

Neden Yusuf kaçmadı? Niçin bağırıp yardım istemedi? Niçin direnmedi? Kurt onu parçalarken onun hiç mi gıkı çıkmadı? Yoksa o feryat etti de yardımına koşan mı olmadı?

… Ve cevapsız kalan daha nice sorular…

Onca güçlü kuvvetli kardeş, bir Yusuf'u nasıl koruyamamıştı?

Korumaları katiliydi Yusuf'un çünkü…

Ne de kötü korumalardı onlar…

Babalarının karşısında gözyaşları döküp öyle ağlıyorlardı ki, onları katillikle suçlayabilmek hiç mi  hiç bilgece bir davranış olamazdı. Kardeş kardeşe kıyar mıydı hiç? Kıyacak olsa, böylesine ağlayıp matemlere gömülür müydü?

Hz. Yakub (a.s) pek çetin bir imtihanla sınanmaktaydı…

Dahası, Yusuf'un gördüğü rüya ne olacaktı şimdi? Onun bütün kardeşlerinden üstün olacağı, parlak bir geleceğe sahip olacağı müjdeleniyordu o rüyada… Yakub peygamber (a.s) bunun herhangi bir rüya olmadığından emindi. Kalbinden yükselen bir fısıltı, Yusuf'un ölmediğini ve bütün bunların uyduruk şeyler olduğunu söylüyordu ona… Ama oğulları… Ağlayarak Yusuf'un öldüğüne şehadet ediyorlardı. On şahit ve onu da onun kardeşi…

Yusuf'unu almışlardı elinden…

Bilge baba, oğullarının sahte gözyaşlarını kendi gerçek gözyaşlarıyla karşıladı.

Ağladı.

Çünkü Yusuf hayatta da olsa, onu bir daha göremeyecekti artık… Yusuf ondan koparılmıştı işte…

Herşeyi anlamıştı, ama   diğerlerini buna nasıl inandırabilirdi?

Anladığı hakikatin tamamını nasıl anlatabilirdi herkese?

"Yusuf'umu kopardınız benden" diyerek hazin hazin ağladı.

Oğullarına, pek anlamlı bir cevap verdi:

"Yaptığınız çirkin işe, makul bir kılıf uydurdunuz!"(Y. 18)

"Bu, bana gelen bir musibet, bana gelen bir acı… Bana, Rabbimin rızası ve O'nun yardımını umarak bu felaket karşısında gereğince sabretmek, tahammül göstermek düşer!

Ve Yakub, gece gündüz Yusuf'u hatırlayıp ağladı, bu büyük felakete peygamberce bir sabır gösterdi.

Oğulları, küçük kardeşlerini ortadan kaldırabilmeyi başarmanın mutluluğunu yaşıyordu şimdi.

Başkalarının derdine sevinen, saadeti başkalarının felaketinde arayanlara yazıklar olsun!..

Ertesi gün kardeşleri, tekrar Yusuf'u attıkları kuyuya gittiler .

Ama ona yiyecek vermek veya onu giydirmek için değil,oraya onun hayatta kalıp kalmadığını öğrenmek için gitmişlerdi.

Kuyuda ölmüş olmasını arzuluyorlardı.

Ama ya birileri onu kuyudan çıkarır ve o da kim olduğunu söylerse? O zaman onlar Yusuf'u alıp doğruca babasına getirmezler mi?!

Bütün plânları suya düşer, herkese rezil olurlardı o zaman!

Kuyuya vardıklarında bir kervanın orada mola verdiğini gördüler.

Kervanın sucusu kuyudan su çekmek istemiş, Yusuf'u bulmuştu.

Kovadan su yerine, ayın on dördü gibi bir mercan çıkmıştı adeta.

Üzerinde bir gömleği bile yoktu, çıplaktı, açtı…

Yusuf o gece kuyuda sabahlamış, ertesi gün kuyuya atılan kovaya sarılıp kuyudan çıkıvermişti.

O zor durumda, küçücük yaşta gösterdiği bu zeka, cesaret ve soğukkanlılık herkesi şaşırtmıştı.

Kervanın sucusu kovada su yerine Yusuf'u görünce hayretten küçük dilini yutacak gibi olmuştu.

Hayatı boyunca böylesine güzel ve melek yüzlü bir çocuk görmemişti.

İnsan olamazdı bu.

Ya periydi, ya da cin.

Üzerinde elbise yoktu.

İnsan yavrusunun bu ıssız yerde bu derin kuyunun dibinde ne işi vardı?

Hayır, hayır, insanoğlu böylesine büyüleyici bir güzelliğe sahip olamazdı.

Belki de hayaldi bu gördüğü?

Bu peri veya cin yavrusu neden göz açıp kapayıncaya kadar ortalıktan kaybolmuyordu hemen?

Korku ve merakla, ürkek adımlarla yaklaştı, biraz uzak durmaya çalışarak çocuğa dokundu!

Bu bir insandı!

Gayri ihtiyari bir sevinç çığlığı attı. Kervandakiler koşup geldiklerinde kuyudan çıkan bu mahlukun kim olduğunu değil, ne olduğunu tartışmaya başlamışlardı.

Kimi periler şahının çocuğu, kimi ayın, kimi güneşin oğlu diyordu…

Yusuf’un kardeşleri hemen yanlarına geldiler.

"Bu çocuk bizim kölemizdir, dün kaçmıştı" dediler, "Dünden beri aramadığımız yer kalmadı.

Kölenin kuyuda ne işi vardı?

Kervandakilerle Yusuf'un kardeşleri arasında kısa bir tartışma başladı.

Yusuf her şeyi görüyor, duyuyor, anlıyor, ama hiçbir şey söylemiyordu.

Kardeşleri onu vahşice soyup kuyuya atmış, şimdi yine çıkagelmişlerdi!

Ve onu satmak için pazarlık ediyorlardı kervandakilerle!

Ne diyebilirdi ki?

Henüz küçücük bir çocuktu o.

Bizzat kendi kardeşleri ona böyle davrandıktan sonra elin yabancısı neler yapmazdı ki?

Sustu Yusuf…

İnanılmaz bir sabır ve soğukkanlılıkla onları dinliyor, izliyordu.

Rabb'ini tevekkül ederek, olacakları beklemekteydi.

Dürüsttü o; bu nedenle de kendine güveni sonsuzdu.

Tartışma fazla uzun sürmedi, ağabeyleri, az bir para karşılığında Yusuf'u bu yabancılara sattılar[4].

Alan da razıydı, satan da.

Alan, böylesine emsalsiz bir cevheri neredeyse bedavaya getirebildiği için, satan da, yollarının üzerindeki maniayı ortadan kaldırıp onu uzak diyarlara köle olarak sattığı için memnundu…Yusuf da memnun muydu bu alışverişten acaba?

Ağlıyor muydu? Hayır…

Gözlerinin önünde ağabeyleri onu satmış, karşılığında para bile alıp gitmişlerdi işte!

Şimdi yapayalnızdı Yusuf.

Allah'tan başka sığınacağı, O'ndan başka derdini söyleyeceği kimsesi yoktu onun.

Bir köle olarak satılıvermişti göz açıp kapayıncaya kadar.

Her köle, köle pazarında satılığa çıkarılır ve satılmasına bizzat şahit olur.

Ama küçücük bir çocuğun, ağabeyleriyle yabancılar arasındaki bu pazarlığa şahit olması tarifi imkansız bir acı demektir.

Yusuf küçücük ve yapayalnızdı.

Onlarsa kocaman adamlar…

Güçlüler zayıfları ezerler, bu hep böyledir zaten.

Zenginler yoksulların, toklar açların halini sormaz hiçbir zaman…

Doğru bir alışveriş miydi bu?

Kardeş kardeşi satar mıydı?

Alıcı, mala, satıcı da aldığı fiyata sahip olabildi mi gerçekten?

Böyle bir mülkiyet anlayışı doğru mudur?

Bu sorulara cevap verecek kim vardı orada? Kardeşleri Yusuf'u köle olarak satıp gitmişlerdi işte…

Yusuf'un kardeşleri kendi beldelerine, kervan da, mallarını satacağı ülkeye doğru yola koyulmuştu bile.

Yusuf için yepyeni, karanlık ve belirsiz bir gelecek başlıyordu.

Ama o, sabır ve soğukkanlılıkla geleceği karşılamaya hazırdı.

Rabb'ine inanıyor, O'nun daima hak ve mazlumiyetten yana olduğunu biliyordu.

Herkes kendi yurduna giderken Yusuf, yerinden yurdundan uzaklaşıyordu şimdi. Annesinin şefkatli kollarına bir kez olsun artık kendisini atamayacak, babasının o huzur ve güven veren tebessümünü bir daha hiç göremeyecekti.

İnsanoğlunun kaderi her an inanılmaz sürprizlerle doludur.

Yusuf bir gecede sultanlıktan köleliğe itilivermişti işte!

Babası şu anda neredeydi acaba?

Ne yapıyordu şimdi?

Ne önemi vardı ki bütün bunların? Olanlar olmuş, Yusuf bir köle olarak yabancılara satılmıştı.

Ya Yusuf? O sırada Yusuf ne haldeydi acaba? Kervan adım adım onu evinden barkından uzaklaştırırken o ne düşünüyordu o sırada?" Ağabeylerim bana bunu yaptıktan sonra, yabancılar neler etmez?" diye mi düşünüyordu kara kara?

İsrailoğulları kendilerinden birine böyle davrandıktan sonra, vay onlardan olmayanın haline…

Kendi kardeşini üç pula satan bu kavim, başkalarının kardeşine neler yapmaz ki…

Ve bugün bütün dünya bir kez daha bu yalın hakikati işgal altındaki Filistin topraklarında olanca acılığıyla seyretmiyor mu?

İsrailli yahudiler bütün dünyanın gözü önünde Filistin Müslümanlarının kolunu, dirseğini taşlarla parçalayıp kaburgalarını dipcik darbeleriyle kırmıyorlar mı?

"Evimden çık!" diyerek kendilerine taştan başka atacak birşey bulamayan zavallı Filistinlileri bir yandan alabildiğine ezip katlederken, diğer taraftan onları bütün dünyaya teröristmiş gibi göstermiyor mu? İsrailoğulları…

Hepsi böyle değil elbet, Yusuf da onlardan biridir; ama  acaba İsrailoğulları arasında kaç Yusuf vardır? "Yakup"lar kaç tanedir, bu insan eşkıyası ve cellatlar çetesi kavimde?

Yusuf nereye gittiğini ve bu işin sonunun nereye varacağını biliyor muydu acaba?

Kendisini nasıl bir kaderin beklediğinden haberi var mıydı?

Çok büyük bir ilahi göreve hazırlanmakta olduğunu biliyor muydu o sırada Yusuf?!

Yusuf Binlerce hür yaradılışlı insanı gerçek ve kalıcı kölelikten kurtarmaya ve ülkesini mutlak bir yok oluşun eşiğinden döndürmeye doğru adım attığının farkında mıydı?

Nuh tufanından sonra ilk kez dünyaya adil bir devlet düzenini kendisinin takdim edeceğini, kendisindeki bu inanılmaz güzelliği bütün insanlığa taksim edip yaşadığı beldeyi bütünüyle güzelleştireceğine akıl erdirebilir miydi o sırada?

Acının ne olduğunu, acı çekenler bilir.

Köleliğin ne demek olduğunu da çocukluğundan beri bu acıyı yaşamış olanlar… İnsanları kölelikten kurtaracak olan işte onlardır; acıları onlar teskin edebilir ancak. Ağır bir bedel ödeyerek hürriyetine kavuşabilen şerefli insanlar bilir ancak hürriyetin ne demek olduğunu… Ve ancak böyle insanlar beşeriyete hürriyeti armağan edebilecek mücadelelere öncülük edebilirler.

Tok karınla açlara liderlik edilemez.

Refah içinde yaşayanlar, yoksullarla, çıplakların davasını savunamaz…

Hürriyetinden mahrum edilmeyenler, başkalarının hürriyeti için kendilerini tehlikeye atamaz…

Yusuf, bütün bu acıları yaşamakta olan halkını kurtarmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Bu yüzdendir ki onun da bütün bu acıları çekmesi, hepsini bilfiil yaşaması gerekmektedir. O, yiğit, fedakar, hür, dirençli, dürüst ve herşeye rağmen iffetli olunabileceğini şahsen ispatlayabilmelidir. İşte o zaman bir milleti peşinden sürükleyebilecek ve başkalarına söz geçirebilecektir.

Hiçbir kavmin akıllıları, birinin sözüne rastgele uymaz, ardından yürümezler… Önce onu tanımaya çalışır, kim olduğuna, neler görüp, nelere katlandığına bakarlar…

Kervandakiler Yusuf'a nasıl davrandılar acaba?

O devirlerde zengin köle sahipleri, kölelerine nasıl davranmaktaydılar?

Kardeşin kardeşe nasıl davrandığını gördük.

Bir de köle sahibinin köleye nasıl davrandığına bakalım şimdi.

Ve kölenin de, köle sahibinin de kalplerini elinde tutan bir "Yüceler yücesi merhametliler merhametlisi Rahman"ın, her işinde nice hikmetler, nice sırlar, nice nimet ve bereketler olduğunu da unutmadan ibretle, hayretle izleyelim Yusuf'u…

Görelim Mevlâ neyler.

Neylerse güzel eyler!..

 

-*-

 

Yusuf'u satın alan kervan uzun bir yolculuktan sonra Mısır’a vardı. Köle pazarında Yusuf'u satışa çıkardılar. Kısa zamanda Yusuf'a çok fazla müşteri çıktı. Bu görülmemiş güzelliğe kimse fiyat biçemiyor, fiyatı arttıkça artıyordu. Derken, Mısır kralı Yusuf'u satın aldı, ama köle edinmek için değil, evlatlık edinmek için.

Mısır kralı evlat sahibi olamıyordu.

Böylece Yusuf'un bu köleliği de çok kısa sürdü ve bir günde kölelikten veliahdlığa yükseliverdi!

Mısır kralı Yusuf'u evine götürüp eşine verdi, "İşte sana güzelim bir evlat!" dedi, "Ona iyi bak, onu iyi yetiştir, bundan iyi evlatlık bulamazsın!"

Evet, o dönemlerde zenginler ve soylular arasında çocuk sahibi olamayanlar, seçkin köleleri satın alıp evlatlık edinirlerdi. Çocukluktan satın alınarak yetiştirilen bu köleler, efendilerinin en yakını olurlardı.

Bu küçük kölenin fizikî yakışıklılığının yanısıra huy ve ahlakının da fevkalade güzel olması, edep ve zekaca da pek seçkin olduğunu göstermesi, Mısır kralını hayran bırakmış hiç tereddüt etmeden onu satın alıp evlatlık edinmek için yetiştirmeyi planlamıştı.

Şimdi Yusuf köle değil, Mısır hükümdarının evlatlığıydı.

Kaderin tuhaf cilveleri vardır…

Kardeşleri Yusuf'a düşmanlık etmiş, ama bir başkası  onu azizleyip bağrına basarak evlatlık edinmişti.

Yusuf dürüst ve inançlıydı. Bu yüzdendir ki Yüceler Yücesi Rabb'i, onu sürekli kollamakta, gözetmekteydi.

Mısır sultanı elbette ki Yusuf'a layık bir baba değildi ve onunla Yakup Peygamber (a.s) kıyaslanamazdı; ama Yusuf, onun için pek ideal bir evlattı şüphesiz.

Yusuf'tan daha iyi bir oğul kime nasip olabilirdi ki o sırada?

Yusuf'un vücudu kralın sarayında nimetler içinde müreffeh bir hayat yaşıyor, ama ruhu kafesteki bir kuş gibi "baba" diyerek çırpınıyordu. Öz kardeşleri babasından annesinden ve doğup büyüdüğü diyarından koparmışlardı Yusuf'u.

Küçük yaşta hem anne babasından ayrılmış, hem vatanından sürülmüş, uzaklaştırılmıştı.

Yakup Peygamber de (a.s) Yusuf'unun yokluğuna dayanamamış, gece gündüz gözyaşı dökmüştü. Yusuf'un ayrılığıyla gözleri sağlığını  yitirmiş, saçı-sakalı kısa sürede bembeyaz olmuştu.

Yusuf, Kur'an'ın terbiyesiyle eğitilen bir peygamber adayı olduğu halde, köle pazarında ağzını açıp tek kelime itiraz etmemişti.

Bütün insanlardan o sırada üstün olduğu halde kimseye karşı büyüklenmemiş, zerrece kibir göstermemişti… Mısır azizine kendisini tanıtmadı asla "Ben Hz. Halil İbrahim'in torunu, Hz. Yakub'un oğluyum" demedi.

"Devrin peygamberi benim babamdır" diyerek böbürlenmedi…

Hiç, ama hiçbir şey söylemedi kimseye…

Ağzını kapatabilmek ve sırrı açmamasını becermek her insanın yapabileceği bir şey değildir, bu sadece güçlü ve kendisinden emin insanların huyu ve hasletidir.

Zorluklar ve sıkıntılardan şikayetçi olup sızlanmak ve hayatın inişli çıkışlı yollarında kendine güvenini bir an olsun yitirmeyip, kişilik ve karakterini koruyabilmek, daha çocuk yaşındayken Hz. Yusuf'un (a.s) en belirgin  özelliklerindendi.

O gurbet ellerde onca yalnızlık ve sıkıntılı anlarında bir kez olsun kimseye yalvarmadı, "ben şuyum, ben buyum, falan peygamberin oğlu, filan peygamberin soyundanım" demedi; hiç övünmedi, hiç kibirlenmedi.

Hz. Yusuf (a.s)’ın bu davranışında bütün insanlığın alması gereken bir ders vardır. Kendini tanıtmak istiyorsan babanla, dedenle, soy-sopunla tanıtma; kendini kendi gayretin ve çabanla, kendi ahlakın ve kendi huyunla tanıt. Sen kendini tanıtabilirsen, gerisi kendiliğinden gelir zaten.

Kendisine şuradan buradan, şu veya bu şahıs veya hadiseden pay çıkarmaya çalışanlar, bizzat kendilerinde hiçbir olumlu haslet taşımayan karakter fakirleridir.

Güçlü karakterler Allah'tan başka dayanağa sırtlarını vermezler.

-*-

Yusuf giderek serpilip gelişiyor, büyüdükçe güzelliği, karakteri ve yetenekleriyle daha bir büyüleyici hal alıyordu.

O fevkaladeydi, ama zerrece gururlanmıyor, mağrur olmuyordu.

Kendisini bildi bileli hayat bir okuldu onun için. Her an yeni şeyler öğreniyor, öğrendikçe kulluğu ve tevazusu artıyordu. Onun öğretmeni, bütün öğretmenlerin öğretmeniydi; yaratılış aleminin öğreticisi, yetiştiricisiydi onun Rabb'i…

Onun üstadı, üstatlar üstadıydı…

Ruh ve bilgi güzelliği, fiziki güzelliğinden kat kat fazlaydı ve Yusuf, her boyutuyla günden güne ilerliyor, kemale erişiyordu. Sevgili Rabb'i her gün ona yeni bir ders veriyor, ilmini, edebini ve kemalini doruğa ulaştırmasına yardımcı oluyordu.

Ne mutlu kendisini Rabb'inin öğretmenliğine teslim edenlere… Ne mutlu O'ndan öğrendiğini kulağına küpe edinenlere…

Geçmişte yaşadığı acı olaylar da onun için bir dersti. Babası, halası, atıldığı kuyu, ağabeylerinin hasedi, kervan başının kölesi olmak, Mısır azizinin evlatlığına seçilmek… Bütün bunlar birer okuldu Yusuf için, rengarenk bir ders cümbüşü, ibretler zinciriydi. İlmine ilim, tecrübesine tecrübe katıyor onu feleğin örsünde vura-vura çelikleştiriyordu.

Mısır azizinin evi, bu ders halkalarından biri ve en zor olanıydı.

Yusuf bu evde kemal ve olgunluğunun doruğuna ulaştığında sevgili Rabb'i onu peygamberlikle şereflendirdi.

Ve Yusuf (a.s) kavmi için Allah'ın rahmeti oldu, Rabb'inin mesajlarını insanlara iletmekle görevlendirildi.

Böylece çocukken gördüğü rüya gerçekleşmiş, babasının tabiri doğru çıkmıştı, Yusuf (a.s) insanları kula değil, Allah'a tapmaya davet etmekle mükellef kılınmıştı!..

O devirde Mısır, dünyanın en gelişmiş ülkesiydi, çağın en ileri medeniyeti Mısır'da kurulmuştu.

Ama Yusuf (a.s)'ın ilahi mektepte alması gereken bir ders daha kalmış, göğüslenmesi gereken bir felaket daha düşünülmüştü.

Bu, onun son sınavı olabilirdi…

Bu sınavdan sonra halk onu tanıyacak, iffet ve dürüstlüğü dillere destan olacaktı.

İşte o zaman insanları Rabb'ine davet ettiğinde herkes onu tanıyıp onun çağrısına canla başla koşacaklardı.

Evet, Yusuf'un bu kemal yolundaki son basamağı da tırmanabilmesi için bir sınavdan daha geçmesi gerekiyordu. Zor mu zor bir sınavdı bu; ama Yusuf'u çifte su verilmiş çeliğe dönüştürecekti sonuçta…

Nice büyük insanları dize getirmiş, nice temiz canları yenilgiye uğratmış bir sınavdı bu.

Genç Yusuf, bundan önceki sınavlardan başarıyla alnının akıyla çıkmıştı. Bunu da başarıyla vermesi gerekiyordu. Böylece insanlar, Yüce Rablerinin gönderdiği elçilerin en zor sınavları başarıyla veren nâdide öğrenciler arasından seçilip görevlendirildiğini görecek ve böylece onlara gereğince güvenebileceklerdi.

Bu, Yusuf'un o güne kadar verdiği bütün sınavlardan zordu.

Zira Yusuf'un en zayıf anında, gönül meselesine sırt çevirmesini gerektiriyordu!

İnsanın kendisiyle olan savaşı, başkasıyla savaşmasından çok daha zordur. Bundan önceki sınavlar Yusuf için "küçük cihad"dı, buysa Yusuf'un "cihad-ı ekber"iydi… Nice büyük insanların, nice yiğit erenlerin bir anlık olsun ayaklarının sürçtüğü çok zorlu, çok çetin bir cihad…

Yusuf kıssasının bu noktası, psikoloji ve insan bilim uzmanlarınca laboratuara alınması gereken son derece  önemli noktaları kapsar. Burada insanın kendisiyle savaşında kadının mı, yoksa erkeğin mi daha güçlü olduğu, hangi şartlarda kimin mağlup, kimin gâlip geldiği konusu ele alınmaktadır.

İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana bu zorlu savaşta kaybeden tarafın genellikle erkekler olduğunu itiraf etmek gerekir.

Evet, bir halter yarışında erkekler kadınlardan daha fazla ağırlık kaldırabilirler, ama insanın gücünü kudretini ölçen şey halter yarışı değildir. Kadınla erkek mücadelesinde sömürüye karşı bir mücadele türü vardır; biri diğerini sömürmek istediğinde, ona karşı direnç gösterebilmektir bu gücün ölçüsü…

Bu tür bir savaşta kadının çok güçlü iki silahı vardır. Her ikisini de kullanması halinde erkeği genellikle mağlup etmekte, sırtını yere vurmaktadır. Bu silahların her ikisi de erkeğin kalbini ve gönlünü hedef alır, vücudunu değil… Kadının erkeği dize getirmek için kullandığı birinci silahı gözyaşıdır; ağlayarak erkeğin şefkat ve sevgi duygusunu tahrik eder, kalbinde burukluk yaratır ve onun iradesini ele geçirme şansını kazanır.

İkinci silahıysa naz, cilve ve işvesidir.

Bu iki yolla kadın, erkeğin kalbini fethedip onun iradesine egemen olabilir ve onu mağlup eder.

Hz. Yusuf (a.s) bu savaşın nâdide kahramanıdır. Kadının gözyaşı ve dişilik silahı karşısında dize gelip yenilmeyen ve iffetini koruyarak bütün erkeklere pratik bir örnek kesilen seçkin bir insan olarak adını insanlık tarihine geçirmiş ve Hz. Nuh Tufanından sonra insanlığa "gönül fırtınası"nda geminin nasıl sapasağlam sahile vardırılabileceğini öğretmiş ve bunun mümkün olduğunu ispatlamıştır.

 

 

 

 

 

 


[1] – Yusuf: 4

[2] – Yusuf: 5

[3] – Yusuf: 6

[4] – Hadisenin tamamı Yusuf Suresi'nin ayetlerinden aktarıldığı için sık sık bu ayetleri tekrarlamak yerine, okuyucuların Kur'an'da Yusuf Suresi'ne bakmaları daha isabetli olacaktır. İ. Bendiderya-