En başarılı iş, en gizli iştir. Gurer’ul-Hikem, 3284 İmam Ali (a.s)

Zeynebi Vuslat

Zeynebi Vuslat

Seyyid Seccad HÜSEYNİ

 

Gurbet çölünde şaşkınlığın Sana şaşırıp kaldığı gün, ateşin kalbinin yangınından utandığı gün, suya susamış hurma ağaçlarının Senin ve suyun susamışlığına susadıkları gün; Senin adın tarihin ebediyet sayfasına kazındı da biz Seni tanıdık.

Zeyneb’in, Ali’nin özeti olduğunu bildik ki, konuşmaya başlayınca hayret ve sessizlik mührü çıngırakları bile istisna etmiyor! Bildik ki, Zeynep bütün tarihî direnişlerin azameti, yani yeryüzündeki bütün kelebek sıfatlıların tecellisisin!

Belki de Sen bir mucize idin; Allah’ın kendi dinini yeniden ihya etmek için yaratmış olduğu bir mucize!

Ali ve Fatıma’dan böyle bir mucize hiç de uzak değil. Eğer Sen Zehra ve Murteza’nın mektebinde Hasan ve Hüseyin’in sınıf arkadaşı isen, böyle olmalısın zaten!

Belki de “Sana indirileni takip et” hakikati bir gece Senin varlığına zemzeme edilmiş de Seni şiddetli bir kasırgaya dönüştürmüş. Belki de Sen her felâket ve afet karşısında tarihin en büyük lale bahçelerinin bekçisiydin. Belki de Sen ismetten önce insanın en melekutî çehresi idin. İsmetin korunmuşluk belgesine sahip olmayanlar için merdivenin son basamağıydın.

Sen Hüseyin’in diğer yarısısın demiyorum. Çünkü Hüseyin en kâmil kemaldir. Senin Hüseyin’in tekrarı olduğunu da söylemiyorum. Zira sen uyansın, o ise İmam; Sen müritsin, o ise murat.

Ben diyorum ki, Sen Hüseyin’in boy aynasısın. Sen berraklık, temizlik ve sefada bir aynasın; gelişkinlik, cesaret ve hatta şahadetle Hüseynî bir portre.

Hiç kimse Senin şahadetini inkâr edemez; Senin dudaklarının ve Hüseyin’in damarlarının buluştuğu o en Kerbelaî an, Sen şehit olmuştun. Gece yarısı seccadelerinde oturarak kıldığın nafilelere şahit olduğu an, Sen şehit olmuştun. Hüseyin’in inci gibi dişlerinin saygısızlık sopasıyla gösterildiği an, Sen şehit olmuştun. Tarihin bütün şehitleri Senin şahadetine şahittir.

Bilemiyorum hangi ateşli an, Senin semavî kalbini daha çok alevlendirmiş:

Senin hayatının ruhu olan Hüseyin, dinmeyen bir ateşi andıran o acı veda kelimesiyle Kerbela hatırası alınlarınızı dağladığı an mı?

Zeynebiyye Tepesi’nin sağlam ve kaygılı adımlarını öptüğü ve ıstırap dolu gözlerini kaygıyla süzdüğü an mı?

Kırık mızraklıların kaybolmuş gülünü çepeçevre kuşattığı ve kesilmiş semavî boğazını koklamak için “Konuşan Kur’ân’ın”, göğsüne saplanmış ok ve mızraklar arasından onu çekip çıkardığın an mı?

Kıraatinin âlemin kalbini titrettiği ve Sen başını dayamak ve kırmızı kanını İmam’ının kanlı başına uyarak şafağı bekleyen nuranî yüzünün sabahına akıtmak için mahfil direğini kendine sırdaş bulduğun an mı?

Veya Şam’ın hüzün dolu anlarında mı?

Ah Şam! Ah Şam! Taş şehri, sövgü şehri, kirli gözler ve aşağılık diller şehri! Rukayye’nin babaya ısmarlandığı şehir!

Ama ey Zeynep! Ey gam ve kederi utandıran yiğit kadın! Gökyüzünün kan ağladığı, Fırat’ın kana çevrildiği, yeryüzünün titreyip parçalandığı, kasırganın delice esip feryat ettiği, güneşin köşeye çekilip inlediği, ağıtın âlemin göğsünü yırtıp dünyayı kapladığı anı iyi biliyorum, o an başsız Hüseyin’in bedeninin yanından geçip;

Yüce Allah’a yakararak: “Allah’ım! Bu kurbanı bizden kabul et!”

Peygamber’e seslenerek: “Bütün gökteki meleklerin sana salât ve selâm getirdikleri ey Muhammed’im! Bedeni parça parça edilen, bu çölde yere serilen ve topraklar içerisinde kalan kişi senin Hüseyin’indir…”

Aziz annene seslenerek: “Anneciğim! Ey dünya kadınlarının en hayır­lısı! Kerbela çölüne bir bak ve oğlunun başını düşman toprağının üstünde gör! Bedenini de kanlar içerisinde gör! Ve sırtları çıplak katırlara bindirilen esaret altındaki çocuklarını gör!…”

Gözyaşı akıtarak, titrek sesle, kardeşin İmam Hüseyin’e: “Ben o kardeşin çadırının iplerine kur­ban olayım! Canımı ona feda ettiğim kimseye kurban olayım! Yaralı gönül ve susuzluktan ku­rumuş dudaklarla şehit edilene kurban olayım! Damarlarından kanlar akan o sevgili ve şefkatli olana kurban olayım! Ben dedesi Peygamber, ne­nesi Hatice, babası Ali ve annesi dünya kadınları­nın efendisi olan kimseye kurban olayım. Ben, üzerine gün doğuncaya kadar namaz kılan kim­seye kurban olayım!…” dediğin andı.

Eyvah! Eyvah! Gözler kör olsun, kulaklar işitmesin, kalpler çarpmasın, herkes gitsin, varlık yok olsun da Sen Vedalaşma; her zaman Hüseyin’le olacağım diye dememiş miydin? Nereye giderse onunla giderim diye dememiş miydin? Peki nereye Ya Zeynep! Nereye? O da Hüseyin’siz?!

Senin göğsünde çarpan kalp sabır ve direniş okyanusu idi. Kufe ve Şam’da konuşma yapan o Alice boğazın; Ehl-i Beyt’in, konuşan Kur’ân’ın mücessem bir ayetiydi. Ve biz Senin azametini tümüyle tanımak için yıllarca düşünme ve araştırma caddesine koyulmak zorundayız.

Ama ey Zeynep! Ey direnci kırılmayan büyük insan! Ey büyük bayraktar! “Kerbela’da öldürülenin intikamını alacak olanlar nerede?” feryadı, Hüseyin’in aşıklarının kalp atışları hâline gelmiştir. Hüseyin’in mateminde ağlayan gözler Allah’ın baki kıldığı kimsenin, Ehl-i Beyt’in mazlumiyetinin hüzünlü hikâyesini “Onları İmamlar kıldık ve Onları vârisler yaptık” tecellisi ile tatlı bir sona erdirmesini gözetler. Sen de Allah katında büyük bir değeri olan ellerinle ilâhî kanın Rabbinden intikam alıcının zuhurunu dile ki, zuhurun güzel cumasında “Ey Hüseyin’in intikamcıları! İşte bu senin kanlara bulanmış Hüseyin’indir.” feryadını aynısıyla seslendirelim.