Alisiz Yola Çıkılmaz
Hüseyin Hatemi
Son zamanlarda telkin edilmeye çalışılan; “Ali’siz Alevilik, “Velisiz Alevilik” demektir. Sonucu da hüsrandır ve tağutî zulmetlere düşmek demektir.
“Allah iman edenlerin velisidir. Onları içinde bulundukları zulmetlerden çıkarıp nura iletir.”[1]
“İman edenler”den olmak, Allah’ı “veli” edinmek; Allah’ın Veli kıldığı Ali’ye tâbi olmakla olur. Zulmetlerden çıkıp Nur’a kavuşmak için Ali’yi sevmek ve ona tâbi olmak gerekir. Ali’nin velâyetine iman edenler, Allah’ı veli edinen müminlerdir.
Ali’nin velâyetini ikrar eden, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) nübüvvet ve risaletini de ikrar eder. Rahmeten li’l-Âlemin olan ve bizim için Allah’a “Vesile” olan Resul-i Ekrem (s.a.a), “Ben ve Ali aynı nurdanız.” buyurmuştur. Ali sevgisi ve Resul-i Ekrem (s.a.a) sevgisi birbirinden ayrılamaz. Ali’nin velâyetine iman etmeyenler, ya “İslâm”ın zahirî mertebesinde kalıp da kâmil imana eremeyenler yahut en kötüsü, “münafık” olanlardır. İman ile Ali’ye düşmanlık asla bir arada olmaz. Bu sebeple Allah Kur’an-ı Kerim'de Resulü’ne buyurmuştur ki: “De ki: Ben sizden hiçbir karşılık beklemiyorum, ancak (yine sizin hayrınız için, gerçek müminler olmanız ve felaha erişmeniz için) yakınlar’a sevgi istiyorum.”[2]
Fatıma (s.a), esasen Resul-i Ekrem’in (s.a.a) canındandır. Bu yakınlar’ın (Kurba) ilki, Nur’u Resul-i Ekrem’in (s.a.a) Nur’u ile bir olan Emir’ül-Müminin Ali’dir.
Münafıkların Ali aleyhine uydurdukları “tarihî gerçekler”in (!) pisliğinden Ali’yi ve İslâm’ı tenzih etmedikçe, gerçek mümin olmaya imkân yoktur.
Ali, Ehlibeyt’in kimler olduğunu göstermek, münafıkların elinden “bilimsel dayanaklar”ını (!) almak için Beyt’te doğan tek insandır. Ali’yi gerçekten sevmeyen münafıklar, gafil ve cahilleri bu sebeple Beyt’ten uzaklaştırmaya çalışırlar, ta ki Beyt’in ehli de tanınmasın!
Ali, -haşa- önceleri gaflet ve cehalette iken çocuk yaşında Müslüman olanların ilki değildir. Hatta Ali’nin durumu o sırada Arap toplumunda İbrahim ve İsmail’in (a.s) dinini devam ettiren Haniflerin durumundan da ayrıdır. Ali’nin Nur’u ve İsmet’i doğuştandır. Resul-i Ekrem de (s.a.a) böyle değil midir? Ne yazık ki gaflet ve cehalet ehli, Resul-i Ekrem’in (s.a.a) gerçek ve yüce makamını idrak etmedikleri gibi, Ali’nin yüce makamını hiç kabul etmezler.
Ali’nin kutlu babası Ebu Talib de müşrik değil, Hanif, Müslim ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) davetinden sonra da gerçek mümindir. Resul-i Ekrem’e (s.a.a) Kur’ân vahyinin gelmesi çerçevesinde uydurulan münafık rivayetlerine de asla inanmayın! Resul-i Ekrem (s.a.a), Rahmeten-li’l-Âlemin olduğu bilincine, esasen doğuştan sahip idi. O, kutlu ramazan gecesi esasen Hira Mağarası’nda vahye muhatap olmak için bulunuyordu. Yalnız da değildi, yanında Yar-i Gâr’ı da olan (mağara yoldaşı) Ali vardı.[3]
Kur’ân-ı Kerim Ali’yi “Müminlerin Salihi” olarak ve Cebrail (a.s) ile birlikte Resul-i Ekrem’in (s.a.a) yar ve yardımcısı olarak nitelemiştir. Maalesef “münafıklar” bunu da halktan gizlemiş, Kur’ân-ı Kerim’in bu ayetini, merhum Muhammed İkbal’in deyişi ile, “Allah’ı, Cebrail’i ve Allah’ın Resulü’nü de hayrete salacak biçimlerde tefsir ve tevil etmişlerdir.”[4] Meallerde “Müminlerin Salihi” şeklindeki “tekil” ifade, “Salih Müminler” şeklinde çoğullaştırılmış veya “Müminlerin Salihi”, ayet-i kerime’nin nüzul sebebinden tamamıyla farklı ve çelişkili isnatlar ile, başka kimseler olarak tefsir edilmiştir.
“Allah iman edenlerin velisidir.” ayet-i kerimesi, münafıklar tarafından yine Ali’nin velâyetini dışarıda bırakacak şekilde yorumlanmaya vesile olmaması için, Allah, yüce inayeti ile, Kur’ân’ı yine Kur’ân ile tefsir etmiştir.
“Sizin veliniz Allah’dır, Resulü’dür ve iman etmiş olup namazı yerine getirenler ve rükû’da zekât verenlerdir.”[5]
Bu ayet-i kerime de Ali hakkında nazil olmuş ve çoğul ifade ile de Ehlibeyt İmamları “Veli” olarak nitelenmiştir. Ehlibeyt İmamları’nın her biri, Mâûn Suresi’nde “dini yalanlayanlar” olarak nitelenen “toplumsal yardımlaşma ve dayanışma”yı (Maun’u) önleyen mürailerin düzeninde, Maun’un önemini belirtmek ve mustazaflara haklarını ulaştırmak için, gece karanlığında, sırtlarındaki erzak yükünün ağırlığı dolayısı ile rükû hâlinde yoksulları, çaresizleri dolaşırlardı. İşte velâyet böyle olur ve Allah Ali’nin ve Ehlibeyt İmamları’nın velâyetini bu ayet-i kerime ile de duymak ve kabul etmek isteyene açıklamıştır. Ali’nin ve on bir evlâdının -ki bu On Bir İmam Fatıma’nın ve dolayısı ile Resulü Ekrem’in (s.a.a) de evlâdıdır- velâyeti Allah’tandır. Gasp edilemez. Gasp edilecek olan ancak şeklî devlet reisliğidir (zahirî ulu’l-emr sıfatı). Bunu da gasp ettirmemek, “Emanetleri ehline tevdi ediniz.”[6] ayet-i kerimesi dolayısı ile “ümmet”in ödevi iken, maalesef ümmet çoğunluğu bu bilinci göstermemiş, emaneti ehline tevdi etmemiş, Seyyidu’ş-Şüheda Hüseyin’in şehadetinden sonra dahi uyanmamıştır. “Velâyet”, “Veli”, “Veliyyu’l-Emr”, “Resulullah’ın Halifesi” kavramlarını, isim ve sıfatlarını tevcih etme yetkisi sadece Allah’ta iken, bu sıfatlar bol keseden başkalarına tevcih edilmiştir.
Allah, yüce inayeti ile, Ahzâb Suresi’nin 33. ayet-i kerimesinde Ehlibeyt’in “İsmet”ini belirtmiş iken, gaflet o dereceye varmıştır ki, bu ayet-i kerime de nüzul sebebine ve hikmetine tamamen aykırı biçimde yorumlanmaktadır.
Gaflette olmayanlar vardır. Fakat sayıları maalesef fazla değildir. Oysa Ali’nin velâyetinin bilincine ve Ali sevgisine ermeden, kâmil iman olmaz. Ne yazık ki on-on beş yıldan beri, Ali sevgisine sahip olanların gönlünden de bu sevgi çıkarılıp bunun yerine İblis’in, tağutî tezahürlerin sevgisinin yerleştirilmesi için “Ali’siz Alevilik” tuzağı kurulmuştur. Bu tuzağın, bu ancak sinekleri avlayabilecek olan “örümcek ağı”nın yerinde durmasının sebebi, münafıkların uydurduğu bazı asılsız rivayetlerin reddedilmemiş, çürütülmemiş olmasıdır.
Temizlik yapılmayan bir yerde, böyle örümcek ağlarının bulunmasına şaşılmaz. Emir’ül-Müminin ve Veliyullah olan Ali’nin hayatı, bir müminin feraseti ile, tekrar yazılmalıdır. Ali düşmanlarının ve suret-i hak’dan görünen münafıkların tarihî (!) uydurmalarının çöpünden temizlenmedikçe, “Alisiz Alevilik” mikrobunun da kökü kesilemez. On Dört Masumun her biri bir nur insanıdır. Bunların nuruna zulmet galip gelemez. Esasen ilâhî nur olan bir yerde zulüm ve zulmet barınamaz. Onların velâyetine gönülden ikrar vermeksizin, iman tatlılığını duymak nasip olmaz.
Ehlibeyt’i sevenler, On Dört Masum’un velâyetine imanı olanlar; Ali düşmanlığının doruğa vardığı dönemlerde “Eşhedu enne Emir’el-Muminine Alliyyen Veliyyullah!” bilinci ve zikri ile bu dönemleri atlatmışlardır. Ferdî zulmetler devam etmektedir.
Zulmetin devam etmesinin bir sebebi de, “Teberrasız Tevella” olabileceği gafletidir. Oysa Ali ile Muaviye birlikte “Veli” edinilemez. Ahzâb Suresi’nde Allah’ın yine yüce inayeti ile bu konuda bizi uyardığına dikkat edelim:
Allah hiç kimseye iki gönül vermemiştir. Tek gönülde de iki zıt sevgiyi sığdırmaya çalışmak ruh ve akıl hastalıklarına sebep olur. Tercih yapmamız gerekir: Ya hak, yahut batıl! Hak Ali’den, Ali haktan ayrılmaz. Ali’yi seçenler felâha erenlerdir. İster “Alisiz Alevilik” haricîliği, ister Muaviye taraftarlığı olsun, batılın tezahürlerini seçenler, hesap gününde nadim olacak olanlardır.
Ali’nin velâyeti nurundan gönlümüzü yoksun bırakmak, bu cereyanı kesmek isteyenlerin sebep olduğu bir “arıza” da şu olabilir: Ali’nin kendisi -haşa- meselî “İkinci Halife” veya Muaviye gibi başarılı bir devlet adamı olmuş mudur ki, başkalarına da, hele ölümünden sonra “Velâyeti” ile “himmet” edebilsin? Vesvas’ul-Hannas’ın bu vesvesesine kapılmış olan ve şu anda hayatta olmayan, bu mahrumiyetine çok esef ettiğim tanınmış bir zat, “Resul-ü Ekrem’den (s.a.a) sonra, Gadir-i Hum rivayetine sadık kalınsa idi, İslâm âlemi, bugünkü durumda olmazdı!” dediğimde, derhal “Felâket olurdu!” cevabını vermişti. Sanki en büyük musibet, Kerbelâ olayı, hiç olmamış gibi!
Oysa Hazreti Mesih’i sevenler, Hazreti Mesih İbn Meryem’in çarmıha gerildiğine inandıkları hâlde, onu sevmekten vazgeçmezler. Biz de İsa’yı sevenlerdeniz. Fakat onun çarmıha gerilmediğini biliriz. Ali’nin şehit edildiğini, bütün İmamlar’ın -Hazreti Sahibu’z-Zaman’a kadar- şehit edildiklerini, insanlık kurbanı Hüseyin’in Kerbelâ’sını bildiğimiz hâlde, Sefinet’un-Necat’ın başına gelen bu olayları, Kehf Suresi’nde Hızır ve Musa kıssasında simgeli olarak belirtilen; dünya imtihanı sona erinceye kadar, “Sefinet’un-Necat”ın, “Kurtuluş Gemisi” olan Ehlibeyt’in, “hasara uğramış” görünmesi hikmeti ile izah eder ve “o cihanda bu cihanda / Ali’ye saydılar bizi” demeyi, “Eşhedu enne Emire’l-Müminine Aliyyen Veliyyullah” demeyi sürdürürüz. Ta ki “Necmu’s-Sakıb” olan Târık, zulmeti delip parlayacak olan Sahibu’z-Zaman’ın zuhuruna kadar!
İzzet, Allah’ın, Resulü’nün ve “müminler” olarak nitelenen On İki İmam’ındır. Münafıklar bunu bilmezler. Hüsran da iman edenlere, Salihleri izleyenlere, hakkı ve bu cümleden olarak Ali’nin velâyetini ve Necmu’s-Sakıb’ın zuhuruna kadar sabrı tavsiye edenlere değil, münafıklaradır.
Müminler bilirler ki, Kehf Suresi’nde “iki yetimin hazinesi” olarak simgelenen ilâhî sevginin ölümsüz değerleri, Mehdi ve Mesih işbirliği ile yeryüzünü kaplayacaktır.
Recep ayı Regaib, Emiru’l-Müminin’in doğumu ve Bi’set gecelerini ihtiva eden ay idi. Şaban’da da İmam Hüseyin’in ve Sahibu’z-Zaman’ın doğum gecelerini kutladık.
Allah, bizi kendisinin velâyetinden yansıyan Resül’ünün, Ali’nin ve Ehlibeyt’in velâyetinden ayırmasın!
“Birbirimiz için dua edelim, sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” (Yunus Emre) Kalacak olan ilâhî sevginin nurudur. Ululuk ve yücelik ıssı olan Rabbimizin vechidir.
Allahumme Salli Ala Muhammed
Ve’l-hamdulillahi Rabbi’l-Âlemin…
[1]– Bakara, 257
[2]– Şârâ, 42
[3]– bk. C. Subhanî, Furuğ-i Velâyet (Velâyet Nur), 1368 H.Ş. s. 39
[4]– Tahrîm, 4
[5]– Mâide, 55
[6]– Nisâ, 58