Bilim, Akıl ve Dinin Tanımı ve Farkları
Soru
Siz bilim, akıl ve dini nasıl tanımlıyorsunuz? Bunların arasında ne gibi farklar ve çelişkiler vardır? Bütün ilimlerin kaynağı Ku’ran’dadır sözü ne derece doğrudur?
Kısa Cevap
İlmin, üç sözlük ve iki terim anlamı varıdır: İlim; bazen bilmek, bazen bilgi ve bazen de bilinen manasına gelmektedir. Birinci manada ilim mastar; ikinci de mastar ismi ve üçüncüdeyse belirtili nesnedir.
Bilginin iki de terim manası vardır: Bazen maksat, mutlak şekilde anlamaktır; ister bu anlama hakikatle uyumlu olsun ister olmasın. Ancak bazen maksat, hakikate uygun olanı anlamaktır.
Din ve ilim arasındaki çelişki meselesinde ilimden kasıt, tecrübeye dayalı olarak olayları ve maddî varlıkları tahlil etmeye çalışan bilimdir.
Bu tarife göre, kitabı mukaddesin tahrif olmasından dolayı, her ne kadar Hıristiyanlıkla bilim arasında bir takım tezatlar oluşmuşsa da, İslâm’la bilim arasında hiçbir tezat oluşmadığı gibi Kur’ân bilimin sonradan ulaştığı bazı gerçekleri önceden haber vererek mucizesini ortaya koymuştur. Ne yazık ki Kur’ân’ın bazı bilimsel hakikatlere ışık tutması, bir takım insanların, tefsir kurallarına dikkat etmeden ve bilimin ispatladığı kesin kurallarla teorileri arsında fark gözetmeden âyetleri bilimin verilerine tatbik etmeğe kalkışmalarıyla büyük bir hata yapmalarına sebep olmuştur. Bizce Kur’ân hidayet kitabıdır ve insanlığın hidayetle ilgili ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklamıştır. Bazen bilimsel meselelere değinmesinin sebebi de yine bunlar vasıtasıyla insanın hidayetine yardımcı olmaktır. Elbette bu durum aynı zamanda Kur’ân’ın bilimsel mucizesinin de bir göstergesidir.
Kur’ân’ın üstünlüğünü ispatlamak için bütün ilimleri içerdiğini söylemeğe ihtiyaç yoktur. Elbette Kur’ân’da bilinmeyen birçok hakikatler gizlidir ve zaman geçtikçe Kur’ân, bu hakikatleri beşere sunmaktadır.
Akla gelince, birçok anlamı vardır, ama bizim akıldan maksadımız genel kavramları anlayabilen kabiliyet ve güçtür. Hıristiyan âleminde bir takım insanlar, baştan beri Hıristiyanlık dinin tahrife uğramış öğretileriyle aklın uyuşmadığını fark ettiklerinden, iman ve aklı iki ayrı alanda incelemeye tabi tuttular. Ancak İslâm âleminde akıl, özel bir itibara sahiptir. Kur’ân defalarca insanları düşünmeye davet etmiştir. İnançlar boyutunda, akla dayalı olmayan inancı reddetmiş ve fıkıh alanında da aklı, fıkhın kaynaklarından birisi olarak tanıtmıştır. Hatta daha ileri giderek demiştir ki, ne zaman akıl kesin bir bilgiye ulaşırsa ve bu bilgi de dinin bazı zahirî ve kesin olmayan hükümleriyle çelişirse, aklın bulgusu o hükümlere tercih edilir. Daha açık bir deyişle dinin gerçek hükmü akılla belirlenir.
Din, insanları yetiştirip toplumu idare edebilmek için var olan ve bir takım inanç, ahlak ve kanunlardan oluşan, farklı aşamalara sahip bir bütünden ibarettir.
Din kanunlar bütünü olarak, Allah Teâlâ’nın ilminde ve levh-i mahfuzda var olan bir hakikattir. İlahi hazinedeki bu hakikatin tamamı veya bir kısmı, zaman ve mekânın şartları göz önünde bulundurularak, insanları hidayet etme maksadıyla peygamberlere gönderilir. Daha sonra akla ve nakle müracaat edilerek bu hakikat ortaya çıkar ve belli bir çerçeveye oturtularak bir gurup insanın inancı haline gelir.
O zaman dinî aşağıdaki merhalelerde özetlemek mümkündür:
1) Nefsu’l-emrî din 2) Gönderilmiş din 3) Keşfedilmiş din 4) Kanunlaşmış din
Ayrıntılı Cevap
İlim kelimesi için üç mana zikredilmiştir: Bazen ilim, mastar manasına gelen “Bilmek”, bazen mastar ismi manasına gelen “Bilgi” ve bazen de kavranmış anlamına gelen “Bilinen” anlamında kullanılır.
Bazen yanlışlıkla veya müsamahayla bilgi kelimesi, bilinen kelimesinin yerine kullanılması bir takım safsatalara sebebiyet vermiştir. Örneğin, gerçekte insanın kendisinin, bilgi alanında tekâmülünden ibaret olan bilginin tekâmülünden hatalı bir şekilde bilinenlerin özsel/cevheri değişimi ve gelişimi neticesini alıyorlar. Bu netice bilgiyle bilinenin birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Gerçek de tekâmül edip gelişen insanın bilgisidir, bilinenler değildir.
İlim konusunda iki terim vardır: a) Mutlak manada bilme ve anlama, ister gerçeğe mutabık olsun, isterse olmasın. Yani insanın zihnine bilgi olarak gelen her şekil (Popper’in ikinci dünyası) veya bilgi dünyasında bilgi olarak sunulan her şey (Popper’in üçüncü dünyası).
Gerçekle Mutabık Olan Bilgi[1]
İlim ve dinin çelişmesi meselesinde ilimden maksat pozitif bilimlerdir.[2] Bu bilimler tecrübe ve deneye dayalı olarak fiziksel olayları incelemeğe tabi tutarlar. Sonuç itibarıyla bu terim bundan önce ilim olarak zikredilen iki terimden farklı bir anlam içermektedir.
Akla gelince, birçok anlamı söz konusudur. Ancak bizim akıldan maksadımız genel/külli kavramları anlayabilen kabiliyet ve güçtür.[3] Aklın anlayışı, eğer doğru öncüllere ve sahih istidlal yöntemlerine dayalı olursa kabullenilebilir olacaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki, aklın anlama sahası genel/külli kavramlardan ibarettir ve onun dışındaki sahalarda başka araçlardan, örneğin duyu organlarından, faydalanmak zorundadır. Elbette duyu organları vasıtasıyla elde edilen veriler, akıl vasıtasıyla tahlil edilerek bir takım çıkarımlar yapılır. Bundan dolayı duyu organlarındaki algılama hataları bazen aklın da hata etmesine sebebiyet verir.[4]
Din kelime olarak şu manalara gelir: İtaat, boyun eğme, taraftarlık, kabul, teslimiyet ve karşılık. Kur’ân’da din kelimesi bazen beşeri kanunlar ve kararlar için[5] ve bazen de batıl dinler için kullanılmıştır. Örneğin Kıptilerin İsrail oğullarına hâkimiyetini sağlayan kanunları[6] ve Hicaz putperestlerinin yağmacı kanunları için din tabiri kullanılmıştır.[7]
Ama Kur’ân’a göre gerçek manada din, insanı yetiştirip toplumu idare etmek için var olan inanç, ahlak ve kanunların bütününden ibarettir. Din gerçekte yaratılışın konuşan dilidir. Dinin büyük bir kısmı insanı ve evreni tanıyarak, onun saadete ulaşma yollarını anlamaktan ibarettir. Din sadece Allah tarafından düzenlenirse haktır.[8] Çünkü insan ve evren hakkında yeterli bilgiye sadece O sahiptir ve bundan dolayı da kanunları, insanda var olan güç ve kabiliyetleri göz önünde bulundurarak düzenler.[9]
Eğer dinden maksadımız ilahî dinler olursa, onun için farklı aşamaları göz önünde bulundurabiliriz:
Nefsu’l-Emrî Din: Yani Yüce Allah katında ve iradesinde, insanı hidayet ve saadete ulaştıracak din. İnsanın özü bir olduğundan dolayı bu dinde bir tek nüshaya sahip olup evrenseldir ve hiçbir zaman ve mekânla sınırlı değildir.
Gönderilmiş Din: Yani Allah tarafından insanın hidayeti için peygamberlere gönderilen din. Bu din, bir taraftan nefsu’l-emrî din ile aynı kaynağa sahip olduğundan evrensel bir yapıya sahiptir. Ama diğer taraftan inmiş olduğu neslin zamansal ve mekânsal ihtiyaçlarını içerdiğinden bir takım özel/evrensel olmayan unsurlara sahiptir.
Keşfedilmiş Din: Yani gönderilmiş veya nefsu’l-emrî dinden, kişilerin akla veya nakle müracaat ederek keşfettikleri dindir.
Kanunlaşmış Din: Keşfedilmiş dinin genelleşerek belli bir kanun kalıbına girerek halkın bir grubunun inancı haline gelmiş dindir.
Kur’ân, “Allah katında din İslâm’dır.”[10] derken maksadı nefsu’l-emrî dindir. “İslâm bütün dinlerin sonuncusudur…” denildiğinde maksat gönderilmiş dindir. Şahısların dini göz önünde bulundurulduğunda maksat keşfedilmiş dindir.[11]
Bazıları dini, kitap ve sünnetten ibaret biliyorlar. Bu anlayışa göre de din sabittir ve dini tanıma sadece kitap ve sünnetle mümkün olur. Bu bakış açısında din, şahısların zihinlerine bağımlı değil (Popper’in üçüncü dünyası) herkese açıktır. Dolayısıyla da değişkendir.[12]
Elbette dikkat etmek gerekir ki, dini bu manada kullanmak, yukarıda anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda, dinî sadece belli bir katman ve aşamasıyla kısıtlamak olur. Ayrıca eğer din, Allah katında ve levh-i mahfuzdaki sabit hakikat değil de sadece kitap ve sünnetten ibaret olursa, böyle bir din, değişimden kendisini kurtaramayacaktır. Çünkü kitap ve sünnet, nefsu’l-emrî dinin yansımasıdır ve kitapla sünneti tanıma gerçekte başka bir marifeti/tanımayı tanımadır. Buna göre kitap ve sünnetin alanı, kelam, usul, rical ve din felsefesi ilimlerindeki görüş farklılıklarına göre daralıp genişleyebilmektedir. Örneğin eğer usul ilminde sika/yalan konuşmayan şahsın sözünü hüccet/delil kabul edersek dinin alanı değişime uğrayacaktır (genişleyecektir).[13]
Batılıların Görüşünde Din:
Batıda dinle ilgili yapılan tariflerin geneli belli bir bakış açısına dayalıdır. Örneğin psikolojik açıdan denmiştir ki din, insanın ilah olarak adlandırdığı varlık karşısında yalnızken ortaya koyduğu duygu, davranış ve tecrübelerinden ibarettir. (William James)
Sosyolojik açıdan din şöyle tarif edilmiştir: Fertlerin oluşturduğu; inanç, davranış, slogan ve dinî kurumların bütünüdür. (Talcot Pearsoons)
Maddeci bakış açısında din: Bizim kabiliyetlerinizin özgürce gelişmesini önleyen emir ve yasaklar bütününden ibarettir. (Raynah)
Dinî açıdan din: Bütün varlıkların bizim bilgimizin ötesi bir gücün tecellisi olduğunu kabul etmekten ibarettir. (Horbert Spencer)[14]
Bizce dinin en kapsamlı tarifi şudur: Din sonsuz hakikat ekseninde oluşmuş bir takım (bireysel ve toplumsal) inanç, davranış ve duyguların bütünüdür.
İtikatlar, yalan veya doğru olmakla vasıflandırılabilecek önermelerdir. Her dinin itikadı, o dindeki bir takım davranış ve duygusallıkları izah eder.[15]
Neticede ilim, terim manalarından birine göre gerçekle mutabık olan/örtüşeni anlamadır. Gerçi Batı’da, din ve ilimin çatışması söz konusu edildiğinde ilimden maksat sadece pozitif bilimlerdir.
Akıl, külli/genel kavramları anlayan güçtür. Din ise, halkın hidayeti için Allah tarafından peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen ilahî hidayetten ibarettir.
Bu üç kavram arasındaki farkları ve tezatları iki başlık altında incelemeğe tabi tutacağız:
1. Akıl ve Din (Akıl ve İman)
Hıristiyan âleminde, Hz. İsa’nın (a.s) getirdiklerinin tahrif edilmesinden dolayı dinle aklın verileri arasında çelişki olduğu görüldü. Bunun ardından bilim adamlarının kafasında şu iki soru oluştu:
a) Aklın dinin sahasında bir yeri var mıdır?
Görünüşe göre kimsenin imanı anlamada akıldan faydalanılabileceği konusunda sorunu yoktur. Ancak buna binaen daha önemli bir soru karşımıza çıkar o da şudur:
b) Aklın imanın sahasında yeri nedir? Başka bir deyişle, fertlerin, imanlarının doğru olduğuna dair ikna edici delillere ihtiyaçları var mıdır?
Bu sorulara cevap verebilmek için Batı’da üç fikir akımı ortaya çıktı:
Üst Düzey Akılcılık: Bu anlayışa göre, yeterli delile sahip olmayan her inanç kınanmalıdır ve dinî inancın kabullenebilir olması için herkesi ikna edecek şekilde ispatlanması gerekir. İngiliz matematikçi Cliffort ve Jean Lack bu inancı paylaşıyorlardı. Aquinas bu konuda şöyle diyor: “Hıristiyanlığın hakikatini, dakik aklî araştırmalarla ikna edici bir şekilde ispatlamak mümkündür. Ancak akılla imanın yolları ayrıdır ve biz imanın peşine düşmeliyiz aklın değil.” Suen Born da üst düzey akılcılığa yakın bir düşünce yapısına sahiptir.
İman Eksencilik: Bu düşünce akımına göre, dinî düzenlerin akıl tarafından değerlendirilmeğe ihtiyacı yoktur. Bu grubun iddiasına göre dinî düzenler o kadar köklü bir yapıya sahiptirler ki onları ispatlayacak ondan daha köklü bir yapı söz konusu değildir. Kierkegard bu inanca sahipti ve ona göre akılla din birbirinin zıddıdırlar.
Elbette bu grubun gaflet ettiği mesele şudur, halis bir müminin inançlarının köklülüğünden maksat bu inançların onu yaşam tarzıyla ilgili kapsamlı bir şekilde yönlendirip onun için yeteri kadar hedef ve delil icat etmesidir. Ama buradan yola çıkarak insanların dinle ilgili düşüncelerinin diğer bilgi ve düşüncelerinden daha köklü olduğu ve doğruluğu daha kolay anlaşılır olduğu neticesine ulaşamayız.
c) Eleştirel Akılcılık: Bu düşünce akımına göre dinî düzenler akılla değerlendirmeğe tabi tutulabilirler ve bu değerlendirme mutlaka yapılmalıdır. Gerçi dinî düzenlerin doğruluğunun mutlak anlamda akılla ispatı mümkün değildir.
Bu yöntemde evvela, genele hitap eden bir ispatlama yerine şahıslara özel ispat söz konusu edilmiştir George Maverdis diyordu ki: “İspat meselesini şahsa özel telakki etmemiz gerekiyor. İkinci olarak bu düşünceye göre dinî inançların hakikatiyle ilgili olarak kesin neticeye hiçbir zaman ulaşılamaz. Meseleyi bu şekilde yorumlama, büyük ölçüde Popper’in görüşüne uygunluk arz etmektedir.[16]
Ama İslâm’da akıl, dini tanıma kaynaklarından birisi olarak kabul edilmiş ve inanç meselelerinde,[17] akla öncelik tanınmıştır. Öyleki Kur’ân’da[18] delil yerine taklide dayalı olan inanç defalarca kınanmıştır.[19]
Hatta aklın bu önemi yüzünden dinin kesin olmayan/zâhirî hükümleri aklın kesin hükümlerine göre açıklanmıştır.
Ahkâmda (fıkıhta) da akıl, fıkhî hükümlerin kaynaklarından birisi olarak kabul görmüştür. Yani aklın doğru istidlal yöntemlerine dayanarak elde etmiş olduğu açık hükümler, dinî metinleri anlamada bitişik/muttasıl veya ayrı/munfasıl karine olarak kabul edilir ve bu metinlerin anlaşılmasında onlardan faydalanılır.
Akıl hem nefsu’l-emrî dine ulaşma vesilesidir; hem de gönderilmiş/mürsel dine ulaştıran delildir. Nefsu’l-emrî dine üç yoldan ulaşmak mümkündür:
a) Vahiy ve şûhut yoluyla ki bu yol belli bir gurup insana özeldir.
b) Nakil, yani vahiy ve şûhut yoluyla elde edilenlerin beyan edilmesi.
c) Akıl.
Gönderilmiş dinî keşfetmenin iki yolu vardır: 1- muteber nakil 2- akıl.
Eğer nakil, aklın keşfettiklerini beyan ederse bu, nakil yoluyla gelenin aklın bulgularına yönlendirdiğinin göstergesidir.[20]
Başka bir tabirle akıl, dinin bazı bölümleri için ölçü, bazıları için aydınlatıcı ve bazıları içinse anahtar pozisyonundadır.
Aklın ölçü olduğu yerlere örnek olarak dinin gerekliliği ve şirkin batıllığı verilebilir. Bu tip meselelerde vahiy görüş bildirse bile insanların akıl hazinelerinde olanı açıklamaktan başka bir şey yapmamıştır. Hz. Ali (a.s) buyuruyor:
“Peygamberler, insanların akıllarında saklı olan hazineleri ortaya çıkarmak için gönderilmişlerdir.”[21]
Burada akıl vahyin karışında değildir. Ancak akılla vahiy ilahî hidayetin iki ayrı mertebesidirler. Elbette burada vahiy, akla üstün, akılsa vahye mutabıktır ve birbirleriyle hiçbir ihtilafları olmadan her ikisi de ilahî hüccet/delildir.[22]
Aydınlatıcı Akıl: Akıl, dinî hükümlerin istihracında aydınlatıcı pozisyonundadır. Dolayısıyla da aynı kitap, sünnet ve icma gibi fıkha kaynaklık eden delillerden sayılmaktadır. Akıl bu alandaki rolünü şöyle oynar: Bazen onun yol göstericiliği icma gibidir. Nasıl icma masumun görüşünü yansıtması açısından delil sayılıyorsa, akıl da bazen kitap ve sünnette olanı bulmak için araç olur. Bu hedefe ulaşmak için akıl, kitap ve sünnetten alınmış esaslardan faydalanır (gayri mustakillat-ı aklî). Ama bazen akıl, şeriatın hükümlerine ulaşabilmek için kendinde var olan kaynaklardan faydalanır (mustakillat-ı aklî).
Anahtar Akıl: Aklın anahtarlığından maksat şudur; akıl, aydınlatıcı olarak şeriatın kanun ve hükümlerini kendi ufkunda külli ve soyut bir şekilde keşfedip beyan ettikten sonra şeriatin sınırlarına karışma yetkisi yoktur. Örneğin akıl, masumun sözlerine dayanarak ahkâmın özellikleri hakkında fikir beyan edebilir. Ama bunun ötesine geçemez.[23]
Sonuç itibarıyla yukarıda belirtilen yerlerde, aklın hüküm ve hakemliği İslâm tarafından kabul edilmiştir. Sadece doğru ve yalan olma vasfıyla nitelenen inançlarla ilgili önermelerde aklın onayı gerekmekle kalmayıp, ahkâm/fıkıh ve ahlakla ilgili meselelerde de akıl, önemli kaynaklardan birisi olarak kabul edilmiştir. Elbette akıl bazı yerlerde görüş bildirme gücüne sahip değildir. Ahiretin ayrıntıları ile ilgili meseleleri buna örnek olarak vermek mümkündür. Peygamberlerin öğretilerinin esaslarından bir tanesi de bize akılla ulaşması mümkün olmayan şeyleri öğretmeleridir.
“…ve size bilmediklerinizi öğretiyor.”[24]
2. Bilim ve Din:
İslâm’ın bu konudaki görüşünü beyan etmeden önce bu meselenin çıkış yeri olan Batı’ya ve Batılı düşünürlerin görüşlerine bir göz atacağız.
Kiliseyle Galile gibi bilim adamlarının çatışması ve kilisenin bilim adamlarına karşı katı tutumuna rağmen, bilimin bir takım verilerinin kesinleşmesi Batıda üç ayrı akımın oluşmasına sebep oldu:
a) Din ile bilimin rekabet, hatta çatışma durumunda olduğunu savunan görüş: Bir gurup radikal Hıristiyan diyordu ki: Dinle bilimin çeliştiği noktalarda Kitab-ı Mukaddesin iddiaları öncelik hakkına sahiptir.
Buna karşılık bazı maddeciler tabiattaki tekâmülü tercih ediyorlardı. Daha sonra Haksly gibi bilim adamları, maddeden başka gerçeğin olmadığı iddiasındaki felsefî görüşten yola çıkarak Hıristiyanlığı ve Allah inancını kökünden reddedip ‘insanın madde dışında görünmeyen bir hedefi yoktur’ diyorlardı.
b) Bir gurup ise din ile bilimin değişik açılardan birbirlerinden ayrı olduklarına inanıyorlardı. Yeni Ortodoksları, dinî egzistansiyalistleri, pozitivistleri ve dil filozoflarını bu guruptan saymak mümkündür. Yeni Ortodokslardan olan Karl Bat diyordu ki: “Konu açısından ilahiyatın konusu, Tanrı’nın İsa’da tecellisidir, ama bilimin konusu tabiattır. Yöntem açısından, Tanrı’yı sadece bize olan tecellisi yoluyla tanımak mümkündür. Ancak tabiatın sınırlarını beşeri aklın yardımıyla tanımak mümkündür. Öte taraftan dinin hedefi, insanı Allah’la görüşmeye hazırlamaktır. Ama bilimin hedefi, tabiata hâkim olan kuralları tanımaktır. O zaman din ve bilim, bu üç alanda bir birlerinden ayrıdırlar ve hiçbir şekilde çatışmaları söz konusu değildir.
Egzistansiyalizmin kurucularından olan Kierkegard diyordu ki: “Bilimsel bilgi kişisel değil objektiftir. Ancak dinî bilgi tümüyle kişisel ve subjektiftir.”
Bilimin konusu, maddî varlıklarla onların rolleridir. Ancak dinin konusu şahsi ve ahlâkî gerçeklerdir. Gerçekte dinî bilginin hedefi, Allah’la mümin insanın, ilişkisiyle alakalıdır ve onu bilimsel olarak ve duygudan soyutlanmış bir şekilde düşünmek söz konusu değildir.
Pozitivizme göre bilimsel bilgiyi diğer bilgilerden ayıran en önemli özellik, onun herkes tarafından denenebilir olmasıdır. Bundan dolayı bilgi elde etmenin tek yolu bilimsel yöntemdir ve sadece üzerinde deney yapılabilecek şeylerin içeriği ve anlamı olan bir anlatımı vardır. Dinin dili; Allah, ruh ve nefsin ebediliği gibi denenmesi mümkün olmayan şeylerden bahsettiğinden dolayı bilimsel değere sahip değildir. Felsefesi genel dile dayalı olan Wittgenstein diyordu ki: “Dilin muhtelif kullanımları vardır. Bilimsel dilin hedefi bir tür öngörü ve kontroldür. Ama ilahiyatta dil, dua, huzur bulma ve benzeri hedefler için kullanılır. O zaman din ve bilim tamamen iki ayrı faaliyet alanına sahiptirler ki konu, yöntem ve hedef açısından farklılık arz etmektedirler.”
c) Din ve bilim arasında sıkı ilişki olduğunu savunan görüşler: Waitheid dinî ve bilimsel verilere dayanarak kapsamlı bir hakikat yorumu sunmaya çalışmıştır.
Mack Gay diyor ki: “Bilim ve din, farklı yöntem ve hedeflerle ortak konular için farklı açıklamalar sunma çabasındadırlar. Bilim gerçeklerin sebeplerini keşfetmek istemektedir. Ama din olayların manalarını ortaya koymak istemektedir. Buna göre mükemmel bir anlayışa ulaşmak için hem kelami yorumlara ihtiyacımız vardır hem de bilimsel açıklamalara.”
Elbette Mack Gay şu soruya cevap vermekten aciz kalmıştır: Din ve bilimin çeliştiği yerlerde hangisini tercih edeceğiz?
Suen Born diyordu ki: “Bilim ve ilahiyat anlatım tarzlarındaki yöntem farklılıklarından dolayı bir birlerinden ayrılırlar. Bilimsel açıklama şuursuz maddî varlıklardaki zati kabiliyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak dinî açıklama, bağımsız bir fail olarak Allah’ın fiilinden kaynaklanan bir takım özel olayları konu edinir.”
Elbette bazıları bilimin görevinin açıklama olduğunu kabul etmezler ve bilimin gücünün, öngörü ve kontrol olduğunu savunurlar. Aynı şekilde din için de derler ki: Dinin asıl vazifesi açıklama değil, bireysel ve toplumsal hayatı düzenleme gibi sorumlulukları üstlenmektir.[25]
Ama İslâm’da, Kur’ân’ın tahriften korunmasından dolayı din ve bilim arasında bu tür çatışmalar söz konusu değildir. Bilimin yeni buluşları dinle çelişmediği gibi Kur’ân’ın bilimsel mucizesini de ortaya çıkarmıştır. Elbette şunu da hatırlatmalıyız ki, Kur’ân ayetlerinin yüzde onundan fazlası farklı alanlardaki bilimsel meselelere yöneliktir ve bu ayetlere yönelik üç bakış açısı söz konusudur:
Bir gruba göre Kur’ân bütün bilimsel meselelere değinmiştir. Dolayısıyla bu gurup âyetleri bilimsel meselelere tatbik etme çabasındadırlar.
Başka bir gurup Kur’ân’ın bilimsel tefsirine karşıdırlar ve bilimsel tefsiri Kur’ân’ın hedef ve maksatlarına aykırı telakki ediyorlar.
Başka bir gurup da, ihtiyatlı bir yaklaşımla Kur’ân ayetlerini bilimin kesin bulgularına uygun olarak tefsir etmişler ve bilimsel bulgular temeline dayalı tefsir alanında aşırılıktan uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.
Birinci akım Kur’ân’daki bazı âyetlerin zahirine[26] dayanarak diyorlar ki: Her şey Kur’ân’da beyan edilmiştir. Nitekim âyette şu ifade yer alır: “Her şey için açıklayıcı.”[27] Ama bunlar, Kur’ân’ın insanların saadeti ve hidayeti için nazil olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Kur’ân, bilimin değişik alanlarıyla ilgili bilgileri ihtiva eden bilim ansiklopedisi değildir. Kur’ân’daki “Her şey” den maksat, hidayetle ilgili olan her şeydir: “O her şeyi beyan eden hidayet ve rahmettir…” Yani Kur’ân, insanların hidayeti için gerekli olan[28]; yaratılış, ahiret ve güzel ahlak gibi gerçek bilgileri -ki insanlar hidayeti bulmada onlara muhtaçtırlar- kapsamlı bir şekilde ihtiva etmektedir. Elbette bazen terbiye etmekle ilgili bazı hedeflerine ulaşabilmek için tabiat ve varlıkla ilgili bazı konulardan da yararlanmıştır.[29]
Bilimin aydınlatıcılığı sayesinde Kur’ân’ın bilimsel mucizesi kendini göstermiş ve bu vesileyle bilim hayranlarına İslâm’ın ve Kur’ân’ın hakkaniyeti aşikâr olmuştur.
İkinci gurup, Kur’ân ve bilimin çelişmesinden korkarak Kur’ân’ın bilimsel tefsirine karşı çıkmıştırlar. Ama şu gerçeği görememişlerdir; eğer Kur’ân kesinleşmiş bilgilere dayanılarak tefsir edilirse asla çelişki söz konusu olmayacaktır. Bundan dolayı üçüncü gurup Kur’ân’ın bilimsel tefsiriyle ilgili bir takım şartları öngörmüşlerdir ki bu şartlar ilgili yerlerde beyan edilmiştir.[30] Şunu da hatırlatalım, böyle bir çelişki ancak Keşfedilmiş Dinde söz konusu edilebilir ve Nefsu’l-Emrî Din ile Mürsel Dinde böyle bir şeyden söz edilemez. Kimse de dinden anladığı her şeyin yüzde yüz doğru olduğunu iddia etmemiştir.
[1] Mehdi Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, 153-162 ve İçtihadın Kelamî Kökenleri, 377-379.
[2] İlim ve Din, Ian Barber, Hurremşahî tercümesi, s. 9.
[3] Muhammed Hüseyinzade, Dinî Anlayışın Dayanakları, s. 36-44.
[4] Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 16-17.
[5] Yusuf, 76.
[6] Mümin, 26.
[7] Kafirun, 6.
[8] Nasr, 2, Bakara, 193, Enfal, 39, A’raf, 29, Tevbe, 29-33.
[9] Cevad Amulî, Marifet Aynasında Şeriat, s. 93-97, İnançlar ve Sorular, s. 16-17.
[10] Âl-i İmran, 19.
[11] Hadevî Tahranî, İçtihadın Kelamî Kökenleri, s. 384-389.
[12] Suruş, Şeriatin Teorik Genişlemesi ve Daralması, s. 182, 184 ve 245.
[13] Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 153-162.
[14] John Hayk, Din Felsefesi, Behram Rad’ın tercümesi, s. 23-24, İçtihadın Kelamî Kökleri, Hadevî Tahranî, s. 384.
[15] Michael Peterson, Dinî İnançlar, s. 18-22.
[16] Michael Peterson, Akıl ve Dinî İnanç, s. 69-95, Hadevî Tahranî, İnançlar ve Sorular, s. 49-58.
[17] Kur’ân, Zümer Sûresinin 17 ve 18. âyetlerinde şöyle buyuruyor: “Tâğût’tan, ona kulluk etmekten kaçınan ve içtenlikle Allah’a yönelenler için müjde vardır. O hâlde, kullarımı müjdele! Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” İmam Musa Kazım (a.s) da Hişam’a şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ bu ayetle akıl sahiplerine müjde vermiştir.” Tuhufu’l-Ukul, s. 404.
Bu ayet aşağıdaki nüktelere işaret etmiştir: 1-Allah’a kulluğun gereği ayetten açıklanan görevden ibarettir. 2-Duymayla dinleme arasında fark vardır. Birincide sadece işitme söz konusudur hatta istenmese bile; ama ikincide istekli bir dinleme söz konusudur. Yani onlar bir şeyi dikkatle dinleyip anlamadan reddetmezler. 3-Duyduklarını eleştiriye tabi tutup en iyisine tabi olurlar. 4-Gerçi burada yol gösteren akıldır ama Allah Teâlâ onu ilahî hidayet olarak telakki etmiştir. 5-Akıl ve anlama nimetinden yoksun olan insanın hiçbir değeri yoktur. Aynı bademin özünün içinden ibaret olması gibi “Onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir” .
[18] Bakara 170, Maide, 104, Enbiya, 53-54, Şuara, 74 ve Zuhruf, 23.
[19] Tuhufu’l-Ukul, 404- 425, İslâm’da Talim ve Terbiyet, s. 17-30 ve 175-195.
[20] Marifet Aynasında Şeriat, s. 335, İçtihadın Kelamî Kökenleri, s. 384-389.
[21] Nehcü’l-Belağa, 1. Hutbe.
[22] İmam Musa Kazım (a.s) buyuruyor ki: “Allah’ın insanlara iki delili/hücceti vardır; iç delil, insanların aklıdır ve dış delil, vahiydir.” Tuhefu’l-Ukul, 407; İslâm’da Talim ve Terbiye, Şehit Mutahharî, s. 17-30 ve 175-195, İslâm Ahlakı, Muhyiddin Hairî Şirazî, s. 5-17.
[23] Cevadî Amulî, Marifet Aynasında Şeriat, s. 190-194.
[24] Bakara, 151.
[25] Akıl ve Dinî İnanç, s. 358 ve 396.
[26] Nahl, 89, Enam, 38-52, Saba, 3, A’raf, 52, Furkan, 6.
[27] Nahl, 89.
[28] Maide, 15-16.
[29] el-Mizan, c. 12, s. 325.
[30] Bu şartlar şundan ibarettir: 1-Tefsir kaidelerine uymak, 2-Bilimsel teori ve ihtimallere değil kesinleşmiş bilimsel bilgilere dayanmak, 3-Kur’ân’ın makamını dikkate almak, 4-Âyetler arasındaki uyumu dikkate alma, 5-Şeriatin kesin hakikatleriyle çelişmemek, 6-Bilimsel kanunla ayet arasında ilişki olması. Daha fazla bilgi için: Nasır Rafiî, Muhammed, Kur’ân’ın Bilimsel Tefsiri, c. 2, s. 176 ve 219.