Adl-i İlâhî
Tüm Müslümanlar Allah’ı adil bilmektedir ve adalet Allah’ın cemal sıfatlarından biridir. Bu inancın temeli, Allah-u Teâlâ’nın Kur’ânı Kerim’de her türlü zulümden tenzih edilişi ve O’nun “adaleti ayakta tutan, uygulayan” olarak anılmasıdır; nitekim şöyle buyuruyor:
Allah zerre kadar haksızlık etmez.[1]
Ve yine şöyle buyuruyor:
Allah insanlara hiç zulmetmez.[2]
Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır:
Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler.[3]
Bu ayetlerin dışında, akıl da apaçık bir şekilde yüce Allah’ın adil olduğuna hükmetmektedir. Çünkü adalet, kemal sıfatı ve zulüm ise noksanlık sıfatıdır; insan aklı Allah Teâlâ’nın tüm kemallere sahip olduğuna, zat ve fiil makamında her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olduğuna hükmetmektedir.
Esasen zulüm ve haksızlık, şu etkenlerden birinin ürünüdür:
1- Fail, zulmün çirkinliğini bilmemektedir (bilinçsizlik).
2- Fail, zulmün çirkinliğini bilmekte; ama adaleti uygulama gücüne sahip değildir veya o zulme ihtiyacı vardır (acizlik ve ihtiyaç).
3- Fail, zulmün çirkinliğini bilmekte ve adaleti uygulama gücüne de sahip bulunmaktadır; fakat işleri hikmet üzere olan bir kişi olmadığı için çirkin işleri yapmaktan çekinmektedir (cahillik ve aptallık).
Açıktır ki bu etkenlerin hiçbiri Allah Teâlâ’da söz konusu değildir; dolayısıyla, yüce Allah’ın fiillerinin tümü adalet ve hikmet üzeredir.
Bu istidlâl, Hz. Resuli Ekrem’den (s.a.a) nakledilen bir rivayette yer almıştır.[4] Şeyh Saduk şöyle rivayet ediyor: Bir Yahudi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna gelerek birtakım sorular sordu; bu sorulardan biri Allah’ın adaletiyle ilgiliydi. Hz. Resulullah (s.a.a) Allah Teâlâ’nın zulmetmeyeceği hakkında şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ zulmün çirkinliğini bildiği ve ona ihtiyacı olmadığı için zulmetmez.[5]
Adliyye (Şia ve Mu’tezile) mütekellimleri de Allah’ın adaleti bahsinde bu istidlâli getirmişlerdir.[6]
Bu ayetler ışığında, Müslümanlar Allah’ın adil oluşunda ittifak etmiş, fakat adaletin tefsirinde ihtilâfa düşmüşler ve her biri şu iki görüşten birini benimsemişlerdir:
a) Akıl fiillerin iyi ve kötü oluşunu idrak etmekte, iyi fiili failinin mükemmelliğinin ve kötü fiili ise onun eksikliğinin bir belirtisi olarak kabul etmektedir. Allah Teâlâ da zatı itibariyle tüm kemallere sahip olduğu için O’nun fiili mükemmel ve beğenilirdir ve O’nun kutlu zatı her türlü çirkin fiilden münezzehtir.
Şu noktayı da hatırlatmamız gerekir ki, akıl hiçbir zaman Allah Teâlâ hakkında bir hüküm vermez ve Allah’ın kesinlikle adil olması “gerekir” demez; burada aklın işi Allah Teâlâ’nın fiilinin gerçeğini keşfetmektir. Yani Allah Teâlâ’nın zatının, mutlak zatının mükemmelliği ve O’nun her türlü eksiklikten münezzeh oluşu, O’nun fiilinin de en mükemmel ve eksiklikten münezzeh olması gerektiğini ve sonuçta kullarına adaletle davranacağını ortaya koymaktadır. Kur’ânı Kerim’in bu ayetleri de insanın akıl vasıtasıyla idrak ettiği şeyleri teyit etmekte ve vurgulamaktadır. Bu ise İslâmî kelam ilminde “aklî iyilik ve kötülük” denilen şeydir. Bu görüşün taraftarlarına “Adliyye” denmektedir ve İmamiyye bunların başında gelir.
b) Bu görüşün karşısında yer alan diğer bir görüş, aklın, hatta genel olarak bile- fiillerin iyi ve kötü olduğunu teşhis etmekten aciz olduğunu; fiillerin iyi ve kötü olduğunu tanımanın tek yolunun vahiy olduğunu vurgulamaktadır! Allah’ın yapılmasını emrettiği şey iyi ve yapılmasını nehyettiği şey ise kötüdür. Bu görüşe göre, eğer Allah, suçsuz birinin cehenneme veya günahkâr birinin ise cennete götürülmesini emrederse, bu iş iyilik ve adaletin özüdür! Bu grup şöyle diyor: “Allah’ı adil olarak nitelendiriyorsak, sırf Kur’ânı Kerim’de böyle tavsif edildiği içindir.”
Aklî iyilik ve kötülük (husn ve kubh) biz Şiîlerin inançlarının birçoğunun temelini oluşturduğu için, aşağıda özetle çok sayıdaki delillerden sadece ikisine işaret ediyoruz:
a) Her insan, hangi mezhep ve inanca sahip olursa olsun ve dünyanın neresinde yer alırsa alsın, adaletin güzelliği ile zulmün çirkinliğini ve yine ahdine sadık kalmanın güzelliği ile sözünde durmamanın çirkinliğini, “iyiliğe iyilikle karşılık verme”nin güzelliğini ve “iyiliğe karşı kötülük yapma”nın kötülüğünü anlamaktadır. Beşer tarihini incelememiz, bu gerçeğe tanıklık eder ve şimdiye kadar aklıselim sahibi bir kişinin bu konuyu inkâr ettiğine rastlanmamıştır.
b) Aklın, fiillerin iyi ve kötü olduğunu tamamen idrak edemediğini ve insanların iyi ve kötüyü tanımak için şeriata müracaat etmeleri gerektiğini kabul edecek olursak, bu durumda hatta şer’î iyilik ve kötülüğü de ispatlamanın imkânsız olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü eğer Allah Teâlâ’nın bir fiilin iyi ve diğer bir fiilin ise kötü olduğunu bildirdiğini kabul edecek olursak; biz O’nun sözünde yalan olması ihtimalini verdiğimiz sürece, bu haberden onların iyi ve kötü olduklarını anlayamayız. Bunu anlamak için daha önce; yalanın çirkinliği ve Allah Teâlâ’nın bu çirkin sıfattan münezzeh olduğunun ispatlanması gerekir ve bu ise akıl yolu dışında imkânsızdır.[7]
Ayrıca; Kur’ânı Kerim ayetlerinden, aklın, birtakım fiillerin iyi ve kötü olduklarını idrak etme gücüne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle Allah Teâlâ insanların akıl ve vicdanını hükmetmeye çağırarak şöyle buyuruyor:
Biz Müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç, neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz (öyle)?![8]
Yine şöyle buyuruyor:
İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?[9]
Burada cevap vermemiz gereken bir soru söz konusu olmaktadır. Allah Teâlâ Kur’ânı Kerim’de şöyle buyuruyor:
O, yaptığından sorulmaz, ama onlar, (kullar) sorulurlar.[10]
Şimdi burada akla takılan soru şudur: Allah Teâlâ kendisini sorguya tabi tutulmaktan üstün görmektedir; o hâlde O, yaptığı fiillerin hiçbirinden sorumlu tutulmaz; oysa aklî iyilik ve kötülüğe göre, eğer Allah’ın kötü bir iş yaptığı kabul edilecek olursa, “Neden yaptın?” diye sorguya tâbi tutulmayı gerekir.
Cevap: Allah’ın sorguya tabi tutulmamasının nedeni O’nun hekim oluşu, işlerini bir hikmet üzere yapışıdır; işleri hikmet üzere olan bir fail ise, hiçbir zaman kötü bir iş yapmaz ve sürekli hikmet, güzel iş yapmanın gereğidir; dolayısıyla bu soru tamamen yersizdir.
İlahî adaletin tekvin, teşri ve ceza kanunlarında çeşitli tecellileri vardır; aşağıda her birini ayrı ayrı açıklayacağız:
a) Tekvinî Adalet: Allah Teâlâ her varlığa lâyık olduğu şeyi verir; yaratırken ve icat ederken hiçbir zaman kabiliyetleri görmezlikten gelmez. Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:
Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir.[11]
b) Teşriî Adalet: Allah, manevî kemalâtı kazanmaya layık olan insanı, peygamberler göndererek ve din kanunları vaz’ ederek hidayet eder ve yine insanı gücünün yetemeyeceği şeyle mükellef kılmaz. Nitekim şöyle buyuruyor:
Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder; fahşâdan, münkerden ve bağy(azgınlık)den men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.[12]
Adalet, iyilik ve akrabalara yardımda bulunmak insanın kemale ermesine neden olduğu ve geri kalan üç amel ise onun alçalmasına sebebiyet verdiği için, ilk üç fiili farz kılmış ve son üç fiilden de alıkoymuştur.
Yine Allah’ın insanı gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef etmeyeceği hakkında şöyle buyuruyor:
Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz.[13]
c) Cezaî Adalet: Allah Teâlâ mükâfat ve ceza bakımından hiçbir zaman mümin ve kâfire, iyi ve kötüye bir gözle bakmaz; her insana hak ettiği ve lâyık olduğu mükâfat ve cezayı verir. Dolayısıyla, peygamberler vasıtasıyla tekliflerini insanlara tebliğ edip hücceti tamamlamadıkça, kesinlikle onları cezalandırmaz; nitekim şöyle buyurmaktadır:
Biz elçi göndermedikçe (hiçbir kimseye) azap edecek değiliz.[14]
Yine şöyle buyuruyor:
Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez.[15]
Allah Teâlâ insanı yaratmış ve onu yaratmakla da bir hedefi amaçlamıştır. İnsanın yaratılışından hedef ise, Allah’a kulluk ve ibadet sayesinde gerçekleşecek olan istenilen kemale ulaşmaktır. İnsanın böyle bir hedefe yönelmesi, Allah Teâlâ tarafından birtakım ön hazırlıkların yapılmasını gerektirirse, Allah Teâlâ o ön hazırlıkları yapacaktır; aksi durumda, insanın yaratılışı hedefsiz olur. Bu nedenle insanları hidayet etmek için peygamberler göndermiş, onlara mucizeler ve açık deliller vermiştir. Yine kullarını itaate yönlendirmek ve onları günahtan sakındırmak için, mesajlarında cezalandırıp mükâfatlandıracağını vaat etmiştir.
Bu söylediklerimiz, “Adliyye” kelamında, iyilik ve kötülük kuralının dallarından sayılan ve birçok itikadî konuların temelini oluşturan “Lütuf ilkesi” olarak ifade edilmektedir.
[1]– Nisâ, 40
[2]– Yûnus, 44
[3]– Âl-i İmrân, 18
[4]– Tevhid-i Saduk, Etfal babı, 13. hadisin altında, s.397-398.
[5]– Cuma gününün duasında şöyle geçer: “Aceleyi ancak bir şeyin yok olmasından korkan yapar ve zulme ancak zayıfın ihtiyacı var.”
[6]– Keşf-ul Murad, s.305.
[7]– Muhakkik Tusî’nin Tecrîdu’l–İ’tikad kitabındaki tabiri bu delili vurgulamaktadır. Muhakkik şöyle diyor: Eğer iyilik ve kötülüğü ispatlamanın yolu sadece şeriat ve dinle sınırlı tutulursa, fiillerin iyi ve kötü oldukları tamamen nefyedilir; ne şer’an ve ne de aklen ispatlanmaz.
[8]– Kalem, 35-36
[9]– Rahmân, 60
[10]– Enbiyâ, 23
[11]– Tâhâ, 50
[12]– Nahl, 90
[13]– Müminûn, 90
[14]– İsrâ, 15
[15]– Enbiyâ, 47