İmamet ve Hilâfet
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) İslâm dinini tebliğ edip bir Medine-i fazıla kurma noktasında 23 yıl zahmet çekip çaba harcadıktan sonra, hicretin on birinci yılının başlarında dünyadan göçtü. O hazretin vefatıyla, her ne kadar vahiy ve nübüvvet son bulup, artık hiçbir peygamber ve yeni bir din gelmeyecektiyse de, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yüklendiği vazifeler (vahyi iblağ sorumluluğu dışında) kesinlikle son bulmamıştı. Sonuçta, Resuli Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra, bilgili ve takvalı bir kişinin, o hazretin halifesi ve Müslümanların imam ve önderi olarak her zaman bu vazifeleri yapmayı üstlenmesi gerekiyordu. Her ne kadar Resulullah’ın (s.a.a) halifesinin bazı sıfatları ve onun nasıl tayin edileceği konusunda Şia’yla Ehlisünnet arasında görüş farklılığı varsa da, bu konu bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmektedir. Aşağıda önce “Şia” kelimesinin anlamı ve onun ne zaman ortaya çıktığına değinecek ve peşinden de imametle ilgili diğer konuları inceleyeceğiz.
“Şia”nın sözlük anlamı izleyicidir; terim olarak ise Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra İslâm toplumunun rehberliğini, Hz. Ali’nin (a.s) ve O’nun masum evlatlarının hakkı bilenlerdir.
Tarihî belgelerin de gösterdiği üzere, Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) hayatı boyunca çeşitli yerlerde defalarca Hz. Ali’nin (a.s) fazilet ve menkıbelerinden ve yine kendisinden sonra onun rehberlik ve önderliğinden bahsetmiştir. Sahih rivayetler gereğince, bu tavsiye, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hayatı döneminde bir grubun Ali’nin (a.s) etrafında toplanmalarına ve Ali Şiası diye tanınmalarına neden oldu. Bu grup, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra, önceki inançlarında kalarak kişisel ve grupsal çıkarlarını, Resuli Ekrem’in (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) önderliği konusundaki nassına tercih etmediler. İşte böylece bu grup Resulullah’ın (s.a.a) döneminde ve o hazretin vefatından sonra “Şia” diye tanındı. Milel ve Nihel yazarları da bu konuya açık bir şekilde değinmişlerdir.
Nevbahtî (öl. 310 hk.) bu konuda şöyle yazıyor:
Şia, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) döneminde ve ondan sonra Ali’yi (a.s) imam ve halife olarak kabul edenlere ve diğerlerinden ayrılarak onun safında yer alanlara denir.[1]
Ebu’l-Hasan Eş’arî diyor ki:
Bu gruba ‘Şia’ denilmesinin nedeni, Ali’yi izlemeleri ve onu diğer sahabelerden öne geçirmeleridir.[2]
Şehristanî ise şöyle yazıyor:
Şia, özellikle Ali’yi (a.s) izleyen, nass ve vasiyet kanalıyla onun imamet ve hilâfetine inananlardır.
Dolayısıyla Şia’nın, İslâm dışında bir tarihi ve İslâm’ın başlangıç tarihinden başka bir başlangıcı yoktur ve gerçekte, İslâm ve Şiîlik bir madalyonun iki tarafı veya aynı zamanda dünyaya gelen iki çehrenin iki yüzüdür. Seksen altıncı ilkede, Resuli Ekrem’in (s.a.a), insanları açıkça İslâm’a davet ettiği ilk günlerde, Haşimoğulları’nı toplayarak Ali’nin (a.s), vasîsi ve halîfesi olduğunu onlara bildirdiği; ondan sonra da çeşitli dönemlerde, özellikle Gadîr-i Hum’da onun hilâfetini resmen ilan etmiş olduğu belgeleriyle anlatılmaktadır.
Evet, “Şiîlik” ne Sakife’de toplananların uzlaşmalarının, ne Osman’ın öldürüldüğü dönemin olaylarının ve ne de diğer efsanelerin ürünüdür. Aksine sürekli ilâhî kılavuzluklarıyla, Şiîlik fidanını ilk kez sahabenin kalbine eken ve zamanla onu besleyen, Selman ve Ebû Zer gibi bazı sahabeleri Şiî diye adlandıran Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) bizzat kendisidir. Müfessirler, “İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır.”[3] ayetinin tefsirinde, Resuli Ekrem’in (s.a.a), “Bu ayetten maksat, Ali ve Şiîleridir.” buyurduğunu nakletmişlerdir.[4]
Tarih kitaplarında, Hz. Resuli Ekrem’den (s.a.a) hemen sonra, halifesinin, Hz. Ali (a.s) olması gerektiğine inanan sahabe ve tâbiînin ismi kaydedilmiştir. Yukarıda söylediğimiz anlamda Şiîlik, dünya Müslümanlarının büyük bir bölümünü oluşturan bütün Şiîler hakkında kullanılan ortak bir sözcüktür. Şiîlerin tarih boyunca diğer İslâm mezhepleriyle omuz omuza, İslâm dininin yayılmasında önemli bir payı olmuştur. Çeşitli bilimlerin temelini atmış, önemli devletler kurmuş, bilim, edebiyat ve siyaset alanında ümmete çok seçkin kişiler sunmuştur ve bugün de dünyanın birçok noktasında varlığını sürdürmektedir.
İlerideki ilkelerde ispatlayacağımız üzere, imamet konusu ilahî ve semavî bir konudur ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halifesi, bizzat o hazrete gelen ilahî vahiy kanalıyla tayin edilmelidir. Ancak bu konunun naklî ve şer’î delillerine değinmeden önce, bu hususta hiçbir şer’î nassın olmadığını kabul edip, o zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak aklın neler gerektirdiğine bakalım.
Eğer bir ıslâh edici, uzun yıllar boyu nice zahmetlerle bir planı uygular da insanlık için yeni bir metot sergilerse, akıl, bu plan ve yeni metodunun hayatını sürdürmesi ve hatta ilerlemesi ve yayılması için, doğal olarak bir çare düşünmesi gerektiğine apaçık bir şekilde hükmetmektedir. Nitekim bir insanın nice zahmetlerle bir bina yaptıktan sonra, onu gelecek tehlikelerden korumak için hiçbir önlem almaması, ona bakmak ve korumak için kimseyi tayin etmemesi düşünülemez.
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), getirdiği şeriatıyla insanlığın hayatında derin bir değişimin zeminini hazırlayan ve tamamen yeni bir medeniyetin temelini atan, insanlık tarihinin en büyük şahsiyetidir. İnsanlığa ebedî bir din sunan ve kendi asrında insanlığa önderlik yapan o hazret bu dini, gelecekte karşılaşması muhtemel tehlike ve afetlerden korumak ve yine ebedî ümmeti hidayet etmek ve yönetmek için kesinlikle bir çare düşünmüş ve kendisinden sonra yönetimin niteliğini açıklamıştır. Çünkü o hazretin ebedî bir şeriat getirmesine rağmen, kendisinden sonra onun ayakta kalmasını sağlayacak olan rehberlik konusunda bir plan sunmuş olmaması hiçbir şekilde düşünülemez. İnsanoğlunun saadeti için en küçük meseleyi açıklamayı ihmal etmeyen bir peygamberin, insanlığın kaderini belirleyecek en önemli konuların başında gelen İslâm toplumunun önderliği ve onun niteliği konusunda hiçbir şey söylememiş ve hiçbir kılavuzlukta bulunmamış ve gerçekte İslâm toplumunu başı boş bırakmış olması nasıl düşünülebilir?! Dolayısıyla, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şey söylemeden dünyadan göçtüğü iddiası kabul edilemez.
Sadr-ı İslâm tarihine müracaat ederek, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) vefatı döneminde bölge ve dünyanın içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurduğumuzda, imamet makamının nassla atanmasının gerekliliği anlaşılacaktır.
Çünkü o hazret dünyadan göçtüğünde, İslâm dinini bir tehlike üçgeni tehdit etmekteydi: Bu tehlike üçgeninin bir ucunu Rum (Bizans) İmparatorluğu, ikinci ucunu İran Sasani İmparatorluğu ve üçüncü ucunu ise içteki münafıklar oluşturmaktaydı. Birinci tehlike konusunda şunu söyleyelim ki, Hz. Resulullah (s.a.a) hayatının son anlarına kadar bu tehlikeyi unutmamış, işte bu nedenle o son günleri ve hatta son saatlerinde Rumlarla savaşmak için Üsâme b. Zeyd’in komutasında büyük bir ordu seferber etmiş ve ondan ayrılanları lanetlemiştir. İkinci tehlike ise, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mektubunu yırtarak Yemen valisine o hazreti tutuklamasını veya başını bedeninden ayırıp kendisine göndermesini emreden kötü düşünceli düşmandı. Ve nihayet üçüncü tehlike de, sürekli Medîne’de veya Medîne dışında Hz. Resuli Ekrem’i (s.a.a) rahatsız eden ve çeşitli komplolarla o hazretin kalbini incitenlerdi. Kur’ânı Kerim’in çeşitli surelerinde münafıkların indirdikleri darbelerden bahsedilmiş ve hatta Kur’ânı Kerim’in bir suresi onların adına nazil olarak onların kötü düşünce ve amelleri ortaya serilmiştir.
Şimdi şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Acaba düşmanların her taraftan pusuda yattığı böyle bir tehlike üçgeni karşısında, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a), İslâm ümmeti ve İslâm dinini rehbersiz, lidersiz ve başı boş bırakmış olması düşünülebilir mi?!
Şüphesiz Resulullah (s.a.a), Arap halkının kabile hayatı yaşadığını ve kabile fertleri arasında, kabile reislerine karşı duyulan taassubun onların canlarıyla yoğrulduğunu; dolayısıyla, lider tayinini böyle bir halka bırakmanın gruplaşmalara ve kabile kavgalarına neden olacağını ve düşmanın da bu ihtilaftan kendi lehine yararlanacağını biliyordu. İşte bu gerçeği göz önünde bulunduran Şeyh Ebû Ali Sînâ diyor ki:
Halifeyi Peygamber’in nassıyla tayin etmek gerçeğe daha yakındır; çünkü o hazretin kendisinden sonra halifeyi tayin etmesiyle, her türlü kavga ve ihtilafın kökü kurutulmuş olur.[5]
Şimdi, hikmet ve Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) ilahî bilincinin, kendisinden sonra İslâm ümmetinin imamet ve rehberliği konusunda gerekli girişimlerde bulunmasını gerektirdiği anlaşıldıktan sonra, o hazretin bu konuda hangi girişimlerde bulunduğuna bakalım.
Bu hususta iki görüş vardır; şimdi bu görüşleri ele alıp inceleyelim:
1- Hz. Resulullah (s.a.a), Allah Teâlâ’nın emriyle, İslâm ümmetinin rehberlik ve imamet makamına lâyık olan kişiyi seçerek onu kendisinin halifesi olarak halka tanıttı.
2- Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), önder seçimini halka bıraktı ve vefatından sonra kendilerine bir önder seçmelerini dileyerek bunu halka açıkladı.
Kitab, sünnet, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sîreti ve İslâm tarihi bu iki görüşten hangisi onaylıyor acaba?
Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) hayatına dikkat edildiğinde, -getirdiği dini yakın akrabalarına ve sonra da bütün insanlara ilan etmekle görevlendirildiği ilk günden itibaren ölüm a-nına kadar- o hazretin kendisinden sonraki halifenin özelliklerine defalarca işaret ettiğini ve önderlik konusunda “halkın seçimi”ni değil, “atama” metodunu seçtiği kesinlik kazanmaktadır. Bu konu aşağıdaki delillerle ispatlanmaktadır:
1- Ev Günü Hadisi
Bi’setten üç yıl geçtikten sonra, Allah Teâlâ, “Yakın akrabalarını uyar.” (Şuarâ, 214) ayetini indirerek, Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a) davetini açığa çıkarmasını emrediyor. Hz. Resulullah (s.a.a) Haşimoğulları’nın ileri gelenlerini toplayarak şöyle buyuruyor:
Ben sizin için dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah Teâlâ bana, sizi O’na davet etmemi emretti. Sizden hanginiz, bu dini yaymakta bana yardım ederek aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olmayı ister?
O hazret bu buyruğunu üç defa tekrarladı ve her defasında sadece Ali (a.s) buna hazır olduğunu ilan etti.
Bunun üzerine Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) onlara hitaben şöyle buyurdu:
Bilin ki bu, sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir.[6]
2- Menzilet Hadisi
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) çeşitli yerlerde, Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) o hazret indindeki makam ve mevkiini, Harun’un Musa’nın indindeki makam ve mevkii gibi bilmiş; Harun’un makamlarından sadece birinin (peygamberliğin) Ali’de (a.s) olmayacağını bildirerek neredeyse tevatür haddine ulaşan Menzilet hadisinde şöyle buyurmuştur:
Ya Ali! Harun, Musa’ya ne menziledeyse, sen de bana o menziledesin; ancak benden sonra peygamber yoktur.[7]
Kur’ânı Kerim’in nassıyla, Hz. Harun, Hz. Musa’nın (a.s) döneminde peygamberlik[8], hilâfet[9] ve vezirlik[10] makamına sahipti ve Menzilet hadisi de, Harun’un peygamberlik makamı dışında tüm makamlarını Ali (a.s) için ispatlamaktadır. Doğal olarak eğer, peygamberlik dışında o makamların tümü Hz. Ali (a.s) için ispatlamak istenmeseydi, bu durumda peygamberlik makamını müstesna etmeye gerek kalmazdı.
3- Sefîne Hadisi
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), kendi Ehlibeyt’ini (a.s) Nûh’un gemisine benzetiyor; bu gemiye binenler kurtulmuş, binmeyenler ise tufana tutularak boğulmuştu; nitekim şöyle buyuruyor:
Bilin ki aranızda Ehlibeyt’imin misali, Nûh’un gemisi gibidir; kim ona bindiyse kurtuldu ve kim de ondan ayrıldıysa boğuldu.[11]
Biliyoruz ki, Nûh’un gemisi, insanların tufandan kurtulmaları için tek sığınaklarıydı. Dolayısıyla, sefîne hadisine göre, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeyt’i de, insanların sapmalarına neden olabilecek tatsız olaylardan kurtulabilmeleri için ümmetin yegâne sığınağıdır.
4- Ümmetin Güvencesi Hadisi
Resulullah (s.a.a), Ehlibeyt’ini, ümmetinin ihtilaflar karşısında yegâne güvencesi olarak tanıtıp şöyle buyurmuştur:
Yıldızlar yerdekilerin -denizde- boğulmamalarını sağlayan yegâne güvencesidir; Ehlibeyt’im de üm-metimin ihtilaflar karşısındaki yegâne güvencesidir; dolayısıyla eğer Arap kabilelerinden biri onlara muhalefet edecek olursa ihtilafa düşerek şeytanın hizbi olur.[12]
Yıldızlar yerdekilerin denizde boğulmamalarının tek garantisidir; çünkü denizciler, “Onlar yıldız(lar)la yol bulurlar.”[13] ayeti gereğince, dalgaların arasından onlar vasıtasıyla yollarını bularak sahile ulaşırlar. Ehlibeyt’im de ümmetimin ihtilaflar karşısında güvende kalmasına neden olur; dolayısıyla kim onlara muhalefet edecek olursa, ihtilafa düşerek şeytanın safında yer almış olur.”
5- Sekaleyn Hadisi
Sekaleyn hadisi, Şia ve Sünnî ulemasının kendi kitaplarında naklettikleri mütevatir hadislerdendir. Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) bu hadiste İslâm ümmetine hitap ederek, iki paha biçilmez şeyi aramızda emanet bıraktığını söylüyor. Sonra bu ikisine birlikte ve tek parça olarak sarılmayı ümmetin hidayet sebebi; bu ikisinden birinden ayrılmayı ise dalâlet nedeni olarak tanıtıp şöyle buyuruyor:
Aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum: Biri Allah’ın kitabı, diğeri itretim (yani soyumdan olan) Ehlibeyt’imdir. Bu ikisine sımsıkı sarılacak olursanız hiçbir zaman sapmazsınız; bu ikisi -Kevser- havuzunun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.[14]
Bu hadis, Ehlibeyt’in Kur’ânı Kerim’le omuz omuza ilmî merciliğini açık bir şekilde ispatlamakta ve Müslümanlara, dinî konularda Allah’ın kitabıyla birlikte Ehlibeyt’in kılavuzluklarına sarılmayı gerekli kılmaktadır. Fakat bazı kimselerin Ehlibeyt’in kapısı dışında tüm kapıları çalmaları, gerçekten gerçekten üzücü bir durumdur! Şia ve Sünnîlerin, naklinde ittifak ettikleri Sekaleyn hadisi, tüm dünya Müslümanlarını tek bir ümmet haline getirebilir; çünkü eğer Hz. Resu-lullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin halifesi ve siyasî yöneticisinin tayini konusunda iki fırka arasında ihtilaf varsa ve ümmet bu meseledeki tarihî algılama nedeniyle iki gruba ayrılıyorsa, bu durumda tefrikanın hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Her iki fırkanın da, ittifak ettikleri Sekaleyn hadisi gereğince birlik içinde ve tek bir güç olmaları gerekir.
Esasen halifelerin hilâfeti döneminde de, pratikte ümmetin ilmî mercii Ali (a.s) idi ve dinî konulardaki ihtilaflar Ali (a.s) vasıtasıyla hallediliyordu. Gerçekte, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) Ehlibeyt’i bu mercilik sahnesinden kenara bırakıldığı günden itibaren fırkacılık başladı ve birbiri ardından çeşitli kelam fırkaları ortaya çıktı.
Hadislerde Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) bazen genel ve bazen de kişisel olarak, halifesini açık bir şekilde tanıtmıştır; bu hadislerin her biri bilinçli ve hakikati arayan kişiler için hücceti tamamlamaktadır. Fakat buna rağmen Hz. Resulullah (s.a.a), mesajını uzaktan-yakından gelen herkese duyurarak, bu konuda her türlü şek ve şüpheyi tamamen ortadan kaldırmak için, Veda Haccı dönüşünde Gadîr-i Hum denilen yerde durmuş; etrafındakilere, Allah Teâlâ tarafından kendilerine bir mesajı açıklamak üzere görevlendirildiğini bildirmiştir. Bu mesaj, çok büyük bir vazifeyi yerine getirmeyi içeriyordu ve bunu yapmadığı takdirde Resuli Ekrem (s.a.a) peygamberliğini yerine getirmiş sayılmıyordu:
Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini duyurmamış olursun. Allah seni insanlar(ın şerrin)dan korur.[15]
Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) için bir minber hazırladılar. O hazret minbere çıkarak şöyle buyurdu: “Yakında Hakk’ın davetine icabet edeceğim; benim hakkımda sizler ne diyorsunuz?” Cemaat, “Allah’ın dinini bize tebliğ ettiğine, hayrımızı dilediğine ve bu konuda çok çaba harcadığına tanıklık ediyoruz; Allah sana hayırlı mükâfatlar versin.” dediler. Sonra, “Allah’ın birliğine, kıyametin hak olduğuna tanıklık ediyor musunuz?” buyurdu. Oradakiler olumlu cevap verince şöyle buyurdu:
Ben sizden önce (Kevser) havuz(un)a gideceğim; bakalım benim iki paha biçilmez halifeme karşı nasıl davranacaksınız?
Bir sahabe, “Sizin iki halifeniz nelerdir?” diye sorunca hazret şöyle buyurdu:
Biri Allah’ın kitabı, diğeri ise soyum olan itretimdir; Latîf ve Habîr olan Allah bana, bu ikisinin kıyamet günü havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmayacağını bildirmiştir. O ikisinden öne geçmeyin, yoksa helak olursunuz; onlardan geride de kalmayın, aksi durumda yine helak olursunuz.
Sonra Ali’nin (a.s) elinden tutarak kaldırdı; orada olan herkes o ikisini görüyordu; hazret şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Müminlere kendi canlarından daha evlâ (irade sahibi) olan kimdir?”
Cemaat, “Allah ve Peygamberi daha iyi bilir” dediler.
Resuli Ekrem (s.a.a), “Mevlâm Allah’tır benim, ben ise müminlerin mevlâsıyım ve ben onlara kendi canlarından daha evlâyım.” buyurduktan sonra üç kez şöyle ekledi:
Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır; Allah’ım! Onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona şefkatli olana şefkatli ol, ona gazap edene gazap et, ona yardım edene yardımcı ol, onu alçaltanı alçalt, o döndükçe hakkı da onun ekseninde döndür; haberiniz olsun ha! Burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin bunu.
Gadir hadisi, mütevatir hadislerdendir ve bu hadisin ravileri olan sahabe, tâbiîn ve İslâm muhaddisleri onu her asırda mütevatir olarak rivayet etmişlerdir. Sahabeden 110, tâbiînden 89, İslâm uleması ve muhaddislerinden 3.500 kişi Gadir hadisini nakletmiştir; böyle bir tevatüre sahip olan bu hadisin varlık ve itibarında hiçbir şüpheye yer yoktur. Yine ulemadan bir grup, Gadir hadisi hakkında müstakil kitaplar yazmışlardır; bunların arasında, bu hadisin senetlerini de bir araya toplayan en temel belge, Allâme Abdulhüseyin’in (1320-1390 hicrî kamerî) eseri olan el-Gadîr kitabıdır.
Şimdi, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ali’nin (a.s) “mevlâ” oluşundan maksadın ne olduğunu inceleyelim.
Karineler, bu tabirden, rehberlik ve önderliğin kastedildiğini açıkça ortaya koymaktadır:
a) Gadîr-i Hum olayında, Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) hac kafilesini susuz ve bitki yeşermeyen kurak bir çölde ve günün çok sıcak bir zamanında durdurdu. Hava o kadar sıcaktı ki, orada olanlar abalarının yarısını başlarının üzerine örtmüşler, diğer yarısını da altlarına sermişlerdi. Böyle bir konumda, doğal olarak Hz. Resulullah (s.a.a), ümmetin hidayetinde kader belirleyici çok önemli bir konuyu açıklayacak demekti; evet, Müslümanların kaderini belirlemede, vahdetin kaynağı ve dinin koruyucusu olan halife tayininden daha önemli bir şey olabilir miydi?
b) Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) velâyet ve hilâfetini söz konusu etmeden önce, usûlü’d-dîni teşkil eden tevhid, nübüvvet ve mead konusundan bahsedip halktan onlar hakkında ikrar aldı ve sonra ilahî mesajı tebliğ etti. Hz. Resulullah’ın (s.a.a), insanlardan usûlü’d-dîn konusunda ikrar almasının hemen peşinden ilahî mesajı tebliğ edişinden, bu mesajın önemini ve o hazretin bu büyük kongreden hedefinin, belli bir kişiyle dost olmak, onu sevmek gibi sıradan bir şey olamayacağını anlamak mümkündür.
c) Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) hutbesinin başında, yakında dünyadan göçeceğini bildirmiştir ve bu da o hazretin kendisinden sonra ümmetin durumundan endişelendiğini göstermektedir. O hâlde dininin, gelecekteki olaylar fırtınasında bir tehlikeyle karşılaşmaması için bir çare araması daha uygun olurdu.
d) İmam Ali (a.s) hakkındaki ilahî mesajı açıklamadan önce, kendisinin evlâ -üstün- ve mevlâ -efendi- oluşundan bahsederek, “Allah benim mevlâmdır ve ben de müminlerin mevlâsıyım; müminlere, onların kendi canlarından daha evlâyım” buyurdu. Resulullah’ın (s.a.a) bu buyruğu, Hz. Ali’nin (a.s) mevlâlığının, Resulullah’ın (s.a.a) mevlâlık ve evlâlığı türünden olduğunu ve o hazretin, Allah’ın emriyle bu mev-lâlığı İmam Ali (a.s) için de ispatladığını göstermektedir.
e) Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) ilahî mesajı açıkladıktan sonra, orada bulunanların, bulunmayanlara duyurmalarını istedi.
İslâm tarihi, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) düşmanlarının, o hazretin ilahî davetini söndürmek için, O’nu sihirbazlıkla suçlamaktan yatağında öldürme teşebbüsüne varıncaya kadar her çeşit yola başvurduklarını; fakat her defasında, Allah Teâlâ’nın o hazrete lütufta bulunarak onu müşriklerin uğursuz planlarından koruduğunu göstermektedir. Onların son ümidi (özellikle o hazretin erkek çocuğunun kalmadığını göz önünde bulundurarak), Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ölümüyle bu davetin sönmesiydi:
Yoksa onlar (senin hakkında): “Bir şairdir, zamanın felâketlerine çarpmasını (ölmesini) gözetliyoruz.” mu diyorlar?[16]
Müşrikler ve münafıkların çoğu bu düşünceye sahipti. Fakat Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), hayatı boyunca İslâm’a karşı halis imanı ve direncini ortaya koyan birini kendi yerine tayin ederek, düşmanların ümidini suya düşürdü ve böylece dinin bekasını sağlayarak temelini güçlendirdi; böyle bir rehberin tayiniyle de İslâm nimeti kemale erdi.
İşte böylece, Ali’nin (a.s), Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) halifesi olarak tayin edilmesinin ardından Gadîr-i Hum günü “İkmâl” ayeti[17] nazil oldu:
Bugün artık inkâr edenler, sizin dininiz(i yok etmek)den umudu kesmişlerdi. Onlardan korkmayın, benden korkun! Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak (Peygamberin halifesinin tayiniyle kemale ermiş) İslâm’ı beğendim.[18]
Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) halefi konusunun ilahî bir mesele olduğunu ve halkın bunda bir rolü olmadığını ispatlayan yukarıdaki mütevatir rivayetler dışında, tarihî gerçekler de, o hazretin, Mekke’de bulunduğu ve daha Medîne’de hükümet kurmadığı günlerde bile, hilâfet konusunu ilahî bir mesele olarak kabul ettiğini göstermektedir.
Örneğin, Benî Amr kabilesinin reisi, hac mevsiminde Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkarak, “Bizim sana yardım etmemiz sonucu muhaliflerine karşı zafere ulaştın; acaba önderlik konusunda bizim de bir payımız var mı?” diye sorunca, o hazret buyurdu ki:
Bu iş Allah’a düşer; Allah kimi isterse bu işe seçer.[19]
Açıktır ki, eğer hilâfet konusu halkın seçimine bırakılmış olsaydı, o hazretin, “Bu iş ümmete düşer!” veya “halletme ve anlaşma (hall ve akd) şûrâsına düşer!” demesi gerekirdi. Resuli Ekrem (s.a.a) bu konudaki buyruğu, Allah Teâlâ’nın risalet konusundaki şu buyruğunun aynıdır:
Allah, elçiliğini nereye koyacağını (elçilik görevini kime vereceğini) daha iyi bilir.[20]
Hilâfet makamının nasla belirtilmesi gerektiği ve ümmetin, peygambere halife tayin etme konusunda bir rolü olmadığı konusu sahabenin zihninde de vardı. Ancak onlar birinci halifenin seçilmesi hariç, Allah ve Resulü’nün nassı yerine bir önceki halifenin nass ve atamasını dikkate alıyorlardı; nitekim tarih kitaplarının ittifak ettiği gibi, ikinci halife birinci halife vasıtasıyla tayin edildi.
İkinci halifenin Ebû Bekir tarafından tayininin kesin bir şekilde gerçekleşmediği; bunun sadece bir öneri olduğu sanısı tarihî naslara aykırıdır. Çünkü daha birinci halife hayattayken, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi tarafından bu tayine itiraz edildi ve itiraz edenlerden biri de Zübeyr’di. Açıktır ki, eğer olay sadece bir öneriydiyse, sahabenin itirazı tamamen yersiz olurdu. Ebû Bekir tarafından Ömer’in tayini dışında, üçüncü halife de Ömer’in tayin ettiği altı kişilik bir şûrâ kanalıyla hilâfete geçirildi ve bu da, diğerlerini kamuoyuna müracaat etmekten engelleyen bir nevi tayindi.
Esasen kamuoyuna müracaat ve halifenin ümmet tarafından seçilmesi düşüncesi sahabenin aklından bile geçmiyordu ve daha sonraları bu hususta iddia edilen şeyler, diğerlerinin değindikleri izahlardır; aksine sahabe, halifenin, bir önceki halife tarafından seçilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Örneğin, ikinci halife yaralandığı zaman, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşlerinden Âişe, halifenin oğlu Abdullah b. Ömer’le ona mesaj göndererek dedi ki: “Benim selamımı babana ilet ve Peygamber’in ümmetini çobansız bırakma de!”[21] Abdullah b. Ömer de, babası ölüm yatağına düşünce ondan, kendisinden sonraki halifeyi tayin etmesini isteyerek dedi ki:
İnsanlar senin hakkında konuşmaktalar; onlar, kendi yerine birini seçmeyeceğini sanıyorlar. Eğer senin develerinin ve koyunlarının çobanı, gıyabında yerine birini bırakmadan onları çölde kendi başlarına bıraksa, sen onu kınamaz mısın?! İnsanların halini gözetmek, develerin ve koyunların durumunu gözetmekten daha mühimdir.[22]
İmâmet konusunun başında, Müslümanlar açısından imam ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halifesinin, o hazretin (şeriat getirme dışında) vazifelerini üstlenecek kişi olduğuna değindik. Şimdi imamet makamı ve onun öneminin daha açık bir şekilde anlaşılması için bu vazifelerin en önemlilerine değinelim:
a) Kur’ânı Kerim’in kavramlarını açıklamak ve problemleri halletmek Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) vazifelerindendi. Kur’ânı Kerim buyuruyor ki:
Sana bu Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın.[23]
b) Şer’î hükümlerin beyanı o hazretin vazifelerindendi; onların bir bölümünü Kur’ânı Kerim’in ayetlerini okuyarak ve bir kısmını da sünnet yoluyla beyan ediyordu. Hz. Resulullah (s.a.a), İslâm dininin hükümlerini tedrîcen ve vuku bulan olayları göz önünde bulundurarak açıklıyor, işin tabiatı bu vazifenin devam etmesini gerektiriyordu; oysa hükümlerin açıklaması hususunda Hz. Resuli Ekrem’den (s.a.a) bize ulaşan hadislerin sayısı beş yüz hadisi geçmemektedir.[24] Bu kadar az sayıda fıkhî hadisin ümmete yeterli olmayacağı açıktır.
c) Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) hakkın merkezi olup, kılavuzluğuyla ümmetin inancının her türlü sapmaya uğramasını engellediği için, o hazretin varlığı nedeniyle mübarek hayatları döneminde fırkacılık meydana gelmedi veya meydana gelme fırsatı bulmadı.
d) Dinî ve itikadî soruları cevaplandırmak da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) diğer bir vazifesiydi.
e) Söz ve davranışlarıyla toplum fertlerini terbiye ederdi.
f) İslâm toplumunda adalet, eşitlik ve emniyeti oluşturmak da o hazretin vazifesiydi.
g) Düşmanlar karşısında İslâm ülkesinin sınırlarını ve mal varlığını korumak da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sorumluluklarından sayılmaktaydı. Nitekim son iki vazifeyi, halk tarafından seçilen önder de yapabilir; fakat diğer vazifeleri yapmak için (Kur’ânı Kerim’in zor kavramlarını ve dinî hükümleri açıklamak…), Allah Teâlâ’nın özel lütfuna şamil olan, bilgi ve amelde Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) kopyası olan bilinçli ve güçlü bir öndere ihtiyaç vardır. Yani değindiğimiz bu önemli vazifeleri yerine getirip İslâm dininin inişli çıkışlı tarihi boyunca Hz. Resulullah’ın (s.a.a) boşluğunu doldurabilecek, Peygamber’in ilmini taşıyan ve her türlü hatadan masun olan birisi gereklidir. Ancak Peygamber’in ilminin hamili olan böyle bir kişi, peygamber olamayacak ve bir şeriatin de temelini atmayacaktır ve kesinlikle imamet makamıyla peygamberlik makamı bir değildir.
Açıktır ki böyle birinin tayini, ümmetin ilim ve bilgi seviyesinin üzerindeydi ve bunun ancak Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından ve Allah Teâlâ’nın emriyle gerçekleşmesi gerekirdi. Yine açıktır ki, yukarıda değindiğimiz hedeflerin gerçekleşmesi de insanların, Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından tayin edilen imam ve öndere itaat etmelerine bağlıdır; bu hedeflerin gerçekleşmesi için Allah Teâlâ’nın tayini ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ilanı yeterli değildir (kendisine itaat edilmeyen bir kimsenin görüşü olmaz).
Nitekim Kur’ânı Kerim ve Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) hakkında da durum böyleydi ve böyledir de. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra vuku bulan olumsuz olaylar ve Müslümanlardan bir grubunun fırkacılık yapması, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) -neûzübillah- kendi hekimane vazifesini yerine getirmemesinden ve kendisinden sonra ümmetin yönetimi için temel bir plan hazırlamadığından veya planının eksik oluşundan değil; ümmetten bir grubun kendi kişisel görüşlerini o hazretin planından öne geçirmeleri ve kendi maslahatçı görüşlerini Allah ve Resulü’nün nassına tercih edişleridir. Bu da, tarihte vuku bulan ilk olay değildir; İslâm tarihinde bunun benzerleri oldukça fazladır.[25]
[1]– Fıraku’ş-Şia, s.17.
[2]– Makalâtu’l-İslâmiyye, c.1, s.65.
[3]– Beyyine, 7
[4]– ed-Dürrü’l-Mensûr, c.8, s.589; Câbir b. Abdullah, İbn Said-i Hudrî, İbn Abbâs ve Ali’den (a.s) naklen.
[5]– eş-Şifâ, İlahiyat, onuncu makale, beşinci bölüm, s.564.
[6]– Müsned-i Ahmed, c.1, s.159; Târîh-i Taberî, c.2, s.406; Tefsir-i Ta-berî (Câmiu’l-Beyan), c.19, s.74-75; Şuarâ Suresi’nin tefsiri, 214. ayet.
[7]– Sahîh-i Buhârî, c.6, s.3, 1314 yılı basımı, Tebuk Gazvesi bölümünde; Sahîh-i Müslim, c.7, s.120, Fezâil-u Ali (a.s) bölümünde; Sünen-i İbn Mâce, c.1, s.55, Fezâil-u Ashâbi’n-Nebî bölümü; Müsned-i Ah-med, c.1, s.173, 175, 177, 179, 182, 185, 230; Sîre-i Nebeviyye, İbn Hişâm, c.4, s.163, Tebuk Gazvesi.
[8]– “Ona, rahmetimizden dolayı kardeşi Harun’u da peygamber olarak armağan ettik.” (Meryem, 53)
[9]– “Musa, kardeşi Harun’a dedi ki: Kavmim içinde benim yerime geç…” (A’râf, 142)
[10]– “Bana ailemden bir vezir ver.” (Tâhâ, 29)
[11]– Müstedrek-i Hakîm, c.3, s.351; Sevâiku’l-Muhrika, s.91; Mîzâ-nu’l-İ’tidal, c.1, s.224; Târihu’l-Hulefâ, s.573; Hasâisu’l-Kubra, c.2, s.266; Yenâbiu’l-Mevedde, s.28; Fethu’l-Kadir, s.113 ve diğer kitaplar.
[12]– Müstedrek-i Hakîm, c.3, s.149.
[13]– Nahl, 16
[14]– Sahîh-i Müslim, c.7, s.122; Sünen-i Tirmizî, c.2, s.397; Sünen-i Darimî, c.2, s.432; Müsned-i Ahmed, c.3, s.14, 17, 26, 59; c.4, s.366 ve 371; c.5, s.182 ve 189; Hasâisu’l-Aleviyye, Nesaî, s.20; Müstedrek-i Hakim, c.3, s.109, 148 ve 533 ve diğer kitaplar. Bu konuda, Daru’t-Takrîb Beyne Mezâhibi’l-İslâmiyye yayınlarından Risale-i Hadis-i Sekaleyn‘e (Kahire-Muhayre basımı) müracaat edebilirsiniz.
[15]– Mâide, 67. Muhaddisler ve müfessirler bu ayetin Veda Haccı’nın bitiminde, Gadîr-i Hum gününde indiğine işaret ederler. Bkz. ed-Dürrü’l-Mensûr, c.2, s.298; Fethu’l-Kadîr-i Şevkanî, c.2, s.57; Keşfu’l-Gumme-i Erbilî, s.94; Yenâbiu’l-Mevedde-i Kunduzî, s.120; el-Menâr, c .6, s.463 ve diğer kaynaklar.
[16]– Tûr, 30
[17]– Mâide, 3. Ebû Saîd-i Hudrî, Zeyd b. Erkam, Câbir b. Abdullah-i Ensarî, Ebû Hüreyre ve Mücahid-i Mekkî gibi sahabe ve tâbiînden bir grup, bu ayetin Gadîr-i Hum’la ilgili olduğunu vurgulamışlardır. Yukarıdaki kişilerin bu olayla ilgili rivayetleriyle tanışmak için bkz. Ebû Cafer Taberî, el-Velâyet kitabında, İbn Kesîr 2. ciltte Hafız İbn-i Mür-duveyh-i İsfahanî’den naklen, Hafız Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin tefsiri Mâ nezele mine’l-Kur’âni fî Alî adlı kitabında; Hatib Bağdâdî tarihinin 8. cildinde, Hafız Ebû Saîd Sicistanî, Hafız Ebu’l-Kasım Haskanî’nin el-Velâyet adlı kitabında, Suyûtî’nin Dürrü’l-Mensûr‘unda, c.2, s.295’de İbn Asâkir-i Şâfiî’den naklen, Hatib Harezmî Menakıb kitabında; bunların tabirleri el-Gadîr kitabında, c.1, s.23’de nakledilmiştir.
[18]– Fahr-i Razî tefsirinde diyor ki: Bu ayet indikten sonra, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) 81-82 gün yaşadı ve ondan sonra kavga ve hiçbir şekilde nesh ve değişiklik olmadı. Dolayısıyla, bu ayet Veda Haccı’nda, zilhicce ayının on sekizinde Gadîr-i Hum’da nazil olmuştur. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), Ehlisünnet’in görüşüne göre rebîulevvelin 12’sinde vefat ettiğine göre, eğer ayet bu üç ay içinde nesh edilmemişse, 82 güne tatbik eder (Fahr-i Razî tefsiri, c.3, s.369).
[19]– Sîre-i İbn Hişâm, c.2, s.422.
[20]– En’âm, 124
[21]– el-İmâmet-u ve’s-Siyâse, c.1, s.32.
[22]– Hilyetu’l-Evliyâ, c.1, s.44.
[23]– Nahl, 44
[24]– Vahy-i Muhammedî, s.212, altıncı baskı.
[25]– Bkz. en-Nass-u ve’l-İctihad kitabı, Allâme Seyyid Abdulhüseyin Şerefuddin-i Amulî.