“Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık.” Hicr, 47

Ali (a.s)’ın Müslümanların Rehberliği Dönemindeki Sireti – 1

Ali (a.s)’ın Müslümanların Rehberliği Dönemindeki Sireti – 1

Ali Tarhan

1. BÖLÜM

Önsöz

Bu bölümde, Allah Resûlü’nün (s.a.a) vefatından sonra, Emir-ül Müminin Ali b. Ebi Talib (a.s)’ın yaşantısının en ince aşamalarını inceleyeceğiz. Bu aşamalar, onun hayatının bütün boyutlarında, İslâm Ümmeti’nin önderlik sorumluluğunu içermektedir.

Sonradan da göreceğimiz gibi bu aşamalar, fikirsel, toplumsal ve siyasi açıdan çok önemli bir konuma sahiptir. İslâm tarihi, İmam Ali (a.s)’ın İslâm hükümetinin sorumluluğunu üstlendiği beş yıl zarfı içerisinde iki gerçeğe şahit olmuştur:

1- İmam Ali (a.s), insanlık tarihinde üstün siyasetinin doğurduğu yüce değerler sayesinde, hiçbir ifrat ve tefrite mahal bırakmaksızın ilahî kanunları bütün boyutlarıyla insan hayatının çeşitli aşamalarında yürürlüğe koymuştur.

2- Hz. Ali (a.s) İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı bir takım siyasi çıkmazları ortadan kaldırmıştır. Saygı değer okuyucular, bu bölümde Ali (a.s)’ın hayatında ve siyasetinde devlet teşkilatının üstlendiği gerçek sorumluluğu nasıl doğru yola hidayet ettiğini; ilahî risâletin yaşantıda nasıl uygulanması ve ona amel etmenin ne ölçüde olması gerektiğini insan ve insan şahsiyetinin yapısını ve onu korumayı nasıl hedef edindiğini okuyacaklardır.

Yine aziz okurlar bu kesitte, Ali (a.s)’ın Kasıtin (isyancı Muaviye ve taraftarları), Marıkin (bozguncular) ve Nakisin’lere (ahitlerini bozanlara) karşı nasıl bir siyaset izlediğini, camiaya toplumsal adâlet temellerini nasıl yerleştirdiğini; yüce kişiliğini ve emirlerinin yüce Allah’ın kanunlarına ne denli bağlı olduğunu göreceklerdir. Allah-u Teâla, İslâm Ümmeti’ne pratik yaşantılarında Kur’an’ın ve Resul-i Ekrem’in yolunda yürüme başarısını nasip eylesin! Nitekim Ali (a.s)’ın yaşam şekli o yolun göstergesidir.

İmam Ali (a.s)’ın Hilafeti

Üçüncü halife Osman b. Affan’ın ölümünden sonra ümmetin büsbütün İmam Ali’ye yöneldiğini, ısrarla hilafeti kabul etmesini istediklerini; buna karşılık O Hazretin onları geri çevirerek “Beni bırakın ve başkasına yönelin” diye buyurduğunu görmekteyiz.[1]

Ali (a.s), halkın Osman’a besledikleri kin yüzünden duygularının tahrikine kapılarak kendisine yönelmelerini istemiyordu; onların duygusallığına alet olmaktan hoşlanmıyordu. Ümmetten bilinçli bir şekilde, hiç bir baskıya mâruz kalmadan, onun imamet ve velayetine bağlanmalarını istiyordu.

Diğer taraftan Ali (a.s), makam ve mevkie aldanacak; halkın kendisine yönelmesiyle hiç tereddüt etmeden, anında ısrarlarını kabul edecek bir kişiliğe de sahip değildi.

Dünya malı onun gözünde bir sinek kanadı kadar değer taşımadığı gibi, kendisinin de buyurduğu üzere dünya ve onda olan her şey,  Ali’nin gözünde keçinin aksırdığında burnundan gelen su kadar değersiz ve anlamsızdı.

Evet, hilafet ve dünya malı, bir hakkı ihya edip bâtılı yok etmeye vesile olmadıkça hiçbir değer taşımazlar. Dolayısıyla İmam (a.s) halkın baskı ve ısrarı karşısında acele etmeyip onları denemeden hilafeti kabul etmedi.

O, kendi güttüğü siyasi metotları, gelecek için tasarladığı planları, halkın ne derece kabulleneceğini ölçmek istiyordu. Bir grubun değil, bütün halkın onu halife seçmesine rağmen, mukaddes İslâm devletinin başkentinin Medine-i Münevvere olması hususundaki ısrarları karşısında İmam çok soğuk kanlılık gösteriyordu. Nihayet halkın ısrarı, İmam (a.s)’ın hilafeti kabul etmesinde bir takım şartları öngörmesine neden oldu. Halk da o şartları kabul ederek İmam (a.s)’a biat etti. Bu konuda İmamın şöyle buyurduğu rivayet edilir:

“…Bilesiniz ki, önerilerinize (her ne kadar) olumlu cevap verdiysem de kendi uygun gördüğüm düşüncelere göre davranacağım ve hiç kimsenin ne sözüne, ne de kınamasına aldırış dahi etmeyeceğim!”[2]

Ümmet, öngörülen şartları kabul ederek İmam (a.s)’a hemen biat elini uzattı. İmam Ali (a.s), onların isteklerini kabul ederek düşünce ve amel alanındaki rehberlik sorumluluğunu kabul etti.

Bu arada, İmam (a.s)’ın özen gösterdiği en önemli şey, İslâm toplumunda meydana gelen sapmaları yok etmek ve ilahî düzeni yerleştirmekti. Bu yüzden belirgin ve kapsayıcı bir yol seçmeli, valilerini de aynı yolu takip etmeye yönlendirmeliydi.

İmam (a.s)’ın hükümet metotlarını uygulamada karşılaştığı zorlukları şöyle sıralamamız mümkündür:

1- Siyasi Konum

İmam Ali (a.s), bir beyanında İslâm ümmetinin işlerini üstlenen devlet adamlarının özelliklerini ve sahip olmaları gereken şartları şöyle niteliyor:

“…Şüphesiz; tek düşüncesi Müslümanların malını yağmalamak olan cimri birinin nâmusa, kana, mala, İslâm hükümlerine ve Müslümanların önderliğine hâkim olması reva değildir. Aynı şekilde cahilliğiyle halkı saptıran cahilin, sitemiyle halktan uzaklaşan cefakârın, bir grubu destekleyip diğer bir grubu göz ardı eden zalimin, hüküm vermede rüşvet alarak hukuku yok eden birinin ve sünneti tatil ederek ümmetin yok olmasına neden olan bir kimsenin hâkim olması da yakışır bir iş değildir.”[3]

İslâm Dini’nin, devlet adamları için açıkladığı bu temel şartlar ışığında İmam Ali (a.s), -bazı tarihçilerin nakline göre- o günkü İslâm devletinde çalışan bazı memurlara ihtiyaç olmadığı kanısına varmıştı. Hâl böyleyken İmam (a.s) anlaşıp onları iş başında bıraksaydı, İslâm toplumu için Muhammedî dinin gerçek kimliğini tanımak imkânsız olacaktı.

2- İktisadi Konum

İmam (a.s) siyasi ve idari durumu düzeltmek için uğraştığı kadar, iktisadi durumu düzeltmek için de bir o kadar çaba göstermişti. Halifeliğinin ilk günlerinde Beyt-ul Malın taksiminde kendinden önceki halifelerin uygulamalarını iptal ederek Allah Resulü’nün taksim sistemi olan adâlet ve eşitlik yolunu seçti. Böylece Ali (a.s), Beyt-ul Malı taksim etmede halk arasındaki sınıflandırmayı kaldırdı.

Takvalı olmak, İslâmî geçmişi iyi olmak, Allah yolunda cihad etmek ve Resul-u Ekrem (s.a.a)’in sahabesi olma saadetine nail olmak, maddi bir ayrıcalık teşkil etmez. Bu vasıflar, uhrevi sevap unsurları olup mükafatı Allah’a aittir. İnsanlar, mâli, hukuk, görev ve İslâmî farizeler açısından İslâm dininde eşittirler, kimsenin  kimseye bir üstünlüğü ve ayrıcalığı yoktur.

İmam Ali (a.s), bu konuyu şöyle açıklamaktadır:

“Bilesiniz ki, Peygamber (s.a.a)’in sahabesinden olması hasebiyle kendisini başkalarından üstün gören her muhacir ve Ensar, gerçek üstünlüğün yarın Allah katında olacağını ve mükâfatı da O’nun vereceğini bilmelidir. Allah’a ve Resulü’ne lebbeyk diyen, bizim risaletimizi tasdik edip dinimizi kabul eden, bizim kıblemize doğru namaz kılan herkesin İslâmî hukuk ve sınırlarına karşı bir hakkı vardır. Sizler Allah’ın kullarısınız ve aranızda eşit bir şekilde paylaştırılan mal ise yalnız Allah’ındır. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur. Yarın, Allah katında en iyi mükâfatlar ve sevaplar ise dindarlar için olacaktır. Allah dünyayı muttakiler için mükâfat kılmamıştır. Allah katında olan şeyler, iyi insanlar için daha iyidir.” [4]

Ali (a.s) böylece, İslâmî adâlet kavramına tam anlamıyla uyarak kimseye doğal hakkını paylaştırmada hiçbir surette ayrıcalık tanımayacağını gözler önüne seriyordu.

Bunlar, İmam (a.s)’ın İslâmî hayatının çeşitli boyutlarında mal, hükümet, idare ve diğer konularda insanları yönlendirdiği amelî ve düzenleyici metotlarından örneklerdir.

Islahat Metodu

İmam Ali (a.s) genel ıslah metodunu uyguladı. En büyük teveccühü idari, iktisadi ve hukuki işleri ıslah etme doğrultusunda idi.

Bu büyük ıslahatçı girişimde ümmet, rehberliğini Emir-ül Müminin Ali (a.s)’ın üstlendiği yeni gidişatlarında bir çok değerli şeyler kazandı. Bunların bazıları aşağıda açıklanmaktadır:

1- Ali (a.s) İslâm Ümmeti’nin işlerini idare etmek için ruhsal, fikirsel ve sorumluluk kabul etme yönünde Osman b. Huneyf, Muhammed b. Ebu Bekir ve Malik-i Eşter gibi seçkin ve örnek sayılan devlet adamlarından yardım aldı. İmam (a.s) bu örnek şahıslara düşünce, amel ve idarecilik yönünden uygun kabul edilecek düzeyde olmalarına rağmen, pratik yaşantılarında destek almaları için onlara aydınlatıcı öğütleriyle güç kazandırdı. Halk ve halkın idare işlerini yürüten kişilerin ilişkilerini daha fazla güçlendirmeye ve genişletmeye dikkat çekti.

Ali (a.s) valilerini Allah kullarına karşı iyi niyetliliğe, yumuşaklığa, adâleti yaymaya, şefkatli olmaya ve genelde makam sahiplerinin yakalandığı gururlanma hissine kapılmamaları için uyarıyor, halk arasında etkin bir role sahip oldukları için İslâmî adâlet çizgisinden şaşmamaları, halk arasında adâleti yaymaya ve hakkı uygulamaya yardımcı olacak diğer görevler konusunda onlara yardımcı olmaları için nasihatlerde bulunuyordu.

Bu Konuda Zikredilen Nasihatlerden Bazı Örnekler

“…Halka karşı alçak gönüllü ol, şefkatli ve güler yüzle onları karşıla, halkın önde gelenlerinin adâletsizliğe heveslenmemeleri ve mustazafların da adâletinden ümitsiz olmamaları için herkese aynı gözle bak; zira Allah-u Teâla, küçük büyük, gizli ve açık tüm yaptıklarınıza karşı sizleri sorguya çekecektir. O hâlde sizi azaplandırması (daha önce) sizlerin zalim olmanızdan kaynaklanmaktadır ve eğer affederse bu da onun büyüklüğündendir.”[5]

“Halkla diyalogun ve sabrın, bütün herkese karşı kapsayıcı olmalıdır. Gazaptan kaçın ki, o şeytanın sıfatıdır; ve bilesin ki, seni Allah’a yaklaştıran her şey ateşten uzaklaştırır; ve seni Allah’tan uzaklaştıran her şey ateşe yaklaştırır.”[6]

Bu öğütler, İmam (a.s)’ın, amel etmeleri için valilerine ettiği nasihatlerinden kesitlerdir.

İmam Ali (a.s), kişileri seçmede liyakat faktörlerine karşı son derece duyarlı olmasıyla birlikte onların halk arasında İslâmî adâlet kurallarını ne ölçüde uygulamalarını kontrol altına almak maksadıyla da gizli denetleyiciler seçiyor ve böylece de onları tam bir kontrol mekanizması altına alıyordu. Ne zaman onlarda bir hata ya da kusur görülse, yapıcı öğütleriyle veya tehdit yoluyla onları uyarıyor, gerektiğinde de hata yapanı görevden alıyor ve gereken cezayı vermekten çekinmiyordu. İmam (a.s)’ın bu uygulamalarından bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır:

İmam (a.s)’a Basra valisi Osman b. Huneyf’in, şehrin zenginlerinden birinin düzenlediği ve fakirlerin katılmadığı bir ziyafete katıldığı haberi verildiğinde İmam, bu gibi davetlere katılmanın onu adâlet çizgisinden saptıracağı veya onun yanlış bir metodu takip ederek ümmete zulmedeceği endişesine kapıldı. Dolayısıyla ona bir mektup yazdı. Mektubun bir bölümünde ona hitaben şöyle buyuruyordu:

“Ey Huneyf oğlu! Basra gençlerinden birinin seni bir ziyafete davet ettiğini, senin de aceleyle oraya gittiğini, türlü-türlü yemeklerin ve çeşit-çeşit kâselerin senin için hazırlandığı haberini aldım. Fakirlerin mahrum olduğu, zenginlerinse yararlandığı böyle bir sofraya oturmayı kabul edeceğini sanmazdım doğrusu. Şimdi ise böyle bir ziyafetten yararlanmak istiyorsun. Helal olduğunda şüphe ettiğin yiyeceklerden uzak dur ve temizliğine emin olduğun nimetlerden faydalan!

Bilesin ki, her me’mumun (takipçinin) uymak zorunda olduğu ve ilim ışığından aydınlanacağı bir imamı vardır. Yine bilesin ki, imamınız kendi dünyasında iki hurma tanesiyle yetinip lezzetli ve çeşit-çeşit yiyeceklerden sadece arpadan yapılmış kuru ekmeğe kanaat etmiştir. Sizler benim gibi yaşayamazsınız. Ancak, kötülüklerden uzak durup metin olmaya gayret ederseniz, iffetinizle bana yardımcı olabilirsiniz.”[7]

Yine İmam (a.s), Maskalat-uş Şeybani ve Erdeşir Harra adlı temsilcilerine azarlayıcı ve tehdit edici bir dille şöyle bir mektup yazmıştı:

“Mürtekip olduğun(uz) bir işin haberi bana ulaştı. Eğer böyle bir iş yapmış isen(iz) Allah’ı gazaplandırmış, İmamına da karşı çıkmış olmuşsun(uz). Kılıçlarla, bineklerle ve uğruna kanlar dökülerek kazanılan Müslümanların mallarını akrabaların(ız) arasında nasıl paylaştırabilirsin(iz)?

Tohumu yarıp canları yaratan Allah’a and olsun ki, böyle bir işe duçar olmuş isen(iz) yanımda pek hakir ve aşağılık biri olmuşsun(uz). Artık gözümde hiçbir değerin(iz) kalmaz. O hâlde Rabb’inin hakkına karşı saygısızlık yapıp dünyanı(zı) da dinini(zi) yok ederek düzeltmeye çalışma(yın). Aksi takdirde ziyankârlardan olursun(uz)!”[8]

Temsilcilerden birine yazmış olduğu başka bir mektupta da Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle buyuruyor:

“Hakkında bana bir haber ulaştı. Eğer doğruysa Allah’ı gazaplandırmış, İmamına itaatsizlik ve emanete de hıyanet etmiş olursun. Yeri harabeye çevirdiğini, ayağının altında olan her şeyde tasarruf ettiğini ve elinde olan her şeyi yediğini duydum. Öyleyse bana olan hesap defterini kapat ve bilesin ki Allah’ın hesabı halkın hesabından daha büyüktür…”[9]

İmam (a.s) valilerine aydınlatıcı öğütleriyle yol gösterdiği gibi, hükümetin tehlikesini vurguluyor, ordu komutanlarını da İslâm nizamının yolunda gitmeye davet ediyor ve gereken talimatlarıyla vazifelerini gerektiği şekilde ifa etmeye özen göstermelerini istiyordu.

İmam Ali (a.s) onları zulmetmekten men ediyor, savaşın onlar tarafından başlatılmamasını istiyor ve sabırla kuşanıp hazır olmalarının daha uygun olduğunu buyuruyordu. Ayrıca çatışma anında derhal savaşa başlamamalarını, aksine savunmaya geçmelerini, saldırı anında ise tam bir yiğitlikle karşılık vermelerini, düşmana galip geldiklerinde savaştan kaçan düşman askerlerini zaferin vermiş olduğu gururla takip etmemelerini, savunma silahları olmayanlara saldırmamalarını emrediyordu. Nitekim, yaralıları öldürmeyi reva görmüyor; kadınlara karşı da kötü sözler söylemeleri durumunda bile iyi davranmalarını, çirkin bir harekette bulunmamalarını nasihat ediyordu.

İmam (a.s)’ın Bazı Nasihatleri

“…Düşman savaşı başlatmadan önce sizler savaşa başlamayın. Zira Allah’a şükürler olsun ki, sizler düşmanla savaşmaya karşı yeterli bir gerekçeye sahipsiniz. Onların savaşı başlatmasını beklerseniz elinizde tekrar başka bir gerekçe daha olacaktır. Allah’ın izniyle düşman ordusu yenilgiye uğradığında acizlere saldırıp savaştan kaçanları da öldürmeyin. Yaralılara saldırıp kadınları, namuslarınıza çirkin sözler söyleyip rehberlerinize küfretseler dahi incitmeyin.”[10]

“Bilesiniz ki, savaş sırları dışında üzerimde olan hakkınızı gizlemem; ilahi bir hüküm olmadan da sizleri hakkınızdan mahrum kılmam. Hakkınızı vermede ne gecikir, ne de tereddüt ederim. Hepinizin hakkı benim nazarımda aynıdır. Haklarınızı verdiğim takdirde Allah’ın nimetine şükür etmeniz farz, bana itaat etmeniz de kaçınılmaz olur. Davetten yüz çevirmemeli, çıkarlar konusunda gevşeklik etmemeli ve hakka erişmek için de riske atılmamalısınız.” [11]

İslâm devletinde gelirler çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü şahsi mülkiyet İslâm iktisadının önemli unsurlarından biri olup toplumsal hakları şekillendirmektedir. Bu yüzden şahsi malikiyetlerde toplumsal haklar, İslâm devletinin içtimai, askeri ve buna benzer alanlarda yardım amacıyla gerekli bütçelerin sağlanmasını garantilemektedir.

Malların toplanması ve dağıtılmasının önemine binaen, İmam (a.s)’ın bu konuya özel bir teveccühü vardı. Gayesi daha fazla malın toplanması değil, bu malların İslâmî açıdan doğru ve âdil bir şekilde İslâm yöneticisinin kontrolü altına girmesini sağlamaktı. Nitekim İmam (a.s), bunu kendi toplumsal hayatında gerçekleştirmeyi başardı.

İmam Ali (a.s), toplumun maliye işleriyle uğraşan devlet adamlarının adâlet, fazilet, asalet ve toplumsal sorumluluk bilinci açısından en yüce makamlara sahip olmalarını istiyordu. İmama göre sorumluların vazifesi, malı sadece mal olduğu için toplamak değil, aksine önemli olan halka malları taksim etmede hak ölçülerine bağlı olmaları ve İslâmî adâleti halk arasında eşit bir şekilde uygulamalarını sağlamaktı. Dolayısıyla sorumlular, halktan bir kimseyi öfkelendirmemeli, onlara karşı kötü davranmamalıdır. Müslümanların veya İslâm devletine tâbi olma hakkına sahip gayri Müslümanların mallarını zor kullanarak gasbetmemelidirler. Öyle ki, mal biriktirmek için kimsenin malına veya hayvanına el koyamazlar. Gelirler kurumu memurlarının kimseyi vergi ödemekten muaf kılmaya hakları olmadığı gibi, belirli ilahî haktan fazla almaya da hakları yoktur. Ayrıca kimseye üstünlük taslamadıkları gibi, muhterem insanlara saygı göstermede, halka davranışlarında kusur etmemelidirler. Bu hususta İmam (a.s) maliye işleriyle sorumlu görevlilere hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Sizler milletin haznedarları, ümmetin vekilleri ve İslâm rehberlerinin temsilcilerisiniz. Muhtaç olan bir kimseyi ihtiyacından mahrum bırakmaktan sakının. Onların yazlık ya da kışlık elbiselerini, çalıştırdıkları hayvanlarını, sahip oldukları kölelerini satmayın. Hiçbir kimseyi para için sıkıştırmayın. Gerek Müslümanlardan, gerekse gayri Müslümanlardan (Zimme ehli) hiç kimsenin malına dokunmayın.”[12]

“Ortağı olmayan Allah’ın takvasıyla hareket et. Hiçbir Müslüman’ı tehdit etme. İzin almadan yanına yaklaşma. Onlardan, kararlaştırılan ilahî ölçülere uygun olan vergilerden fazlasını alma. Bir kabileyle görüşmek istediğinde evlerine girmeden onlarla toplu yerlerde görüş. Vakarla yürü. Aralarında durarak onlara selam ver. Selam vermede cimrilik etme. Derhal şöyle söyle: Ey Allah’ın kulları! Allah’ın velisi ve halifesi, mallarınızda bulunan Allah hakkını almak için beni size gönderdi. Acaba mallarınızda Allah velisine vereceğiniz bir pay var mı?” [13]

 Toplumsal Adâleti İslâm Toplumunda Uygulama Çalışmaları

İslâm hükümetinde bütün devlet kuruluşları iyi insanların elinde olduğu müddetçe sonuçta insanın özlem duyduğu büyük arzular gerçekleşecektir.

İmam (a.s), toplumsal adâlet düzenini en iyi şekilde gerçekleştirmek için İslâm kanunları çizgisinden dışarı çıkmadı. İslâm camiası bütün sahnelerde Resulullah (s.a.a) zamanında olduğu gibi, Ali (a.s)’ın yüce adâletine tanık olmuştur. Ümmete yol gösteren tarihin parlak tecrübesinden örnekler sunuyoruz:

A- Halka Hizmet: Ümmetin çeşitli kitleleri her alanda İmam’ın değişik hizmetlerine, onların geleceğini düşünmesine, İslâm devletine tâbi olan bütün ümmetin hukuklarını eşit bir şekilde paylaştırmasına şahit olmuşlardır. Nitekim İmam (a.s)’ın aşağıda zikredeceğimiz sözleri, bu konuyu açıkça göstermektedir:

“Aranızda eşit bir şekilde paylaştırılan malların tümü yalnız Allah’ındır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Allah’a and olsun ki, mazlumun hakkını zalimden alır, zalimi istemese de dizgininden tutar, hak yoluna doğru çekerim.” [14]

Bu siyasetin yanı sıra, rehberliğini İmam Ali (a.s)’ın üstlendiği toplum, onun bütün alanlarda camianın refahını temin eden çeşitli tedbirlerine ve idareciliğine tanık olmuştur. Şimdi, İmamın bu tedbirlerinden bir kaç örnek zikrediyoruz:

Hekem der ki; “Ali (a.s)’a bol miktarda bal getirildiğini gördüm. İmam (a.s) öksüzleri çağırarak; alın şu balları yiyin diye buyurduğunda, bir an yetim olmayı arzuladım. Sonra artakalan balları halka taksim etti. Bir kalıbını da mescit ehline paylaştırdı.” [15]

Harun b. Antara, Zadan’ın şöyle söylediğini nakleder; “Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber’le birlikte giderken yolda Emir-ül Müminin Ali (a.s)’la karşılaştık. Kanber, İmam (a.s)’a: “Ey Emir-ül Müminin! Kalkın eve gidelim sizin için sakladığım bir şeyi göstermek istiyorum.”diye arz etti. Ali (a.s): “Sakladığın şey nedir? diye buyurdu. Kanber: “Eve gidince görürsünüz.”dedi. Ali (a.s) onlarla birlikte evin yolunu tuttu. İmam (a.s) eve vardığında karşısında kaplara doldurulmuş altın ve gümüşler gördü. Kanber: “Ey Emir-ül Müminin! Elinizde var olan her şeyi taksim ettiğinizi görüyorum; bunları da sizin için sakladım.” deyince İmam (a.s): “Yazıklar olsun sana! Evime yığılmış ateş mi sokmak istiyorsun” diye buyurdu. İmam kılıcını çekerek ucuyla altınları ve gümüşleri dağıttı. Sonra halkı çağırarak âdil bir şekilde paylaştırmalarını emretti. Daha sonra Beyt-ul Mala girerek içeride varolan her şeyi halka dağıttı.”[16]

Hekem der ki; “Ali (a.s) bir miktar narı taksim etmiş, bizim mescidimize de yedi adet nar vermişti. Daha sonra İmam (a.s): “Ey millet! Bize gönderilen şeylere dışarıdan bakıldığında çok görünebilir. Ancak, paylaştırıldığında herkese az bir miktarı düşmektedir” şeklinde buyurdu.

Yine Hekem der ki; “İmama altından yapılmış varaklar gönderildi. Daha sonra imam onları bölerek aramızda paylaştırdı.”

Ali b. Rabia der ki; “İbn-i Teyyah adlı bir şahıs Ali (a.s)’a gelerek; “Ey Emir-el Müminin! Beyt-ul Mal altın ve gümüşle dolup taşıyor, deyince, İmam (a.s) tekbir getirerek elini İbn-i Teyyah’ın eline koydu ve Beyt-ul Maldan içeri girdiğinde şöyle bir beyit okudu:

Haza cenaye ve hiyaruhu fihi ve kullu canin yedehu ila fihi” [17]

İmam, daha sonra halkı çağırarak Beyt-ul Malda varolan her şeyi onlar arasında eşit miktarda paylaştırdı ve şöyle buyurdu: “Ey gümüşler ve altınlar! Beni değil, başkasını aldatın!”

 Artık Beyt-ul Malda hiçbir şey kalmadı. İmam, Beyt-ul Mal binasını süpürüp suyla yıkamalarını emretti ve daha sonra orada iki rekat namaz kıldı.

Ümmeti perişan kılan fakirlik ve zulmü kendi hilafeti zamanında kaldırmak için aşırı derecede çaba sarf ediyordu. İmam bu çabalarını şöyle dile getirmiştir:

“Eğer isteseydim; saf bal ve ceviz içi yer, ipek elbiseler giyerdim. Ama hayır! Nefsanî arzular asla bana galip gelemez. Hicaz ve Yemame’de bir kuru ekmek parçasına muhtaç olan ve tok olduklarını hatırlamayan insanlar varken, hırs beni lezzetli yemekler yemeye mecbur kılamaz. Etrafımda aç karınlar ve susuz ciğerler varken tok bir karınla nasıl yatabilirim!

Dar günlerinde zorluklarına ortak olmasam veya yaşantım fakirlikten bir örnek olmazsa adımın Emir-ül Müminin olmasına gönlüm nasıl razı olur!”[18]

B- Çarşıları Yakından Kontrol Etme: İmam (a.s), iktisadi adâleti insan yaşantısının bütün boyutlarında gerçekleştirmeye oldukça gayret gösterdi. Bu yüzden alış verişi, muamele yapılan bütün eşyaları yakından kontrol ediyor; kara borsacılığı engellemek, yersiz zamların ve dolandırıcılığın önünü almak için de özel bir metot uyguluyordu. İmam Bakır (a.s) bu konuda şöyle buyuruyor:

“Emir-ül Müminin Ali (a.s) her sabah kırbacı omuzun da Kûfe çarşılarını teker-teker dolaşır; her çarşı başında şöyle seslenirdi: “Ey tüccarlar! İyilik edin, kolaylık tanıyın, müşterilere samimiyet gösterin, kendinizi sabırla kuşatın, yalan söylemekten, yalan yere yemin etmekten ve zulmetmekten kaçının. Mazlumlara karşı insaflı davranın ve faize yaklaşmayın.

Ölçü ve tartıda adâlete riayet edin, halka tartarak sattığınız şeyleri azaltarak vermeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!”[19]

 


 1- Nehc’ül Belağa, Dr. Suphi Salih, Hutbe/ 92.

 2- Nehc’ül Belağa, Dr. Suphi Salih, Hutbe/ 92.

 3- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, Hutbe/ 131.

 4- Şerhi Nehc’ül Belağa, Muhammed Abduh, c/1, s/269.

 5- Ali (a.s)’ın Malik-i Eşter’e yazdığı ahitnamesi.

 6- İmam (a.s)’ın Abdullah b. Abbas’ı Basra valiliğine gönderirken ona hitaben ettiği vasiyeti, Nehc’ül Belağa, Mektup/ 76, Suphi Salih.

 7- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, s/ 416; Bu dipnotun yanı sıra bazı kelimeler Arapça olarak açıklanmıştır. Ama biz, bunları zikretmeyi gerekli görmedik.

 8- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, s/ 415.

 9- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, s/ 412.

 10- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, vasiyet/ 14, s/373.

 11- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, mektup/50, s/424. (Ordu komutanlarına yazılan mektup.)

 12- Nehc’ül Belağa, Suphi Salih, Mektup/ 51, Maliye görevlilerine yazılan mektup.

 14- Nehc’ül Belağa, Mektup/ 25.

 15- Ensab-ul Eşraf, Belazuri, c/2, s/136.

 16- Şerhi Nehc-ül Belağa,Muhammed Eb-ul Fazl İbrahim, c/2, s/198-199.

 17- Tezkiret-ül Havas, Sıbt b. Cevzi s/117.

 18- Gerçekte bu beyit bir deyimden ibarettir. İmamın bu beyti okumaktan gayesi, Beyt-ul Malı belirli bir gruba mahsus kılmadığını ve gerektiği yerlerde harcadığını İbn-i Teyyah’a ve bu vesileyle herkese anlatmak idi.

 19- Nehc’ül Belağa, Mektup/ 45, (Osman b. Huneyf’e yazılan mektup)…

 Hud/ 85, Bihar’ul Envar, c/41, s/104 – Şeyh Saduk’un Emali adlı kitabından naklen.-; Tezkiret’ül Havas, s/134; Ensab-ul Eşraf, Belaziri, c/2, s/129 (Az bir farklılıkla).

 20- Tezkiret-ül Havas, Sıbt b. Cûzi, s/125.