Yaratıcıdan korkunca O’na doğru koş. Yaratıktan korkunca ondan kaç.”Gurer-ul Hikem, 4027-4028 İmam Ali (a.s)

Dinin Kemale Erdiği Gün

Dinin Kemale Erdiği Gün

S. NECAT KARAKUŞ

 

Hicret’in onuncu yılının zilkade ayında, Peygamber’in hac farizasını yerine getirmek için Allah’ın evine gitmeye karar verdiği ve bütün Müslümanlardan bu seferde kendisine eşlik etmelerini istediği haberi halk arasında hızla yayıldı. Kısa sürede haber Medine’nin dışındaki köy ve şehirlere de ulaştı. Halk arasında tarifi imkânsız bir şevk ve heyecan oluştu. Bu ilâhî yolculukta Allah’ın Resulü’ne eşlik etmek isteyenler, çevre beldelerden akın akın Medine’ye hareket ettiler.

Topluluğun çokluğu ve heyecanı, İslâm ordusunun Mekke’yi fethetmek için Medine’den hareketini ve fetih anılarını canlandırdı hatıralarda. Nihayet Peygamberimiz zilkade ayının 25’inde Mekke’ye doğru hareket etti. Kendileriyle birlikte büyük bir topluluk, düzenli saflarda ve kararlı bir iradeyle yola çıktı. “Lebbeyk, Allahumme lebbeyk” feryadı, çölün atmosferini yarmaktaydı. Bütün Müslümanlar; Muhacirler, Ensar ve o ana kadar İslâm’ı kabul eden ve Peygamber’e iman eden bütün Arap kabileleri, Resulullah (s.a.a) ile birlikte Mekke’ye doğru hareket hâlindeydiler. Tarihçiler, topluluğun sayısını yüz ilâ yüz yirmi bin olarak tahmin ediyorlar. Eğer bu topluluğa sonradan katılan Mekke ahalisini ve kendi ordularıyla Yemen’den Mekke’ye gelen Ali (a.s) ile Ebu Musa Eş’arî’yi de eklersek, sayının bu rakamların çok üzerinde olduğu kesinlik kazanır.

Resulullah’ın hac kafilesi, on günlük yolculuğun sonunda, zilhicce ayının 4’ünde Mekke’ye vardı ve hac günlerinde Müslümanlar yapmaları gereken amelleri yerine getirdiler. O yılın unutulmayan hac programlarından biri, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), hac merasiminin sonunda, Mina’da çok önemli ve kapsamlı bir konuşma yaparak, İslâm’ın hükümlerini Müslümanlara iblâğ etmesiydi.

Peygamber (s.a.a) Allah’a hamd u senadan sonra Müslümanları takvaya davet ederek şöyle buyurdu: “Ey millet! Kanlarınız birbirinize haramdır. Kendisinde bir emanet bulunduran, onu sahibine iade etsin. Müminler birbirleriyle kardeştirler. Takva dışında, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur…”

Bu sözler Müslümanların ruhlarının derinliklerine işliyor, hepsi sessiz ve sakin, peygamberlerinin son tavsiyelerine kulak veriyorlardı. Birden, sanki bir daha bu sözleri duyamayacaklarını hisseden halkın arasında, derin bir sessizlik hâkim oldu. Peygamber şöyle devam etti:

“Bu, benim sizinle birlikte olduğum son hacdır; ben yakın zamanda Hakk’ın davetine icabet edip O’na kavuşacağım…”

Bu beklenmedik sözler, aniden Müslümanları sarstı ve gözlerden yaşlar boşanmaya başladı. Öyle ya, Allah’ın son peygamberi halka veda ve nübüvvet sonrası için son vasiyetlerini ediyor ve Medine’ye dönüyordu.

Hum Göleti’nin Kenarında Allah’ın Mesajının İblâğı

Peygamber 23 yıldır halkın hidayeti ve rehberliği görevini üstlenmişti ve şimdi onların geleceğini düşünme zamanı gelmişti; çünkü cananına kavuşmanın yakın olduğunu biliyordu. Kafile Mekke’den dönüşte, zilhicce ayının 18. günü Cühfe’ye ulaştı. Ateş gibi kızmış taşlarla dolu kavurucu çöl, yakıcı bir güneş ve dayanılması güç bir sıcak… Ve bir müddet sonra “Gadir-i Hum” denen bir gölete ulaştılar. O esnada Allah’ın mukarrep meleği Cebrail, vahiy mesajıyla Peygamber’e nazil oldu. Peygamber’in çehresi değişti ve ardından ilâhî mesaj Peygamber’e iblâğ oldu:

“Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen mesajı halka ilet. Eğer yapmazsan, elçilik görevini yapmamış olursun. Allah seni halktan korur…” (Mâide, 67)

Peygamber (s.a.a), kafilenin hemen durmasını emretti. Hum Göleti’nin etrafında toplanan halk, Allah Resulü’nün bu emrinin nedenini öğrenmek için pür dikkat kesilmişti. Hiç kimse kafilenin burada durdurulmasını beklemiyordu. Çünkü daha uygun mekânları geride bırakmışlardı veya önlerinde daha uygun yerler vardı. Niçin aniden dur emri verilmişti?! Mutlaka önemli bir mesele vardı!

Tarihçilerin naklettiğine göre orada yüz yirmi bin kişi toplanmıştı. Çöl, insan yığınıyla dolmuş, insan seli Peygamber’i çevrelemişti. Deve semerleri ve dağın eteklerinden toplanan taşlarla yüksek bir yer hazırlandı. Peygamber onun üzerine çıktı, herkesin rahatça görebileceği bir şekilde ayakta durdu. Sessizlik sağlanana kadar bir müddet bekledi. Bir müddet sonra her tarafı sessizlik sardı; nefesler göğüslere hapsedildi ve sonunda Peygamber, tarihî konuşmasına başladı:

“Eşi ve benzeri olmayan Allah’tan başka tapılacak biri olmadığına, Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna, cennet ve cehennemin, ölümün, ölümden sonra dirilişin hak olduğuna ve kıyametin geleceğine şahitlik eder misiniz?”

Halk, tek ses ve yek vücut cevap verdi: “Evet, şahitlik ederiz.”

Daha sonra Peygamber (s.a.a) sözlerini şöyle sürdürdü:

“Ey millet! Allah benim mevlâmdır ve ben müminlerin mevlâsıyım; benim müminler üzerindeki velâyetim, kendilerinkinden daha fazladır.”

İşte o anda, yanında duran Hz. Ali’nin (a.s) elini havaya kaldırarak, tarihî fermanını şöyle ilân etti:

“Her kime ben isem mevlâ, Ali de onadır mevlâ.”

Daha sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Allah’ım! Sev Ali’yi seveni, düşman ol ona düşman olana. Allah’ım! Yardım et Ali’ye yardım edene, hor gör onu hor göreni.”

Peygamber bu cümleyi üç kez tekrarladı.

Halkı, tarifi imkânsız bir şevk ve heyecan sarmıştı. Herkes bir ağızdan şöyle sesleniyordu: “Ya Ali! Peygamber’in vasiliği sana mübarek olsun!” insanlar grup grup gelip Ali’ye biat ediyor, onu kutluyorlardı.

(Gadir-i Hum olayına yüzlerce Müslüman hadisçi, tarihçi ve şair, çeşitli beyanlarla yer vermişlerdir. Allâme Eminî bu konuda “el-Gadir” adında 11 ciltlik Arapça bir eser hazırlamıştır. Bu eser Farsça’ya ve başka birkaç dile de tercüme edilmiştir.)

O anda Cebrail-i Emin nazil oldu ve “Bu gün kâfirler dininizi mağlup etmekten ümitlerini kestiler. Sakın onlardan korkmayın, yalnızca benden korkun. Bu gün dininizi sizin için kâmil ettim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslâm’ı size beğendim.” (Mâide, 3) ayetini iblâğ etti.

Dinin Kemale Erdirilmesi

Burada önemle üzerinde durulması gereken husus şudur: Ayette geçen “Bu gün”den maksat hangi gündür? Ve nasıl bir gündür ki o gün, şu dört konuyu içine almıştır: 1- Kâfirlerin ümitlerini kesmeleri. 2- Dinin kemale ermesi. 3- Allah’ın nimetinin tamamlanması. 4- Allah’ın son din olarak İslâm’ı beğenmesi.

Müfessirler bu konuda çok söz söylemişlerdir; ama hiç şüphesiz, böyle bir günün alelâde ve normal bir gün değil, İslâm tarihinde ve Peygamber’in (s.a.a) hayatında çok önemli bir gün olması gerekir; zira böyle bir ehemmiyetin, normal bir gün için mânası olmaz. Rivayetlerde, bazı Yahudi ve Hıristiyanların, bu ayeti duyduklarında; “Eğer böyle bir ayet bizim kitaplarımızda gelmiş olsaydı, o günü bayram olarak kutlardık.” dedikleri geçer.

Şimdi bu ayet ve surenin iniş tarihi, Peygamber’in hayat tarihi ve çeşitli İslâmî kaynaklardan elimize ulaşan deliller ve rivayetler üzerinden, bu önemli günü tayin etmeye çalışalım:

Acaba o günden maksat, önceki ayetlerde geçen helâl ve haram etlerin hükümlerinin beyan edildiği gün müdür?

Asla böyle olamaz. Çünkü bu hükümlerin inişi, dinin kemaline sebep olacak kadar önemli olamaz. Ayrıca, Peygamber’e inen son hükümler de bu hükümler değildir. Zira bu surenin ardından başka hükümlere de rastlamaktayız. Diğer yandan İslâm’ın helâl ve haram etler hakkındaki hükümleri, kâfirlerin ruhiyeleri üzerinde de bu kadar etkili olamaz ve kâfirlerin bu konuya, kendilerini İslâm’ın geleceğinden ümitsizliğe düşürecek kadar hassasiyet göstermeleri mümkün değildir. Şüphesiz, kâfirleri ümitsizliğe iten, İslâm ve Müslümanların sağlam geleceği ve İslâm’ın korunması ve kalıcılığı için, Peygamber (s.a.a) tarafından Müslümanlara tanıtılan sağlam bir dayanak olmuştur.

Acaba o günden maksat, Peygamber’in Veda Haccı’nın Arefe günü müydü?! Bu sorunun cevabı da olumsuzdur. Zira yukarıda geçen deliller o günle de uyuşmamaktadır. Çünkü o gün kâfirlerin ümitsizliğine sebep olan özel bir hâdise meydana gelmemiştir. Eğer maksat Müslümanların Arefe gününden önce Mekke’de Peygamber’in huzurunda toplandığı günde, belirtilen hükümlerin indiği ise, daha önce söylendiği gibi kâfirler için bunun da bir önemi yoktu.

Acaba maksat, bu surenin nazil olmasından çok önce gerçekleşen Beraat Suresi’nin inmesi, yoksa bazılarının ihtimal verdiği gibi İslâm’ın doğuş günü veya Hz. Muhammed’in peygamberliğe seçildiği gün müdür? Bunların da cevabı olumsuzdur. Çünkü bu olayların hiçbirinin bu ayetin iniş günüyle hiçbir irtibatı yoktur veya aralarında uzun yıllar fasıla vardır!

Buna göre, Mâide Suresi’nin 3. ayeti hakkında müfessirler tarafından beyan edilen ihtimallerden hiçbiri, ayetin muhtevasıyla uyuşmamaktadır. Burada bütün Şiî müfessirlerin kitaplarında yer verdikleri, çok sayıda hadislerin de teyit ettiği ve ayetin muhtevasıyla tamamen uyuşan başka bir ihtimal vardır; o da şudur: Maksat, Gadir-i Hum günüdür; İslâm Peygamberi’nin Emir’ül-Müminin Ali’yi (a.s) resmen kendisine vasi tayin ettiği gündür. İşte o gün kâfirler ümitsizliğe kapıldılar. Çünkü İslâm dininin bir kişiye dayalı olduğunu ve Peygamber’in vefatından sonra durumun eskiye döneceğini, İslâm’ın yavaş yavaş ortadan kalkacağını bekliyorlardı. Ama Peygamber’den (s.a.a) sonra ilim, takva, kudret ve adalet açısından benzeri bulunmayan Ali’nin (a.s) Peygamber’in vasisi olarak seçildiğini ve halktan kendisine biat alındığını müşahede ettikleri zaman, İslâm’ın geleceğine yönelik ümitsizliğe kapıldılar ve İslâm’ın kalıcı bir din olduğunu anladılar.

İşte o gün İslâm dini nihaî tekâmülüne ulaştı; zira Peygamber’in(s.a.a) vasisi tayin edilmeden ve Müslümanların gelecekleri aydınlığa kavuşmadan, bu dinin nihaî tekâmülüne ulaşması mümkün değildi.

O gündü Allah’ın nimetinin, Ali (a.s) gibi liyakatli bir rehberin tayin edilmesiyle kemale erdiği gün.

Yine İslâm’ın kemale ermesinden sonra son din olarak Allah tarafından kabul edildiği gündür o gün. Demek ki yukarıda geçen dört konu, yani; “kâfirlerin ümitsizliğe düşmesi”, “Allah’ın nimetinin tamamlanması”, “dinin kemale ermesi”, “Allah’ın insanlar için son din olarak İslâm’ı seçmesi” o günde toplanmıştır.

Dinin Tekâmülü

Buradan hareketle diyoruz ki: “Nübüvvet” ve “İmamet”e ikrar ve iman etmeksizin “Tevhid”e ikrar ve imanın İslâm dininde yeri yoktur. Neden? Çünkü ilâhî dinin beşere sunulmasının amacı, insanın her açıdan saadetinin temini ve nihaî felâha ermesidir. İnsanlığın gelişimi, insanın ilimde hakikatin, amelde de adaletin künhüne vusulündedir. Açıkça belli olduğu gibi bu amaç, ilim ve amel gerektirmektedir; doğru bir ilim ve amel, yani gerçekle bağdaşır bir dünya görüşü ve olması gerektiği gibi bir amel ve davranış tarzı.

Beşerin bu amaca ulaşmasında Hakk’a ve Hakk’ın yardımına muhtaç olduğu da açık bir konudur. Bu yardım ve kılavuzluk, ilâhî bir önder, yani sözü Allah’ın sözü, hükmü Allah’ın hükmü olan Allah’ın tayin ettiği bir imamdan başka bir vasıtayla olamaz; diğer insanların, beşerî ilim ve yetenekleriyle bu yolda kılavuzluk etmeleri mümkün değildir.

Öyleyse Allah’a, Peygamber’e ve İmam’a iman ve itaatin hepsi birlikte gerekli ve birbirlerinin tamamlayıcısıdır. Biri olmadan diğeri nakıstır.

İmamın gerekli olduğunun bir felsefesi de, saadete ulaşmada ilmin ve o ilme göre amelin gerekliliğidir. Çünkü Peygamber, sınırlı hayatında ilâhî öğretiler ve hükümlerin bütün detaylarını, karışıklıklar, daha önemli meseleler veya insanların buna hazır olmaması gibi nedenlerle beyan etmemiş olabilir. Açıktır ki, bu hususta sadece Allah ve Peygamber tarafından tayin edilen masum imam güvenilir bir merci olabilir, dini tafsilatıyla açıklayabilir, ümmetin eğiticisi ve yetiştiricisi olabilir, Peygamber’in ve vahyin boşluğunu doldurabilir, doğru ilmi öğretip gerçek hükmü verebilir.

Nitekim Mollâ Muhsin Feyz Kaşanî gibi bazı araştırmacılar, bu hususu açıkça ifade etmişlerdir. Feyz Kaşanî şöyle diyor:

“Dinin değerleri ve hükümleri şu açıdan velâyet ve imamet vasıtasıyla tekmil oldu: Peygamber (s.a.a), Allah’ın kendisine verdiği ilmi Hz. Ali’ye (a.s), o da birbiri ardınca gelen vasilerine öğretti. Peygamber’in Ali’yi ve onun soyundan gelen imamları, kendi vasileri olarak tanıtmasıyla, ümmet için helâl-haram konusunda ve dinin diğer hükümlerinde onlara müracaat etmek mümkün oldu. Bu durum, birbiri ardınca gelen imamlar vasıtasıyla sürdürülerek dinin kemale ve hidayet nimetinin tamama ermesi sağlandı.”

Evet; Allah’ın dininin neşri, hükümlerinin yaşatılması ve onun milletlere ulaştırılması, ancak ve ancak, varlığı her açıdan Peygamber’in varlığının devamı olan, Peygamber’in yüce ahlâkıyla ahlâklanan, çocukluğundan itibaren ömrü Peygamber’in (s.a.a) yanında geçen; ruhu, bedeni ve yaşantısında tek bir inhiraf bulunmayan; puta tapmamış, günah işlememiş, hayatında cahiliyet izine rastlanmayan; hepsinden önemlisi, Peygamber’in risaletinin tamamından haberdar olan, bu risaletin bütününe iman eden, onun yükümlülüklerine ilmi ve itikadı olan birinin önderliğinde müyesser olur. Bütün İslâm fırkalarının, hatta İslâm tarihini bilen yabancıların tasdikiyle, İslâm’da bu özelliklere sahip olan tek bir kişi vardı: Ali (a.s). Onun için Peygamber (s.a.a), yüce Allah’ın emriyle Ali’yi (a.s), İslâm risaletinin ve bütün girişimlerinin sürdürücüsü olarak çeşitli münasebetlerle, bu cümleden Hicret’in 10. yılı zilhicce ayının 18. gününde hac merasiminden sonra Medine’ye dönüşte Gadir-i Hum’da, kendisine vasi tayin etti ve o gün “Gadir-i Hum Günü” olarak adlandırıldı.

Son olarak makalemizi, Resulullah’ın (s.a.a) bir sözüyle noktalıyoruz:

“Gadir-i Hum günü, ümmetimin en büyük bayramı, Allah-u Tealâ’nın, insanların benden sonra kendisine iktida etmeleri için Ali’yi rehber tayin etmemi emrettiği ve Allah’ın, dinini kemale erdirdiği gündür.”

Biz de bu büyük bayramı bütün dünya Müslümanlarına, özellikle siz değerli okuyuculara tebrik arz ediyoruz.