Göklerin ve Yerin Yaratılması
Soru
Göklerin yaratılması mı önce vuku bulmuştur yoksa yerin yaratılması mı? Hangisi daha önce yaratılmıştır? “O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara Sûresi, 29). “Ardından yeri düzenleyip döşedi.” (Naziat Sûresi, 30). Yukarıdaki âyetlerde gördüğünüz gibi Allah bir yerde ilk önce yerin yaratıldığını, başka bir yerde ise ilk önce göğün yaratıldığını buyurmaktadır. Yukarıdaki âyetler iki farklı tanrı tarafından mı Hz. Muhammed’e (s.a.a) indirilmiştir? Zira her biri kâinatın yaratılması hakkında farklı iddialarda bulunmaktadır.
Kısa Cevap
Bu soruya bir takım yanıtlar verilmiştir ve burada iki örneğine işaret edeceğiz:
1. Esasen bu iki âyet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü “dahav” kökünden türeyen “duha” kelimesi yaratmak anlamında değildir, düzenleyip döşemek anlamındadır. Bu yüzden âyet-i kerime üç merhaleyi içermektedir:
a) Yerin ilk etaptaki yaratılışı
b) Göğün ikinci yaratılışı
c) Göğün yaratılmasından sonra yerin düzenlenip döşenmesi
2. Her ne kadar “sümme” kelimesi zaman eksenli tertip ve sonralık anlamına gelse de bu anlam her yerde geçerli değildir. Mecmeu’l-Beyan tefsirinin yazarı şöyle demektedir: “Sümme” kelimesinin her yerde zaman eksenli sonralık ve tertip anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Bu kelime burada sadece Allah’ın nimetlerini hatırlatmak ve anımsatmak içindir, yer ve göğün yaratılışının önceliği ve sonralığıyla ilgili değildir. Gaye, nimetlerin sayısını saymaktır. Örneğin “Ben seni yedirmedim, giydirmedim, sana bahşetmedim ve binek vermedim mi” gibi bir ifade tarzı kullanılmaktadır. Hatta ilk önce söylediğini sonra yapmış olsa bile bu önemli değildir; çünkü burada önce ve sonra gözetilmemekte, sadece sayı gözetilmektedir. Bu esasa göre “ثُمَّ اسْتَوى إِلَى السَّماءِ” cümlesindeki “sümme” kelimesi zorunlu olarak zamanı çağrıştıran sonralık manasına gelmez. Aksine beyanda sonralık ve ardı ardına gelen hakikatlerin zikri manasına gelebilir.
Ayrıntılı Cevap
Cevaba geçmeden önce iki noktaya değinmek zorunlu gözükmektedir:
1. Soruya konu olan iki âyet arasında zahiren görünen farklılık ve çelişkinin sebebi, söz konusu âyetlerdeki “sümme” ve “dahav” kelimeleridir. “Sümme” kelimesi dilimize çevrildiğinde sonralığı ve ardı ardına olmayı yansıtan “ardından” ve “sonra” manalarına gelmektedir. Bu yüzden bu âyetlerden zahiren göğün yerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır.
2. Bazı müfessirler, göğün ve yerin yaratılmasındaki öncelik ve sonralık konusunu reddetmekte ve bunun yanlış ve Allah’ın işini yaratıkların işiyle kıyas etmek olduğunu söylemektedirler. Örneğin Seyyid Kutub Fi Zilali’l-Kur’an adlı tefsirinde şöyle demektedir:
Müfessirler ve mütekellimler burada sözü gök ve yer, öncelik ve sonralık ve de istiva ve tesviye… diye uzatmış; öncelik ve sonralığın iki beşerî ıstılah olduğunu ve Allah’ın fiilleriyle mukayese edildiğinde hiçbir delalet taşımadığını unutmuşlardır.[1]
Kendisi aynı yerde Müslüman bilginler arasında cari olan bu tür tartışmaları, Yunan felsefesi ile Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki mütedavil teolojik bahislerden kaynaklanan bir afet olarak değerlendirmektedir. Ancak Allah’ın bu lafız ve tabirleri muhatapların anlaması ve idrak etmesi hedefiyle Peygambere bildirdiği göz önünde bulundurulursa, halkın edebiyatına egemen olan üslup, yöntem ve kaideler ile kendileriyle konuşması kaçınılmazdır ve bu yüzden onların örfi anlayışı hüccet olacaktır ve bunun da filozofların, Yahudilerin ve Hıristiyanların bahisleriyle bir bağlantısı olmayacaktır.
Göğün ve Yerin Yaratılışında Öncelik ve Sonralık
Burada meydana gelen soru ve cevabı şudur: “Sümme” kelimesi dilimizde “sonra” ve “ardından” manasına gelmekte ve doğal olarak sonralık ve ardı ardına gelmeyi çağrıştırmaktadır. Bundan dolayı bu âyetten, göğün yerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır: “ثُمَّ اسْتَوى إِلَى السَّماءِ”
Oysa “وَ الْأَرْضَ بَعْدَ ذلِکَ دَحاها ” âyetinden de bunun tersi, yani yerin gökten sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır. Bu soruya bilginler tarafından bir takım yanıtlar verilmiştir. Burada iki örneğine işaret edeceğiz:
1. Esasen bu iki âyet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü “dahav” kökünden türeyen “duha” kelimesi yaratmak anlamında değildir, düzenleyip döşemek anlamındadır. Bu yüzden âyet-i kerime üç merhaleyi içermektedir:
a) Yerin ilk etaptaki yaratılışı
b) Göğün ikinci yaratılışı
c) Göğün yaratılmasından sonra yerin düzenlenip döşenmesi
Bir rivayette bu sorunun Amr b. Ubeyd ve Hasan Basrî’ye sorulduğunu ve onların da şöyle cevap verdiğini okumaktayız: “Dehaha” kelimesinden yaratmak değil, sadece yerin dayatılıp döşetilmesi anlamında yararlanılır ve yaratılış sıralamasının ilk önce yerin yaratılması, sonra göklerin yaratılması ve ardından da yerin döşenmesi şeklinde olması muhtemeldir.[2] O halde kastedilen yerin gökten sonra yaratılması değildir; aksine göklerin yaratılmasından sonra yerin döşenmesi ve yaşam için hazırlanması kastedilmektedir. Bu, yerin gökten önce yaratılmasına bir engel teşkil etmez.[3]
2. Her ne kadar “sümme“ kelimesi zaman eksenli tertip ve sonralık anlamına gelse de bu anlam her yerde geçerli değildir. Mecmeu’l-Beyan tefsirinin yazarı şöyle demektedir: “Sümme” kelimesinin her yerde zaman eksenli sonralık ve tertip anlamına gelmediğini söyleyebiliriz (Nitekim Arap edebiyatında bunun birçok örneği mevcuttur). Bu kelime burada sadece Allah’ın nimetlerini hatırlatmak ve anımsatmak içindir, yer ve göğün yaratılışının öncelikli kılınması ve geciktirilmesiyle ilgili değildir.[4] Gaye nimetlerin sayısını saymaktır. Örneğin “Ben seni yedirmedim, giydirmedim, sana bahşetmedim ve binek vermedim mi” gibi bir ifade tarzı kullanılmaktadır. Hatta ilk söylediğini sonra yapmış olsa bile bu önemli değildir. Çünkü burada önce ve sonra gözetilmemekte, sadece sayı gözetilmektedir.[5] Her halükârda Yüce Allah’ın bu sözü metinde değerlendirilmelidir.[6] Bu esas uyarınca “ثُمَّ اسْتَوى إِلَى السَّماءِ” cümlesindeki “sümme” kelimesi zaman çağrıştıran sonralık manasına gelmez, aksine beyanda sonralık ve ardı ardına gelen hakikatlerin zikri manasına gelir.[7]
[1] Seyyid Kutub b. İbrahim Şazelî, Fi Zilali’l-Kur’an, c. 1, s. 53-54, Daru’l-Şuruk, 17. baskı, Beyrut, Kahire, h.k. 1312.
[2] Fazl b. Hasan, Tercüme-i Mecmeu’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 1, s. 114, İntişarat-ı Ferahani, Tahran, 1. Baskı, h.ş. 1360; Ebu’l-Futuh Razî, Hüseyin b. Ali, Ravzu’l-Cenan ve Ruhu’l-Cenan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 1, s. 191, Bonyad-ı Pejuheşhay-ı İslamî Astan-ı Kuds-i Rezevî, Meşhed, h.k. 1408.
[3] Caferî, Yakub, Kevser, c. 1, s. 113.
[4] Tercüme-i Mecmeu’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 1, s. 192.
[5] Ravzu’l-Cenan ve Ruhu’l-Cenan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 1, s. 192.
[6] Bkz. Allâme Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, Tercüme-i Tefsir-i Mizan, c. 1, s. 174, Mütercim, Musevi Hemedanî, Seyyid Muhammed Bâkır, Defter-i İntişarat-ı İslamî Camia Müderrisin-i Havza-i İlmiye-i Kum, 5. Baskı, h.ş. 1374.
[7] Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne, c. 1, s. 162, 163 ve 164, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, 1. Baskı, h.ş. 1374.