İman açısından en üstün olanınız, marifet hususunda en üstün olanınızdır.Cami’ul-Ahbar, 36/18 Hz. Muhammed (s.a.a)

Güneşin Doğuşu ve Batışı

Güneşin Doğuşu ve Batışı

Soru

Kur’an-ı Kerim bize güneşin balçıklı bir su gözenesinde battığını öğretmektedir: “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın dedik.” (Kehf Sûresi, 86). “Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.” (Kehf Sûresi, 90). Evvela, bilimsel bakış esasınca hiçbir zaman güneş balçıklı bir su gözesinde batmaz. İkincisi, güneş için hiçbir batış ve doğuş yeri mevcut değildir. Bu bakış Kopernik, Kepler ve Galileo’nin güneşin batışı hakkındaki keşifleriyle çelişmiyor mu?

Kısa Cevap

Bu iki Kur’an âyeti güneşin doğuş ve batış yeri gerçeğini bildirmek maksadını gütmemektedir, sadece Zülkarneyn’in güneşin doğuş ve batışıyla ilgili tasavvurunu bildirmeyi hedeflemektedir. Bu iki âyetteki batış ve doğuş yeriyle kastedilen şudur: Zülkarneyn ötesinde bir kara parçası umulmayan bir deniz sahiline varır ve ufkun sonu deniz seviyesinde olduğundan güneşin denizde battığını sanır.

 وَجَدَها تَطْلُعُ عَلى‏ قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِها سِتْراً 

“Güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.”

Ayeti hakkındaki sorunun ikinci bölümüyle ilgili olarak ise müfessirler bir takım hususları belirtmişlerdir: Âyet-i kerimede kinaye yapılmıştır. Yani bu topluluk yaşam olarak çok alt seviyede bulunuyordu, öyle ki onlar çıplak yaşamaktaydı veya bedenlerini güneşten korumayan çok az bir giyecekle yetiniyorlardı. Onları güneşten koruyacak bir meskenlerinin olmadığı ihtimali de bazı müfessirlerce uzak görülmemiştir. Bu cümlenin tefsirinde belirtilen olasılıklardan bir tanesi de onların mekânlarının dağ, ağaç ve sığınaksız bir çöl olduğu ve onları güneşten koruyacak ve gölgelendirecek bir şeyin orada bulunmayışıdır. Bununla birlikte yukarıdaki tefsirler birbirleriyle çelişmemektedir.

Ayrıntılı Cevap

Bu iki âyet Zülkarneyn’in yaşam serüveninin bir kesitini açıklamaktadır. Bundan dolayı önce onun şahsiyeti hakkında bazı açıklamalar yapacak ve ardından asıl konuya değineceğiz. Hz. Ali’ye (a.s) bir şahıs şöyle bir soru sorar: Ey Müminlerin Emiri (a.s) bize Zülkarneyn’den haber ver, o peygamber miydi yoksa melek miydi? Bana onun iki boynuzundan (karn) haber ver, onlar altın mıydı yoksa gümüş müydü? Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“O ne peygamber ve ne de melekti. İki boynuzu da ne altından ve ne de gümüştendi. O, Allah’ı seven bir erkekti ve Allah da onu sevmekteydi. O, Allah yolunda hayırsever biriydi ve Allah da onun için hayır istiyordu. Onu Zülkarneyn olarak adlandırmalarının sebebi ise şuydu: O, kavmini Allah’a çağırıyordu. Kavmi ise onu dövüp başının bir tarafını kırdı. Bir süre sonra o insanlardan uzaklaştı, sonra yine onların yanına döndü ve bu kez de onu dövüp başının diğer tarafını kırdılar. Şimdi de onun gibi bir başkası sizin aranızdadır.” [1]

Müfessirler birinci âyetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: “Su gözesi”yle kastedilen, siyah çamurlu yani balçıklı bir çeşmedir. Su bu manaya gelmektedir ve göze ile kastedilen de denizdir; çünkü bu kelime deniz için çok kullanılmaktadır. Bundan dolayı “güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu” diye buyuran âyet şunu kasteder: O, ötesinde bir kara umulmayan bir deniz sahiline varır ve ufkun sonu deniz seviyesinde olduğundan güneşin denizde battığını sanır. Bazıları da şöyle demiştir: Böyle bir çamurlu çeşme, sonsuzlar adasının bulunduğu Batı Okyanusuyla uyuşmaktadır. Söz konusu adalar kadim coğrafyada boylamın başlangıcı sayılmaktaydı. Sonraları batmış ve onlardan bir eser kalmamıştır. “ فِی عَیْنٍ حَمِئَةٍ” cümlesi “ عین حامیة” yani sıcak olarak da okunmuştur. Eğer bu okuma doğruysa, sıcak deniz Afrika çevresinde yer alan Büyük Okyanusun yüksek bölümüne denk düşer ve Zülkarneyn’in batı yolculuğunda Afrika sahillerine ulaşmış olması da uzak bir olasılık değildir.[2]

Bu iki âyette hiçbir zaman güneşin özel bir yeri olup oradan doğduğu ve özel bir yerde de battığı söylenmemiştir. Sadece Kur’an bu âyetlerde halkın genelinin kullandığı dili kullanmıştır. Batış yeriyle kastedilen, halkın genelinin anladığı şeydir. Bu tür bir beyan toplumun genel söylemine mutabıktır. On dört asır öncesinin ilmî yadigârı olan Masum İmamlar’dan (a.s) nakledilen rivayetlerinde de yukarıdaki tespiti kâmilen tasdik eden işaretler mevcuttur. Bu rivayetler ve tarihsel aktarımlarda “yerin doğuları ve batıları”[3] tabiri kullanılmıştır. Çoğul kipiyle belirtilen güneşin batı ve doğusunun var olması, doğu ve batının gerçek bir husus olmadığını ve yerlere göre değişik ve çeşitli olduğunu göstermektedir.[4] O halde Kur’an’daki “doğuş ve batış yeri“nin anlamı da bu türdendir. Çünkü o dönemde yaygın kanı, güneşin özel bir doğu ve batıya sahip olduğu olsaydı, bu durumda doğular ve batılar diye çoğul kipi kullanılmazdı. Zülkarneyn’in kıssasında çoğul kipi kullanılmamasının sebebi ise onun bir bölgeye ayak basmasıydı ve bilindiği üzere bir bölge sadece bir doğu ve batıya sahiptir.[5]

Netice itibariyle Kur’an, bu iki âyette o dönemdeki normal insanların güneşin doğuş ve batışı hakkındaki sanılarını bildirmiş ve asla gerçek bir husustan haber verme (güneşin doğuş ve batış yeri gerçeği) kastı gütmemiştir. Tüm deniz yolcuları ve sahilde yaşayan insanlar güneş hakkında denizden çıktığı ve denizde battığına dair nasıl böyle bir hisse kapılıyorsa, Zülkarneyn de güneş doğduğunda güneşin belirtilen çamurlu mekândan çıktığını ve battığı zaman da o çamurlu mahalde battığını sanmıştır. Bundan dolayı Kur’an’ın
حَتَّى إِذا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَها تَطْلُعُ عَلى‏ قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِها سِتْراً âyet-i kerimesinde belirttiği doğudan ne kastettiği de aydınlanmış olmaktadır. Kur’an’ın bu ıstılahı kullanırken yerkürenin doğu yakasında o gün imar edilmiş bulunan son noktayı ve Zülkarneyn’in oraya ulaşmış olduğunu belirtmek istemektedir.[6]

Tefsir-i Numûne’de bu âyetten ve onda kullanılan tabirlerden hareketle çok güzel ahlakî bir yorum yapılmış ve şöyle yazılmıştır: “Her ne kadar güneşin çamurlu bir gözede batması kesinlikle bir gözlem hatasından kaynaklansa da, güneşin o azametine karşın çamurlu bir göze vesilesiyle örtülebileceği ihtimali de yansıtılmaktadır.”[7] Hatırlatılmalıdır ki yeniçağda ispat edilen ve tamamıyla duyusal meselelerden sayılan konulardan biri de yerin küresel olmasıdır. Kur’an on dört asır önce, bilimin yeterince ilerlemediği bir dönemde bu meseleye işaret etmiştir. Yüce Allah, Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

“O, geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor.”[8]

Büyük müfessirlerden bir tanesi bu âyet hakkında şöyle demektedir: “Eğer bir insan yerkürenin dışında duracak ve yerin güneş etrafındaki doğal hareketine ve de gece ve gündüzün dönüşümüne bakacak olursa, sanki düzenli bir şekilde bir taraftan gecenin siyah şeridinin gündüzün aydınlığını örttüğünü ve öte taraftan da gündüzün beyaz renginin de gece siyahlığını örttüğünü görecektir. Âyetin orijinalindeki “yekur” fiili “tekvir” kökünden gelip örtme manası taşımasından da yerin küresel olduğu, kendi etrafında döndüğü ve bu dönmeyle gecenin siyah şeridi ve gündüzün beyaz şeridinin sürekli onun etrafında döndüğü noktası aydınlanmaktadır. Sanki bir taraftan beyaz şerit siyahı ve diğer taraftan da siyah şerit beyazı örtmektedir.”[9]

Bu ayet hakkındaki sorunun ikinci bölümüyle ilgili müfessirler bir takım hususları belirtmişlerdir: Âyet-i kerimede kinaye kullanılmıştır. Yani bu topluluk yaşam olarak çok alt seviyede bulunuyordu. Çıplak yaşıyorlardı veya bedenlerini güneşten korumayan çok az bir giyecekle yetiniyorlardı. Onları güneşten koruyacak bir meskenlerinin olmadığı ihtimali de bazı müfessirlerce uzak görülmemiştir. Bu cümlenin tefsirinde belirtilen olasılıklardan bir tanesi de onların mekânlarının dağ, ağaç ve sığınaksız bir çöl olduğu ve onları güneşten koruyacak ve gölgelendirecek bir şeyin orada bulunmayışıdır. Bununla birlikte yukarıdaki tefsirler birbirleriyle çelişmemektedir.[10]

–—


[1]     Tabatabâî, Seyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 13, s. 374, Defter-i İntişarat-ı İslamî Camia-i Müderrisin-i Havza-i İlmiye-i Kum, Kum, 5. baskı, h.k. 1417.

[2]     Tercüme-i el-Mizan, c. 13, s. 360-361.

[3]     Kuleynî, el-Kafi, c. 2, s. 62 ve 115 ve c. 5, s. 69, Daru’l-Kutubi’l-İslamiye, Tahran, h.ş. 1365.

[4]     Rıza İsfahanî, Muhammed Ali, Pejuheşi der İcaz-i İlmî-i Kur’an, İntişarat-ı Kitabu’l-Mubin, 3. baskı, h.ş. 1381, s. 188 ve 189.

[5]     Rıza İsfahanî, Muhammed Ali, Pejuheşi der İcaz-i İlmî-i Kur’an, a.g.e., s. 538.

[6]     Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne, c. 12, s. 526 ve 528; Tabatabâî, Seyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, a.g.e., c. 13, s. 360 ve 361.

[7]     Tefsir-i Numûne, c. 12, s. 537.

[8]     Zümer, 5.

[9]     Mekarim Şirazî, Nâsır, Tefsir-i Numûne, c. 19, s. 376.

[10]    Tefsir-i Numûne, c. 12, s. 529.