İlk önce selam veren tekebbürden uzaktır.Kenz’ul Ummal, 25265 Hz. Muhammed (s.a.a)

Hüseyni Yol ve Emevi Yol

Hüseyni Yol ve Emevi Yol

Muaviye Kimdir?

Muaviye, Ebu Süfyan’ın oğludur.

Ebu Süfyan, Hz. Resulullah’ın -saa- azılı düşmanlarından olup küfür ordularının reisiydi.

Mekke fethi sırasında, tepesinde kılıcı gördüğü ve canını kurtarmak için başka çare kalmadığı için kelime-i şehadet getidiği halde kimi safdiller onu Müslüman bilmektedir halâ.

Ebu Süfyan İslam’a ve Hz. Resulullah’a -saa- olan nefret ve düşmanlığını mezara kadar sürdürmüş, oğlu Muaviye’ ve onun oğlu Yezid’e de bu nefret ve kini aktarmıştır.

Bir gün Hz. Resulullah -saa- bir grup ashabıyla giderken uzaktan Ebu Süfyan’ın bir binek üzerinde geldiğini gördü, Muaviye hayvanın yularını tutmuştu, Yezid de arkadan hayvanı dehlemedeydi. Allah’ın Resulü -saa- elini göğe kaldırıp “Ya Rabbi!” buyurdu, “Her üçünü de rahmetinden uzak tut!”

İslam tarihinde hiçbir Müslüman’ın unutamayacağı en çirkin isim ve en iğrenç karakterlerden biri olan Hind, Muaviye’nin anasıdır.

Evet, Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, anası Hind’dir!..

Hind, Hz. Resulullah’ın -saa- pek sevdiği amcası Hz. Hamza’yı -s- şehid etmek için bir terörist kiralamış ve bu kiralık katilin eliyle o yüce insanı şehid ettikten sonra mübarek na’şının yanına gelip ciğerlerini sökmüş ve bizzat katilin şaşkın bakışları arasında hayvanca bir hırsla şehidin ciğerlerini defalarca ısırmış, parçalamıştı!..

Buna rağmen cesedi bırakmamış, parmaklarını kesip gerdanlık yaparak boynuna asmıştır.

Hind’in ölünceye kadar bir hazine gibi koruduğu – ve İslam’ı kabul etmiş gibi göründükten sonra gizlice saklamaya devam ettiği- ve her fırsatta oğullarıyla torunlarına gösterip onlara kin ve nefret aşıladığı “parmak kemikler gerdanlığı” budur…

Bir gün Muaviye’ye “Seni Hz. Resulullah -saa- çağırıyor” dediler.

Onu çağıran adam bir süre sonra yalnız dönerek Hz. Resulullah’a -saa- “Yemek yediğimi ve gelemeyeceğimi söyleyin” dediğini aktardı.

Hazret, peşine adam gönderip tekrar çağırttı.

Muaviye bu kez de aynı cevabı gönderdi ve Hz. Resulullah’la -saa- görüşmektense yemek yemeyi tercih etti.

Üçüncü kez çağrıldığında da aynı mesajı gönderince Hz. Resulullah -saa- pek rahatsız oldu, elini semaya kaldırıp “İnşaallah hiç doymaz…” buyurdu.

Tarih kaynaklarında Muaviye’nin çok fazla yemek yediği ve “yedikçe acıkıyorum”, dediği ve bir türlü doymak bilmediği kayıtlıdır. Muaviye’nin sofradan çekildiğinde genellikle şu cümleyi söylediği meşhurdur: “Yemek yemekten yoruldum, ama doymadım!”..

Muaviye, Allah Resulü’nün -saa- bedduasını alan sayılı insanlardan biridir.

Muaviye, birçok “ilk” e de imza atan bir isimdir.

İktidara geçtiğinde ve hilafet adına saltanat kurup tahta oturduğunda ilk işi İslam hükümlerini ayaklar altına alıp “geçmiş atalarının örf ve geleneklerine göre” davranmak oldu!

şarap içti.

İpek elbise giydi.

Altın ve gümüş yemek servisleri kullandı.

Gınâ -haram çalgıları içeren müzik- meclisleri tertipletti, bu meclislere katıldı.

İslam fıkhına aykırı, yargılamada bulundu; şeriata aykırı hükümler verdi.

Hırsızı cezalandırmadı.

İslam tarihinde “Müslüman” adıyla yağma ve çapulculuğu başlatan ilk isim oldu.

Siyasi çıkarlar elde etmek için komplolar kurdu.

Osman’ın faziletleri ve Hz. Ali’nin -s- kınanacak vasıfları olduğuna dair hadisler uydurttu ve bunun için yüklüce paralar harcadı!

Sahabeye sebbettirmek (küfrettirme) bid’atini ilk başlatan da yine o oldu. Hükmü altındaki camilerin imam ve vaizlerine ferman gönderip minberde Hz. Ali’ye -s- lanet okutturdu ve nice Müslüman’ın yıllarca bu lanete “amin” diye bağırmasına ve Ali düşmanlığının yayılmasına neden oldu* (1)

Çarşamba günü, Cuma namazı kıldırdı.

İslam düşmanlığı doruğa ulaştı.

İslam halifesine karşı tuğyan etti.

75 bin Müslüman’ın ölümüne neden oldu.

Hz. Ali şiasını bulduğu yerde öldürttü.

Şia olan aşiret ve kabileleri çocukları ve kadınlarıyla birlikte topluca katliam ettirdi.

Baskı, zulüm, hafakan, işkence, şantaj, sabotaj, terör, yıldırma, dehşet, hakların çiğnenmesi…vb. uygulamalar Muaviye saltanatının en belirgin özelliklerindendi.

Kimsenin Muaviye’yi eleştirmeye veya ona itirazda bulunmaya cüreti yoktu.

Muaviye’yi eleştirmeye veya onun icraatlarına itiraz etmeye kalkışanlar ya acımasızca terör ediliyor, ya da tutuklanarak işkence altında öldürülüyordu.

Hicr’le adamlarına Muaviye’nin neler yaptığını yazmak bile zordur…

Muaviye hepsini öldürttü.

Amr bin Hımak’ın boynunu vurdurdu.

Şam, o günlerde bir ülkeydi…

Şam fetholunduğunda oraya önce Ebu Ubeyde vali olarak gönderilmişti ama çok geçmeden bu vali vebaya yakalanarak öldüğünden ve 2. halife Ömer; Muaviye’nin kardeşi olan Yezid bin Ebu Süfyan’ı Şam valiliğine atamıştı

Emeviler ve Ebusüfyanoğullarının İslam tarihinde resmen devlet görevine getirilmesi bu tarihe rastlar…

Emevilere iktidar kapısı 2. halife döneminde açılmıştır.

Yezid öldüğünde her ne hikmetse halife Şam valiliğini tekrar Emevilere bıraktı ve ölen Yezid’in yerine kardeşi Muaviye atandı!

Böylece Şam’ın yönetimi bir hanedana bırakılmış oluyordu!..

Burada, birilerinin diyet borcunun ödenmekte olduğunu sezmek hiç de zor değildir…

İkinci halife, neden Yezid bin Ebu Süfyan’ı Şam valiliğine atamıştı sahi?

Ondan sonra Muaviye’yi ataması neyle açıklanabilir?

Dahası…

İkinci halifenin, kendisinden sonra ancak Osman’ın halife olarak belirlenebileceğinin apaçık belli olduğu “özel olarak terkibi tertiplenmiş bir şûrâyla” Osman’ın halifeliğini garantilemiş olması neyle açıklanabilir sahi?

O merhaleye kadar Haşimoğullarından, hatta bir tek Haşimiye bile önemli makamlardan hiçbirinin verilmemesi ve Hâşîmîlerin iktidardan özellikle uzak tutulması da “basit bir tesadüf” müdür gerçekten?”

Ve… Sorulmaması öteden beri âdet haline getirilmiş, cevabı hep ört-bas edilmeye çalışılmış daha nice sorular…

Yaradan’ın biricik sevgilisi Habib-i Hûdâ Hz. Resul-ü Ekrem’in -saa- sünnet ve emirlerinin bunca çiğnenip onun soyuna onca kinle davranıldığını ve Allah’ın peygamberinin sarih emirlerine rağmen, tam tersi cihette şahsi görüş ve politikaların yürürlüğe konulup dayatılmış olduğunu görüp de “neden?” diye sormamak mümkün müdür sahi?

Bir gün Muaviye minberde hutbe okurken bir Müslüman kılıcını çekip tekbir getirerek minbere doğru atıldı. Muaviye’nin özel koruma muhafızları vardı; bu Müslüman’ı hemen yakalayıp sorguladılar:

– Bu eyleme neden giriştin? Kimin emriyle yaptın bunu?!

– Peygamberin emriyle! O büyük peygamberin “Muaviye’nin emîr olduğunu görürseniz kalçasını kılıçla parçalayın!” buyurduğuna bizzat şahid oldum ben!

– Onu emirliğe kimin atadığını biliyor musun?

– Hayır.

– Halife Ömer atadı onu!

– Öyleyse Ömer haklıdır, duydum ve itaat ettim!!!

İslam kaynaklarında bu örnekler pek çoktur…

Şam emirliği, Muaviye için halifeliğe tırmanmaya yetecek kadar güçlü bir merdivendi.

Muaviye’nin Şam emiri olmasına yardım edildi…

Ve böylece Hz. Peygamber-i Ekren’in -saa- minberine kadar tırmanması sağlandı…

Hz. Resulullah’ın -saa- minberinde hutbe okumakla meşgul olduğu bir gündü… Abdullah bin Mesud cemaatin arasında ayağa kalkıp “Hz. Resulullah -saa-” dedi, “Muaviye’yi benim minberimde görürseniz hemen öldürün!”…

İktidar, Muaviye’nin biricik aşkıydı, onun için devlet vesile değil, bizzat gayeydi!..

Kufe şehrini ele geçirdiği gün minbere çıkıp Kufe halkına hitaben şöyle diyordu: “Yemin ederim ki ben namaz için savaşmadım sizinle; oruç, zekat veya hacc ibadeti rahatça uygulansın diye de savaşmadım!.. Siz bütün bu ibadetleri yerine getiriyordunuz zaten. Ben, sadece sizin başınıza geçebilmek için savaştım sizinle!”

Minberlerde, vaaz ve hutbelerde Hz. Ali’ye -s- lanet ve bedduada bulunulması bid’atini koyan kimse de Muaviye oldu.

Hz. Ali’ye -s- sebbettirirken, aslında kimi sebbediyor, kime karşı nefretini kusuyordu Muaviye?..

O tarihten itibaren sahabeye sebbetmek Müslümanlar arasında gayet normal karşılanır olmuştur.

Bu iğrenç bid’atin de temelini atma şerefi (!) yine Muaviye’ye aittir!

Bir gün Muğiyre bin Şu’be Muaviye’ye “Yeter artık!”dedi, “Resulullah’ın soyu olan Haşimoğullarına yaptıkların yeter! Artık onlar, kendilerinden korkmana neden olacak kadar güç ve nüfuz sahibi değil ki!”

Muaviye nefret dolu bakışlarını uzaklara dikerek “Neler söylüyorsun sen?!” diye çıkıştı Muğiyre’ye “Haşimoğullarından olan o adam (Hz. Resulullah -saa- için Muaviye’nin kullandığı tabir daha ağır, ancak bu kadarını yazabiliyorum ben – Bendiderya) öyle birşey yapmış ki her gün beş kez onun adı Allah’ın adıyla birlikte bütün Müslümanlarca anılmada!.. Muğıyre! Bu ismi mezara gömmekten başka çare yok, anlıyor musun?!”

Olanca zekâ, kin ve nefretine rağmen Muaviye o yüce ismi mezara gömemedi; bilakis, Hz. Resulullah -saa- ve onun ailesine beslediği o kinle birlikte kendisi gömüldü mezara. O hazretin ismi ise her geçen gün daha bir parlayarak güneş misali insanlık ufuklarını aydınlatıyor halâ…

“Allah, nurunu tamamlayacaktır; kafirler istemese de…”

Muaviye, İslam devleti adına küfürle uzlaşan bir küfür devletine (2)* resmen eğilerek ona haraç veren ilk Müslüman yöneticidir…

Bu korkunç zillet ve bu büyük bid’atin ise bir tek nedeni vardı: İslam’la savaşabilmek!.. Ali’yle -s- savaşırken, Romalıların kendisine saldıramayacağından emin olmak!..

Muaviye, Yezid’i kendi veliahdi olarak ilan etmek istiyor, ama İmam Hasan -s- hayatta olduğu sürece Müslüman halkın önemli bir çoğunluğunun böyle bir zilleti kabule yanaşmayacağını biliyordu.

İmam Hasan’ın eşi Cude binti Eş’as’a yüz bin dinar göndererek “İmam Hasan’ı zehirleyebilirse, onu oğlu Yezid’e nikahlayacağını ve Yezid’den doğacak çocuğunu tahta oturtacağı”nı vaadetti.

Eş’as’ın kızı, Muaviye’nin gönderdiği özel hazırlanmış zehiri İmam Hasan’ın -s- su içtiği testiye dökerek Peygamber çiçeğini şehid etti.

Yezid’in veliahdlığı ancak Hz. İmam Hasan’ın -s- şehadeti; tahta oturup dilediğince hüküm sürmesi de ancak Hz. İmam Hüseyin’in -s- şehadetiyle mümkün olmuştur.

Tarihte, Yezid’in iktidarından daha siyah ve aşağılık bir iktidar görülmemiştir.

Muaviye iyice hastalanmış, öleceğini anladığı günlerden birinde şu şiiri söylemişti:

“İktidarı ele geçirmeseydim keşke

Keşke zevkle tepinmeseydim keyif otlaklarında.

Keşke mezara giderken insanların saygı gösterdiği

bir hırka bir hurma’lık bir derviş gibi olsaydım ben de!”

Evet, ölüm meleği göğsüne konduğunda “keşke şöyle yapsaydım, keşke şöyle yapmasaydım” diyen pek çok insan vardır.

Ölüm anında mutluluk duyan insanlarsa pek azdır.

Muaviye o “pek çok” lardan, Hz. Ali -s- ise “pek az” larındandır tarihin…

Muaviye’nin hastalığı giderek ağırlaşıyor, ölüme adım adım yürüdüğünü görüyordu artık. Son günlerinde Muaviye’nin şuurunu yitirdiği kayıtlıdır. Aklını yitirdiğine delalet eden saçma sorular sormaya, anlamsız şeyle söylemeye başlamıştı. Onun bu hali kızını pek üzüyordu, ağlamakta, figanlar etmekteydi.

Muaviye öldüğünde Yezid Şam’da değildi.

Muaviye’nin ölüm haberini Zehhak bin Kays duyuracak ve onun cenaze namazını da yine zehhak kıldıracaktı!

Mekke fethedildiği sırada Muaviye Yemen’deydi. Babası Ebu Süfyan’ın korkudan Müslüman olduğunu duyunca Yemen’den yazdığı bir mektupta şiir ve nesir diliyle onu kınıyor ve Müslüman olduğu için babasını alaya alıyordu. Kendisi o lahzaya kadar müşrik ve kafir olarak kalmıştı.

Muaviye Mekke’ye döndüğünde Mekke Müslümanların elindeydi artık! Müşrik olan Muaviye, sığınacak kimse bulamayınca Medine’ye gidip hz. Peygamber’in -sav- amcası Abbas’ın ayaklarına kapandı ve sözle İslam’ı kabul ettiğini söyledi.

Abbas, onun için Hz. Peygamber’e -saa- aracılıkta bulunup şefaatini istedi, bu istek kabul edildi ve Muaviye öldürülmekten kurtulmuş oldu.

Muaviye’nin ne zaman, hangi şartlarda ve nasıl Müslüman olduğu başlı başına ilginç ve ibret verici bir tarih kesitidir.

Muaviye beklemiş ve Hz. Resulullah’ın -saa- hastalanması ve vefat edeceğinin tahmin edilmesi üzerine Müslüman olduğunu ilan etmiştir.

Yani Hz. Resulullah’ın -saa- rıhletinden birkaç ay önce Müslüman olmuştur Muaviye! Bu nedenle de o hazretin yanında bulunmamıştır pek…

Kimilerinin zannettiği gibi Muaviye senelerce Hz. Resulullah’ın -saa- hizmetinde bulunmuş değildir asla!

Bu doğrultuda uydurulan hadislerin çoğu da, bizzat Muaviye’nin saltanatı zamanında ve onun altın keseleri sayesinde uydurulmuş olup Muaviye tarafından tezgahlanan propagandaların bir parçasıdır sadece.

Bir Alman bilim adamının Şeyh Muhammed Abduh’a “Muaviye, İslam’a fütuhat kapılarını kapadı” dediği bilinmektedir.

Bu yerinde, ama başka nedenlere dayalı bir tespittir aslında.

Muaviye, İslam tarihinde dâhili savaşları başlatan ve bu çirkin bida’ti koyan insandır. Muaviye, kafirlere karşı çekilen kılıcı Müslümanlara karşı kullandırtmasaydı, dahili savaşlar değil, fütuhat sürecekti elbette!

Bunun yegane sebebi ise Muaviye’nin Müslümanlara “emir” olması bedbahtlığıdır!

İslam peygamberinin -saa- hak vasisi de onunla uğraşmak zorunda kalmaz, iktidarının bütün zaman ve imkanlarını Muaviye’nin oyunlarını bozup onun saldırgan ordularının tecavüzlerine karşı koymaya harcamak mecburiyetinde olmazdı.

Dost görünümlü düşmanla savaşmak düşman görünümlü düşmanla savaşmaktan elbette ki daha zordur.

Evet, İslam ve insanlık tarihinin en yalın hakikatlerinden biridir bu:

Şam valisi Muaviye olmasaydı…

Daha yerinde bir deyişle Muaviye Şam valisi olmasaydı Müslümanlar yıllarca dahili savaşlara girip birbirini kırmakla meşgul olmayacak, bunun yerine İslam’ı bütün dünyaya yayacaklardı. O günlerde zaten hızla ilerleyip yayılmakta olan İslam bütün insanlığı kurtaracak, küfrün bedbahtlığına gömülen bir tek insan kalmayacaktı bugün!

Zulüm ve haksızlığın kökü kazınmış, adalet güneşi bütün insanlığın iliklerini ısıtmış olacaktı bugün…

Şam valisi olmasaydı, müminlerin emiri Hz. Ali -s- şehid edilmeyecekti.

Şam valisi olmasaydı, Hz. Hasan -s-şehid düşmeyecekti.

Şam valisi olmasaydı, Hz. Hüseyin -s- şehid olmayacaktı…

Hatta hiçbir mazlum, bir zalim tarafından öldürülemeyecekti artık.

Çünkü adalet egemen olduğu bir dünyada zalimin zulmedecek gücü kalır mı?

Mahrumiyet ve yoksulluk ortadan kalkar, yoksul kimse bulunmazdı o zaman…

Yeşil saraylarda yutulan ve sahabe olarak geçinenlerin -öldükleri zaman- zulalarından çıkarılan ve ancak baltayla kırılıp parçalanabilen külçe altınlar, İslam ümmetinin yoksullarına harcansa ve o muazzam servetler Ali’nin -s- adaletiyle kullanılmış olsaydı, Müslümanlar içinde bir tek fakir insan kalır mıydı sahi?

Parası olmadığı için evlenemeyen genç kalır mıydı?

Muaviye Şam valisi olmasa kimsenin burnu dahi kanamaz, Yezid halife olmaz, İbni Ziyad, Şimr, Sa’doğlu Ömer…vb’leri olmaz bu katiller ve hainler bunca katliam ve cinayet işleyemezdi.

Muaviye’nin İslam’a soktuğu bid’atlerden biri de cebriye ve kadercilik ekolünü Müslümanlar arasında yaymasıdır. İşlediği zulümleri “kader” telakki ettirebilmek ve Müslümanları her vak’a karşısında salt teslimiyete yöneltmek için yapmıştı bunu. Böylece kimse onun icraatlarına karşı çıkmayacak ve iktidarı güvencede olacaktı!

Muaviye’nin üç günlük iktidar için İslam’a soktuğu bu bid’at, İslam ümmetine çok pahalıya mal olmuş, bugün bile çoğu Müslümanlar bu belaya müptelâ olmaktan kurtulamamıştır!

Yezid’in Kufe valisi İbni Ziyad’la Hz. İmam Hüseyin’in -s- biricik yâdigarı İmam Seccad Zeyn’ul Âbidin hazretleri -s- arasında geçen konuşma ve bu konuşma sırasında İbn-i Ziyad’ın söyledikleri, söz konusu bid’at konusunda yeterince bilgi vermektedir zaten…

-*-

Yezid

Yezid tam anlamıyla kâfirdi.

Vahyi inkar ediyor, peygamberliği yalanlıyordu.

İçki içiyor, dansöz oynatıyordu.

Alenen günah işliyor, fısk ve fücurda bulunuyor, bunları gizlemeye bile gerek duymuyordu.

İşte böyle biri, “Peygamberin halifesi” adıyla Muaviye’den sonra İslam ümmetine musallat oldu!

Oysa ki İslam kaynaklarında Hz. Resulullah’ın -saa- bir gün Muaviye’ye, ashabının yanında şunları söylediği kayıtlıdır:

“Ümmetim senin elinden neler çekecek neler!.. Senin elinden, gün gelecek, benim evlatlarım acılar yaşayacak, senin soyundan gelecek bir köpek Allah’ın ayetleriyle alay edecek ve Allah Teala bana karşı saygısızlığı haram etmiş olduğu halde o, bana karşı saygısızlıkta bulunacak, hürmetimi ayaklar altına alacaktır!”

Yezid’in çocukluğu annesinin akrabaları arasında geçmiştir.

Yezid’in anası, “Kelâb” kabilesindendi!

İslam terbiyesinden tamamen uzak olan Kelaboğullarının elinde büyüyen Yezid, bu kabilede içki ve köpekle haşır neşir olarak yetiştirildi!

Yezid buğday tenli, çopur yüzlüydü, obur olduğu için semiz bir vücudu vardı, bedeni haylice kıllıydı.

Psikolojik açıdan hain ve ikiyüzlü bir karakteristik yapıya sahipti; utanma nedir bilmezdi. Köpeklerle oynar, köpek beslerdi. Her köpeğinin bakımını bir köleye vermiş ve o köleyi köpeğine bağışlamıştı! Romalılardan gördüğü şeyleri taklit ediyor, fazla içki içip sazlı-danslı eğlenceler tertipliyor, köpeklerine elbise giydirip odasına alıyordu. Maymunlara da düşkündü. Evinde maymun besliyordu. “Ebu Kays” adını verdiği maymununa elbise giydirir, kadehlerinin son yudumunu bu hayvancağıza içirirdi. Bazen onu bir sıpaya bindirir, ciddi at yarışlarına sokardı. Bir gün Ebu Kays, bu yarışlardan birini kazanınca Yezid pek mutlu olmuş, sevincinden Ebu Kays’a irticalen şiir söylemiştir!

Yine bir gün at yarışında Ebu Kays, kendisine içirilen şarabın da etkisiyle, üzerindeki merkepten düşerek öldü. Yezid onun ölümüne pek üzüldü, özel bir tören düzenletti ve bu hayvanı guslettirip kefenletti! Şam ahalisinin o gün gelip kendisine başsağlığı dileğinde bulunmasını emretti ve Şam’ın ileri gelenleri (ki bunların çoğu ya sahabe, ya da tabiindendi!) o gün gelip Yezid’e başsağlığı dileğinde bulundular, Yezid onların huzurunda oturup Ebu Kays’a ağıt ve mersiye okudu, hep birlikte bu maymuna ağladılar!

Yezid’in maymunlara düşkünlüğü neticesinde tarihe geçen lakâplarından biri de “maymun sever Yezid”dir!

Yezid içkiye aşırı düşkünlüğüyle ün salmıştı. Genellikle sarhoştu. Her gün içki sofrası düzenler, içkiye şiir yakardı, Şairdi de!.. Kendisi gibi ayyaşlarla içkili, sazlı ve dansözlü meclisler tertipler, körkütük sarhoş olup sızıncaya kadar içerdi.

Ertesi gün, halife unvanıyla, “Allah Resulünün halifesi” (!) unvanıyla ferman verir, fermanları bu unvanla mühürlerdi.

İçki ve ayyaşlıkta fazla aşırıya kaçtığı bir gün Muaviye, saray erkanından birkaç kişinin de huzurunda ona öğütte bulunmak zorunda kalıyor ve “Oğlum” diyordu, “Bunları gizli-saklı yapsana! Neden herkesin anlayacağı şekilde yapıyorsun? Biraz da mevkini düşün, sözünün geçmesini istiyorsan bunları herkesin huzurunda yapma!”

Yezid Hz. Resulullah’la -saa- o hazretin Ehl-i Beyt’ine (a.s.) karşı kin ve nefretle büyütülmüştü.

Hz. Resul-ü Ekrem’e -saa- karşı beslediği düşmanlık inanılır gibi değildi. Allah Resulünün -saa- soyundan intikam almayı düşünüyor, Haşimoğullarına karşı kan davası güdüyordu!..

Babası onu kendisinden sonra halifeliğe getirmek üzere veliaht ilan edince ilk işi şairlerle edebiyatçıları satın almak oldu. Bu satılık şairler, Yezid’i öven şiirler söylediler, bu şiirlerin dilden dile yayılması için büyük paralar harcandı. Ardından, kabile ve aşiret reisleri yüklüce paralar, hediyeler ve unvanlarla satın alındı. Muaviye, valilere gönderdiği bir emirnamede “her beldenin ileri gelenlerinden bir grubun derhal Şam’a gelmesi ve Yezid’in veliaht olması için Muaviye’ye ısrarda bulunmasını emrediyordu!!

Aynı günlerde yine Muaviye’nin emriyle, tanınmış şahsiyetler terör edilmeye başlandı.

İmam Hasan Müçtebâ’yı -s- zehirleterek şehid ettirdi.

Irak’ı fetheden Sa’d bin Ebi Vakkas’ı zehirletti.

Halk tarafından sevildiği için bir gün kendisine rakip olur korkusuyla; Şam fatihi Halid bin Velidoğlu Abdurrahman’ı Yahudi bir hekim vasıtasıyla hasta yatağında zehirletti!

Ebubekir’in oğlunu zehirletti!

Hıcr bin Adıyy hazretleriyle yarenlerini tutuklatıp öldürttü!

Kendisinden sonra açıkça Yezid’i veliaht ilan edip, herkesi ona biat etmeye zorladı.

Medine halkı, Muaviye’yle oğlu Yezid’i çok iyi tanıdığından, biati kabul etmedi, Medine valisinin de halktan biat almaya gücü yetmemişti. Muaviye Medine’nin bu kararlılığının diğer şehirlere de sıçramaması için bizzat Medine’ye gidip şehrin ileri gelenlerinden Yezid’e biat almaya karar verdi.

Kalabalık bir ordu ve altın akçelerle dolu keselerle Medine’ye girdi, tanınmış birçok sahabeden biat almayı başardıysa da, Hz. Resulullah’ın -saa- yiğit evladı İmam Hüseyin’den -s- biat alamadı. Her yolu denedi ama ne altın, ne tehdit, ne hile kâr etmedi Peygamber’in -saa- Hüseyn’ine… Medine valisi Mervan, Hz. Hüseyn’i -s- Şam’a sürmesini ve orada kendi nezareti altında bulundurmasını önerdi, ama Muaviye bu teklifi hemen reddederek “Sen” dedi, “Hem Hüseyin’den kurtulmak, hem onu benim canıma düşürmek istiyorsun!..”

Muaviye, Hz. İmam Hüseyn’in -s- Şam’a gitmesinden korkmakta haklıydı. Zira İmam Hüseyin -s- Şam’a gidecek olsa Şamlılar çok kısa bir süre sonra Muaviye’ye karşı ayaklanacaktı. Çünkü İmam Hüseyin’le görüşüp konuşunca İslam’ın ne olduğunu öğrenecek, Muaviye’nin onlara kabul ettirdiği şeylerin İslam’la ilgisi bulunmadığını anlayacaklardı.

Şamlılar Muaviye’nin inceden inceye hesaplamış olduğu propaganda taktikleriyle şartlandırılmışlardı.

Muaviye’yi iyi bir Müslüman yönetici olarak tanımakta, onu Hz. Resulullah’ın -saa- hak halifesi ve vekili olarak görmekteydiler.

Hem, Muaviye Peygamberin akrabasıydı da…

Haşimoğullarını tanıyan yoktu Şamlılar arasında.

Muaviye’nin zehirli propagandaları neticesinde, Emeviler dışında Hz. Resulullah’la -saa- akraba olan herkesin dünya düşkünü olduğunu zannediyordu Şamlılar!..

Şam’da “Resulullah’ın -saa- Soyu” denildiğinde “Emeviler” anlaşılırdı sadece!..

Muaviye, iğrenç saltanatını bu Bizans oyunları ve Ümeyyeoğullarına has bu Ebu Süfyan sahtekarlıklarıyla ayakta tutabilmişti işte…

Yezid’in işlediği canilikler ve ihanetlerin İslam tarihinde ikinci bir benzerini görebilmek mümkün değildir.

Yezid, Hıristiyanlardan aldığı yüklüce bir rüşvet karşılığında İslam ordularının Yunanistan’la Kıbrıs’ı fethetmesini engelledi.

Hz. Resulullah’ın -saa- şehri olan Medine’ye saldırdı, kendisine biat etmeyi kalben kabullenmediği için bu mübarek şehrin ahalisini kılıçtan geçirdi, sağ kalanların kendisine köle olacakları taahhüdünde bulunmaları şartıyla boyunlarını ve ellerinin âyasını mühürledi! Bu taahhütte bulunmayı reddeden Müslümanlar acımasızca öldürüldü!..

Yezid, Ebrehe ordularının yapmadığını yapmış ve Hz. Resulullah’ın -saa- halifesi unvanıyla Mekke’ye de saldırmıştır.

Kâ’be’yi taşa tutan İslam halifesidir Yezid…

Evet, Beytullah’il Haram’ı mancınıkla yıktırdı, Kâ’be’nin perdelerini Mekke halkının şaşkın bakışları altında ateşe atıp yaktı ve Beytullah’ı yerle bir edip Mekke’den ayrıldı!..

Hz. Resulullah’ın -saa- Muaviye’ye “senin sulbünden gelecek bir köpek…” dediği Yezid’di bu…

Yezid’i bu ümmete musallat eden Muaviye; ikinci halife tarafından Şam valiliğine neden atanmıştı sahi?!!

İslam tarihinde, nedeni bir türlü sorulmayan ve her nedense, bulacağı cevabın aslında ne olduğunu tahmin ederek acı hakikatle karşılaşmaktansa tarihin bazı kesitindeki hakikatleri hemencecik geçiştiriverenlerin hiç hoşlanmadığı canlıcı nice sorudan biridir bu…

Kerbelâ hadisesi, yıllardır biriken kinlerin patlamasından başka bir şey değildi…

Bir elden diğerine, bir kalpten ötekine aktarılarak ve gitgide beslenip büyütülerek körüklenen bir “Muhammed düşmanlığı”, Resulullah evlatlarının iyice zaafa uğratılıp hesaplı bir şekilde tezyif edilmesinin ardından nihayet beklediği fırsatı bulmuş ve yıllar önceden çok daha başka eller ve çok daha başka yerlerde bileylenen kılıçlar Kerbelâ’da Hz. Resulullah’ın -saa- bütün soyunu katletmiştir…

Bu toplu katliam; yarasalarla gecenin, engereklerle akreplerin, sırtlanlarla çakalların yıllar önceden başlattıkları sessiz ve gizli işbirlikleriyle mümkün olabilmiştir…

Hz. Resulullah’ın -saa- rıhletiyle başlayan sapmalar giderek öyle büyüdü ki, bir gün, en inanılmaz şeyler bile vuku buldu Müslümanların gözleri önünde…

Yezid, Medine’yi bir dâr-ul harp gibi ele geçirdikten sonra askerlerine üç gün boyunca Medine Müslümanlarının ırzını ve namusunu helal ilan etti!

Bu üç gün boyunca Yezid’in ordusu 12 bin Müslümanı katletti.

Ve…

Üç binden fazla Medineli Müslüman kızın namusunu kirlettiler!..

Muaviye’yle ona iktidar kapılarını açık bırakanları bunca cânilikten berî tutmak mümkün müdür sahi?

Medineli Müslüman kızın namusunu kirleten askerin yakasına yapışıp, Yezid’i görmezden gelmek ve bu korkunç suçu sadece o askere veya komutana yükleyebilmek nasıl mümkün değilse, bu da mümkün değildir elbet…

Kaldı ki, kadınlarla kızların çoğu şehirden kaçıp dağlara veya aşiretlerine sığınmışlardı ve bu rakam, sadece Medine’de ele geçirebildikleri masum insanların sayısını gösteriyordu!..

Yine o gün Yezid, Hz. Resulullah’ın -saa- mübarek Ravza-i Şerifine sığınanları o mübarek mekanda öldürtmüş ve Hz. Resulullah’ın -saa- mescidi olan “Mescid-un Nebi””yi ahır olarak kullanıp atlarla develeri bu mukaddes mekana bağlatmıştı!..

-*-

Hz. İmam Hüseyin -s-

Bir gün Hz. Resulullah’a -saa- gelip “Ümmü Eymen sürekli ağlıyor” dediler. Hazret, Ümmü Eymen’i çağırtıp neden ağladığını sordu, Ümmü Eymen şu cevabı verdi:

– Çok üzücü bir rüya gördüm.

– Nasıl bir rüya?

– Anlatması çok zor…

– Sandığın gibi değil o rüya…

– Ya Resulullah! Rüyamda sizin vücudunuzdan bir parçanın koparılıp benim evime konulduğunu gördüm!

Bunun üzerine hazret-i Resulullah -saa- gülümseyerek şöyle buyurdular:

– Üzülmene gerek yok ey Ümmü Eymen! Kızım Fâtıma bir çocuk getirecek dünyaya, o çocuğun dadısı sen olacaksın, onu sen yetiştirip büyüteceksin. Benim evladım senin evinde yetişeceğinden, vücudumun bir parçasının senin evinde olduğunu gördün rüyanda!…

Bu hadis Hz. İmam Hüseyin’in -s- Hz. Resulullah’ın -saa- mübarek vücudunun bir parçası olduğunu hatırlatan nice ayet ve hadislerden biridir.

Hz. Hüseyin -s- Hz. İmam Ali’yle -s- dünya ve cennet kadınlarının ulusu Hz. Fatıma-ı Zehra selamullah aleyha’nın oğludur.

Hasaneyn -s- için Hz. Resulullah’ın -saa- “torunum” değil, “oğlum” kelimesini kullanmış olması ve bu iki peygamber çiçeğini kendisine bunca yakın tutması salt beşerî bir duygudan ibaret değildir elbet.

Tarih kaynakları Hz. İmam Hüseyin’in -s- doğum günü olarak “Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının 3’üne rastlayan Perşembe”yi kaydetmişlerdir.

Bebek dünyaya geldiğinde Hz. Resulullah’ın -saa- kucağına verdiler; hazret, bu mübarek bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına ikame okudu.

Hz. Hüseyn’in -s- duyduğu ilk ses, Hz. Resulullah’ın -saa- sesidir; o hazretin mübarek sesiyle okuduğu tevhid şiarı, vahdeniyet andıdır.

Tevhid okulunun kurucusu olan Hz. Resulullah’ın -saa- mübarek sesiyle Hüseyin’in kulağına söylenen bu tevhid ve vahdeniyet andı, bebeğin kulağından kalbine aktı. Kalbinden canına işledi. Resulün kalbinden, Resulün evladının kalbine, canına aktı…

Böylece bu mübarek bebeğin beynine işleyen ilk şey tevhid çağrısı oldu.

Nübuvvet kalesinde, nebiler serverinin kucağında, Resuller efendisinin mübarek sesiyle…

Tevhid tohumu işte böyle atıldı Hüseyin’in ruhuna… Ve o, bu tohumu kendi kanıyla sulayarak yetiştirip kendisinden sonraki nesillere ölümsüz “Hüseynî Yol”u bıraktı.

Hz. Resulullah -saa- bu mübarek bebeğin adını “Hüseyin” koydu.

Araplar arasında ilk kez kullanılan bir isimdi “Hüseyin”…

Ve bu bebek, gerçek bir “Hüseyin” oldu.

İlk Hüseyin oydu ve ondan önce kimse Hüseyin olmamıştı.

Ondan sonra da hiç kimse ikinci bir “Hüseyin” olamayacak ve analar böyle bir Hüseyin doğuramayacaktı bir daha.

O, Allah Teala’nın insanlığa sunduğu benzersiz örnekti.

Hz. Resulullah -saa- mübarek dilini bebeğin ağzına verdi.

Bebek, süratle bu dili emmeye başladı.

Ve böylece bu bebeğin dünyadaki ilk gıdası da Resul’ün -saa- mübarek ağzından alınmış oldu.

Bu yüzdendir ki o “bizzat Hz. Resulullah’tan beslenen”dir.

Tıpkı babası Hz. Ali’yyül Murtaza -s- ve ağabeyi Hz. İmam Hasan -s- gibi…

Ve… Hüseyin’den sonra hiç kimseye nasip olmamıştır artık bu eşsiz ilahi nimet…

Bu ilahi besin, “rızkın sahibi olan Yüceler Yücesi Allah-u Azze ve Cell hazretleri”nin Hüseyin -s- için tayin edip nasip buyurduğu ilk “rızık”tı!..

İki cihan serveri ve Habib-i Hüda, bu mübarek bebeği doyasıya öpüp kokladıktan sonra dadısına verdi; gözlerinden akan yaşlar, orada bulunan herkesi hüzne boğmuştu:

“Hüseynim! Sana kıyacak olanlara lânet olsun…”

Ve Allah Resulü -saa- bu sözü üç kez tekrarladı.

Bebek 7 günlük olduğunda Ümmü Eymen onu tekrar Hz. Resulullah’ın -saa- huzuruna getirdi. Hazret, “Gelene de, getirene de ne mutlu!” buyurduktan sonra tebessüm ederek “Ey Ümmü Eymen!” buyurdular, “Gördüğün rüyanın tabiri budur işte!”

O gün Hz. Resulullah -saa- minik Hüseyni için iki koyun akike ettirdi (kurban kestirdi) ve kurbanlardan bir butla bir altın dinar hediye etti bebeği dünyaya getiren ebe kadına.

O gün bebeğin saçlarını tıraş ettirip saçları ağırlığınca gümüş sadaka verdi

Ve o gün Allah Resulü -saa- sofra açtırıp ihsan yemeği verdi, açları doyurdu, çıplakları giydirdi… Hüseynine eşi ve ortağı olmayan Rabbinin adını öğretti o gün, peygamber nefhasıyla sardı onu, Hüseynini bu ilahi nimetlerle besledi… Ve onun yüzü suyu hürmetine açları doyurdu, yoksulların yüzünü güldürüp hayır dualarını aldı Hüseyin için o gün…

-* –

Araplar arasında kız evlattan dünyaya gelen bebeği “evlat” saymak gibi bir gelenek yoktu, bizzat kız çocuklarının kendisi “evlat” sayılmıyordu çünkü! Hz. Resulullah -saa- bu cahiliyet geleneğini bozarak sevgili kızı Hz. Fâtıma’yı -s- olduğu gibi, ondan dünyaya gelen Hasan’la -s- Hüseyn’i de -s- “canının bir parçası ve sevgili evladı” ilan etti. Böylece Hz. Fâtıma’ya -s- olan sevgi ve ilgisi de Müslüman kamuoyuna duyurulmuş, bildirilmiş oluyordu.

Hüseyin -s- Müslümanların imamı olacak, onların liderlik ve yönetimini üstlenecekti.

İslâmî liderlik demek kalplerin ve gönüllerin idaresi demekti, bedenlerin değil…

İslam’da lider ve rehber olan kimse; yani Müslümanlara imam olan kimse vücutlara değil, ruhlara ve gönüllere hükmederdi çünkü.

İslâmî yönetim ve liderlikle, zorbalığa dayalı diktacı ve dayatmacı yönetim tarzları birbirine tamamen zıt iki yönetim tarzıdır.

İslamî liderlik demek gönüllere ferman sürmek demektir; sevgi ve şefkatin liderliği demektir.

Sevgi ve muhabbet, en mükemmel lider, en iyi önderdi. Ve, iyileri sevmek, insanı eğitip yetiştirir, nefsanilikten kurtarıp ruhaniliğe yaklaştırır insanı…

İyilikle yoğrulmuş bir sevgili, sevenini de iyilik ve güzelliğe götürür.

İslam dininin temeli de sevgi ve iyilik üzerine kuruludur.

Din de, sevgi ve şefkatten başka bir şey değildir aslında. İslam peygamberi bütün hayatı boyunca sevgiye davet etti herkesi, şefkatli ve merhametli olmaya çağırdı insanları; iyileri, salihleri ve takvalı insanları sevmeye davet etti Müslümanları… İyilerin sevgisiyle dolan bir gönül, sahibini Allah indinde pek aziz kılar zira…

-*-

Aile ortamı ve yetiştiği çevre, bebeğin üzerinde etki bırakan en önemli faktörlerden biridir.

Hüseyn’in -s- aile ortamı, en temiz ortamdı, en mükemmel insâni ortamda yetişiyordu Hüseyin -s-.

Evi vahyin merkezi, dedesi vahyin Resulü, annesi dünya ve ahiret kadınlarının efendisi, babası Resulün vasisi ve müminlerin efendisi…

Yüceler yücesi Rabb’ul Âlemin hazretleri tarafından insanları hidayete doğru yöneltip onlara kılavuzlukta bulunmakla görevlendirilen büyük insanlar, Hüseyn’i -s- yetiştirmekle vazifeliydiler şimdi.

Dünyanın kurtuluşu için dünyaya ayak basan ilahi memurlar, Hüseyn’in -s- eğitimiyle meşguldü şimdi.

Hüseyin -s- Resuller resulü Hz. Muhammed-i Mustafa’nın -saa- özel ilgisi, vasiler vasisi ve müminlerin emiri hz. Aliyy’ul Murtaza’nın -s- özel eğitimi ve mümin kadınların ulusu Hz. Fâtıma-i Zehra selamullah aleyhâ’nın terbiyesiyle büyüdü.

Bu ne nimet, bu ne kemal bu ne izzetti öyle!…

Böylesine seçkin ve nadide bir tim, neye hazırlıyordu Hüseyn’i -s- sahi?..

Bütün bir kâinatın önünde saygıyla eğildi bu emsalsiz şahsiyetler; Hüseyn’in -s- etrafında pervaneler misali dönmekte ve onu en mükemmel şekilde eğitip yetiştirmek için ellerinden gelen gayreti göstermekteydi…

Bütün bunlar, Hüseyn’in -s- çok özel bir görev için seçilmiş olduğunun işaretleriydi…

İman, takva, kemal, iyilik, mertlik, insanlık, bilgi, sevgi, ülfet ve büyüklüğü tam kaynağından alıyordu Hüseyin -s-

Annesi Fâtımâ’ydı -s- onun…

Erdem, fazilet ve iffetin timsali…

Şefkat, sevgi ve hâsenâtın kaynağı…

Kevser…

Bizzat Resul-ü Ekrem’in -saa- buyurmuş olduğu üzere: “İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük dört kadınından biri ve bizzat onların en büyüğü!”..

Firavn’un eşi Âsiye, Hz. İsa’nın -s- annesi Hz. Meryem ve kendi annesi Hz. Hatice-i Kübrâ aleyhâ selam; Fâtıma’yla -s- iftihar etmedeydiler. Rablerinin katında…

-*-

Hz. Resulullah -saa- o gün pek neşeliydi. Evden çıktığında bir omzunda sevgili Hasan’ı vardı, bir omzunda da sevgili Hüseyn’i. Bir onu öpüp okşuyordu, bir ötekini…

İki cennet çiçeği, Allah Resulü’nün -saa- gülüydü onlar…

O hazretin bu ilgisini gören sahabeler “Ya Resulullah” dediler “Bu ikisini pek seviyorsunuz galiba?”

Allah Resulü “Bu ikisini seven” buyurdu, “Beni sevmiş, onlara düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur!”

Ömer, Peygamberin omzundaki çocuklara bakarak “İyi bir at bulmuşsunuz kendinize!” dedi; Allah Resulü “Evet” buyurdular, “Bu ikisi, iyi birer binici doğrusu”.

Ve cennet çiçekleri, sevgiyle dedelerine sarılıp onun mübarek yanaklarına dayadılar başlarını…

Hz. Resulullah -saa- bu iki çocuğa karşı çok özel bir ilgi ve itina göstermedeydi; sırf beşeri bir bağ veya sırf şefkatten ibaret bir dede-torun ilişkisi değildi bu…

Çok daha öte, çok daha derin ve özel bir ilişki vardı Allah’ın Resulüyle Hasaneyn arasında…

Ne dede alelâde bir insandı, ne de ona Rabbinin en değerli armağanı olan bu iki nadide çocuk…

İnsanlar bu iki çocuğu defalarca Allah Resulünün omuzlarında, onun sırtında, onun kollarında gördüler.

“Bunları seven beni sevmiş, bunlara düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur” dediğini defalarca duydular.

Ve nice kez “Babaları, onlardan da üstündür!” buyurdu Allah Resulü…

Onlarla babalarını sevmek, bütün müminlere farz oldu.

Bu üçünün sevgisi ve onlara duyulan ilgi ve sevgi konusunda da Hz. Resulullah’ın -saa- buyurmuş olduğu şu cümle bir hayli çarpıcı ve düşündürücüdür:

“Ali’nin sevgisi sadece müminlerin kalbinde yer eder; Ali’yi sadece imanlı kimseler sever ve ona ancak ikiyüzlü münafıklar düşman olur. Hasan’la Hüseyn’in sevgisi ise müminin de kalbinde yer eder, kafirle münafığın da!..

-*-

Hasan’la Hüseyin o gece geç vakitlere kadar dedelerinin yanında kalmışlardı. Hz. Resulullah -saa- onları sevgiyle okşayarak “Anneniz de sizi özlemiştir şimdi!” dedi ve onları annelerine gönderdi. Çocuklar dedelerini öptükten sonra elele tutuşarak dışarı çıktılar.

Çok karanlıktı…

Bu sırada çok güçlü bir şimşek çaktı.

Çocuklar bu şimşeğin aydınlığında evlerine ulaştılar.

Onlar kapıdan girince ortalık yine zifiri karanlık olmuştu.

Hz. Resulullah’ın -sav- gözleri doldu; elini semaya açıp “Biz Ehl-i Beyt’i bunca aziz kıldığın için sana hamdederiz Allah’ım!” buyurdu.

-*-

Müslümanlardan biri bir suç işlemişti. Cezalandırılması gerekiyordu.

Mahcubiyetinden Hz. Resulullah’a -saa- görünmeyip birkaç gün saklandı.

Bir gün, Hasan’la Hüseyn’in sokakta oynadıklarını görünce hemen onları kucağına alıp Hz. Resulullah’a -saa- gitti “Ya Resulullah!” dedi “Ben Rabbime tevbede bulundum, şu çocukların yüzü suyu hürmetine beni affetmenizi istiyorum!”

Hazret gülümseyerek “Gidebilirsin” buyurdular, “Seni affettim! Artık serbestsin!”

-*-

Yaşlı sahabe abdest almakla meşguldü…

Ama abdestini yanlış almadaydı.

Bu sırada orada bulunan peygamber çiçekleri, hemen kollarını sıvayarak ona yaklaştılar:

– Amca! Biz abdest alacağız, siz hakem olun, hangimizin abdestinin daha doğru olduğunu söyleyin!

Yaşlı adam merakla onları izlemeye başladı. Her ikisi de abdest aldıktan sonra “Çocuklar” dedi, “İkiniz de çok güzel abdest aldınız, yanlış olan benim abdestimdi, şimdi ben de doğrusunu sizden öğrenmiş oldum!”

-*-

İnsanlığa rehber ve lider olmak üzere seçilmiş bulunan büyük insanlar, çocukluk çağında da büyüktürler aslında; yaşları küçük olsa da en karmaşık sosyal olayları bile kavrayıp halletmede güçlük çekmezler…

Küçüğün büyüğe bir şey öğretmesi pek zordur…

Büyüğün küçüğü öğretmen olarak kabullenmesi zordur. Zenginin fakiri, güçlünün zayıfı, üstün astı öğretmen kabul etmesi zor mu zordur…

Birinci gruptakiler, kendilerini daha üstün görürler çünkü…

Çünkü onlar daha büyüktürler. Gün görmüş, ömür geçirmiştirler!

Çünkü onlar zengindirler.

Çünkü onlar âmirdirler…

Eğitim ve öğretimin en önemli şartı, öğrencinin öğretmeninin kendisinden daha bilgili olduğunu kabiulenmesi ve öğretmenine itaat etmesidir ki bu şart onlarda yoktur!

Allah Resulünün biricik incileri, inanılmaz derecede basit ve kolay bir yöntem kullanarak bu karmaşık sosyal müşkülü halledivermiş ve o mükemmel terbiye ve ahlâklarıyla yaşlı adamın “büyüklük seddi”ni kolayca aşarak onun öz benliğine ulaşmış ve ona “doğruyu öğretme”yi başarmışlardı!

Böylece gençlerin kendilerinden daha büyüklere birşey öğretmek istediklerinde bunu hangi yöntemle yapmalarının daha sağlıklı ve başarılı olacağını da öğretmiş oluyorlardı bütün insanlığa!

Bir genç, yaşlı bir insana kendisinin birşeyi doğrudan doğruya öğretmesinin mümkün olmadığını bilmelidir.

Eğitim ve öğretimin özel yolu, yordamı vardır.

Peygamber çiçekleri, böylece küçüklerin büyükleri nasıl eğitebileceğini öğretmişlerdir bütün insanlığa.

-*-

Allah Resulü -saa- bu iki nadide armağana pek büyük bir sevgi ve saygı beslemedeydi.

Bir gün o hazret minberde vaazla mşşgulken Hasaneyn Mescidunnebi’ye geldiler.

İkisi de kırmızı elbise giymişti.

Henüz yürümeye başladıklarından düşe kalka ilerliyorlardı.

Hz. Resulullah -saa- minberden inerek onlara yaklaştı, her ikisini de sevgiyle kucaklayıp minbere çıktı, bu iki peygamber çiçeğini dizlerini oturarak konuşmasına devam etti…

-*-

Mescidunnebi’de ashap, Hz. Rebulullah’ın -saa- imametinde yatsı namazını kılmadaydı.

Minik Hasan’la Hüseyin girdiler içeriye.

Yeni yeni yürümeye başlamışlardı.

Safların arasından sıyrılıp dedelerini buldular.

Hz. Resulullah -saa- secdeye gittiğinde hazretin mübarek sırtına biniyorlardı.

Allah Resulü -saa- onları düşürmemek için özen gösteriyor, yavaşça onları yere koyarak secdeden kalkıyordu.

Namazını tamamlayınca her ikisini de bağrına basıp öptü, sevgiyle dizlerine oturtup yanaklarını okşadı.

Hz. Resulullah -saa- bineğe bindiğinde bu iki çiçeği de yanına alır, birini öne, diğerini de terkine oturturdu.

-*-

Ebu Hureyre “Hz. Resulullah’ın -saa- Hüseyn’in ağzının suyunu emdiğini gördüm” der “Tıpkı bir hurmayı emer gibi”…

“Resulullah’ın -saa- Hüseyin’le oynamayı çok sevdiğini bilirim. Bir defasında onun minik ayaklarını kendi ayağının üzerine koyup ellerinden tutarak “Hadi bakalım” dedi, “Tırman dedenin omuzuna!” Hüseyin neşeyle o hazretin göğsüne kadar tırmandı, hazret, minik Hüseyni sevgiyle bağrına basıp öptükten sonra “Ya Rabbi” buyurdu, “Hüseyn’imi sev… Ben onu çok sevmedeyim zira!..”

-*-

Hz. İmam Hüseyin’in -s- Evliliği

İslam ordusu zaferle döndüğü Medine’ye çok önemli esirler getirmişti. İran Padişahı Şehriyar Yezdgerd’in kızı da getirilen esirler arasındaydı. Babası onu bırakıp kaçmış, ağabeyi Çin’e sığınmış ve prensesi tek başına bırakmışlardı. Kimsesizlerin en güvenilir sığınağı olan İslam dini, onun için de en mükemmel sığınak olacaktı.

Esirler arasında bir prensesin de olduğu haberi kısa zamanda bütün Medine’ye yayılmıştı. Şehrin genç kızları onu görmek için Mescid’unnebi’nin önüne toplanmış, kimi kadınlar da pencereden veya evlerinin damından esirleri seyretmeyi yeğlemişti.

Medine halkı, halife Ömer’in İran prensesine nasıl davranacağını görebilmek için Mescid’unnebi’ye akın ediyordu şimdi.

Halifeyle birkaç Müslümanın, camide bulunduğu bir sırada esirler kervanı cami avlusuna getirildi. Kervandan sorumlu görevlinin halifeye sunduğu raporda şöyle deniliyordu:

“Esirlerimiz arasında kral Yezdgerd’in kızı da var. Horasan fatihi onu Medine’ye getirmemizi tembihledi.”

Prensesi halifenin yakınına oturttular. Bir yandan yol yorgunluğu, bir yandan esaretin acısıyla kıvranan prenses derin bir ah çekerek farsça birkaç kelime söyledi. Onun kendisine hakaret ettiğini zanneden halife “Ateşperest kâfir küfrediyor galiba!” dedi. Bu sırada camide bulunan ilim şehrinin kapısı İmam Ali “Yanılıyorsun, sakin ol” dedi yavaşça “bu kızcağız kendi ailesine beddua ediyor, “yazıklar olsun Hürmüz, kızın esir düştü” diye ileniyor.”

Mescidunnebi’de bulunan herkes afallamıştı.

İmam farsçayı nerede öğrenmişti? Medine’de fasça bilen kim vardı Selman’dan başka?

Halife Ömer “Bu kızı da diğer esirlerle birlikte esir pazarında satılığa çıkaralım!” dedi.

İmam “Bu hiç doğru olmaz” diyerek hatırlattı: “Hz. Resulullah’ın -saa- “Kavimlerin ileri gelenleri elinize geçerse onlara saygılı davranın” buyurduğunu unuttunuz mu?!”

– Ne yapmamız gerekiyor o zaman? Bu kıza nasıl davranmalıyız şimdi?

– Bunu kendisine bırakalım. İstediği birini seçip onunla evlensin!

Hz. Resulullah -saa- ilmin şehri, Hz. Ali de -s- bu emsalsiz şehrin kapısıydı. Müslümanlar, ona akıl danışanın batıla düşmeyeceğini biliyorlardı, çünkü bizzat Hz. Resulullah’tan -saa- duymuşlardı bunu.

Kral Yezdgerd’in kızına, meseleyi anlattılar.

Hiç ummadığı bir teklifti bu.

O dönemlerde dünyanın hiçbir beldesinde esire böyle davranılmıyordu.

Esirler ya takas edilir, ya parayla satın alınıp köle olarak kullanılır, ya da öldürülürlerdi…

Bu, İslam dininin eşsiz prensipleri ve şefkat dolu kanunlarıyla ilk tanışıklığı oldu prensesin…

Camideki çehreleri tek tek süzmeye başladı.

Kimdi bunlar acaba?

Mesleği neydi şunun? Ahlakı nasıldı ötekinin?
Şu diğerinin huyu nasıldı acaba?

Kimsesiz gariplere nasıl davranılırdı bu kavmin arasında?

Bunları bilmiyordu…

Birden, gözü bir gence takıldı.

Oradakilerden çok farklıydı.

O güne kadar tanıdığı herkesten farklı bir çehreydi bu.

Onsekizinden fazla olmadığı belliydi, ama asırlarca yaşamışçasına vakur ve olgundu. Fevkalade güzeldi. Ama güzelliğinden başka birşey vardı onda insanı cezbeden… Aşinâydı âdeta… Kimsede olmayan bir nur vardı onda…

Genellikle erkekler elçilikte bulunur kız istemeye giderlerdi.

Şimdi durum tam tersine bir kaderle karşı karşıya getirmişti onu.

Evleneceği erkeğe onun teklifte bulunması gerekiyordu.

Ya onu reddedecek olursa?

Ama hayır, onun gözlerinde büyük insanlara mahsus bir ışık vardı.

Prenses ürkek adımlarla yaklaşıp elini İmam Hüseyin’in başı üzerinde tuttu.

Bütün bir cami tekbir sesleriyle gürlemiş, herkes onu bu isabetli seçimi için takdir etmişti.

Ve kader ne kadar da şaşırtıcıydı gerçekten… Kralın kızı, Peygamberin evladına kısmet olmuştu!…

Hz. Hüseyin bu yabancı prensesin teklifini kabullenerek onunla evlendi.

Şehrbânu, İmam Hüseyin’e nur topu gibi bir oğlan çocuğu doğurdu. İmam’ın soyu bu evladından yürüyecek ve İmamet nuru onun alnında parlayacaktı. Adını Ali koydular. Çok ibadet ettiği için daha sonraları “Zeynulâbidin” denilecekti ona: “İbadet edenlerin süsü, ziyneti!”

İmam Hüseyin’in -s- hayatı kısa oldu, ama Şehrbânu Hatun’un hayatı çok daha kısa… Bu vefakar anne, Ehl-i Beyt-i Resulullah’ın -saa- nadide imamlarının dördüncüsü olan ilk evladı Hz. İmam Seccad Ali bin Hüseyin’i -s- dünyaya getirdikten sonra dünyadan göçtü…

Şehrbânu Hatun âdeta ilahî bir görevi yerine getirmekle memur edilmiş ve Ali’sini dünyaya getirdikten sonra göçüvermişti dünyadan…

Gurbetten beka diyarına… Her insanın anayurdu olan ahiret yurduna.

Ve bu, kaderin acı bir cilvesiydi Hz. Seccad -s- için… Dünyaya ayak basar basmaz öksüz kalmak çok acıydı elbet.

Ama Kerbelâ’yı yaşamak çok daha büyük bir acı olacaktı onun için.

Bu nedenledir ki Şehrbânu Hatun, o büyük musibeti görmeden göçtüğü için şanslı sayılacaktı yıllar sonra…

-*-

İmam Hüseyin’in -s- bir eşi de Leylâ Hâtun’du. Bu yiğit kadından yiğit mi yiğit bir oğlu oldu İmam’ın…

Yiğit, bahadır, erkek güzeli, ahlak ve erdem timsâli… Onu gören Hz. Resulullah’ı -saa- görmüş gibi olurdu. İnsanlar içinde Hz. Resulullah’a -saa- en çok benzeyendi o… Vücudu, ruhu, ahlakı, hatta sesi, yürüyüşü, oturuşu ve… Herşeyiyle Resulullah’ın -saa- tıpatıp aynıydı Aliekber…

Hz. Resulullah’ı -saa- özleyen yaşlı sahabelerle, o hazreti görmeyen ve onu görüp seyretmek isteyenleri Aliekber’in yanına getirirlerdi… Onu gören, Hz. Resulullah’ı -saa- görürdü âdeta… Leyla Hatun’un Ali’siyle Amine Hatun’un Muhammed’i -saa- bir elmanın iki yarısı gibiydi çünkü.

Aliekber’in Kerbelâ’da gösterdiği yiğitlik ve yarattığı kahramanlıklar kıyamete değin dillere destan olacaktı.

O, Hz. Hüseyin’in -s- büyük oğlu olduğu için adına bir de “büyük” anlamına gelen “Ekber”i eklemişlerdi.

Kerbelâ’da şehid düşen yiğit Aliekber’in annesi Leyla Hatun Urve bin Mesud’un torunlarından olan Ebu Murre Sakafî’nin kızıdır.

Leyla’nın ceddi olan Urve, Sakafi aşiretinin reisi olup Taif’te yaşardı. sadece Sakafiler arasında değil, bütün arap kavmi arasında yiğitlik ve mertliğiyle ün salmıştı. Urve, bizzat Hz. Resulullah’ın -sav- huzuruna varıp Müslüman olmuş, Medine’den Taif’e döndüğünde kendi kavmini İslam’a davet etmişti. Sakıfoğulları ona şiddetle karşı çıkmış, onunla savaşa tutuşmuş ve nihayet bir sabah namazında onu şehid etmişlerdi.

Evet, Urve, yabancılar ve düşmanlar tarafından değil, kendi kabilesi, kendi akrabaları tarafından öldürülmüştür, tıpkı torunu Aliekber ve yiğit babası Hz. Hüseyin -s- gibi.

Hz. İmam Hüseyn’i -s- şehid edenler ne Romalı hırıstiyanlardı, ne de Hayber yahudileri… Müslüman olduğunu söyleyen ve Hz. Resulullah’ın -saa- sünnetine uyduğunu ve o hazretin halifesi olduğunu iddia edenler tarafından öldürüldü o da… Ve çoğu, akrabası veya mahalle arkadaşıydı…

Evet, Leylâ Hatun da çok yaşamadı, sevgili Hüseyn’iyle Aliekber’inin acısını görmeye dayanamazdı Leyla… Şehrbanu gibi o da genç yaşta dünyayı terkedip bekâ diyarına göçtü ve arap kabilelerinin Leyla Hatunu’yla, acem beldesinin Şehrbânu Hatunu, ahiret yurdunda Hüseyn’leriyle Ali’lerini beklemeye başladılar.

Ve çok geçmeden onlar da kavuştular birbirlerine… Başı dik, alnı açık ve Rablerinin huzurunda “O’nun rızasını en mükemmel şekilde kazanmış olarak!”

-*-

Rubab -veya Rûbâbe- Hatun da Hz. İmam Hüseyin’in -s- eşiydi.

Ama o, Hüseyn’ini -s- yalnız bırakıp çabucak göçmedi dünyadan. Kerbelâ’ya kadar sevgili Hüseyn’iyle birlikteydi o, Aşura’yı onunla birlikte yaşadı, o inanılmaz kıyamet sahnesine tanık oldu ve Hüseyn’inin mesajını Medine’ye taşıdı.

Vefa ve sadakat timsali olan bu büyük kadın, Hz. İmam Hüseyn’in -s- şehadetinden sonra evlenmedi, ölünceya kadar İmam’ı ve Âşura’yı anıp durdu, hakkı ve hakikati anlatan canlı bir tarih oldu ve cennet-i âla’da Hüseyn’ine -s- kavuşuncaya kadar onunbüyük davasının yılmaz eri kesildi.

Rubab Hatun, ünlü Emre’el Kays-ı Kelbî’nin kızıdır.

İmam Hüseyn’in -s- ünlü bilge kızı Sakine’yle, kundakta şehid edilen minik Abdullah’ının anneleri bu büyük kadındır işte.

İmam Hüseyn’i -s- şehid eden azgın ve zalim kavim, Rubab Hatun’u bir savaş esiri gibi zincirlere bağlayıp Şam’a götürdüler.

Acılarla dolu esaret hayatından sonra Medine’ye dönen Rubab Hatun burada Hz. İmam Hüseyin -s- için yas ve taziye toplantıları düzenledi. Ölünceye kadar bir kez olsun onun güldüğü görülmedi, gece gündüz Kerbelâ’yı hatırlayıp “Ya Hüseyn!” nidalarıyla âğladı. Arap kabilelerinin büyükleri onunla evlenmek için elçiler gönderdiler “Peygamber’in gelini olana, başkalarının gelini olmak yakışmaz” diyerek hepsini geri çevirdi.

Rubab Hatun İmam Hüseyin’in -s- acısıyla o hazretin şehadetinden sonra bir yıldan fazla yaşayamadı, bu bir yılı da hergün İmam’a ağlamak ve Kerbelâ şehidlerini anmakla geçti, Peygamber ailesinin katillerini lanetledi, Emevilerin çirkin yüzünü insanlara göstermeye çalıştı. Bu bir yıl boyunca yemeden içmeden kesildi, sıcağa soğuğa aldırmadı “Hüseyin” adını dilinden düşürmedi, gözünün pınarları kuruncaya kadar ağladı ve nihayet bir yılını doldurmadan “Hüseyin” diye diye Hüseyn’ine kavuştu.

Hz. İmam Hüseyn’in -s- Rubab Hatun’la kızı Sakine için söylediği iki beyit ünlüdür; bu iki beytin türkçesi mealen şöyle:

“Canıma andolsun ki ben

Rubab’la Sakine’nin misafir edildiği bir evi pek severim!

O ikisini pek severim ben ve kınanmam bu yüzden

Canım da fedadır onlara, malım da

Hiçbirşeyimi esirgemem o ikisinden!”

-*-

İmam Hüseyin -s- Pek Mert Ve Cömertti

Ceddi Hz. Muhammed’in -saa- büyük vasıfları Hz. Ali’yle Hz. Fâtıma’nın -s- eğitim ve terbiyesi Hz. Hüseyin’de -s- toplanmış ve onu mertlik, yiğitlik, fedakarlık, cömertlik, fazilet ve erdemin timsali kılmıştı.

İmam Hüseyin -s- de ceddi hz. Resulullah -saa-, babası Ali’yyul Murtaza ve annesi Sıddıkâ-i Kübrâ Fâtımâ-ı Zehrâ selamullah aleyhâ gibi eşsiz bir insan, inanılmaz bir kişilikti…

… Üsame’yle, İmam Hüseyin’in -s- hiçbir dostluğu yoktu, arası da hiç iyi değildi İmamla. Kendisini İmam Hüseyin’den -s- üstün görür, “ben, Hz. Resulullah’ın -saa- oğulluğu şehid Zeyd’in evladıyım!” diyerek övünürdü, “Hz. Resulullah -saa- çok genç olduğum halde Ebubekir, Ömer ve Osman’ın her üçünü de benim komutama vermiştir!” diyerek herkese büyüklük taslardı.

Üsame, İmam Hüseyin’le -s- kendisini aynı kefeye koymakta, “ben de onun gibi Hz. Resulullah’ın -saa- torunuyum, onun benden farklı tarafı nedir? demekteydi.

Hüseyin, Ali’nin -s- oğluysa, o da Zeyd’in oğluydu!

Hüseyin mücahidlerin imamı olmuşsa o da İslam ordularının komutanı olmuştu!

Ve Üsame de birçokları gibi kendisini Peygamber’in Ehl-i Beyt’iyle bir, hatta onlardan daha üstün görme hatasına düşmüş, nefsinin enaniyetine kapılıvermişti.

Bir gün Üsame’nin hastalanıp yatağa düştüğünü haber verdiler İmam Hüseyn’e. İmam, hemen kalkıp onun ziyaretine gitti. Üsame, ağır bir borcun altına girmişti, İmamı gördüğünde “bu borcumu ödeyemeden ölmek istemezdim” deyince İmam -s- borcunun miktarını sordu, Üsame “Altmışbin dirhem!” dedi. İmam “İçin rahat olsun” buyurdu, “Sen ölmeden bu borcunu ödemeyi ben taahhüt ediyorum!” Ve İmam, verdiği sözü tutarak Üsame’nin bütün borçlarını onun adına ödedi ve Üsame’yi borçlu ölmekten kurtardı.

İşte burada İmam Hüseyin’in -s- yolu, iddiacı inkılabçı komutanlardan da ayrılıyordu. Bu olayın da verdiği ipuçları dikkate alındığında, İmam Hüseyin’de devrimci geçinen beşerî ekollerin öncülerinde görülmeyen çok özel bir haslet ve meleke olduğu görülür: İster Lenin, Mao, Allende, Che Guevera vb. gibi sol olsun, ister Franco, Abdulkerim Reyfi, Enver Paşa, Atatürk, Abdulkadir Cezayiri vb. gibi sağ eğilimli devrim ve inkılap isimleri olsun, o hazretle kıyaslanabilmeleri bile mümkün değildir. İmam Hüseyin Üsame olayında çok farklı bir ahlak ve erdem örneği sergilemekte ve hem dostuna, hem düşmanına iyilikte bulunmaktadır. Salt inkılap ve devrim adamı olarak bilinenlerse dostlarına karşı sevecen, düşmanlarına karşıysa acımasız ve serttirler.

Hz. Hüseyin’in -s- yolu “cihad”ve “mücahede” yoludur, devrimcilik yolu değil…

-*-

Bir bedevi Arap Medine’ye gelip şehrin en cömert insanının kim olduğunu sordu “Hüseyin bin Ali”dediler.

Bedevi, İmam Hüseyin’i -s- camide buldu, namaz kılmakla meşguldü. Bedevi, İmam’ın namazını bitirmesini bekledi, selam verir vermez derdini anlatıp “Size bel bağlayan pişman olmazmış dediler” diye ekledi.

İmam -s- kalkıp evinin yolunu tuttu, bedevi de onu izlemedeydi. İmam evine ulaştığında bedevi kapıda durmuş, İmam içeri girmişti. Çok kısa bir süre sonra İmam, içinde dörtbin dinar sarılı bir bohçayla geri dönüp onu bedeviye verdi ve eğer az olursa onu affetmesini istedi! Bedevi neye uğradığını şaşırmıştı, bohçayı alıp “Böylesine mert bir insanın günün birinde toprağın bağrına gitmesi yazık olmaz mı?” diyerek şu mealde bir şiir okudu: “Mertlik ölür mü hiç? Cömertlik toprağın altında kalır mı? İnsanlığını toprağa gömebilmek mümkün müdür insanın? Mertlik güneşe benzer, geceleri gündüze çevirip insanların yolunu aydınlatır.”

-*-

İmam Hüseyin -s- şehid düştükten sonra onu toprağa vermeye gelenler sırtında koyu nasırlar gördüler, İmam Seccad “Babam geceleri sırtında yoksullarla yetimlere yiyecek taşırdı” dedi, “ceddimiz Emir’el Müminin Ali’den -s- Ehl-i Beyt imamlarına intikal eden hasletlerden biridir bu!”

Bu noktada da mücahidle inkılapçının yolları ayrılmaktadır: Mücahid yoksula ve fakire zaman ayırıp onlarla uğraşır, yardım eder, devrimciyse yoksullara yardım etmediği gibi “bu yardım yoksulların sosyal patlamasını ve devrim fitilinin ateşlenmesini önler” diyerek böyle bir yardımda bulunmak isteyenlere de engel olur.

Mücahid, hem bireyin saadetini ister, hem toplumun.

Devrimciyse “Birey topluma feda edilmelidir” der.

Sahi, bireyler topluma feda edildiğinde toplum kalır mı ortada?

-*-

Bir gün İmam Hüseyin -s- sokaktan geçerken kuru ekmek yiyen birkaç yoksul gördü; selam verdi. Onlar hazretin selamını alıp sofralarına buyur ettiler. İmam neşeyle onların sofrasına oturup “Yediğiniz şey sadaka olmasaydı ben de sizinle yerdim” buyurdu, “Ama biz Ehl-i Beyt’e sadaka haram edilmiştir.” Sonra da onları evine davet etti, hep birlikte İmam’ın -s- evine gittiler. İmam, evde ne varsa sofraya getirilmesini buyurdu, onları bizzat ağırladı, karınlarını iyice doyurup herbirine yeni giyecek ve bir miktar da para verdi.

-*-

İmam Hüseyin’den -s- şu rivayet aktarılır:

Ceddim Resulullah’ın -saa- şöyle buyurduğunu bilirim: Namazdan sonra en iyi amel, günah olmaması şartıyla bir mümini hoşnut edip onu sevindirmektir. Bir gün, bir köpekle yemek yiyen bir köle gördüm, nedenini sorduğumda “Ey Allah Resulü’nün oğlu” dedi, “Çok kederliyim, bu hayvancağızı hoşnut edersem Rabbimin de beni hoşnut edeceğini ummaktayım! Benim efendim olan zat bir yahudidir, ondan ayrılabileceğim anın arzusuyla yaşıyorum ben!”

Kölenin bu sözü üzerine İmam Hüseyin -s- onun efendisine gidip ikiyüz dinar vererek bu köleyi satın almak istediğini söyledi. Onun, İslam Peygamberinin evladı olduğunu gören adamcağız “O köle sizin kademinize feda olsun” dedi, “Sizi hoşnut edecekse şu bağı da ona bağışlıyor, ikiyüz dinarınızı da size iade ediyorum!” İmam “Ben de bunu size bağışlıyorum” buyurdu, yahudi bu bağışı kabul ettiğini ve onu kölesine bağışladığını söyledi, İmam “Ben de köleyi azad ediyor ve bu malları olduğu gibi ona bağışlıyorum” buyurdu.

Bu sahneye şahid olan ve olayı ilgiyle izleyen ev sahibinin zevcesi hemen kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu, “Bu iyiliklere karşılık ben de mihriyemi kocama bağışlıyorum” dedi. Bunu duyan yahudi, “Ben de İslam dinini kabul ettim” diyerek Müslüman oldu ve evini hanımına bağışladı.

Bütün bunlar İmam Hüseyin’in -s- hayırsever bir adımıyla bir günde olup bitivermişti: Bir köle azad olmuş, bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacı giderilmiş, iki kafir Müslüman olmuş, bir karı-koca arasındaki sevgi bağı güçlenmiş, samimiyet doğmuş ve niceden beridir kocasına sadık bir eş olan emektar bir kadın, bir evin maliki oluvermişti!…

-*-

Amr bin Âs’ın oğlu Abdullah’ın sahabenin zahidlerinden olduğu söylenir. Rivayete göre bir gün İmam Hüseyin’le -s- karşılaşan Abdullah, orada bulunanlara dönerek “Göklerde, yeryüzü ehli arasında en sevilen insanı görmek isteyenler buna baksınlar!” dedi ve esefle ekledi: “Ama ben, Sıffin olaylarından sonra onunla hiç konuşamadım artık!”

Onun bu sözünü duyan sahabeden biri (Ebu Said) Abdullah’ın elinden tutup onu İmam Hüseyin’in -s- yanına götürdü. İmam “Sen” dedi, “Benim, yeryüzünün gök ehli arasında en sevileni olduğumu bile bile Sıffin’de bana ve babama karşı kılıç çekip bizimle savaştın… Şunu bilmeni isterim: Allah’a yemin ederim ki babam benden daha üstündü!”

Abdullah ne diyeceğini bilemiyordu “Babam öyle emretti, ben de ona itaat ettim” dedi, “Babamıza itaat etmemizi bizzat peygamber emretmedi mi bize?”

İmam Hüseyin -s- bakışlarını Abdullah’a dikerek “Ama” buyurdu, “Kur’an-ı Kerim’de de “Eğer sizi kafir etmek isterlerse anne babanızı dinlemeyin” buyruluyor!”.. Kaldı ki bizzat Hz. Resulullah’ın -saa- “Günah konusunda kimseye itaat edilemez!” buyurduğunu da duymuşsundur. Bu durumda Allah’ın kullarını razı etmek için O’nun günah ve haram kıldığı şeyleri yapabilir mi bir Müslüman?”

-*-

Bir gün İmam Hüseyin’in -s- kapısını çalan bir arap, paraya ihtiyacı olduğunu ve Peygamber’in -saa- Ehl-i Beyt’inden -s- yardım istemeye geldiğini söyledi.

Kısa bir sohbetten sonra onun edebiyatçı ve yazar olduğunu öğrenen İmam “Babam Ali’den her insanın değerinin yaptığı iyi işlerle ölçülmesi gerektiğini duydum” buyurarak şöyle dedi:

– Ceddim Resulullah da -saa- “İnsanlara, bilgileri ve liyakatleri miktarınca iyilik ediniz buyurmuştur. Binaenaleyh ben de üç soru soracağım sana; üçünü de bilirsen, şimdi elime ulaşan şu altın akçe dolu keseyi vereceğim sana! Eğer ikisini bilirsen 2/3’ünü, birini bilirsen 1/3’ünü vereceğim!

Adamcağız hem mahçup olmuş, hem afallamıştı. Boynunu büküp:

– İlmin kaynağı sizsiniz! dedi. Ama eğer gerekli görüyorsanız sorun. Allah dilerse cevaplamaya çalışırım!

İmam tebessüm ederek sordu.

– En iyi amel nedir?

– İman!

– İnsanı mahvolmaktan ne kurtarır?

– Allah’a güvenmek.

– İnsanın süsü-güzelliği nedir?

– Sabırla içiçe olan ilim.

– Ya olmazsa?

– Cömertlikle içiçe bir servet ve zenginlik.

– Ya olmazsa?

– Direnç e tahammülle içiçe bir fakirlik.

– Ya o da olmazsa?

– O zaman bir yıldırımın tepesine düşüp onu oracıkta yakıp kül etmesi yaşamasından daha iyidir!

İmam Hüseyin -s- gülümseyerek elindeki altın akçe dolu keseyi ona verdi, bir de yüzük hediye etti ona. Kesede bin altın vardı, yüzüğün değeri 200 gümüş akçe ediyordu. Bedevi, hiç beklemediği bunca ihsan karşısında bir an afalladı, kendine geldiğinde ilk sözü “Allah, risaletini kime vereceğini daha iyi bilir!” oldu.

-*-

İmam Hüseyin -s- ağabeyi İmam Hasan’a -s- fevkalade saygı gösterir, onunla asla tartışmaz, onun her dediğini uygulardı. İkisinin de hayatta olduğu dönemlerde bu iki Ehl-i beyt imamı arasında bir kez olsun anlaşmazlığa şahid olmadı kimse, iki kardeş, bir kez olsun kırılmadı yekdiğerine! İmam Hasan’ın -s- yaptığı İmam Hüseyin’in -s- kabulüydü, İmam Hüseyin’in yaptığı da İmam Hasan’ın!

Ehl-i Beyt çiçeklerinden İmam Muhammed Bâkır’dan -s- şöyle rivayet edilir: İmam Hüseyin -s- ağabeyi Hz. Hasan’ı pek sever, pek sayardı, ona zerrece muhalefeti olmazdı. Bir gün İmam Hasan’ı -s- ziyarete gittiğinde bir kadının o hazrete ağlayarak birşeyler anlattığını, İmam Hasan’ın da -s- başını yere eğip ağlayarak onu dinlemekte olduğunu gördü. İmam Hüseyin de orada durup ağlamaya başladı. Kadın oradan ayrıldıktan sonra iki kardeş de ayrılıp evlerine gittiler ve İmam Hüseyinin -s- ağabeyine olan saygı ve terbiyesi bu ağlamanın nedenini sormasına engel olmuştu!

Bir gün İmam Hasan’la -s- sohbet ederlerken, İmam “Hüseyin” dedi, “dün rüyamda Yusuf peygamberi gördüm, onu kutlayarak Züleyha’nın ısrarları karşısında gösterdiği sabır, mertlik ve direncini övdüm” Bunun üzerine Hz. Yusuf “Ya Hasan” dedi, “Sen de o gün o kadının isteğini reddettin ve benim yaptığımın aynını sen de yaptın” dedi.

İmam Hüseyin -s- bir süre önce gördüğü o şaşırtıcı olayı hatırladı. Şimdi herşeyi anlamıştı. O evli olduğu halde kadınHhz. İmam Hasan’a -s- ilgi duyduğunu söylemiş, İmam’ın -s- onu reddetmesi üzerine ısrarda bulunmuş, onun ısrarı İmam’ın Allah korkusuyla ağlamasına neden olmuştu.

İmam’ın ağladığını gören kadıncağız da bu ısrarlı teklifinden dolayı pişmanlık duyup ağlamaya başlamıştı!..

-*-

O yıl İmam Hüseyin’le -s- ağabeyi İmam Hasan -s- yaya olarak Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı.

Yaya olarak haccetmeyi ahdetmiş, nezirde bulunmuşlardı.

Yolda onlarla karşılaşan Müslümanlar da bineklerinden iniyor, yaya olarak onlara katılıyorlardı.

Yaya olarak bunca yolu katedemeyecek olanlar da vardı.

Hz. İmam Hasan’dan -s- bir bineğe binmesini rica ettiler. İmam -s- “Biz yaya olarak hacca gitmeyi nezrettik” buyurdu “Bineğe binemeyiz. Birazdan yolumuzu ayırıp başka yoldan gideceğiz, dileyen bineğine binebilir o zaman.”

-*-

İmam Hasan’la İmam Hüseyin arasında benzeri görülmemiş bir saygı ve sevgi hakimdi. Düşünce ve fikirleri bunca aynı, davranış ve amelleri bunca uyumlu iki kardeşe rastlamak hemen hemen imkansız gibidir. İmam Hasan -s- Muaviye’yle barış anlaşmasını imzaladığında İmam Hüseyin -s- de bu anlaşmayı onaylamıştır. İmam Hasan gibi İmam Hüseyin de -s- Muaiye’ye biat etmemiştir. İki kardeş her zaman elele, her zaman yürek yüreğe durmuş, sözleri bir, tepkileri bir olmuştur.

İmam Hasan -s- şehid olduğunda Iraklılar İmam Hüseyn’e mektup yazıp Muaviye’ye karşı kıyam etmesi halinde kendisini destekleyeceklerini bildirdiler. İmam Hüseyin -s- bu teklifi reddederek “Benimle Muaviye arasında imzalanmış bir anlaşma var” dedi, “Muaviye hayatta olduğu sürece benim ahdime sadık olduğumu göreceksiniz!”

Evet, bu anlaşma, aslında İmam Hasan’la -s- Muaviye arasında imzalanan anlaşmaydı, ve İmam Hüseyin -s- ağabeyi İmam Hasan’ın -s- verdiği sözü, bizzat kendisinin verdiği bir söz olarak kabul etmişti!

Ve o, verdiği sözü çiğnemeyecek, kabullendiği bir ahdi bozmayacak kadar büyüktü…

-*-

Üsam bin Mustalak şöyle anlatır:

Medine’ye gittiğimde Hüseyin bin Ali’yi -s- gördüm. Onun yakışıklı, alımlı, nurlu ve heybetli yaradılışı kıskançlık duygularımı kabarttı, öteden beri ona karşı düşmanlık besliyordum, biz Şamlılar arasında Ali bin ebu Talib’i küçümseyici maksatla kullanılan isimlerin en ünlüsü “Toprakoğlu toprak” veya “Toprağın babası” anlamına gelen “Ebâ Turab”dı. Onu küçümsemek için “Sen Eba Turab’ın mı oğlusun?” diye sordum. Hiç rahatsız olmadan “Evet” dedi, bunun üzerine ağzıma geleni söyleyip hakarete başladım, o sessizce dinliyordu. Benim hakaret ve küfürlerim tamamlanınca başını kaldırıp bana baktı. Aman Allah’ım! Ne bakıştı o öyle?! Ben ona küfretmiştim ve o, sevgi dolu bakışlarıyla âdeta öpüp okşuyordu beni, “Sıkma canını” dedi şefkat dolu bir sesle, “Allah Teala her ikimizi de affetsin diyelim! Bu şehirde yabancısın galiba, bana misafir olursan pek memnun olurum, garip bir Müslümanı ağırlamaktan şeref duyarı. Bir isteğin, bir dileğin varsa söyle, elimden geleni yaparım inşaallah!”

Hayret ve mahçubiyetten donakalmıştım; o hemen anlamıştı bunu “Sana darılmadım” dedi, “Senin hiçbir suçun yok! Allah Teala seni affetti bile inşaallah, merhametlilerin en merhametlisidir O!”

Benim sustuğumu görünce “Şamlı mısın?” diye sordu, “Evet” dedim.

“Şam’da Muaviye’nin propagandaları seni bu hale getirmiş” dedi, “Asıl suçlu başkasıdır, sen değil! Söyle kardeşim, senin için yapabileceğim birşey var mı?”

O sırada yer yarılsa da beni yutsaydı keşke… Ölmeyi nasıl da arzuladım o sırada. Onun bakışlarıyla karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştım. O günden sonra benim nezdimde Hüseyin’le babası Ali’den daha değerli kimse olmadı.”

Evet, Hz. Resulullah’ın -saa- Ehl-i Beyt’inin beşinci nuru olan Hz. Hüseyin’dir bu… Dünyadaki hangi inkılapçıda, hangi devrimcide böyle bir ruh vardır sahi? Devrimci, kendisine hakaret edene şahin gibi saldırır. Halbuki İmam Hüseyin -s- kendisine yapılan hakarete sevgiyle karşılık ermekte, saldırgana buseler kondurmaktadır!

-*-

İmam Hasan-ı Müçteba hazretlerinin -s- huzuruna varan bir Müslüman kendisinin fakir olduğunu söyleyerek yardım istemişti. İmam Hasan -s- şöyle buyurdu:

– Yardım isteyen insan şu üç halde birinde olur; ya ağır bir borç altındadır, ya zilletli bir yoksulluğa düşmüştür, ya da zilletli bir diyetin altındadır. Senin durumun nasıl?

– Ben de bu üçünden birine müptelayım efendim!

İmam Hasan -s- yüz altın akçe vererek onun gönlünü aldı. Oradan ayrılan Arap, doğru Hz. Hüseyin’in -s- yanına gidip yardım isteğini tekrarladı. İmam Hasan’dan aldığı cevabın aynısını İmam Hüseyin’den almıştı! İmam “Ağabeyim sana ne kadar verdi?” diye sordu, Arap, yüz altın aldığını söyleyince İmam Hüseyin ona 99 altın bağışladı… Çünkü ağabeyi Hasan’dan öne geçmek istememişti Hüseyin!..

Her iki kardeş de mertlik ve yiğitlikte birbirine denk, insanlara yardım ve şefkatte yekdiğeriyle tıpatıp aynıydı… Yoksulun elinden tutar, fakiri doyurur, çıplağı giydirir, kimseye öfkeyle davranmazlardı. İnsan yetiştiren bir okuldu her ikisi de… Ameli ve emeli insaniyet timsaliydi her ikisinin de! Kötülüğe ve kabalığa iyilikle ve incelikle karşılık veren bu büyük insanlar, iyilik ve inceliğe, nezaket ve terbiyeye nasıl karşılık veriyordu acaba?!

-*-

İmam Hüseyin’in -s- evinde hizmetçilik yapan bir cariye bir gün bir demet gül verdi İmam’a. İmam Hüseyin -s- gülü alıp “Seni azâd ettim” buyurdu. Bu sırada orada bulunan Enes “Bir demet gül verdi diye onu azad mı ettiniz?” diye hayretle sorunca “Bu” buyurdu, “Allah Tealâ’nın bize verdiği bir terbiyedir, Rabbimiz bizi böyle eğitip yetiştirmiştir ey Enes, biz, yapılan her iyiliğe, daha iyisiyle karşılık veririz, onun takdim ettiği hediyeden daha güzel olan tek şey, onun hürriyetiydi!”

-*-

Hüseynî okulda iyiliğin karşılığı “daha güzel bir iyilik”tir!

Evet, insanlık okulu budur işte!

Hümanizm türküleri söyleyenler; Hüseynî okulla tanıştıklarında susarlar.

Susar ve saygıyla eğilirler yerlere kadar…

Muhammed’in -saa- Ehl-i Beyt’inin (a.s) okulunda iyiliğe daha güzel bir iyilikle karşılık vermeyenler insan sayılamazlar ve iyiliğe kötülükle karşılık verenlerse çakaldan daha aşağılık bilinirler…

-*-

Nâfi Erzef, hâriciler güruhunun reisiydi. İmam Ali’yi -s- kafir bilen ve o hazrete düşmanlık besleyen bir güruhun reisi olarak bir gün Hz. İmam Hüseyin’e -s- gidip “Allah’ı bana anlat hele!” dedi kaba bir tavırla. İmam Hüseyin -s-

– Allah’ı gözle göremezsin! buyurdu ve ekledi: O’nu yarattığıyla kıyaslayamazsın! O, herkese yakındır, ama madde değildir; herkesle birliktedir, ama bir cisim gibi kimseye yapışık değildir. Pek üstün ve yüce bir mevkidedir O, ama kimseden uzak değildir. Birdir ve tektir, bölüşmez, ayrışmaz. Ayetleri, O’nu tanıtmaktadırlar. Ayetleri O’nun nişaneleri, O’nun alâmetleridir. O’ndan başka ilah yoktur, Yüce mi yücedir O; her nevi eksik ve kusurdan münezzehtir.

Nafe “Ne de güzel konuştun!” deyince İmam “Duydum ki” buyurdu, “Beni , babamı ve ağabeyimi kafir bilirmişsin?..”

Nafe “Evet, öyle düşünüyordum” dedi, “Ama siz, İslam önderleri, hak imamlar ve dinin yol gösteren kılavuzları ve parlak yıldızlarısınız!”

-*-

Bir gün İmam Hüseyin’in -s- Kâ’be’nin yanında Allah’a şöyle yakarmakta olduğunu gördüler:

” Ya Rabbim! Sen nimetlerini tamamladın bana, ben şükrünü hakkıyla yerine getiremedim ve sen bu yüzden nimetlerini almadın benden. Hastalığa yakalandığımda sabır ve tahammül göstermedim, ama sen hastalığımın sürmesine dayanamadın, Sencileyin kerem sahibinden, kerem ve lütuftan başka şey görülmez elbet!”

-*-

İnsanlık Şâhikası

İmam Hüseyin’in -s- insanlık camiasına sunduğu örnek davranış ve “insanlık şâhikası”, hiçbir din ve hiçbir okulda benzerine rastlanmayacak fevkalâde bir şeydir.

Hiçbir ideoloji ve dinde ikinci bir “Hüseyin” yoktur.

Şehid olduğu gün susuzdu Hüseyn…

Niceden beridir bir yudum su içmemişti o gün…

Susuzluk… Hele kızgın güneşin altındaki o dayanılmaz susuzluk insanın takatini tüketir, hışmını ve öfkesini artırır, intikam duygusunu kamçılar.

Aşura günü sabahından itibaren Hz. Hüseyin -s- hep hareket halindeydi. Bir lâhza olsun dinlenmemiş, sürekli savaşmıştı.

Böylesine çetin ve namertçe bir savaş, her yiğidin canını sıkar, her mert savaşçının öfkesini artırır.

Er meydanına çıktığında yalnızdı.

Yapayalnız.

Ne yardım edecek biri vardı, ne güvenebileceği bir emin… Bütün yârenleri gözlerinin önünde savaşa savaşa şehid düşmüşlerdi. En azizleri öldürülmüştü gözlerinin önünde… Kundaktaki yavrusuna bile acımamışlardı. Bütün sevdiklerini elinden almış, hakaretler etmiş, incitmişlerdi onu bütün gün..

Bir insanın havsalasının alabileceği her acıyı, her belâ ve felâketi tatmış, bilfiil yaşamıştı bir günde…

Bir insanı koca nehrin kenarında susuz bırakırlar da öfkelenmez mi?

Kurttan kuştan bile esirgenmeyen Fırat’ı peygamber çiçeğinden esirgerler de rahatsız olmaz mı?

Bir insanın bütün sevdikleri gözlerinin önünde birer birer doğranır, kundaktaki bebesi kollarında oklanır, eşinin, ablasının ve kızlarının bu çakallar sürüsüne esir düşeceğini görür de dertten – kederden bağrı bin parça olmaz mı?

Bütün bunlar her insanı öfkeden çılgına çevirir, intikam duygularını kamçılar elbet…

O kızgın güneşin altında bunca felâketi yaşayıp da susuz savaşmak, her savaşçı için zor, her insan için tahammülü çetindir elbet.

İşte bu şartlar altında İmam Hüseyin -s- meydana çıkıp kendisiyle teke tek savaşacak bir er istedi.

Onca zulme, onca ezaya uğramış, bütün azizlerini suya bile doyuramadan birer birer kaybetmiş ve şimdi susuzluktan dili damağına yapışmış bir insan için ölümüne bir savaştan başka çare kalmış mıdır?

Savaşmak için er meydanındadır şimdi. Ama intikamcı değildir o. Kompleks ve ukde yabancıdır Hüseyn’e. Ceddi Resulullah -saa- gibi o da bütün varlığıyla sevgi ve şefkat doludur.

Eşsiz bir insanlık örneğidir Hüseyin…

Onun er istemesi üzerine Yezid ordusundan Temim adlı ünlü savaşçı çıktı meydana.

Kıyasıya vuruştular.

Çok geçmeden Temim’in ayağı bir kılıç darbesiyle yere düştü.

Temim acılar içinde yere kapaklanmıştı.

İmam ona yaklaşıp baktı.

Temim’in tepesine bir kılıç darbesi değil, hiç beklemediği yıldırım gibi bir soru inmişti:

– Yardım etmemi ister misin Temim?

Temim neye uğradığını şaşırmıştı. O şartlarda savaş meydanında hiç beklemediği bir davranıştı bu. Acı ve hayretle buruşan yüzünü utançla yere eğip

– Kabilemin adamlarını yardıma çağırın!.. dedi. Onlar gelip götürür beni…

İmam’ın kendisini öldürmeyişine halâ inanamıyordu…

İmam, Yezid ordusuna seslenip Temimoğullarını çağırdı. Gelip yaralılarını götürdüler.

İmam Temim’in canını bağışlamıştı!

Elinizdeki kitabın ileriki bölümlerinde, İmam’ın bu tür inanılmaz mertliklerine daha çok şahit olacaksınız.

İnsanlık şahikasında duran Hüseyin -s- için alelâde mertliklerdir bunlar…

Damarlarında Muhammed’le -saa- Ali’nin -s- kanını taşıyan ve Kevser kadını Hz. Fâtımâ-ı Zehrâ’nın -s- ellerinde yetişen biri için alelâde davranışlardır bunlar…

Evet, sırf yiğitliğiyle yiğit olan en bahadır insanlar bile, o dayanılmaz şartlar ve onca zulüm karşısında düşmanını yere serdiğinde zerrece acımaz… Gözünü kırpmadan kellesini alır oracıkta. Mazlum ve susuz öldürülen azizlerini hatırlayıp onların intikamını alır hemen.

Kimse de bu yüzden kınamaz onu.

Hatta intikam alabildiği ve kelleler üzerine kelleler yığabildiği için adı dillere destan olur.

Hüseyin de bir destanlar kahramanıdır zaten.

Ama o, hiçbir kahramanın yapamayacağı kahramanlıklar göstermekle ünlü bir ailenin oğludur.

Kin ve nefret yakışmaz ona.

Ölümü hakettiği halde, pençesine düşürdüğü düşmanını aman dilediği için serbest bırakır!..

Aman dilenen düşmanının canını bağışlar…

Evet… “Örnek insan”ı görmek isteyenler Hz. Hüseyn’e -s- bakmalıdırlar. Örnektir o. Gerçek anlamda insan olmanın canlı bir timsalidir Hüseyin -s-.

-*-

Muharrem’in 7. günü…

Yezid orduları kendi hayvanlarından esirgemedikleri suyu, Hz. Resulullah’ın -saa- Ehl-i Beyt’ine kesiyorlar.

İmam Hüseyin -s- çocukları ve yârenleri Fırat’ın biraz ötesinde, ama susuzdurlar…

Birkaç kırbada kalan az miktardaki su, herkes arasında bölüştürülür.

O sıcakta bir avuç su kimseye kâr etmez…

İmam Hüseyin -s- susuz olduğu halde kendi payına düşen suyu içmez, küçük çocuklara ayırır.

Hz. Zeynep de -s- ağabeyinin yaptığını yapar ve suyunu çocuklara verir.

İmam Hüseyin -s- bir tavır koyar da, Ali’nin “Fazilet ve erdem timsali” olan yiğit.

Abbas’ı onu izlemez mi?

Ebu’l Fâzıl Abbas da -s- aynı şeyi yapar!..

Özveridir bu.

Bütün insanlığa bir fedakarlık dersidir.

Kendisini değil, başkalarını düşünmek, zayıf ve güçsüz olanları kendisine tercih etmek insanlığın en doruk noktasıdır. Hele zorsa… Pek çetin, pek dayanılmazsa…

“Ev için elzem olan kandil, mescide revâ değildir” derler. Kendisi birşeye pek muhtaç olan birinin, onu başkasına vermekle mükellef olmadığı imâ edilir bununla.

Hz. Hüseyn’in -s- okulu böyle değildir.

Kendisi susuzdur, Zeyneb’i susuzdur, Abbas’ı susuzdur… Hem de pek susuz… Ama kendi suyunu çocuklara verir ve Allah’ın rızasını kazanır onlar… O günden sonra bir yudum su dahi bulamayacaklarını bile bile hem de!..

“Allah’la alışveriş”tir bu işte…

Komunizm okulu “fakiri daha da fakirleştiri, zengini fakir kıl!” der

Hüseynî okulsa “yoksulu zengin kıl, ihtiyacı olanın ihtiyacını gidermeyi prensip edin!” der.

Önceki “Halkı devletin kölesi ve uşağı kıl!” derken, beriki “Devlet, halkın hizmetkârı olmalıdır!” der.

Biri “İntikam al, vur, öldür, hapset, acıma, yak, yık, varını yoğunu yağmala!” der, diğeri “Affet, vurma, öldürme, dirilt, serbest bırak, evini başına yıkma, kimseyi yağmalama!” der.

 

 

*1 – Hz. Ali’nin -s- şehadet haberi şam’a ulaştığında, onun namaz kılarken terör edildiğini duyan çoğđu Şamlı Müslüman “Ali namaz kılıyor muydu ki?!!” diyerek hayretini gizleyememiştir. Y. Bendiderya.

*2 – Roma imparatorluğu- İ. Bendideryâ.