Hz. Fatıma’nın Çileli Hayatı – 2
(2. Bölüm)
İsmail BENDİDERYA/Erenler 2
Sevgili Resul! Eve geldiğinde kırk karanlık geceden sonra âdeta güneş doğmuş gibi oldu. Evim ışıl ışıl aydınlandı birden. Yüreğim aydınlanıverdi hâsılı. Asıl, senin varlığını damarlarımda hissetmeye başladığım o an, yaşadım kendimdeki “nur”u ben.
Aklımın köşesinden dahi geçiremezdim bunu. Nasıl tasavvur edebilirdim ki bir çocuğun, henüz rahimdeki bir ceninin, annesiyle konuşacağını?! Allah’ı tesbih ve takdis edeceğini?! Allah’ın selâmı ona ve sevgili eşime olsun; Hz. İsa Peygamber’in kundaktayken konuştuğunu, Allah’ın birliğini ve kendisinin de O’nun Resulü olduğunu kundaktan haykırdığını duymuştum ve bunu belleğime sığdırabileceğim en büyük mucize olarak düşünürdüm her zaman. Ama bir ceninin, henüz ana rahmindeki bir bebeğin, annesiyle konuşacağını, ona teselli vereceğini ve babasının peygamberliğini tasdik edip şahadet getireceğini nasıl düşünebilirdim ki?!
Hem sonra; onun benim bebeğim olması, beni muhatap alması… Anlatabilmek kabil değil bu heyecanı; bu mutluluğu dile getirebilmek mümkün değil inan…
Bu sonsuz mutluluğu nasıl yüreğimde saklı tutacağım şimdi ben?!
Bu muazzam bebeği karnımda nasıl taşıyabiliyorum ben sahi?!
Benim vücudumla birlikte olduğun o birkaç ay, hayatımın en güzel günleriydi yavrum… Canlara can veren o latif sesini duyacağım lahzaları ve o berrak sözlerini söylemeye başlayacağın anları gece gündüz iple çekerdim.
O birkaç ayın nasıl geçtiğini ve doğum sancısının ne zaman gelip çattığını fark etmedim bile… Ama bütün hamile kadınları korkutan o lahza gelip çatınca ben de Mekke kadınlarını yardıma çağırdım doğrusu… Ne var ki Kureyş ve Haşimoğulları kadınları yüz çevirdiler benden, ümidimi kestiler kendilerinden…
Acılar içinde kıvrandığım, yapayalnız ve yardıma muhtaç olduğum o lahzalarda azarladılar hatta beni: “Abdullah’ın yetimiyle evlenme demedik miydi sana? Seninle evlenmek isteyen bir sürü zengin var, demedik mi?! Soyluluk ve eşraflığın kurallarını çiğneme! O göz alıcı servetini yetim Muhammed’in fakirliğiyle birleştirerek Kureyş’in görkemine halel getirme, demekten dilimizde tüy bitmedi mi?” dediler ve eklediler acımasızca:
“Yine de bildiğini yaptın sen… Çek şimdi bakalım! Tat acısını yapayalnızlığın şimdi! Git de bebeğini inziva ebesi doğurtsun bakalım; aklın başına gelir belki o zaman!”
Çok kırıldım doğrusu… Ama, ne diyebilirdim ki onlara! O karanlık kadınlar, peygamberlik nurunun ne olduğunu nereden bilebilirler ki?! Ahmedî bir evliliğin ne olduğunu ne bilsin onlar?! Muhammed’in ahlâk ve kişiliğini nasıl anlayabilirlerdi ki hem?! Muhammedî huy ve tıynetin büyüklük ve azametini nasıl idrak edebilirdi o zavallı bedbahtlar?!
O yeryüzü kadınları, semavî bir kocanın ne demek olduğunu nereden bileceklerdi?!
Eve döndüm. Doğum sancısıyla gittiğim yerlerden, doğum ve yalnızlık adlı iki sancıyla döndüm… Bir yerine, iki sancıyla kıvranıyordum şimdi.
Ama Peygamber… Zerrece telâş yoktu onda. İki ayağı yerde, iki eli göklerdeydi öylece…
Ben ne kadar tedirgin ve telâşlıysam o, bir o kadar sâkin ve huzurluydu. Onun sâkin ve huzurlu oluşu bana da huzur veriyordu.
Birden kapının açıldığını gördüm. Selvi boylu, buğday tenli, nurânî yüzlü dört güzel ve saygın kadın girdi içeri.
Aman Allah’ım! Kim bu kadınlar böyle?!
İçimden geçenleri okumuşçasına konuşmaya başladı içlerinden biri:
— Korkma Hatice! Rabb’inin sana gönderdiği dostlarız biz, senin bacılarınız hepimiz…
Ben biraz sakinleştikten sonra sözlerini sürdürdü:
— Ben Sârâ’yım… İbrahim Halilullah’ın zevcesi…
Dudaklarından tebessümü hiç eksilmeyen öteki nur yüzlü, hâlâ kulaklarımda çınlayan o unutulmaz sesiyle kendisini tanıttı:
— Ben de Meryem’im… İmran’ın kızı ve İsa Ruhullah’ın annesi…
Pek sevecen ve samimî bakışları olan üçüncüsü:
— Ben Asiye’yim, dedi… Mezahim’in kızı, Firavun’un eşi ve Musa’ya gönülden inanmış olan…
İstisnaî bir salâbet ve metanete sahip dördüncüsünün de Musa Kelimullah’ın sevgili ablası “Gülsüm Hâtun” olduğunu anlamıştım.
“Rabb’imiz, her kadının diğer kadınların yardımına muhtaç olduğu zor anlarında sana yardım etmemiz için gönderdi bizi.” dediler.
Sârâ sağıma, Meryem de soluma oturdu. Asiye karşımda, Gülsüm de başucumda durdu.
Kendimin değil, senin Yüce Allah indindeki makamının ne kadar büyük ve önemli olduğunu işte o zaman anlayarak: “Hatice!” dedim içimde, “Karnındaki şu bebeği Yüceler Yücesi Rabb’ul-âlemîn çok seviyor olmalı ki, dünya kadınlarının en ulularını ona ebe olarak göndermiş, baksana!”
Annelerin bebeklerini herhangi bir doğumla ebeye bırakır bir yükten kurtulurcasına değil, bir ananın kucağından diğer bir ananın kucağına aktarırcasına o dört büyük kadına bıraktım seni.
Ve, derken sen tertemiz ve pırıl pırıl bir hâlde geldin şu dünyaya. Temiz mi temiz, mutahhar mı mutahhar, pâk mı pâk… Mekke senin dünyaya gelişinle aydınlandı; yeryüzü senin nurunla nura gark oldu o an…
Bugün bile diğer cennetliklerden çok daha büyük bir özlem ve hasretle seni görmeyi bekleyen on hurî vardı odamda; melih gözler, çarpıcı bakışlarla; ellerinde ibrik ve leğenlerle… Kevser suyunu ilk kez orada gördüm ben; ancak onlar söyledikten sonra anlayabildim onun su olduğunu, Kevser olduğunu… Keza, Peygamber (s.a.a) senin “Zühre” olduğunu ve Rabb’ul-âlemîn senin “Kevser” olduğunu buyurmadan öncesine kadar Zühre ve Kevser’in sen olduğunu da bilmiyordum ben.
Peygamber-i Ekrem; “Güneşe uyun, onda arayın hidayeti.” buyuruyor ve; “Güneş batınca aya, ay batınca Zühre’ye, Zühre de batınca iki kutup yıldızına uyun.” diyordu.
Bu hidayet nurlarının kimler olduğunu sorusuna da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cevabı şu olmuştu:
— Ben güneşim, Ali aydır, Fatıma Zühre (Venüs) ve Hasan ile Hüseyin de iki kutup yıldızı.
Ve Allah Teala sevgili Resulüne; “Biz sana Kevser’i verdik.” buyurunca Kevser’in sen olduğunu anladım. Benim kızım gibisini doğurmuş değildir hiçbir ana…
O muhterem hâtunlar seni Kevser suyuyla yıkadılar ve cennetten getirdikleri o sütten beyaz, misk ve amberden daha hoş kokulu iki elbiseye bürüdüler seni.
Cennete geri dönüşüne hazırlanman için Esma’yı o cennet kâfurunu getirmeye gönderdiğin, Rabb’inle görüşmeye hazırlanmak için en güzel elbiselerini giydiğin, kıbleye doğru uzanıp beyazlara büründüğün ve Esma’ya bir süre sonra gelip sana seslenmesini, cevap vermeyecek olursan sevgili babana kavuştuğunu bilmesini söylediğin şu sırada, senin için cennetten gönderilen o doğum elbiseleriyle o Kevser suyunu ve o unutulması imkânsız, tatlı lahzaları hatırladım birden… Birkaç günlük bir ikâmet için cennetten gelmiş olduğun o yeryüzünden, dertler ve kederlere boğulmuş bir hâlde ayrılmaya hazırlandığın şu sıralarda, tıpkı on sekiz yıllık kafesinden kurtulup bize doğru kanatlanmaya can atan yaralı kuş gibisin…
Kızım! Canım Yavrum benim! Ey kadınlar içinde Allah’ın en üstün ve emsalsiz kıldığı Betül’üm! Ey dünyadan yaka silkmiş olan, dünyevî bağlardan kendisini kurtarmış bulunan biricik yavrum! Ey benim ahiret kızım! Sen, ey cennetlik yavrum benim! Ey Allah’ın her nevi çirkinlik ve pisliklerden münezzeh kılmış olduğu Betül’üm! Canım yavrum! Dünya ehlinin “kadının yaratılış sırrının ne olduğu”nu bilmesi için Allah Teala seni birkaç günlüğüne emanet gönderdi onlara. Kadının yaratılış sırrı neydi? İnsanoğlunun yüceliş sınırları nereye kadardı? Bunları insanoğluna anlatabilmek için gönderdi seni. Biliyorum kızım! Evet, haberim var, insanların Allah’ın emanetine neler ettiklerinden; Allah Resulü’nün (s.a.a) biricik yavrusunun başına neler getirdiklerinden… Vücudumun parçasına, ciğerpâreme, biricik yavrucuğuma ne eziyetlerde bulunduklarından, seni nasıl incittiklerinden haberim var. Biliyorum kızım, hepsini biliyorum! Gel artık! Gel de acı ve keder dolu şu ömür yükünden kurtul artık!
Melekler saf durmuş, senin gelişin için dakikaları saymada.
Hurîler bütün cenneti gözyaşlarıyla çırağan etmişler.
Gel! Gel de cennet ve ehlini şu hasretle bekleyişine bir son ver artık!
Gel de babanın kollarında huzur ve sükuna kavuş artık!
Selâm sana! Selâm yılmak bilmeyen eşine!