Cömert kimse Allah’a, insanlara ve cennete yakındır. el-Bihar, 73/308/37 Hz. Muhammed (s.a.a)

İmam Ali’nin (as) Son Günleri

İmam Ali’nin (as) Son Günleri

Hz. Ali’nin (a.s) geçireceği son Ramazan… Bu Ramazan ayı diğerlerinden çok farklıydı. Onun nazarında apayrı bir sevinç ve sefa taşıyordu. Ali’nin (a.s) ailesi ise, bir üzüntü ve endişe içindeydi. Çünkü bu Ramazan ayında Ali’nin gidişatı pek değişmişti, hiç bir Ramazanda böyle olmamıştı o…

Burada, onun yine kahraman olarak karşımıza çıktığı bir diğer niteliğinden söz edeceğiz…

Şimdi sözü kendisine bırakalım; Hz. İmam Ali (a.s) şöyle anlatıyor:

Müslümanlara hitaben “İnsanlar sanırlar mı ki inandık derlerde öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar? Andolsun ki biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah doğruları bilir, yalancıları bilir…”‌[1] ayet-i kerimesi nazil olunca Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmet arasında büyük fitneler başlatan oyunları ve Müslümanların büyük imtihanlarla sınanacağını sezerek “Ya Resulullah, bu ayet-i kerimede neye işaret olunmaktadır?”‌ diye sordum, “Ümmetim benden sonra sınanacak”‌[2] buyurdular. Daha sonra “Ya Resulullah, Uhud’da, Hamza b. Abdulmuttalib başta gelmek üzere 70 kişi şehit oldu, onlar Uhud kahramanlarıydılar. Ben bu feyizden mahrum kaldığım, onlarla birlikte Uhud’da şahadete erişmediğim için ziyadesiyle üzüldüm, muzdarip oldum”‌ dedim.[3] Bunun üzerine “Üzülme”‌ buyurdular, “Orada şehit olmadın, evet, ama sonunda Allah yolunda şehit olarak göçeceksin bu dünyadan.”‌

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) “Ya Ali, sen şehit olacaksın elbet, ama şehadet anında sabrın nasıl olacak dersin?”‌ buyurduğunda Ali (a.s) “Sabrımı değil, şükrümü sorun ya Resulullah, şükrederim elbet”‌ diye cevap vermekte…

Sabrın sırası değil; vakit şükretme vakti; şahadete sabırsızım, şahadetime şükrederim elbet, demekte Ali…

Son Ramazan ayı; Ali (a.s) için apayrı bir mana, apayrı bir sefa taşımakta… Ehl-i Beytiyse hüzünlü, üzgün… Kaygılı ve endişeli…

Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) haber verdiği olaylar vuku bulmakta, Ali’ye bildirdiği alametler birbirinin ardı sıra meydana çıkmaktadır… Kimi zaman bu alametler zuhur etmekte, Ehl-i Beyt (a.s) ve yakın ashabı üzüntüye boğulmaktadır…

Şaşılacak şeyler söylemekte, şaşılacak şeyler anlatmaktadır Ali (a.s)…

Her zamankinden farklı bir hali vardır son günlerde.

Bu son Ramazan ayında, ömrünün son günlerinde her gece bir eve iftara gitmekte,[4] fakat çok az yemek yemektedir. Çocukları üzüntüden ne yapacaklarını bilmez bir haldedirler, çok sevmektedirler babalarını çünkü… Sonunda onun bu haline dayanamaz “Babacığım, neden bu kadar az yediniz?”‌ diye sorarlar, o da her zaman olduğu gibi: “Rabbimin huzuruna boş mideyle çıkmak istiyorum…”‌ der… Bu cevap üzerine onun bir beklenti içinde olduğunu anlarlar, önemli ve yakın bir bekleyiş içinde olduğunu sezerler…

Kimi zaman başını kaldırıp gözlerini göğe çevirir ve “Bana haber veren sevgili Resulullah (s.a.a) doğru söylemiştir elbet, onun sözü doğrudur, verdiği haber yalan değil; olacak, yakındır, yakındır…”‌ derdi.

Ramazanın 13. günü bir alametten daha söz etti, üzüntüleri artırmıştı bu. Cuma günüydü, hutbe okuyordu…[5] “Hüseyin, evladım, bu ayın bitmesine kaç gün kaldı?”‌ diye sordu. Hz. Hüseyin (a.s) on yedi gün kaldığını söyleyince eliyle kendi sakalını gösterip “Yakındır…”‌ dedi, “Bu sakalın yakında bu baştan akan kanlarla kızıla boyanacağı vakit yakındır…”‌

Ramazanın on dokuzuncu günü çocukları gecenin bir vaktine kadar onun yanında kaldılar, daha sonra İmam Hasan (a.s) hazretleri kendi evine gitmek üzere oradan ayrıldı. Hz. Ali (a.s) de kendi musallasında idi.[6] Tan yeri ağarmamıştı ki Hz. Hasan (a.s) tekrar babasını yoklamaya geldi, doğruca musallanın bulunduğu tarafa yürüdü. Emir-ül Mü’minin Ali (a.s) Hz. Fatima’t-üz Zehra’dan (a.s) olan evlatlarına özel bir saygı gösterirdi; Hz. Resul-i Ekrem (a.s) ve onun biricik evladı Hz. Fatıma’ya (a.s) olan saygısını Hz. Fatıma’nın (a.s) çocuklarının varlığında korumuştu. Hz. Hasan’ın (a.s) geldiğini görünce “Oğul”‌ dedi, “Şuracıkta oturmuş, Rabbimle raz-u niyazla meşgulken uyku bastı beni bir ara… Rüyamda Hz. Resul-i Ekrem’i (s.a.a) gördüm, “Ya Resulullah, senin bu ümmetin çok eziyetler eder bana, pek üzerler beni, yüreğim kan ağlamakta bunların elinden”‌ dedim. Bunun üzerine bana “Lanetle”‌ buyurdular, ben de lanetledim “Allah’ım! Beni bu ümmetten al ve başlarına liyakatsiz birini gönder…”‌ dedim”‌[7]

Gerçekten düşündürücüdür bu… Ümmet Ali’ye uyum sağlamıyor, onu dinlemiyor, kendisine yardımcı olmuyordu. Onun gösterdiği yolda yürümeye yanaşmıyordu kimse… Ali’nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı elbet; Cemel, Sıffin… Ona biat edenler biatlarından dönmüş, Aişe dostlarıyla onun üzerine yürümüştü, kanlar akmıştı… Öte yandan Muaviye… Olmadık hileler, olmadık ihanetler, desiseler, cinayetler… Ali’nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı ümmetin elinden…

Muaviye dünyanın gelmiş geçmiş en hilekar insanlarından biriydi gerçekten, bir dehaydı bu hususta… Ali’yi (a.s) en çok neyin üzeceğini gayet iyi biliyor, özellikle ateşi körüklüyordu… Bir diğer mesele de Haricilerdi, donuklaşmış zihniyetler, ruhsuz mukaddeslerdi… Onlar da asi olmuşlardı onca dindarlıklarıyla(!) iman(!) ve ihlaslarıyla(!)… Ali’yi (a.s) tekfir edecek, onun dinden çıktığını öne sürecek kadar dindar bir güruh!!!

Neler gördü, neler yaşadı Ali (a.s)…

Onun uğradığı musibet ve karşılaştığı zorluklar, katlandığı eziyet, çektiği sıkıntı, uğradığı baskı ve gördüğü ihanetler gerçekten korkunç ve dayanılmazdır. Bunlar mütalaa edildiğinde, meselenin ayrıntıları irdelendiğinde dağları çökertecek bunca musibet ve şiddetli hadiseler karşısında Ali’nin (a.s) gösterdiği tahammül ve mukavemete şaşırmamak elde değil doğrusu…

Üstelik bunları söyleyebileceği, içini döküp derdini anlatabileceği kimse de yoktur…

Yalnızdır…

Rüyasında Hz. Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) görmekte ve “Ya Resulullah! Ümmetin kana boğmakta yüreğimi, pek üzmekteler beni, ne yaparım ben bunlarla?!”‌ diye şikayette bulunmaktadır Hatem-i Enbiya’ya…

“Oğulcağızım, ceddin Resulullah (s.a.a) lanetle, dedi bana, ben de lanetledim; Allah’ım, dedim bir an önce canımı al benim, ve bunlara layık oldukları bir yönetici musallat et!”‌

Evet, laneti de farklıdır onun, pek düşündürücüdür…

Bu sözler onun çektiği sıkıntıları, dayanılmaz eziyetleri, içini kan ağlatan dertleri dile getirmektedir…

Hz. Hasan’la (a.s) bu konuşmadan sonra dışarıya çıkarlar, bu sırada ördeklerin bağrıştığını duyar “Evet”‌ der “Şimdi ördekler bağrışmakta; fakat çok geçmez birazdan insanlar bağrışıp ağlaşacaklar burada”‌[8]. Bunu duyunca onun gitmesine mani olmak istediler, evlatları önüne geçip “Babacığım, bırakmayız seni, gitme bugün camiye, bugün yerine başkasını gönder lütfen.”‌ dediler. Ama o gitmekte kararlıydı; önce bu ısrarlar karşısında yeğeni Cu’de Bin Cubeyre’yi cemaat kıldırması için göndermeye niyetlendiyse de sonra çabucak vazgeçti bundan “Kendim gitmeliyim”‌ dedi. Onun bu kararlı tutumunu görünce “O halde izin verin, yanınızda birisi bulunsun bari”‌ dediler, bunu da kabul etmedi, yalnız gitmek istediğini söyledi… Onun için bambaşka bir seherdi bu…

Mutluluk seheriydi onun…

Yaralandıktan sonra o haliyle yatağında yatarken, olayı bizzat şöyle tabir etmektedir: “Allah’a yemin ederim ki başıma inen bu darbe aşığın sevgilisine kavuşması oldu, tıpkı benim gibi.”‌[9]

Evet, gecenin zifiri karanlığında, çölün ortasında çadır kurup konaklayabileceği bir kuyu başı arayan kimse gibidir tıpkı… Böyle birisi aradığı su kuyusunu bulunca nasıl sevinirse Rabbine kavuşmak da onu öylece sevindirmektedir işte. Hafız’ın dediği gibi:

“Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.

Gecenin o zifiri karanlığında ab-ı hayat verdiler bana

Gece ne kadar da kutlu, seher ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi.

O kadir gecesinde ben berat aldım işte.”‌

Evet… “Kendim giderim…”‌ dedi, başkasını istemedi yanında; yalnız tek başına gitmek istedi…

Sevinçli, heyecanlıydı…

Büyük bir hadisenin vuku bulacağını biliyordu, daha önceden kimi alametlerden söz edilmişti kendisine, nitekim Nehc-ül Belağa’da: “Bu işin batınından haberdar olabilmek, meselenin künhüne varabilmek için çok uğraştım, ama Allah Teala gizli kalmasını istedi.”‌ der.

Evet, sonunda camiye varır, minareye çıkıp ezanı bizzat okur, “Allah-u Ekber!”‌ feryadı yükselir minareden. Ezan okuduktan sonra tanyeriyle vedalaşır, “Ey seher”‌ der, “Ey tanyeri! Ali dünyaya geldiğinden bu yana bir gün olsun ondan önce uyandın mı sen? Bir kez olsun Ali uykudayken tanyeri ağarmış şafak onu uykuda yakalayabilmiş midir? “Evet ey şafak, Ali’nin gözleri hep kapanacak, ebedi bir uykuya dalacaktır artık…”‌

Minareden inerken şöyle der:

“Kitaplar, ayetler sahibi Allah yolunda cihad eden mü’mine yol açı.,

Allah’tan başkasına kulluk etmeyen ve camilerde insanları uyandıran mücahidin yolunu.”‌[10]

Evet… Son ana kadar kendisini “Mücahit bir mü’min”‌ olarak tanımakta ve tanıtmaktadır.

Öte yandan onu seven herkes derin bir kaygı ve endişe içerisindedir; Ali (a.s), bu bağrışmalardan sonra ağlama sesleri duyacaklarını söylemiştir onlara. O gece kimsenin gözüne uyku girmemişti, herkes müteessir, herkes tedirgindir “Bu gece ne olacak, ne gibi bir hadise vuku bulacak?”‌ kaygısı hakimdir; evlatları “Babamızın başına bir şey mi gelecek yoksa?!”‌ endişesi içinde kıvranmaktadırlar. Ve namaz vakti… Sabah namazının kılındığı bir sırada bütün şehir bir feryatla çalkalanır:

“Andolsun Allah’a, hidayet rükünleri sarsıldı;

takva sancakları düştü;

ürvet-ül vüska (sağlam ip) koptu;

Mustafa’nın amcası oğlu öldürüldü;

seçilmiş vasiy öldürüldü;

Aliyyi murtaza öldürüldü;

kötülerin en kötüsü öldürdü onu.”‌

Vela havle vela kuvvete illa billah’il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah’a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)


[1]- Ankebut, 1-2.

[2]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 154.

[3]- Hz. Ali (a.s) Uhud savaşına katıldığında 25 yaşındaydı ve Hz. Fatımat-üz Zehra (a.s) ile henüz evlenmişlerdi; bir de çocukları -İmam Hasan Müçteba- vardı. Yeni evlenen gençler genellikle iyi bir ev kurmak ve nispeten rahat bir hayat ortamı hazırlamak isterler kendilerine, en büyük arzuları budur… Oysa bir de Ali’ye (a.s) bakınız; onun en büyük arzusu Allah yolunda şehit olabilmektir!..

[4]- Diğer Ramazan aylarında da her gece bir eve iftara gidiyor olabilir.

[5]- Kasette düşüklük vardır.

[6]- Herkesin kendi evinde bir yeri ibadet etmek için seçmesi müstehaptır. Hz. Ali de halife olduğundan ve devamlı dar-ül imarede bulunduğundan kendine ibadet etmek için bir yer seçmişti. Genellikle geceleri uyumaz ve burada ibadetle meşgul olurdu. Günlük işlerinden vakit buldukça buraya gelir, halvet eder ve Rabbül Alemin’e hamd-u senada bulunup raz-u niyaza koyulurdu.

[7]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 68.

[8]- Keff-ul Gumme, c.1, s. 437 ve Muntehe-l Amâl, s.172, Emir’ül Mü’min’in ahvali.

[9]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 147.

[10]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.3, s.310