İki mümin karşılaştığında onların en faziletlisi diğerini daha çok sevendir.Kafir, c. 2, s. 127 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

İmam Câfer Sadık (a.s.)’ın Hayatından Dersler

İmam Câfer Sadık (a.s.)’ın Hayatından Dersler

İmam Câfer Sadık (a.s.)’ın  Hayatından Dersler

İsmail Bendiderya – Mehdi Rahimî

Bir Güneş Doğuyor, İmamet Semasında

Rebiü’l-evvel ayının 17. günü, Ehl-i Beyt dostları için pek kutlu ve mübarek bir gündür. Bundan 14 asır önce bu mübarek günde, Allah’ın son elçisi, nebiler ve resullerin efendisi, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a.) dünyaya gözlerini açmıştı…

Aradan 2 asra yakın bir zaman geçtikten sonra da, aynı günde, o yüce zatın pâk ve mutahhar soyundan bir yüce zat daha dünyaya gözlerini açıyordu…

O gün, zamanın imamı ve asrın hidayet meşalesi İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s.) evi neşeyle doluydu…

Ceddi Resulullah’ın (s.a.a.) yüce dinini tüm insanlık âlemine tebliğ edecek, Allah’ın has kullarını eğitip yetiştirecek mübarek bir bebek geliyordu dünyaya… 

Medine, yeni bir güneşin daha doğuşuna şahit olmadaydı, insanlık âleminin ufkunda…

Güneş soyundan olan bu güneş çocuğun adını "Câfer" koydular, ceddi Resulullah’ın (s.a.a.) bildirdiği gibi tıpkı…

Künyesi "Ebu Abdullah", lakabı "Sadık" idi.

Babası, müminlerin beşinci imamı, İmam Muhammed Bâkır (a.s.); annesi, çağının nadide müminelerinden olan Ümmü Ferve’dir. İmam (a.s.), annesini anlatırken; "Yaşadığı devrin en takvalı, en mümin ve en iyiliksever kadınlarındandı." buyurmuştur.

İmam Câfer Sadık (a.s.), Hicrî 83 yılının rebiülevvel ayının 17. günü dünyaya gözlerini açmış, 65 yıl yaşamış, H. 114’te başlayan imameti, H. 148’de noktalanan ömrüyle 34 yıl sürmüştür. Bu müddet zarfında Hişam bin Abdulmelik, Velid bin Yezid, Yezid bin Velid, İbrahim bin Velid ve Mervan-ı Himar gibi zalim Emevî halifelerinin, keza Seffah ve Mansur Devaniki gibi Abbasî halifelerinin zulüm ve gaspla dolu iktidarlarına şahit olmuştur.

Kendisinden sonra imamet meşalesini, oğlu İmam Musa Kâzım (a.s.) taşımıştır.

Yedi oğlu, üç kızı olmuştur.

İmam Sadık (a.s.), sevgili dedesi İmam Zeynelabidin’in (a.s.) hayatta bulunduğu dönemde dünyaya geldi; geceleri aziz dedesi ve sevgili ninesinin Kur’an tilaveti, duaları ve münacatlarına şahit olarak yetişti. Babası İmam Muhammed Bâkır’ın (a.s.) türlü hadiseler ve zorluklarla geçen hayatında ona daima destek verip yardımcı oldu. Babasıyla birlikte defalarca hacca gitti. Şam yolculuğu sırasında ve gaddar Emevî halifesi Hişam’ın zulüm sarayında da babasını yalnız bırakmadı.

İmam Sadık (a.s.) çok oruç tutar, çok namaz kılar, sürekli Allah’ı anardı. Malik bin Enes, bu gerçeği belgeleyen insanlardan biridir; "Onu ne zaman gördüysem ya oruçluydu, ya namazdaydı, ya da zikirle meşguldü." der ve şöyle ekler: "İmam Sadık (a.s.), çağının en çok ibadet eden zahitlerindendi. Pek çok hadis naklederdi; çok güzel konuşurdu, konuşmaları pek faydalıydı. ‘Resulullah buyurur ki…’ derken hali değişiverirdi. Bir hac yolculuğunda onunla birlikteydim, ihrama bürünürken hali öyle değişti ki artık ‘lebbeyk’ diyemiyordu, neredeyse bineğinden düşecekti; "Ey Resulullah’ın oğlu! Lebbeyk deyiniz, demezseniz olmaz ki…" dedim. İçinde bulunduğu o ulvî manevî haliyle; "Nasıl lebbeyk diyeyim?! Ya karşılık olarak ‘La lebbeyk! La sa’deyk!’ derse, ne yaparım?!" dedi." 

Ehl-i Beyt İmamları, babaları Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) yüce ahlakına sahiplerdi. Etraflarını saran müminlere daima; "İslam’ı dilinizle değil, amelinizle tebliğ edin." buyurur ve herkesten önce bizzat kendileri bu prensibe uyuyorlardı.

İslam’ın emrettiği her konuda herkesten öndeydiler onlar; amel etmedikleri hiçbir mâruf, uzak durmadıkları hiçbir münker yoktu. İnsanları dâvet ettikleri her iyiliği önce kendilerini yaparlar, insanları men ettikleri hiçbir işi kendileri yapmazlardı.

Bu ilahî insanlar, taşıdıkları ihlas, iman, ilim ve diğer insanî erdemlerden dolayı müminlerin gönlüne taht kurmuş, aradan geçen asırlara rağmen onlara duyulan ilgi ve sevgide zerre kadar azalma olmamış, hatta zaman geçtikçe kişiliklerinin boyutları daha iyi anlaşıldığından sevgileri gönüllerde daha bir yer etmiştir.

Biz bu yazımızda, İmamet semasının 6. güneşi olan İmam Câfer Sadık’ın (a.s.) insanî erdemler yönünden ne denli yüce bir makama sahip olduğunu açıklamak gayesiyle, bu İmam’ın nurlu hayatından tarih kitaplarında yer alan bazı kıssa ve öyküleri aktaracağız.

Helâl Kazancın Önemi

Abdulalâ şöyle anlatır: "Çok sıcak bir gündü, İmam Sadık’ı bir işin peşine giderken gördüm; "Efendim!" dedim, "Allah’a ve Resulü’ne sizin kadar yakın birinin bu sıcakta bunca zahmete katlanması neden?!" diye sordum. İmam; "Sen ve diğerlerine muhtaç olmamak ve kendi alnımın teriyle helâl rızk edinmek için!" diye cevap verdi."

* * *

Ebu Amr Şeybanî de İmam’la ilgili bir hatırasını şöyle anlatır: "Hava pek sıcaktı, İmam Sadık (a.s.) hiç de yumuşak olmayan bir elbise giymiş, elindeki kürekle bahçede çalışıyordu. Tepeden tırnağa ter içinde olduğunu görünce; "Canım efendim!" dedim, "Küreği bana verin de ben çalışayım, siz dinlenin biraz." İşini hiçbir zaman başkalarına yaptırmaktan hoşlanmayan İmam (a.s.); "Rızk kazanmak için güneşin kavurucu sıcağına bizzat kendim tahammül etmek isterim." diyerek çalışmaya devam etti."

* * *

İmam Sadık (a.s.), yakın adamlarından olan Musadif’i ticaret maksadıyla Mısır’a göndermiş, sermaye olarak da kendisine bin dinar para vermişti.

Musadif, bu parayla mal alıp develere yükledi ve Mısır’a giden bir kervana katıldı. Yolda, Mısır’dan dönen bir kervanla karşılaştılar. Mısır’da piyasanın durumunu sorduklarında; "Sizin götürmekte olduğunuz bu mallar, Mısır piyasasında az bulunduğu için çok değerlidir." dediler. Bunun üzerine, Musadif ile diğer tüccarlar kendi aralarında anlaşarak, Mısır’a vardıklarında mallarını yüzde yüz kârdan daha aşağı fiyata satmamaya karar aldılar ve bu kararlarını uyguladılar. Satış tamamlanınca, Musadif tam bin dinar kâr etmişti.

Medine’ye varır varmaz, her birinde bin dinar bulunan iki keseyle İmam Sadık’ın (a.s.) huzuruna varıp; "Biri sizin verdiğiniz sermaye, diğeri de kârı!" dedi.

Keseyi eline alan İmam (a.s.); "Bu kâr çok fazla!" dedi, "Nasıl kazandın bunca parayı?!" dedi.

Musadif olayı baştan sona olduğu gibi anlattı.

İmam (a.s.); "Suphanallah!" buyurdu, "Malınızı iki katından az kâr etmeyecek şekilde satabilmek için aranızda anlaştınız öyle mi?!" Sonra da önündeki keselerden birini alıp; "Bu, benim verdiğim sermayeydi." buyurdu, "Ötekini al, benim öyle insafsızca elde edilen kâra ihtiyacım yok! Ey Musadif! Şunu bil ki, helâl yoldan rızk kazanmak, kılıç kuşanıp savaşmaktan daha zordur!"

Toplumsal meselelere Önem vermek

Ehl-i Beyt dostlarından olan bir Müslüman’la akrabaları arasında miras konusunda bir anlaşmazlık çıkmıştı. Derken, iş kavgaya vardı. Bu sırada İmam’ın yakın adamlarından olan Mufazzal da oradan geçmekteydi. Hadiseyi görünce kavga eden tarafları ayırdı, ikisini de yanına alıp evine götürdü ve dört yüz dirhemle anlaşmalarını sağlayıp parayı da kendisi ödeyerek onları barıştırdı. Taraflar barıştıktan sonra Mufazzal; "Bu para benim değil, İmam Sadık’ındı; İmam (a.s.), Ehl-i Beyt dostları arasında ihtilaf olduğunu görürsem, onların arasını bulabilmek için bu paradan harcamamı emretmiştir bana!" dedi.

Zalimlere Karşı Tepki Göstermek

Harun bin Cehm şöyle anlatır: "Gaddar ve gasıp Abbasî halifesi Mansur Devaniki’nin Kûfe yakınlarında askerî amaçlarla yaptırdığı Hire şehrindeydik. Zalim Mansur, İmam Cafer’i (a.s.) zorla buraya getirmiş ve gözaltına almıştı. Burası, şehirden ziyade büyük bir askerî kışla idi aslında. Halifenin bu şehirdeki komutanlarından biri, bir gün verdiği bir ziyafete İmam’ı da çağırdı. Şehrin bütün ileri gelenleri ve üst düzey yetkililer de oradaydı. Yemek sırasında misafirlerden biri su istedi; su yerine, bir kadeh şarap koydular önüne. İmam (a.s.), bu sahneyi görür görmez yerinden doğruldu ve; "Hz. Resulullah (s.a.a), şarap içilen sofrada oturan kimsenin Allah’ın rahmetinden uzak ve melun olduğunu buyurmuşlardır." dedi."

En Güzel Üslupla İnsanları Uyarmak

Halife Mansur’un emriyle bir bayram münasebetiyle, herkese bir şeyler verilmedeydi. Şagranî de bir şeyler alabilmek umuduyla koşup gelmiş, ama kendisini tanıyan birini bulamadığından hiçbir şey alamamıştı. Dedelerinden biri Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) azat ettiği bir köle olduğundan Şagranî de, "Resulullah’ın azatlı kölesi" anlamına gelen "Mevla Resulullah" lakabıyla tanınmadaydı. Bu nedenle Şagranî, kendisini Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) yakınlarından sayar ve bu lakapla iftihar ederdi.

Kalabalık arasında kendisini tanıyan birini bulmaya çalışırken İmam Sadık’ı gördü. Hemen İmam’a yaklaşıp, beytülmalden kendisine bir pay verilmesine yardımcı olmasını rica etti. İmam (a.s.), onun bu ricasını hemen yerine getirerek yetkililerin bulunduğu odaya girdi ve çok geçmeden Şagranî için aldığı payla geri döndü. Beytülmalden aldığı payı Şagranî’ye verirken; "İyi işi kim yaparsa iyidir; ama sen kendini, biz Resulullah’ın (s.a.a.) ailesine mensup bildiğin için, senin yapman daha iyidir. Keza, kötü işi kim yaparsa, kötüdür; ama bize olan yakınlığın nedeniyle, senin yapman çok daha kötüdür." buyurdu ve tebessüm ederek Şagranî’den ayrıldı.

Şagranî neye uğradığını şaşırmış, söyleyecek bir söz bulamamıştı. Demek ki, İmam (a.s.) onun herkesten gizlediği sırrını biliyor ve Şagranî’nin içki içtiğinden haberi olduğunu yüzüne vurmuyordu. Tenha bir yerde bu hatırlatmayı ona yapmış, üstelik onun bu ayıbını bildiği halde, kendisine yardımcı olmuştu.

İmam’ın bu bilgece mertliği karşısında bir an kendisine gelen Şagranî, pişmanlık duygusu içerisinde, başı öne eğik bir halde sessizce ağlamaya başlamıştı.

Bir an Bile Allah’tan Gafil Olmamak

Mesma’ bin Abdulmelik şöyle anlatır: "Minada İmam Sadık (a.s.) ile birlikte oturmuş üzüm yiyorduk; bu sırada bir fakir gelip yardım istedi. İmam, ona bir salkım üzüm ikram etti, ama adam bu ikramı kabul etmeyip para istedi. Bunun üzerine İmam; "Allah versin." diyerek onu saldı.…

Çok geçmeden başka bir fakir gelip yardım istedi. İmam ona üç üzüm tanesi verdi. Adam üzümleri alıp; "Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun, bana rızkımı ulaştırdı." diye şükretti. Bunun üzerine İmam fazlaca üzüm verdi; adam tekrar Allah’a şükredip; "Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun." dedi ve gitmek istedi. İmam, ona biraz beklemesini söyleyip yanındaki hizmetkârına döndü: "Ne kadar paramız var?" diye sordu. Yanılmıyorsam, yirmi dirheme yakın bir para dediler; İmam paranın hepsini alıp o fakire verdi. Adamcağız yine; "Allah’a hamd olsun." dedi, "Allah’ım! Şükürler olsun sana! Bu nimetler, hep sendendir; sen birsin, teksin; ne eşin var, ne ortağın!" Bunun üzerine İmam, tekrar onu durdurarak üzerindeki yeni bir elbiseyi çıkarıp ona giydirdi. Fakir adam; "Beni giydirip doyuran Rabbime şükürler olsun!" dedi ve İmam’a dönerek; "Allah senden razı olsun!" diye ekledi."

Mesma’; "Yanılmıyorsam" der, "o, bu son kez de İmam’a teşekkür etmeyip, yine sadece Allah’a şükretseydi, İmam ona yine başka ikramlarda bulunacak ve bu hal böylece sürüp gidecekti."

Kesinleşen İlahî Takdire Rıza Göstermek

İmam Sadık’ın (a.s.) yakın ashabından Kutayba, İmam’la ilgili bir hatırasını şöyle anlatır: "İmam’ın çocuklarından biri hastalanmıştı; ziyaret amacıyla evine gittiğimde İmam’ın kapı önünde durmuş olduğunu gördüm; pek mahzun ve üzgündü. Çocuğun durumunu sordum. "Vallahi gidici." dedi ve içeriye girdi. Bir süre sonra dışarıya çıktığında epey rahatlamış gibiydi, çocuğun iyileştiği düşüncesiyle sevinçle; "İnşaallah iyileşiyor?" dediğimde; "Rabbine kavuştu." buyurdu. Çok şaşırmıştım; "Canım sana feda olsun!" dedim, "Çocuk hastayken çok daha üzgündünüz." İmam gözlerini ufka dikerek; "Biz Resulullah ailesi" buyurdu, "bir acıya uğramadan önce tedirgin ve mahzun oluruz, ama ilahî takdir vuku bulur da kaçınılmaz kader tecelli ederse, yüceler yücesi Rabbimizin rızasına razı olur, O’nun takdirine canı gönülden teslimiyet gösteririz."

Hizmetçiye Karşı Şefkatli Olmak

İmam Sadık (a.s.) hizmetçilere ve kölelere karşı çok şefkatliydi. Hafs bin Ebu Aişe şöyle anlatır:

"İmam Sadık (a.s.), hizmetçisini bir iş için göndermiş, hizmetçi epey gecikmişti. İmam bizzat peşine gidip onu bir köşede uyurken buldu. Hemen yanı başına çöküp sabır ve şefkatle onu yelpazelemeye başladı. Hizmetçi uyandığında da; "Vallahi" buyurdu, "hem gece, hem gündüz uyuman doğru değil. Gecen senin olsun; gündüzlerini bize ayırman gerekmez mi?!"

Yoksullara Yardım

Muallâ bin Huneys der ki: "Karanlık bir gecede İmam Sadık’ın (a.s.) Benî Sâide Gölgeliği denilen yere doğru gittiğini gördüm. Orada büyükçe bir çardak vardı, şehrin yoksun ve dilencileri bu çardağın altında uyurlardı. İmamın peşine takıldım. Yolda, abasının altından bir şey düştü. İmam bir besmele çekerek; "Ya Rabbi!" dedi, "Yere düşen o şeyi şu kuluna ulaştırıver!"

Yaklaşıp selam verdim. "Muallâ, sen misin?" buyurdu. "Evet efendim." dedim. "Şuralara bir şey düştü, bak bakalım bulabilecek misin?" buyurdu. Aradım, birkaç ekmek buldum; getirip kendisine verdim. Abasının altında ekmek dolu büyükçe bir torba vardı, pek ağır olduğu belliydi. "Efendim, şu torbayı benim taşımamama müsaade etseniz?" diye rica ettim; razı olmadı. "Bu benim işim." dedi ve ekledi: "Ama dilersen, binimle gelebilirsin."

İmam’la birlikte Benî Saide Gölgeliği’ne gittik. Şehrin yoksulları birbirine sokulmuş, derin bir uykuya dalmışlardı. İmam onları uyandırmamaya özen göstererek her birinin abasının altına bir iki ekmek koydu, hiçbirini ihmal etmedi. Ekmekler bitince geri döndük. Yolda, dayanamayıp; "Efendim" dedim, "onlar Ehl-i Beyt dostlarından mıydı?" İmam; "Hayır." buyurdu, "Öyle olsaydı, çok daha fazla yardımımız olurdu onlara."

Hişam bin Salim de şöyle nakleder: "İmam Sadık’ın (a.s.) hiç terk etmediği bir âdeti vardı; gece yarısına doğru yanına para, yiyecek maddeleri, ekmek, et, vb. şeyler alır, bir torbaya doldurur, bizzat kendisi sırtlar ve Medine’nin yoksullarını dolaşarak onlara dağıtırdı. Onlar kendilerine bunca yardım eden o insanın kim olduğunu bilmezlerdi bile. Ancak İmam şehid olup beka âlemine göçtüğünde bu yardımların kesilmesi üzerine olayın farkına varıp kendilerine yıllardır yardım eden o esrarengiz iyilik meleğinin İmam Sadık (a.s.) olduğunu anladılar." (Biharu'l-Envar c.47, s. 20)

 

İmam Sadık’ın (a.s.) yakın ashabından biri, Lübnan topraklarında bulunan Cebel-i Âmil’de yaşıyordu. Bölgenin hatırı sayılır zenginlerinden olan bu Müslüman, hac için Mekke’ye giderken, yolu üzerindeki Medine’ye uğrayıp İmam’ı ziyaret etti ve İmam’a on bin dirhem vererek kendisine Medine’de bir ev satın almasını rica etti.

İmam parayı alıp Medine’deki yoksul seyyidlerle diğer yoksul Müslümanlar arasında paylaştırdı.

Adam hac yolculuğundan döndüğünde İmam’ın huzuruna çıkıp kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. İmam; "Evet." buyurdu ve ekledi: "Tapusunu da ister misin?" Adam; "Evet efendim." deyince, İmam ona bir kağıt verdi. Adam açıp okudu, kağıtta şöyle yazılıydı: "Câfer bin Muhammed, bu adama cennette bir ev satın almıştır; bu evin bir tarafı Hz. Resulullah’ın (s.a.a.), bir tarafı Hz. Emir’ül-Mü’minin Ali’nin (a.s.) ve iki tarafı da Hasan ile Hüseyin’in (a.s.) evine komşudur."

Bu ilginç tapu olayı karşısında hiç şaşırmayan adam, İmam’ın el yazısı olan mektubu saygıyla öpüp başına koydu ve; "Ben razıyım efendim." diyerek teşekkür etti. İmam; "Ev için verdiğin parayı da seyyidlerle yoksullar arasında bölüştürdüm." buyurdu. Lübnanlı Müslüman dua edip memnuniyetle Medine’den ayrıldı.

Ülkesine döndüğünde, İmam’ın el yazısının kefeni arasına konulmasını vasiyet etti. (Biharu'l-Envar c.47, s. 134)

 

Ehl-i Beyt Muhabbetinin Tesiri

Abbasî hükümetine bağlı emirlerden birinin Rufeyd adlı bir kölesi vardı. Emir, bir gün kölesine fena halde sinirlenerek onu öldürtmeye karar verdi. Meselenin farkına varan Rufeyd emirin sarayından kaçarak İmam Sadık’ın (a.s.) evine sığındı.

İmam Sadık (a.s.) köleyi yatıştırdıktan sonra; "Şimdi emire git ve ona selamımı söyledikten sonra Resulullah’ın (s.a.a.) evladının sana aman verdiğini bildir." buyurdu.

Rufeyd; "Aman efendim!" dedi telaşla, "Emir Şamlıdır, Şamlıların Ehl-i Beyt İmamlarına düşman olduğunu bilmez misiniz?! Ona sizin selamınızı söylersem, çok daha fazla öfkelenir."

İmam (a.s.); "Korkma!" buyurdu, "Git ve dediğim gibi yap!"

Rufeyd korku ve telaşla emirin sarayının yolunu tuttu, yolda karşılaştığı bir adamın; "Neyin var senin? Yüzünde ölüm izleri var gibi!" demesi üzerine korkusu kat kat artmıştı.…

Rufeyd bu korku içinde emirin sarayına gitti. İçeri girer girmez nöbetçiler onu tutuklayıp ellerini bağlayarak emire götürdüler; emir onun derhal öldürülmesini emretmişti. Cellat gelince Rufeyd; "Ya emir!" diye haykırdı, "Ben kendi ayağımla geldim buraya, size söylemek istediğim bir şey var, ama bu sırrı yalnız size söyleyebilirim!"

Emir, herkesin çıkmasını söyledi. Yalnız kaldıklarında Rufeyd; "İmam Câfer Sadık’ın (a.s.) selamını getirdim size." dedi, "İmam, bana aman verdiğini size söylememi istedi."

Emir pek şaşırmıştı. "Bu söylediklerinin doğruluğunu yeminle ispatlayabilir misin?" diye sordu. Rufeyd yemin edince, emir tekrar aynı soruyu sorup yeminini tekrarlattı. Emir pek sevinmişti. "Sen de benim ellerimi böyle bağlamazsan, kendimi affedemem!" diyerek hemen Rufeyd’in ellerini çözdü. Rufeyd emirin ısrarı üzerine, onun ellerini bağladı ve sonra da çözdü. Şamlı emir, parmağındaki yüzüğü çıkarıp onun parmağına taktı; "Bu benim mühürümdür." dedi, "Bundan sonra sen benim en yakın adamımsın, hazine sorumluluğu da sana ait, dilediğini yapabilirsin!"

Ehl-i Beyt’in velayetine sarılan Rufeyd, sadece ölümden kurtulmamış, emirin sarayında onun emini de olmuştu şimdi.

Allah ve Peygamber de Sevinir

İmam Sadık’ın (a.s.) dostlarından olan Necaşî adlı bir şahıs, dönemin iktidarı tarafından Ahvaz emirliğine atanmıştı. O bölgede yaşayan Şiilerden biri, İmam Sadık’a (a.s.) giderek Necaşî’nin bölgesinde kendisine on bin dirhem vergi ve haraç bağlandığını, kendisinin bunu verebilecek durumda olmadığını söyledi ve İmam’dan yardım istedi. İmam (a.s.), Necaşî’ye hitaben; "Kardeşini sevindir ki, Allah Teala da seni sevindirsin!" mazmununda bir mektup yazarak ona verdi. Mektubu alan adam Necaşî’ye gitti. Onunla yalnız kalınca, mektubu kendisine verdi. Mektubu saygıyla öpüp başının üzerine koyan Necaşî; "İsteğin nedir?" diye sorunca, adam; "On bin dirhem vergi ve haraç isteniyor, bunu verebilecek durumum yok benim." dedi.

Necaşî defterdarını çağırtıp; "Bu adama yazılan vergi ve haraç borcunu benim adıma yazın." dedi ve; "Gelecek yılki vergisini de benim hesabıma yazın." diye ekleyerek ona dönüp; "Şimdi seni sevindirebildim mi?" diye sordu. Adam; "Evet." dedi. Necaşî bununla da yetinmeyip ona kendi malından bir at, bir köle, bir cariye ve yeni bir takım elbise hediye etti. Necaşî, tekrar onu sevindirip sevindiremediğini sordu; olumlu cevap alınca, odasındaki halıyı dürerek; "Al, bu da senin olsun!" dedi.

Adamcağız, neye uğradığını şaşırmıştı; halıyı da alıp diğer hediyelerle birlikte oradan uzaklaştı.

Bir süre sonra Medine’ye gitmiş, ilk işi İmam’a uğramak olmuştu. Olup bitenleri anlattığında İmam’ın neşeyle kendisini dinlediğini görüp; "Efendim" dedi, "Necaşî’nin yaptıkları sizi de pek sevindirdi galiba!" İmam başını sallayıp; "Evet" buyurdu, "Allah’a yemin ederim ki o, Allah’ı ve Peygamberi’ni de sevindirmiş oldu!"

İmam (a.s.), yakın adamlarının hepsine bu talimatı vermiş, sıkıntıda olan Müslüman kardeşlerine yardım etmelerini, yoksulluk yüzünden onların zorba ve gasıp iktidarlara eğilmesini engellemelerini istemişti. (Biharu'l-Envar c.48, s. 174)

Biz Ahdimize Vefa Ettik

Emevîler zamanında devlet işlerinde çalışan bir genç, İmam Sadık’ın (a.s.) adamlarından olan Ali bin Ebî Hamza’ya giderek kendisini İmam’la görüştürmesini rica etti.

İmam, onun bu ricasını reddetmemiş ve genci huzuruna kabul etmişti. Genç; "Efendim" dedi, "ben Emevî iktidarında divan hizmetinde bulunarak epeyce mal mülk edindim ve kazandıklarımın helâl mi, haram mı olduğuna hiç aldırmadım. Şimdi hatamı anlamış bulunuyorum; bana bir yol gösterin, bu malları ne yapmam lazım şimdi?"

İmam (a.s.), karşısındaki genci şefkatle süzdükten sonra; "Evlat" dedi, "sen ve senin gibileri böylesine helâl haram demeden mal mülk edinip Emevîlere vergi ve haraç toplamamış, kalemlerini ve kılıçlarını onların hizmetine sunmamış, onların cemaat namazları ve toplantılarına katılmamış olsaydı, Emevîler biz Ehl-i Beyt’in hakkını gasbedecek gücü asla bulamazlardı. İnsanlar onlara yardım etmeyip onları kendi hallerine bırakmış olsalardı, Emevîler bugün bunca mal mülkün sahibi olabilir miydi gerçekten?"

Genç adam pek utanmıştı. "Haklısınız efendim." dedi mahcubiyetle, "Benim için hiçbir kurtuluş yolu yok mu?" İmam;

-Söylersem yapar mısın? diye sordu.

-Evet efendim.

-Bu yoldan kazandığın bütün mal mülk ve parayı ayır; hakkını yediğin insanları tanıyorsan, git onları bul ve haklarını ver; eğer tanımıyorsan, onların adına o malı sadaka olarak ver. Bunu yaparsan, cennete gireceğine ben söz veriyorum.

Genç adam kısa bir sessizlikten sonra başını kaldırıp; "Dediğiniz gibi yapacağım efendim." diyerek oradan ayrılıp Ali bin Ebî Hamza’yla birlikte Kûfe’ye gitti. Bütün mal varlığını satarak hakkını yediği insanların hakkını ödedi; geriye kalan malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak verdi. Sırtındaki gömleği de sadaka olarak verdiğinden, Ehl-i Beyt dostları kendi aralarında para toplayıp ona bir elbise almışlardı. Çok geçmeden genç adam hastalanıp yatağa düştü. Ali bin Ebî Hamza onu ziyarete gittiğinde durumu çok ağırdı. Genç adam gözlerini güçlükle aralayıp Ali’yi görmüştü. Onu tanıyınca; "Allah’a yemin ederim ki İmam Sadık (a.s.) verdiği sözüne vefa etti, İmam doğru söyledi!" dedi. Bu, onun son sözleri olmuştu.

Ali’yle arkadaşları cenazeyi gusledip kefenledikten sonra toprağa verdiler. Genç adamın kefen için verecek parası bile kalmamıştı. Ali bu işi tamamladıktan sonra Medine’ye, İmam’ın yanına döndü. İmam (a.s.) Ali’yi görür görmez; "Allah’a yemin ederim ki" buyurdu, "o genç cennetlik oldu ve ben verdiğim söze vefa ettim." Ali; "Doğrudur efendim." dedi yaşlı gözlerle, "O da bunu söyleyerek sizi doğruladı zaten!"

Kurtuluş İçin Sürekli Dua Etmek

Bir gün İmam Sadık’tan (a.s.) Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) soyundan olup, zuhur edecek olan Hz. Mehdi’nin (a.s.) zuhurunun bir an önce gerçekleşmesi için Allah’a dua etmenin ne kadar etkili olabileceği sorulduğunda, İmam tarihte vuku bulan bir hadiseye işaretle şöyle buyurdular:

İsrail Oğulları günah işlemiş, içlerinde bozukluk, fesat ve haram artmıştı. Bu nedenle Allah Teala dört yüz yıl Firavunları onlara musallat etti. Firavunların kanlı iktidarının üzerinden iki yüz otuz yıl geçmişti ki, İsrail Oğulları onların zulmü neticesinde Allah’a yönelip yakardılar; tam kırk gün boyunca, Allah’a el açıp gözyaşları içinde kurtuluş dilediler. Bu nedenle Allah Teala, Musa’yla Harun’a; "İsrail Oğulları’nı Firavun’un şerrinden kurtardım." buyurdu.

Evet, böylece Hz. Musa (a.s.) peygamberlikle görevlendirilmiş ve İsrail Oğulları’nın samimiyetle Allah’a el açıp yakarmaları neticesinde dört yüz yıllık azapları iki yüz otuz yıla indirilmişti.

O halde ey müminler, şunu biliniz ki sizler de canı gönülden adalet ister ve Hz. Mehdi’nin (a.s.) zuhuru için Allah’a el açıp gözyaşları içinde yakarırsanız, Hak Teala onun zuhurunu çabuklaştırır; aksi takdirde mukadder vakte değin bu zorluk ve sıkıntılar böylece sürüp gidecektir."

Günah İşlemeseydiniz Siz de Böyle Olurdunuz

İmam Sadık (a.s.) bir kafileyle birlikte hacca giderken ansızın kafilenin karşısına bir arslan dikildi. Kafile durmuştu, kimsenin yerinden kıpırdayacak mecali yoktu. Bu sırada Hz. İmam Câfer Sadık (a.s.) öne çıkıp arslana doğru ilerledi ve yoldan çekilmesini işaret etti. Bu işaret üzerine yırtıcı hayvan geri çekilmiş ve kısa sürede gözden kaybolmuştu.

Kafiledekiler bu inanılmaz olayın etkisiyle hâlâ şaşkın bir haldeydiler. İmam onlara yaklaşıp; "Bunda şaşılacak bir şey yok aslında!" buyurdu, "Günah işlemeseydiniz, siz de böyle olurdunuz (yırtıcı hayvanlar size itaat ederdi, çünkü Allah Teala insanoğlunu bütün hayvanların efendisi olacak şekilde yaratmıştır).

Gerçek Nasıl Ortaya Çıktı?

Muhammed bin Abdullah İskenderî, zalim Abbasî halifesi Mansur’a giderek, İmam Sadık’ın (a.s.) aleyhine şahitlikte bulundu; "Câfer bin Muhammed’in bir sırrını öğrendim." dedi, "Hizmetkârı Muallâ bin Huneys’e silah toplattırıyor, devleti yıkmayı plânlıyorlar!"

Mansur, amcası olan Medine valisi Davud’a bir ferman yazarak İmam’ı hemen tutuklatıp Bağdad’a göndermesini emretti.

İmam (a.s.) saraya getirildiğinde Mansur öfkeyle İmam’ın karşısına dikildi:

-Neden bana karşı isyan hazırlığı yapıyorsunuz?

İmam sakin bir şekilde cevap verdi:

-Bu, yalan bir haber.

-Yemin eder misin peki?

-Yemin ederim!

-"Yalan söylüyorsam namussuzum, şerefsizim" diyebilir misin?

-Şeriatin emrettiği şekilde yemin etmemi kabul etmiyorsun; şeriate aykırı yeminimi mi kabul edeceksin?!

Mansur pek öfkelenmişti:

-Bana bilgelik mi taslıyorsun yani?! diye haykırdı.

İmam olanca soğukkanlılığıyla cevap verdi:

-Biz ilmin madeni ve Kur’an ehliyizdir. Kur’an’ın bizim evimizde nazil olduğunu ve ilmin hakikat ve aslının bizde bulunduğunu bilmez misin?

-O halde durumu haber veren adamımı çağırtırsam, yine "hayır" diyebilir misin?

-Çağır!

Çok geçmeden halifenin emriyle Muhammed saraydaydı. İmam’la yüzleştirildiğinde, halifeye dediklerini tekrarladı. İmam:

-Benim bir ayaklanmaya girişmek için silah topladığım konusunda yemin edebilir misin? diye sordu.

-Evet; eşi, ortağı olmayan Allah’a yemin ederim!

İmam bu yemini kabul edemeyeceğini söyledi.

Mansur; "Nedenmiş o?" diye atılınca İmam:

-Çünkü Allah Teala’nın merhameti pek fazladır; O, Kerim ve bağışlayıcıdır. O’nu cemal isimlerinden biriyle anan kimse, O’nun bu sonsuz rahmet ve keremine uğrayarak kurtulabilir ve bu durumda gerçeği anlamak mümkün olmaz. Bu nedenle, böyle durumlarda yemin edenin; "Yalan söylüyorsam, Allah’ın gücü ve kudretinden çıkıp kendi güç ve kudretime (kendi halime) bırakılayım." demesi gerekir.

Muhammed bin Abdullah İskenderî, İmam’ın söylediği yemini aynen tekrarladı, ancak yemini biter bitmez olduğu yere yığılıverdi. Ölmüştü!

Bu inanılmaz olay karşısında dehşete düşen Mansur, İmam’dan özür dileyip saygı ve ikramla onu Medine’ye geri gönderdi.

Tanrılık İddiasinda Bulunan Kimse!

İmam Sadık (a.s.) döneminde sahtekârın biri tanrılık iddiasına kalkışmış, bazı cahil insanların zihninin karışmasına neden olmuştu. "Allah yaratıcı ise ben de yaratırım." diye bir kaba bir miktar toprak, su ve pis çamur koyuyor, birkaç gün sonra ortaya çıkan kurtçukları göstererek; "İşte!" diyordu, "Sizin tanrınız dokuz ayda ana karnında bir insanı yaratırken, ben birkaç gün zarfında birden fazla canlı yarattım!"

Durum İmam’a anlatıldığında şöyle buyurdu: "Ondan iki şey isteyin; bunları bilir ve yapacak olursa, ona inanacağınızı söyleyin: 1- Şimdiye kadar kaç canlı yarattığını sorun; yarattıklarının sayısını biliyor mu? 2- Eğer o yaratmışsa, yarattığı kurtlara emir versin, mesela onlara gittikleri yöne tam tersi cihette sürünmelerini söylesin."

İmam’ın dediğini yapıp ondan yarattığı canlıların sayısını sordular. Böyle bir soruyu hiç beklemeyen ve çamurdan çıkan kurtları o güne değin saymamış olan sahtekâr adam; "Sayının ne önemi var?!" diye meseleyi geçiştirmeye çalıştı, ama orada bulunanlar; "Yarattıklarının sayısından haberi bile olmayan bir tanrı olur mu?!" diyerek ikinci isteklerini bildirdiler ve hareket halindeki kurtların yönünü değiştirmesini istediler. Adamcağız neye uğradığını şaşırmıştı; "Onları ben yarattım, ama davranışlarına müdahele edemiyorum." dedi.

Orada bulunanlar hep birlikte güldüler. İmam’ın yönelttiği iki soru, hakikatin gün ışığına çıkmasına yetmiş, safdil ve cahil insanların şirk batağına saplanması önlenmişti.

Bizim Dostlarımız, Çirkin İfadeler Kullanmaz!

Amr bin Numan şöyle anlatır: İmam Sadık’ın (a.s.) dostları arasında çok zengin biri vardı. Medine’ye geldiğinde İmam’ın yanından ayrılmaz, İmam’a pek fazla sevgi ve saygı gösterirdi.

Bir gün kunduracılar çarşısında İmam’la birlikteydiler; Hintli kölesi de efendisinin ardı sıra yürüyordu. Bir ara arkasına dönüp kölesini çağıracak gibi oldu, bulamadı. Üç kez seslendikten sonra dördüncü defasında köle çıkageldi. Zengin adam onu görür görmez; "Ulan o… çocuğu, neredesin?" diye hışımla sordu.

İmam Sadık (a.s.) durup hayretle adama baktı, eliyle kendi alnına hafifçe vurup; "Fesuphanallah!" buyurdu, "Kölene küfredip annesini zinayla mı suçluyorsun sen?! İnsanlara küfür etmekte, iftirada mı bulunmaktasın?!"

Zengin adam bu çıkışı hiç beklemediğinden, afallamıştı; "Efendim" diye kekeledi, "Bunun annesi Müslüman değil ki, Hintli, Hindistan’ın müşriklerinden biri!"

İmam; "Bilmez misin" buyurdu, "Her milletin kendine göre bir evlilik ilişkisi vardır; böylece zinayı önlemiş olurlar kendilerince. Bu durumda (belli bir evlilik kuralına uyan ve evlenme örfünü kabul ve icra eden) böyle insanların çocuklarına zinazade denilemez! Benden uzak dur artık, bizim dostlarımız böylesine çirkin ifadeler kullanmaz!"

Bu uyarıdan sonra kimse bir daha İmam Sadık’ın (a.s.) o adamla birlikte yürüdüğünü görmedi.

Dâvette Ölçüyü Korumak

İmam Sadık’ın adamlarından olan bir saraççı şöyle anlatır: İmam (a.s.) Hire’de bulunduğu günlerden birinde benimle birkaç arkadaşı bir işle vazifelendirmişti. Akşam vakti işimi bitirmiş, yorgun bir halde gelip odamda uzanmıştım. Bu sırada İmam (a.s.) selam verip içeri girdi. Ben hemen doğrulup oturdum; kalkmamamı işaret edip yatağın kenarına oturdu, işimizi sordu, bitirdiğimizi söyledim. Bu sırada birilerinden söz açıldı. "Efendim, biz onlarla pek samimi olmuyoruz, çünkü bizden farklı inanç ve görüşlere sahipler." dedim.

İmam; "Onlar bizi sever." buyurdular, "Sizinle aynı görüşleri paylaşmadıkları için mi onlardan uzak durmaktasınız?" Ben; "Evet efendim." diye cevap verince; "Bizim de öyle inanç ve düşüncelerimiz vardır ki sizlerde yok; bu durumda bizim sizden uzak durmamız mı gerekir?!" buyurdular. Ben; "Hayır efendim." dedim. İmam (a.s.); "Allah Teala’nın nezdinde de öyle hakikatler vardır ki, bizlerde yok; bu durumda Allah Teala bizi kendine yakın bulmayıp da bırakır mı sence?!" Ben; "Vallahi hayır." dedim, "Artık onlardan uzak durmayacağım efendim." İmam şöyle buyurdular: "Müslümanları sevin, onlardan uzak durmayın. İmanın dereceleri vardır, kimi bir, kimi iki, kimi yedi derece imana sahiptir. Mesela, dört derece imana sahip birinden, yedi derece imana sahip birinin davranışları beklenemez, zaten Allah Teala da insanlara kaldıramayacakları şeyleri vazife kılmamıştır. Şimdi bir misal vereyim sana: Bir Müslümanın komşusu Hıristiyan’dı, İslam’ı tebliğ edip onun Müslüman olmasını sağladı. Ertesi gün erkenden adamın kapısını çalıp; "Haydi, abdestini al, sabah namazına gidiyoruz." dedi. Camiye gidip namazlarını kıldılar. Yeni Müslüman evine dönmek isteyince, komşusu; "Otur hele" dedi, "sünnetlerle tâkibatı da yerine getirelim." Adamcağız oturdu, gün ağarıncaya kadar ibadetle meşgul oldular. Güneş yükselince yeni Müslüman kalkmak istedi, ama öteki yine engel olup; "Öğlene bir şey kalmadı." dedi, "Otur, öğleni de kılalım, daha sonra birlikte gideriz." Adamcağız oturdu. Bu minval üzere yatsıya kadar camide kalıp bütün yevmiye namazlarını cemaatle kıldılar ve bütün sünnetleri yerine getirdiler. Ertesi gün Müslüman, yine komşusunun kapısını çalıp sabah ezanında onu camiye davet edince adamcağız; "Bak arkadaşım!" dedi, "Benim çoluk çocuğum var, yoksul biriyim ve çalışıp ailemin rızkını temin etmem gerekiyor. Sen sabahtan akşama camide otur ve kendi dinini kendine sakla, sana işi gücü olmayan boş bir adam lazım; ben değil!"

İmam Sadık (a.s.) bu misali anlattıktan sonra; "O adam" buyurdu, "komşusunu iyi niyetle Müslüman etti, ama ibadette aşırıya kaçarak yine iyi niyetle, onun bir günde İslam’ı terketmesine neden oldu. Her işin bir haddi, bir ölçüsü vardır, ölçüyü aşmamak gerekir!"

Emaneti Sahibine Ulaştırmak

İmam Sadık (a.s.), emanete fevkalade önem verir, diğer Ehl-i Beyt İmamları ve ceddi Hz. Resulullah (s.a.a.) gibi, bu konuda hiçbir müsamahada bulunmazdı. Nitekim İmam’ın çok güvendiği adamlarından biri olan ve aynı zamanda Mansur, Mehdi ve Harun Reşid gibi üç Abbasî halifesinin de hazinedarlığını yapmış bulunan Abdullah bin Sinan, bir gün camide İmam’a; "Ey Allah Resulü’nün evladı! Bana bırakılan emanetler arasında humus ve zekâtı verilmeyen mallar da oluyor, onları da olduğu gibi sahiplerine geri mi vereyim?" diye sorduğunda, İmam; "Herkes kendi malından sorumludur." buyurdu, "Bu, onların vazifesidir; senin vazifense, emaneti geri vermektir. Vallahi melun İbn-i Mülcem (Hz. İmam Ali’nin (a.s.) katili) bile bana bir emanet bıraksa ve ben o emaneti kabul etmiş olsam, emanetini asla alıkoymaz, istediği zaman kendisine geri veririm!"

Yalnız Allah Rızası İçin Yardım

İmam Sadık (a.s.), yakınları arasındaki yoksulları da mutlaka koruyup gözetir, hatta kendisine gereğince saygı ve hürmet göstermeyenlere bile yardım elini uzatmayı ihmal etmezdi. İmam’ın yakın adamlarından biri şu ilginç hatırasını anlatır:

"Bir gün İmam (a.s.), bana bir kese içinde bir miktar para vererek onu Haşim Oğulları’ndan falancaya vermemi, ama gönderenin kim olduğunu söylemememi tembihledi.

Ben, İmam’ın dediğini yapıp parayı Haşim Oğulları’ndan olan o Müslümana ulaştırdım. Adam parayı alınca; "Allah bu adamdan razı olsun!" dedi, "Kim olduğunu bilmiyorum ama, niceden beridir ailemin geçimini o temin ediyor. Halbuki Câfer bin Muhammed benim akrabam ve maddî durumu da elverişli, ama bana tek kuruş yardımı dokunmuyor!"

Akıllı Adam Kimdir?

Bugün dört Ehl-i Sünnet mezhebinden biri olan Hanefî mezhebinin imamı Ebu Hanife, İmam Sadık’tan (a.s.) ders almıştır. Asıl adı Numan bin Sabit olan Ebu Hanife; "İmam Sadık’tan ders aldığım o iki yıl olmasaydı, ben helak olurdum." demiştir. Bir gün İmam onu çağırarak sordu:

-Akıllı adam sence kimdir?

-İyiyle kötüyü ayırt edebilen kimse akıllıdır.

İmam tebessüm etti:

-Hayvanlar da iyiyle kötüyü bir dereceye kadar ayırabiliyorlar; bir hayvana yemek verip onu doyurur ve ona iyi davranırsan, o da sana iyi davranır ve seni sever. Ama bir hayvana eziyet eder de kötü davranırsan, senden hoşlanmaz, hatta saldırır. Demek ki hayvanlar da iyiyle kötüyü teşhis edebilmektedirler, şu farkla ki onlarda akıl melekesi yoktur.

Ebu Hanife; "O halde akıllı kimdir?" diye sorunca, İmam (a.s.) şöyle buyurdular:

-Akıllı kimse, iki iyi veya iki kötü şey arasından daha iyi veya daha kötüyü teşhis edebilendir. Akıllı insan, "iyi"yi "daha iyi"den; "kötü"yü de "daha kötü"den ayırır, kârlar ve zararlar arasında hangisinin daha kârlı, hangisinin daha zararlı olduğunu farkedebilir. Bunu sadece akıllı insan yapabilir işte; hayvanların becerebileceği bir iş değildir bu!

Helâl Rızk Elde Etmek İçin Çaba Göstermek

Bir gün İmam Sadık’a (a.s.), bir Müslümanın evinde oturup bütün vaktini namaz ve ibadetle geçirdiğini, bu şekilde rızkını Allah’tan beklediğini ve akşamları Allah tarafından kendisine rızk gönderilmesini istediğini söylediler.

İmam (a.s.); "Onun duası kabul olunmaz." buyurdu.

Yine bir başka gün İmam (a.s.), tanıdığı bir Müslümana halini sorunca adamcağız; "Dünyalık peşindeyim efendim; işim gücüm dünya olmuş!" dedi. İmam; "Dünyalığı niçin istiyorsun?" buyurdular. Adam; "Çoluk çocuğumun rızkını temin edip namerde muhtaç olmamak için, akrabalarım ve yakınlarım arasındaki yoksullara yardımcı olabilmek, ihtiyacı olana infakta bulunabilmek, Allah’ın evini ziyaret edebilmek için." deyince İmam; "Senin bu istediğin dünya değil, ahiretin ta kendisi!" buyurdular.

Fakir bir Müslüman, İmam Sadık’a (a.s.) gelip rızk için duada bulunmasını, kendisinin pek fakir olduğunu söyledi. İmam (a.s.); "Asla böyle bir duada bulunmam senin için." buyurdular. Adam bunun nedenini sorunca; "Zira" buyurdu, "Allah Teala insanoğluna rızk temini için çalışıp çaba göstermesini emretmiştir. Sense evinde oturup dua vasıtasıyla rızkının gelip sana ulaşmasını istiyorsun, bu olacak şey değildir!"

Evet, bugün falan veya filan insanın yüksek takva derecesinden söz edilirken onun geçimini nasıl sağladığı, etrafındakilere karşı tekebbür gösterip göstermediği, taraftarlarını hizmetkâr misali kullanmaktan hoşlanıp hoşlanmadığı gibi sorular hiç sorulmamakta, soranlar da, "Büyük insanların hikmet ve kerametleri vardır, onların yaptıklarının hikmetinden sual olunmaz!" denilerek hemen terslenmektedir. Gerçek hak aşıkları ise Allah Resulü’nün (s.a.a.) sünnetiyle ahlaklanmış kimseler olduklarından, kendi işlerini başkalarına yaptırmaktan ar eder, topluluk içinde diğerlerinden beslenen bir parazit değil, başkalarına da yardımcı kesilen, çalışkan ve emektar insanlar olduklarını gösterirler.

Bir gün hac yolculuğundan Medine’ye dönen Müslümanlardan biri İmam’ı ziyarete gitmişti. İmam (a.s.), yolculuklarının nasıl geçtiğini sorunca; "Bizim kervanda çok mümin ve takvalı bir zat vardı;" dedi, "sürekli ibadetle meşguldü, ne zaman bir yerde konaklayacak olsak, hemen abdest alıp namaza dururdu."

İmam; "Peki, onun işlerini kim yapıyordu?" diye sorunca, adam; "O sürekli ibadetle meşguldü, işlerini hep biz yapıyorduk." dedi. İmam; "O halde" buyurdu, "hepiniz ondan daha iyiymişsiniz; siz ondan daha fazla sevap elde etmişsiniz."

İslam’da Ruhbanlık Yok!

İmam Sadık’ın (a.s.) dönemi, İslam tarihinde çeşitli doğu ve batı ekollerinin türediği ve bunlardan etkilenen Müslüman ümmet arasında türlü görüşlerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Bilhassa Muaviye’yle başlayan Roma hayranlığı ve neticede bu hayranlığın getirdiği Helen kültürü Emevîlerden sonra Abbasîleri de etkilemiş, Abbasî halifelerinin batı felsefelerine, özellikle de "dinle siyaseti ayıran laik ve sömürücü Yunan mistisizmi"ne ağırlık veren eserleri hızla Arapça’ya tercüme ettirip piyasaya sürmelerine neden olmuştur. İsmi laiklik olmasa da, fiilî ve pratik anlamda laiklikten başka bir şey olmayan bu kültürel dayatmalar İslam’ı kendi özünden saptırmakta ve siyasî otoriteyi ellerinde tutan egemen halifeler, "dinin siyasete karışmaması gerektiği" şeklindeki telkinlerle Müslüman halkı iktidar ve yönetim mekanizmasından uzak tutmaya çalışmaktaydılar.

Hicret’ten yaklaşık yüz yıl sonra, yâni Hicrî 2. yy.’ın başlarında İslam ümmeti arasında kendilerini "sufî" olarak adlandıran bir grup meydana çıktı. Bu cemaatin özel bir yaşam ve inanç tarzı vardı; diğer insanları da bu tarz bir yaşama dâvet etmekte ve bunu gerçek İslam yolu olarak tanıtmaktaydılar. Onlara göre, insanlar dünya nimetinden tamamen uzak durmalıydı; iyi giyinmek, iyi yemekler yemek, elverişli evlerde oturmak dünya düşkünlüğünden ileri geliyordu; gerçek Müslüman "bir lokma, bir hırka" demeli, kuru ekmekten başka bir şey yememeli, eskimiş yırtık elbiselerden başka bir şey giymemeli, "ashab-ı suffe" gibi sofa altında yaşamalıydı.

O tarihe kadar Müslümanlar arasında bulunmayan bu fikirler, dinle siyasetin ayrı şeylermiş gibi telakki edildiği Hindistan ve Roma kültürlerinde vardı, Müslümanlara da bu ülkelerden yansımıştı. Siyasî, ekonomik ve sosyal mücadeleden yılan insanlar için hazırlanmış bir tuzak olan bu bâtıl düşünce, çok geçmeden söz konusu güruh tarafından "din" gibi takdim edilmeye çalışıldı. Müslümanı ahlâkî ve fıkrî açıdan olgunlaştırıp yetiştirmeyi amaçlayan irfânî çalışmalardan çok farklı olan bu düşünce okulu, çok geçmeden İslam ümmeti arasında "sorumsuz ve prensipsiz, başıboş ve parazit beleşçiler"in peydahlanmasına sebep olmuş, bu da uzun vâdede Müslüman ülkelerin gerileyip düşüş kaydetmeleri sonucunu doğurmuştu.

Bu okul ve düşünce tarzı sadece sufî olarak tanınan grubu değil, diğer halk kesimlerinden de safdil birçok insanı etkilemişti. Müslüman halkın sosyal ve ruhî bir felce uğramasına neden olan bu tasavvuf akımı, giderek ümmeti bütün siyasî, sosyal ve ekonomik hayattan soyutluyor; kitlelerin inzivacı, pasif ve uzlaşmacı tiplere dönüşmesine yol açıyordu. Hangi isim ve renkle türerse türesin, bu bâtıl düşünce tarzıyla mücadele edilmeliydi. İmam Sadık (a.s.) döneminde vuku bulan birçok hadise ve İmam’ın takındığı tavır, bu bâtıl eğilim ve ekollere karşı günümüz Ehl-i Beyt dostlarının tavırlarını belirlemesine yardımcı olacaktır.

Söz konusu dönemde türeyen sufîlerin tanınmış liderlerinden biri de "Süfyan-i Sevrî" adıyla tanınan bir tasavvuf dervişiydi. Sevrî, tasavvufçuların Medine’deki başkanlarıydı. Bir gün İmam Sadık’ı (a.s.) ziyarete gittiğinde, İmam’ın gömleğinin üzerinden çok ince bir elbise giydiğini gördü. Hemen itiraz edip; "Bu elbise size yakışmaz!" dedi, "Sizin dünyadan tamamen uzak durmanız, takva ve zühde girmeniz gerekir!"

İmam (a.s.), ona oturmasını işaret ettikten sonra; "Söyleyeceklerimi iyi dinle!" dedi, "Eğer iyi dinlersen, hakkı farkedersin, bu hem dünyan, hem ahiretin için iyi olur. Eğer gerçekten bilmeden bu hatalı fikre kapılmışsan ve İslam’ın bu konudaki tavrını bilmiyorsan, şimdi söyleyeceklerimi dinlemen senin için pek faydalı ve hayırlı olacaktır; yok, eğer maksadın İslam dinine ve Müslümanlar arasına bidat sokmak ve İslam’da olmayan bir düşünce ve hayat tarzını yaymaksa, bu durumda sözlerimin hiçbir etkisi olmayacaktır elbet. Sen, Hz. Resulullah (s.a.a.) ile ashabının, İslam’ın ilk dönemlerindeki o yoksul hayatların bakarak, Müslümanların kıyamete değin tıpkı o şekilde fakir ve yoksul yaşamaları gerektiği gibi bir düşünceye kapılmış olabilirsin. Ama şunu unutma ki, Hz. Resulullah (s.a.a.) ile sahabesinin dönemi, İslam’ın ilk dönemleriydi ve Müslümanlar maddî açıdan çok yoksullardı, Müslüman halkın genel çoğunluğu, normal günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak kadar yoksul ve fakirdi. Böyle bir ortamda Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) çok daha iyi bir yaşam sürdürmesi elbette ki düşünülemezdi. Ama şartların düzeldiği ve maddî sıkıntıların ortadan kalktığı bir ortamda, Allah’ın nimetlerinden faydalanmanın herkes için mümkün olduğu bir ortamda bu nimetlerden faydalanma hakkına en ziyade sahip olanlar, Allah’ın salih ve iyi kullarıdır, fasık ve ahlaksızlar değil; Müslümanlardır, kâfirler ve müşrikler değil!

Bende kusur olarak görüp kınadığın duruma şöyle bir dikkat ettin mi? Allah’a yemin edirim ki, ben Allah’ın nimetlerinden faydalanırken aşırıya kaçmamakta; büluğ çağıma gelip kendimi bildim bileli malıma başkalarının hakkının karışmamasına, böyle bir şey olursa, hemen sahibine ulaşmasına dikkat etmekteyim.

Ey Sevrî! Ben şu elbiseyi zevkimden veya lezzet duymak için giymedim; gayem, insanlar arasında horlanmayacak, asgarî sosyal haysiyetin gerektirdiği giysiyi giymektir."

İmam (a.s.), bunları söyledikten sonra Sevrî’nin elini tutup, ince elbisesinin altındaki giysisine değdirerek; "İşte kendim için giydiğim şey!" dedi, "Bu sert ve fakirane elbise kendim, onun üzerinden giydiğim şu ince abâ da, bizi iyi bir elbiseyle görmek isteyen el âlem için!"

Sonra İmam (a.s.), Sevrî’nin elbisesini göstererek; "Sen ise tam tersini yapmışsın." buyurdu, "Sırtındaki dış elbiselerin fakirane ve sert şeyler! Böylece şöhret kazanıp insanlara pek takvalıymış gibi görünmek istiyorsun! Alttan giydiğin ise, pek yumuşak ve latif! Bu da, ikiyüzlülük ve riya ettiğini göstermiyor mu?!"

Sevrî ne söyleyeceğini şaşırmıştı, mahcup bir halde İmam’dan ayrılıp arkadaşlarının yanına gitti, İmam’la görüşmesini anlattı. Arkadaşları; "Bu sefer birlikte gidelim, gereken cevabı biz veririz." diyerek onu da alıp hep birlikte İmam’a gittiler; "Arkadaşımız bizi iyi anlatamamış, bizim delillerimiz var." dediler. İmam (a.s.) delillerini sorunca, delillerinin Kur’an olduğunu söylediler. İmam (a.s.); "Kur’an en mükemmel delildir, söyleyin bakalım, dinliyorum." buyurdu. Sözcüleri; "Bizim tasavvuf inancımız için dayandığımız iki ayet var." dedi, "Allah Teala bir ayette sahabeden bir grubu anlatırken; "Kendilerinin ihtiyacı olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Ancak cimrilikten sakınanlar, kurtuluşa ereceklerdir."[1][1] Bir başka ayette de; "Kendi ihtiyaçları olduğu halde, yiyeceklerini fakire, yetime ve esire verirler."[2][2] buyrulmaktadır."

Söz buraya varınca, onları dinlemek için oraya toplanan kalabalıktan biri; "Kendi sözlerinize kendiniz de inanmıyorsunuz; hiç de o ayetlere uymuyor haliniz!" dedi ve ekledi: "Öyleyse neden halktan alacağınıza, halka vermiyorsunuz? Sizin şimdiye kadar hiçbir yoksula bir şey verdiğiniz görülmedi. Üstelik, halkın size yiyecek ve elbise vermesi için bunları söylüyorsunuz, verilen leziz yemekleri de hiç reddetmeden yiyorsunuz! O ayetler sizi bağlamıyor mu yoksa?"

Sufîler, çarşı esnafından olan bu adama ne cevap vereceklerini düşünürken, İmam (a.s.); "Şimdiik bu lafların sırası değil!" buyurarak Sufîlere döndü:

-Söyleyin bakalım, delilinizi Kur’an’a dayandırdığınıza göre Kur’an ayetlerinin muhkem, müteşabih, nâsıh ve mensuhunu da gereğince biliyor musunuz? Bu ümmetten sapanlar, hep Kur’an’ı iyi bilmedikleri halde onu delil olarak kullanmaya kalkışanlar olmuştur.

-Bizim bu konuda genel bir bilgimiz var, ama detaylı bir bilgiye sahip değiliz tabii.

-Bütün mesele de bu ya! İnsanların çok iyi bilmedikleri konularda fikir yürütmesi elîm sonuçlar doğuruyor. Hem, hadis konusu da tıpkı Kur’an gibidir; özel bir ilmi ve özel yöntemleri vardır. Bunları çok iyi bilmeyenlerin bu konulara girmemesi gerekir.

Bana okuduğunuz ayetlere gelince; o ayetler, Allah’ın nimetlerinden faydalanmayı haram kılmıyor ki. Bu ayetler fedakârlık, bağış, ihsan ve ikramla ilgili ayetlerdir. Belli bir dönemde kendilerine ait bir malı başkalarına bağışlayan belli bazı insanlardan söz edilmektedir ki, kendilerine ait olan bu malları bağışlamamış olsalardı, günah işlemiş veya hatalı davranmış sayılmayacaklardı. Yâni, bağıştan ibaret bir durum söz konusudur; Allah Teala onlara; "O malları bağışlayın." buyurmadığı gibi, bağışlamamalarını da emretmiş değildir. Onlar, sırf insanca bir duyguyla davranmış ve kendileri sıkıntıda oldukları halde, başkalarına yardım ve ihsanda bulunmuşlardır. Allah Teala onların ecir ve ödülünü verecektir elbet!

Gördüğünüz gibi bu ayet, sizin kastettiğiniz mânaya delil teşkil etmiyor. Siz, "Allah’ın insanlara vermiş olduğu helâl nimetleri insanlar kullanmasın." diyorsunuz, halbuki bu ayet böyle bir şeyden bahsetmiyor.

Onlar o gün böyle bir bağış ve ihsanda bulundular. Ama daha sonra Allah Teala’dan bu gibi durumlarda nasıl davranılması gerektiğine dair açıklayıcı bir emir geldi ve bu işin haddi hududu belirleniverdi. Bu emir ve hüküm inince, onların ameli nesh olunmuştur. Bu nedenle de bizim ölçü olarak onların amelini değil, ondan sonra inip duruma açıklık getiren ayet-i kerimeyi almamız gerekir.

Allah Teala, müminlerin vaziyetini ıslah edip durumlarını düzeltmek için sonsuz rahmeti gereğince bu hükmü indirdi ve bir insanın kendisini ve ailesini sıkıntıya düşürme pahasına elinde avucunda olanı başkalarına bağışlamasını yasakladı. Zira böyle bir ailenin fertleri arasında zayıf ve yaşlı insanlar olabilir, onlar fazla sıkıntıya katlanamayabilirler. Ben, elimdeki tek yiyecek olan bir dilim ekmeği başkasına verirsem, kendi ailemi açlıktan, çok kötü duruma düşürmüş olmaz mıyım? Bu nedenledir ki Allah Resulü; "Elinde birkaç hurma, birkaç ekmek veya biraz parası olup da bunları bağışlamak isteyen biri, herkesten önce kendi anne babasına bağışlamalıdır onları. Ana babadan sonra kendisi ve ailesi gelir; üçüncü sıradakiler ise akrabaları, yakınları ve mümin din kardeşleridir; ancak bütün bunlardan sonra sıra başkalarına gelir." buyurmaktadır. Görüldüğü gibi başkaları en son sırada yer almaktadır. Allah Resulü, Ensar’dan fakir bir Müslümanın öldüğünü, ama bütün malını Allah yolunda başkalarına infak edip ardında kimsesiz bir aile bıraktığını duyunca; "Eğer bu durumu daha önce bana bildirmiş olsaydınız, onun Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermezdim." buyurdular, "Malını başkalarına bağışlayıp gitti ve geride, şuna buna el açmak zorunda kalacak yetimlerini yoksul bıraktı!"

Babam İmam Bâkır (a.s.), ceddim Hz. Resulullah’tan (s.a.a.) şu hadisi naklederdi: "İnfakta bulunacağınız zaman daima önce kendi ailenizden başlayın; yakınlık derecesine göre; kim daha yakın akrabaysa, önce o gelir."

İmam Sadık (a.s.) bu hadisi aktardıktan sonra; "Kaldı ki" buyurdu, "Allah Teala da sizin şu fikir ve yaşam tarzınızı kınamakta ve; "Rahman’ın kulları, … infak ve bağışta bulunduklarında ne savurganlık, ne de cimrilik ederler; ikisinin ortası bir yol izlerler."[3][3]

Kur’an-ı Kerim, daha birçok ayette aynı tavsiyede bulunmakta, infak ve bağışta aşırı gitmeyi yasaklanmaktadır. Kur’an, insana elinde avcunda bulunan her şeyi başkalarına infak edip kendisinin yoksul kalmasını ve sonra da Allah’a el açıp; "Ya Rabbim! Bana rızk ulaştır." diye dua etmesini değil, dengeli ve ölçülü davranmasını emretmektedir. Böyle bir dua, Allah indinde asla kabul edilmez; zira Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah Teala şu insanların duasını kabul etmez:

1- Anne babasının kötülüğünü isteyenin bu duası kabul olmaz.

2- Hiçbir şahit ve senet tutmaksızın başkasına borç verip parasını geri alamayanın da bu müşkülünün halli yolundaki duası kabul görmez. Çünkü o kendi elleriyle çözüm yolunu kapamış ve şahit tutup senet ve imza almaksızın malını başkasına teslim etmiştir.

3- Karısının şerrinden kurtulmak için dua edenin de duası reddedilir. Çünkü bu işin çözümü de insanın kendi elindedir; eğer karısı gerçekten geçimsizlik ediyorsa, onu boşayabilir.

4- Evinde oturup hiç çalışmadan Allah’tan rızkını isteyenin duası kabul edilmez. Zira Yüce Allah, bu cahil ve hırslı kuluna; "Ey kulum!" der, "Sana hareket imkânı vermedim mi? Sağlam bir vücut vermedim mi? Göz, kulak, el, ayak vb. organlarınla ne yapıyorsun? Neden aklını ve vücudunu çalıştırmıyorsun? Bütün bunları boşuna vermedim sana! Bu organların şükrü, onları gereğince çalıştırmandır. Ben sana her şeyi vermiş durumdayım, sen hareket edersen, ben bereket veririm; başkalarına yük olmamak için çalışmanı isterim. Senin vazifen çalışıp emek sarfetmek ve elinden gelen gayreti göstermektir; gerisi benim takdirime kalmıştır; rızkının artması veya artmamasını bana bırakmalı, ama sen elinden geldiğince çalışıp emek sarfetmelisin."

5- Allah Teala’nın, kendisine bol bol mal mülk verdiği halde savurgan davranıp ona buna dağıtan veya har vurup harman savuran bir kul da Allah’tan rızık dilerse, bu dua kabul edilmez. Zira Allah Teala; "Ben sana mal mülk vermedim mi?" der, "Savurganlık yapmamanı, dengeli davranmanı öğütlemedim mi? Bağış ve ihsanda bile ölçülü olmanı istemedim mi?"

6- Yakınlarını ve yoksulları görüp gözetmeyi bırakan veya bu doğrultuda bir duada bulunanın (hiçbir) duası kabul edilmez."

Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de Peygamberine, ihsan ve bağışta bulunmanın yolunu yordamını öğretmiştir. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a.) evine bir miktar altın getirildi; Peygamber, bu altınların bir gün bile evinde kalmasını istemediğinden tamamını fakirlere dağıttı. Ertesi gün pek fakir bir adam kapısını çalıp da ısrarla yardım istediyse de Hz. Peygamber (s.a.a.) ona verecek hiçbir şey bulamadı ve bu yüzden kendisi de pek rahatsız oldu, pek hüzünlendi. İşte bu sırada şu ayet-i kerime nazil oluverdi: "Ne elini boynuna as (ne cimrilik et), ne de elini büsbütün aç (elinde avucunda hiçbir şey kalmayacak şekilde savurganlık yap)! Çünkü o zaman (fakirlere verecek hiçbir şeyin kalmayacağından, fakirler sana el açtıklarında) kınanır, hasret çekersin."[4][4]

Evet, Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün hadislerinde geçen hakikatlerdir bunlar. İman sahibi olanlar, bunların hakkaniyetinde elbette ki şüpheye kapılmaz.

Ebu Bekir ölüm döşeğindeyken malı konusunda vasiyette bulunması istendiğinde; "Beşte birini infak edin, gerisi mirasçılarımın olsun." dedi. Ölüm döşeğindeki adam, malının üçte birini bile infak edebilir; o da eğer bunu bilseydi, hakkının tamanını kullanır ve üçte birinin infak edilmesini vasiyet ederdi.

Takva ve zühd sahipleri olarak tanıyıp pek saygı duyduğunuz Selman ile Ebuzer de böyleydi.

Selman beytülmalden yılık hissesini aldığında bir yıllık erzak ve ihtiyacını temin ederdi. "Bunca takvana rağmen yıllık ihtiyacını mı düşünüyorsun?! Ya ölürsen?!" diye soranlara; "Ya ölmezsem?!" diye cevap vermiş ve şöyle demiştir: "Neden hayata hep olumsuz yanından yaklaşıyorsunuz siz?! Ölüm kadar, yaşama ihtimalim de yok mu? Bilmez misiniz ki insanoğlunun nefsi zayıftır; geçimi temin edilmeyecek olursa, Rabbine kullukta gevşek davranır, canlılık ve neşesini yitirir; ama ihtiyaçları temin edilecek olursa, insanın nefsi yatışıverir."

Ebuzer’in de birkaç devesi vardı; onların sütünü sağar, ihtiyacı olduğu veya misafiri geldiğinde develerinden birini kesip pişirirdi. Sütü veya eti başkalarına infak etmek istediği zaman ise ikiye ayırır, başkalarına verdiği kadar kendisi için de alıkoyardı.

Onlardan daha zahid kim vardı? O ikisi hakkında Hz. Peygamberimizin neler buyurduğunu hepiniz bilirsiniz. Onlar, zühd ve takvanın gereği olarak hiçbir zaman mallarının tamamını infak etmediler; sizin gibi insanlara; "Elinizde avucunuzda ne varsa, hepsini başkalarına dağıtın, kendinizi ve ailenizi sıkıntıya düşürün." demediler asla!

Babam vasıtasıyla ceddim Resulullah’tan (s.a.a.) ulaşan şu hadise çok dikkat edin: "Dünyanın en şaşılacak şeyi müminin halidir; vücudu lime lime edilse, hayır ve saadettir onun için; keza bütün dünyanın serveti ona verilecek olsa, yine onun için hayır ve saadettir."

Bu hadiste de açıkça görüldüğü gibi, Hz. Resulullah (s.a.a.) bize; "Mümin ille de fakir olmalıdır." demiyor, "Müminin hayrı ve saadeti, yoksul olmasındadır." demiyor; çünkü müminin hayrı onun imanlı bir ruh taşıması ve inançlı olmasındadır, başka bir şeyde değil. Mümin ister zenginlik, ister fakirlik içinde olsun, her halükârda kendisinin içinde bulunduğu duruma göre birtakım sorumlulukları olduğunu bilir ve her iki halde de inançları nasıl gerektiriyorsa, öyle davranır. Müminin hali bu yüzden, en şaşılacak haldir işte! Varlık da, yokluk da onun için birdir, her iki durum da onun için hayır ve saadettir.

Bilmem bu anlattıklarım yeter mi size; yoksa yine anlatmamı mı istersiniz?

Sustuklarını görünce şöyle buyurdular:

-İslam’ın ilk yıllarında cihadın kanunu neydi biliyor musunuz? Her Müslüman, on kâfire bedel olmalı, bir Müslüman on kâfire karşı savaşabilmeliydi. Bunu yapmazsa, suç ve hata işlemiş olurdu. Çünkü Müslümanlar sayıca çok azdı o günlerde. Ama zamanla Müslümanların sayısı ve imkânları artınca, Allah Teala, sonsuz rahmet ve merhametiyle bu kuralı değiştirdi ve; "Bundan sonra her Müslüman sadece iki kâfire karşı savaşmak ve iki kâfire bedel olmakla mükelleftir, daha fazlasına değil." buyurdu.[5][5]

Meseleyi daha iyi kavrayabilmeniz için bir de İslam hukuku ve İslam yargı kurallarından bir örnek vereyim: Farzediniz ki sizden biri mahkemede eşinin nafakasını temin etmekle yükümlü kılındı. Ne yaparsınız o zaman? "Efendim, ben dünyadan elini eteğini çekmiş bir müminim; eşimin nafakasını temin edemem." mi dersiniz? Mahkeme böyle bir özrü geçerli kabul eder mi sahi? Dahası, "Eşinin geçimini temin edip nafakasını vermekle mükellefsin." diyen kadı efendi, sizce âdil mi davranmıştır, yoksa zalimcesine bir hüküm mü vermiştir?

Eğer, zalimane bir hüküm vermiştir, derseniz, haksızlık etmiş ve bütün İslam ümmetine zulmetmiş olursunuz; yok eğer, doğru hüküm vermiştir, diyorsanız, o zaman sizin tuttu

rduğunuz bu gidişat yanlış ve bâtıl demektir. (Çünkü eşinizin nafakası bir tarafa, kendi nafakanızı bile temin etmiyorsunuz siz.)

Bir diğer mesele de Müslümanın farz veya müstehap olan bazı infaklarla yükümlülüğüdür: Mesela zekât veya keffaret vermesi gerekebilmektedir. Eğer müminler sizin iddia ettiğiniz gibi fakir olmalılarsa ve zühdün anlamı yoksulluk ise, zekât ile keffaret niçin ve kime verilmek için farz edilmiştir o zaman?! Altın, gümüş, koyun, deve, inek, hurma, kuru üzüm vb. şeylere farz olan zekât nedir o halde?! Bu zekâtların farz edilmiş olmasının nedeni, yoksul Müslümanların yoksulluktan kurtarılması değil midir?! Bu da, İslam dininin insanları yoksulluğa değil, dünya nimetlerini doğru bir şekilde kullanmaya teşvik ettiğini göstermiyor mu?! Eğer İslam’ın insanı eğitip yetiştirmedeki nihai amacı onu fakirleştirip dünya malından tamamen soyutlamaksa, bu durumda fakirliğin en büyük dinî saadet olması gerekir ki, o zaman yüce İslam dininin onları bu saadetten mahrum edip de kendilerine zekât ve keffaret verilmesi gerektiği gibi bir durumdan söz etmemesi, fakir müminlerin de bu büyük saadetten (fakirlikten) kurtulmaya çalışmamaları icap ederdi.

Doğrusu siz pek yanlış bir yol üzeresiniz; insanları pek bâtıl bir yaşam tarzına çağırıyorsunuz. Bu bâtılda olmanızın sebebiyse, Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün hadislerini gereğince bilmemeniz, âlim olmadığınız bu ilimlerde fikir yürütmeye kalkışmanızdır.

Sizler, Kur’an’ın hikmetlerle dolu şaşırtıcı ayetleri üzerinde düşünmüyor, tefekkür ve tedebbür etmiyorsunuz. Hükmü kalan emir (nâsıh) ile hükmü kaldırılan emir (mensuh), muhkem ile müteşabih arasındaki farkı bilmiyor, neyin yapılması, neyin yapılmaması gerektiğini teşhis edemiyorsunuz.

Hz. Süleyman’ın (a.s.) Allah Teala’dan "kimseye nasip olmayan ve olmayacak olan bir mülkü" istemesine ne dersiniz? Allah Teala da böyle bir mülkü verdi ona. Hz. Süleyman’ın (a.s.) hak dışında bir şey istemeyeceğini de bilirsiniz. Ne Allah Teala, Kur’an’da onun bu isteğini kınamış, ne de bugüne değin bir tek mümin bu dilği ayıplamıştır.

Hz. Yusuf’un (a.s.) hikâyesi de böyledir. Padişaha; "Hazineleri ve ülke ekonomisini bana bırak; ben hem güvenilirim, hem bu işi iyi bilirim." diyor. Bu işte öylesine yetenek gösterdi ki, ülkenin Mısır’dan Yemen’e kadarki kısmının yönetimi tamamen ona bırakıldı. Burada da ne Yusuf’un isteği hakka aykırıdır, ne de Allah Teala onu bu isteğinden dolayı kınamıştır.

Zülkarneyn’in (a.s.) kıssası da böyledir. O Allah’ı, Allah da onu severdi. Dünya mülkü onun hizmetine verildi ve doğudan batıya bütün dünyaya egemen oldu.

Ey sufîler güruhu! Bu bâtıl yolu bırakın. Kendinizden hüküm çıkarmayın. Bilmediğiniz konulara karışmayın. Nâsıhla mensuhu, muhkemle müteşabihi, helâlle haramı birbirinden ayırabilmeyi öğrenin. Bu sizin için hem daha kolay, hem daha hayırlıdır, hem de cehaletten de uzaktır. Cehaletin taraftarı çok, ilmin taraftarı pek az olsa da cehaleti bırakın. Allah Teala’nın şu buyruğunu unutmayın: "Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır."(Tuhefu'l-Ukul s. 711)[6][6]

İlmi Madeninden Alanlar

Bütün Ehl-i Beyt İmamları gibi İmam Sadık (a.s.) da ilmi mâdeninden almıştı. İnsanoğlunun dünya ve ahiretiyle ilgili hiçbir soru yoktu ki, Ehl-i Beyt İmamlarına sorulduğunda cevapsız kalmış olsunlar.

Bir gün bir Müslüman, dehşet içinde İmam Sadık’a (a.s.) gelip gördüğü bir rüyayı anlattı: "Korkunç bir rüya gördüm;" dedi, "tahtadan bir adam, yine tahtadan bir at üzerinde bana yaklaşıyor, elindeki kocaman kılıcı korkunç bir şekilde sallıyordu; beni öldürdü öldürecek gibiydi. Rüyamın tabirini söyleyebilir misiniz?"

İmam (a.s.); "Sen zengin bir tanıdığının malını elinden almayı planlıyorsun." dedi, "Seni yaratan Rabbinden kork ve bu çirkin emelden vazgeç!"

Adam neye uğradığını şaşırmıştı; "Allah da bilir ki doğru söylüyorsun!" dedi, "Siz gerçekten de ilmi mâdeninden almışsınız. Evet, komşumun çok güzel bir tarlası var, ama paraya ihtiyacı olduğundan hemen satmak zorunda. Benden başka müşterisi olmadığından tarlasını yok pahasına elinden kapmak istiyordum." 

 


 

 


[1][1]– Haşr/9.

[2][2]– Dehr/8.

[3][3]– Furkan/67.

[4][4]– İsrâ/29.

[5][5]– Enfal Suresinin 65 ve 66. ayetlerine işaret edilmektedir.

[6][6]– Yusuf/76.