İmam Hasan (a.s) İle Muaviye Arasında Geçen Taktik Savaşı
Hidayet KOŞACA/Erenler3
Muaviye, ikinci ve üçüncü halifenin gölgesinde yirmi yıl vali olarak bulunduğu Şam’da birtakım vaatlerle[1] kendisine inanan ve sözünü dinletebilen güçlü bir topluluk oluşturmuştu. Şam toplumu, Muaviye’yi sözüne güvenilen, emin bir kişi olarak tanıyor, Kureyş kabilesinin önderi olarak görüyordu. Öyle ki, Şam’da Peygamberin sahabesi denildiğinde ilk akla gelen “Muaviye” oluyor ve Ebuzer, Selman, Ammar gibi faziletli sahabîlerin önüne geçebiliyordu.[2]
Muaviye, Şam milleti üzerindeki sultasından gerek maddî, gerekse manevî yönde azamî derecede yararlanıyordu. Peygambere en yakın kimseler olan Ehl-i Beyt’i “yabancılar”, Benî Ümeyye’yi de Peygamberin tek varisi olarak nitelendiriyor, Ehl-i Beyti karalamak uğruna elinden geleni esirgemiyordu.[3] Muaviye’nin bu Ehl-i Beyt aleyhtarı tebligatı gerçekten de Şam halkı üzerinde çok etkin olmuş ve Şamlılar Ehl-i Beyt’i dinden uzak kimseler olarak görmeye başlamıştı.[4] Muaviye bu işte o kadar ileri gitmiş, o kadar başarılı olmuştu ki, hatta, Hz. Ali (a.s)’ın Kufe Camiinde şehit edildiğini duyan Şam halkı; “Onun camide ne işi vardı?! O namaz kılar mıydı?!” gibi sözler sarf etmeye başlamış ve bu işe bir türlü akıl sır erdirememişlerdi…[5]
Muaviye’nin, Şam’da vali olan ağabeyinin ölmesi üzerine ikinci halife Ömer tarafından bu makama atanması ile başlayan tarihî süreci iyi mütalâa eden herkes, Muaviye’nin, Ömer bin Hattab’ın da her yönden güvenini kazandığını ve onun nezdinde emin bir kişi olarak telakki edildiğini bilmektedir. Elbette ikinci halife Ömer, Şam’a, vali olarak ilk başta Abdullah bin Abbas’ı atamayı düşünmüştü, ama onun neticede hilâfet konusunda haksızlığa uğratıldıklarını düşünen Benî Haşim’den olması hasebiyle bu kararından vazgeçip Muaviye’yi tercih etmişti. İbn-i Abbas’ın, merkezden uzak olması hasebiyle kontrolü zor olan Şam’da gücü ele geçirdiği takdirde, merkezî yönetim aleyhine güç oluşturup ordu toplayarak, Medine’ye sürmesinden çekinen ikinci halife, böyle bir riski göze almaktansa, kendisine göre geleceği parlak ve sinsi düşüncelere sahip olan ve aynı zamanda da Ehl-i Beyt’in iktidara gelmesine karşı olan Muaviye’yi bu göreve getirmeyi daha yeğ bulmuştu. Bu arada ikinci halife Ömer, sadece Muaviye’yi bu göreve atamakla kalmayıp ona beytülmal üzerinde istediği şekilde ve her türlü tasarrufta bulunma ve halkı istediği gibi yönetme hakkını da vermişti. Oysa ikinci halife Ömer, başka valilerine karşı böyle davranmamış ve onların beytülmaldeki küçük hatalarına bile göz yummadığını göstermeye çalışarak az çok beytülmal hususunda hassas olduğu izlenimini vermeye çalışmıştır. Onun, “Halid bin Velid”, “Ebu Hüreyre”, “Ebu Musa Eş’arî”, “Kudame bin Maz’un”, “Haris bin Veheb” gibi tanınmış sahabîleri, beytülmalden para aklamaları nedeniyle azarladığı, (bazılarını) vücutlarından kan çıkarıncaya kadar dövdüğü ve hatta bir kısmını, makamlarından bir daha kendi dönemi içerisinde verilmemek üzere azlettiği bilinmektedir.[6] İkinci halifenin aynı uygulamayı, “Muaviye bin Ebu Süfyan” üzerinde kullanmadığını ve onu serbest bıraktığını şu tarihî sözüyle hatırlıyoruz:
“Ey Muaviye, ben sana (herhangi bir konuda) ne emreder, ne de nehyederim..!”
Muaviye’nin asi kişiliği, kendisine sunulan limitsiz bir destek ve güçle, İslam’ın önderleri olan Hz. Ali (a.s) ve iki masum evlâdının başına belâ olmaya yetiyordu. Üç halife ve bir de Benî Ümeyye hakkında naklettirdiği onca uydurma hadislerle yerini pekiştiriyor, Ehl-i Beyt’e minberlerde lânet etme cüretine sahip oluyordu. Onun ne denli güçlü olduğunu, İmam Hasan (a.s)’ın ordu komutanlarından “Ubeydullah bin Abbas’ı” bir milyon dirheme satın almasında görüyoruz. Oysa ikinci halife tarafından beytülmalden para aklama nedeniyle cezalandırılan Ebu Hüreyre sadece “bin altı yüz dinar” için vücudundan kan gelinceye kadar dövülüp sürülmüştü.
Muaviye, Emir’ül-Müminin Ali (a.s)’ın bir kılıç darbesiyle yaralanıp şehit edilmesinden sonra derin bir “oh” çekmişti. Fakat onun bu şad ve keyifli hâli, ancak İmam Hasan (a.s)’ın babasının yerine halife olarak seçildiği haberi kendisine verilene dek sürmüştü. Çünkü İmam Hasan (a.s), ümmet içerisinde Peygambere en çok benzeyendi. O, Allah Resulü’nün biricik kızı Fatıma’nın oğlu ve seçkin kişiliğe sahip bir kimseydi. Babası Ali bin Ebu Talib için ortaya attığı, “Osman bin Affan’ın katilidir” iddiası da, onun için geçerli olamayacaktı. İmam Hasan (a.s)’ın, üçüncü halifenin bir saldırıya kurban gitmemesi için kapısında akranlarıyla birlikte beklediğini bilmeyen yoktu. Muaviye, bu yönde derin düşüncelere dalmış, hilâfeti nasıl ele geçirebileceği hususunda veziri Amr bin As ile istişarelerde bulunmuştu. Muaviye uzun süren düşüncelerden ve meşveretlerden sonra, yapması gereken iki asıl işi olduğu neticesine varmıştı.
Muaviye’nin ilk yaptığı şey, İmam’ın etrafında komuta birliğinde kandırılmaya müsait olan kişileri satın almak oldu. İmam’a yakınlığıyla bilinen ve söz sahibi olan kimselerden büyük bir kısmını kandırmayı başarmış ve neredeyse on kişi -Kays bin Sa’d, Hicr bin Adiy… gibiler- dışında hepsini satın almıştı. Bu, Muaviye’nin İmam Hasan (a.s)’a karşı aldığı ilk tedbir olarak göze çarpmaktadır.
Onun yaptığı ikinci sinsi plân, İmam’ın halktan kopmasını sağlayacak olan “sulh” girişimiydi. Onun bu plânı, birinci plânından daha fazla İmam Hasan (a.s)’ı çaresiz bırakabilecek bir plândı. Bu plânıyla İmam’ı gafil avlamayı hedefleyen Muaviye, toplumda herkesin para ile satın alınamayacağını biliyor ve bu tür bir hileyle kandırabileceği büyük bir kitle olduğunu düşünüyordu. Çünkü, sabit fikirleri olmayan Irak halkı, beş yıl -İmam Ali (a.s)’ın hilâfet dönemi- içerisinde, “Cemel, Sıffin ve Nehrivan” gibi üç büyük savaş geçirmişti. Yorgun ve bitkin bir haldeydiler, savaşlarla ve sıkıntılarla geçen beş yılın ardından, yaralarını sarmayı ve barış içinde olan huzurlu bir geleceği istemekteydiler. İmam’a sunulacak olan bu sulh hilesi, en çok onların hoşuna gidecek ve onlar tarafından kabul görecekti. Öte yandan İmam Hasan (a.s)’ın Şam yönetimi tarafından kendisine sunulan sulhu kabul etmeyeceğini de bilen Muaviye, tüm plânını bu kurgu içerisinde hazırlamış ve uygulamaya geçirmişti. Zira Muaviye, İmam Hasan (a.s)’ın Şam’daki sultayı yıkmaya dair olan kararlılığını karşılıklı mektuplaşmalarında açıkça görmüş, dolayısıyla da savaşmayı göze alacağını biliyordu. Bu nedenle İmam Hasan’ın ordusunu bölüp parçalamayı ve böylelikle o hazreti zayıf düşürüp küçük bir grupla yalnız kalmasını sağlamayı ve böylece kötü emellerine ulaşmayı hedefliyordu. İşte Muaviye’nin hilâfeti ele geçirme plânları böyleydi.
İmam Hasan (a.s)’ın savaşmak yerine sulhu tercih etmek zorunda kaldığı nedenlere gelince, bunları maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
1- Savaşmanın hiçbir kazancı olmaması
İmam Hasan (a.s)’ın Muaviye’nin düzenli ve disiplinli ordusuyla savaşa girmeden önce iki ihtimali göz ardı etmemesi gerekiyordu. İki ihtimalli sonucu olan savaşın getiri ve götürüsünü iyice değerlendirerek doğru strateji belirlemenin kendisinin toplumları muzaffer kılmaya yettiğini bilmekteyiz. İmam Hasan (a.s) Muaviye’ye karşı savaştığında ya galip ya da yenik olarak ayrılacaktı.
Eğer İmam galip olarak ayrılsaydı, -ki bu gerçekten zayıf bir ihtimaldi- Muaviye’nin satın almış olduğu, uydurma hadis nakleden raviler vasıtasıyla, Şam milletinin de desteğiyle tarihte eşi benzeri görülmemiş bir mazlumiyet destanı yaratılacaktı. Benî Ümeyye’nin, onca yaptığı yolsuzluklar ve yanlış siyasî kararlar neticesinde öldürülen “Osman”ı, yeryüzünün en mazlum insanı olarak sunabildiklerini hatırladığımızda, kendileri için de aynı senaryoyu düzenleyebileceklerinin hiç de uzak bir ihtimal olmadığı açıkça ortadadır. Kaldı ki, o günün cahil ve saf insanları, “İşte Osman’ın kanlı gömleği budur” sözüyle kandırılarak, büyük bir savaş yaratılmış ve fitne unsuru olarak kullanılmıştı. İmam Hasan (a.s), bu azgın toplumla savaşa girmeden önce, onların bu tebliğat kollarını kesmeli ve nihayetinde savaş bitiminde mazlum gösterilmelerine meydan vermemeliydi. Bunu çok iyi bilen İmam, savaşa karar vermeden önce bu ihtimali göz önünde bulundurmalı ve bu konudaki endişesini gidermeliydi. Oysa İmam Hasan’ın bu alanda ne kadar bir başarı sağlayabileceği belli değildi.
Savaşın ikinci ihtimali ise, İmam Hasan (a.s)’ın yenilgiyle ayrılma olasılığıdır. Yenilgi, katledilmeyi ya da esareti beraberinde getirebilir.
a) İmam’ın bu savaşta Muaviye tarafından şehit edildiği durumunu düşünürsek; bu durumda Benî Ümeyye’nin etkisinde kalmış kimseler, “Muaviye, ona sulh önerisinde bulunmuştu. Eğer kendisine sunulan sulh önerisini kabul etseydi, bir hiç uğruna heder olmazdı. Bu onun kendi hatasıdır. Sulhu kabul etmeliydi… Ölmeyi kendi istedi..!” diyecekler ve yaptığı savaşın nedenini anlamayacaklardı. Böylelikle, Muaviye istediğini elde edecek ve gasp ettiği hilâfet makamını güçlendirecekti.
b) İmam’ın bu savaşta Muaviye tarafından esir alınarak, antlaşmaya zorlanmasını düşünürsek; bu ihtimalde de İmam’ın yine savaşmadan önceki hâlinden daha çaresiz olacağını görebiliriz. Çünkü İmam Hasan (a.s)’ın Muaviye ile savaşmadan yaptığı sulhta, İmam’ın istediği şartlar yazılmış ve her iki taraf da bunları kabul ederek imzalamışlardır. Ama eğer İmam, Muaviye ile muharebeye girer ve neticesinde esir düşerek antlaşma yapmaya mecbur kılınsaydı, antlaşmada yer alacak şartların, ilk baştan yapılan antlaşmada yer alacak şartlardan daha ağır ve kabul edilemez şartlar olacağı muhakkaktı. Dolayısıyla İmam, büyük bir ihtimalle kaybedeceği ve neticesinde kendisine bir fayda getirmeyecek savaştan uzak durmuştur.
2- Muaviye’nin gerçek yüzünün ortaya çıkması
Muaviye, savaş öncesi İmam Hasan (a.s)’a sunduğu antlaşma ile İmamı gafil avlamayı düşündüğünü belirtmiştik. Ne var ki, İmam kendisine sunulan bu antlaşmayı kabul ederek, aksine Muaviye’yi gafil avlamış ve onun tüm plânlarını alt üst etmiştir. Dikkat ederseniz; gerek Irak, gerekse Hicaz toplumu içerisinde Muaviye’nin sinsi plânları ve şeytanî düşünceleri iyi anlaşılamamış ve o gereği gibi tanınmamıştı. Peygamber ve Ehl-i Beyt’in, onun hakkında söyledikleri yerici sözlere rağmen, günümüzde olduğu gibi, o yine de o toplumda bazen hata yapabilen bir sahabî olarak görülüyordu. Çünkü o da namaz kılıyor, Kur’an okuyor ve diğer farz amelleri yerine getiriyordu. Hatta onun faziletleri hakkında rivayetler naklediliyor, ortalıkta söylenen sözler onun iyi bir sahebî olduğuna delâlet ediyordu. Onu hakkıyla ve gerçek simasıyla tanıyanlar ise sadece Ehl-i Beyt’in has yaranlarıyla sınırlıydı.
Oysa İmam Hasan (a.s) ile Muaviye arasında gerçekleşen sulhun hemen arkasından, gerçekler yavaş yavaş zahir olmakta ve büyük bir sır perdesi aralanmaktaydı. Muaviye, antlaşmanın kabul edilmesiyle birlikte hemen “Nuhayle” ve “Kufe”de gerçek yüzünü göstermiş ve antlaşmayı ayaklarının altına aldığını yöre halkına duyurmuştur. Ehl-i Beyt’e, özellikle Hz. Ali (a.s)’a kötü söz söylenmeyeceği ve kötü şekilde anılmayacağına dair antlaşmada şartlar koşulmasına rağmen, o, hilâfete geçtiği ilk günde bu hükmü hiçe sayarak, yine bildiğini yapmış ve meydan okumuştur.[7]
O, kendisinden sonra halife seçme hakkı olmamasına rağmen fasıklığında şüphe olmayan oğlu “Yezid”in kendisinden sonra halife olabilmesi için biat almış ve resmen zamanının halifesi olarak ilân etmiştir. Ehl-i Beyt’e ve yaranlarına hiçbir ekonomik, toplumsal ve siyasî zarar vermeyeceğini taahhüt eden Muaviye, bu zümreden binlerce kişinin kanına girmiştir.
Değerli okuyucular; Muaviye, bütün bu zulümlerine rağmen İslam âlemi içerisinde hâlâ bazıları tarafından sevilip korunuyorsa, bir de onun bu zulümleri yapmaya imkân ve fırsat bulamadan anıldığını düşünün… Şüphesiz, böylesi şeytanî düşünceye sahip olan o, bu takdirde Ehl-i Beyt’in sahip olduğu kutsallığa kadar yüceltilebilecek ve kesinlikle hiçbir kimse onun hakkında yorum yapma hakkına sahip olmayacaktı. İşte İmam Hasan (a.s)’ın sulh yapması ile, onun gerçek yüzü ortaya çıktı ve İslam dinini ortadan kaldırmak için yaptığı tüm plânları suya düşmüş oldu.
3- Hakkın batıldan ayrılması
İslam dininin sadece namaz, zekât, oruç, hac gibi amellerden ibaret olmadığını bilmekteyiz. Bu tür ibadetleri yerine getirmeden önce, Müslümanların doğru ve sahih bir inançla Allah’a yönelmeları ve bu esas üzerine itaat etmeleri gerekir. Sahih inanca sahip olmadan yapılan ibadetin hiçbir değeri olmadığı gibi, insanı beklemediği bir neticeyle karşı karşıya da getirebilir.
Peygamberin, ümmeti için; “Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beyt’imdir…” diyerek iki asıl kaynak ve merci bıraktığını, öyle sanıyorum bilmeyenimiz yoktur. Ehl-i Beyt ile bırakın savaşmayı, onlardan öne geçme izni bile verilmezken, sevgileri tüm ümmet için farz kılınırken, hakkın onlardan, onların da haktan ayrılmayacakları vurgulanırken, insanlara düşen görev ancak onlara tâbi olmak değil midir?
Ehl-i Beyt (a.s), kendilerine tâbi olan kimselere her fırsatta, müminin alâmetinin çok ibadet etmek değil, ancak kendilerine itaat etmek olduğunu vurgulamış, kendilerini Kur’an’la birlikte alınması gereken birinci kaynak ve merci olarak göstermişlerdir. Muaviye ve haricîler gibi sapık düşünceli insanların ısrarla kendilerine cephe almaları karşısında tek bırakılan Hz.Ali (a.s) ve masum evlâtları, dönemin her devresinde gerçekleştirdikleri bu tür üstün taktik anlayışlarıyla hakkı ve ona tâbi olanları batıldan ayırmışlardır.
Hakkı batıldan ayırt edebilecek kadar basireti olamayanlar, Hz. Ali (a.s)’ı, Sıffin’de Muaviye tarafından kendisine kapatılan suyu alarak, onlara serbest bıraktığında görmeliydiler. Bunu da göremeyenler, Peygamberin “Ammar bin Yasir, zalim bir kavim tarafından şehit edilecek” mealindeki hadisinin, “Sıffin” muharebesinde Ammar’ın Muaviye ordusu tarafından hunharca öldürüldüğünde gerçekleşirken görmeliydiler. İmamların, tarihin her döneminde cahil ve anlamakta güçlük çeken, basiretten uzak insanlara hakkı gösterme uğruna büyük çabalar sarf ettiklerine tarih tanıklık etmektedir. İmam Hasan (a.s), Muaviye ile yaptığı antlaşmada, hakkı ve ona tâbi olanları, izlediği mükemmel taktikle tanıtmıştır.
Gerek İmam Hasan (a.s), gerekse ortada kalan haricî ve sabit fikirli olamayan Irak ehli, gerekse de Muaviye’ye gönülden bağlananlar, İslam’ın kendilerine getirdiği zahirî hükümleri yerine getirmekteydiler. Öyleyse, zahirî ibadetlere bakılarak kimin haklı, kimin yanlış yolda olduğu anlaşılamazdı. Hakkı batıldan ayırt etmenin asıl şartı; kötü niyetli insanlara fırsat vererek, niyetlerini, düşüncelerini ve eylemlerini meydana çıkartmaktır. İmam Hasan (a.s)’ın sulhu bir kez daha birbiriyle iç içe girmiş durumda bulunan hakkı batıldan böylelikle ayırmıştır.
4- İmam’a bağlı birliklerin ve biat edenlerin gevşek olması
İmam Hasan (a.s)’a bağlı birliklerin gevşek davrandıklarına dair genel olarak açıklamalarda bulunmuştuk. Şimdi İmam Hasan (a.s)’a biat edenlerin savaşmaktan kaçınmalarının nedenlerini araştıracağız.
a) Farklı düşünce ve inançlar:
Muaviye’ye karşı hazırlanan ordu içerisinde tamamen birbirine zıt akideler ve düşünceler kendini göstermekteydi. Bu düşüncelerin İmam Hasan (a.s) zamanında daha da artarak halkın tüm kesimlerine yayıldığını görmekteyiz. İmam Hasan (a.s)’a biat edenler içerisinde söz sahibi olan gruplardan birini, Emevî sultasını gönülden destekleyen ve onların hilâfeti gasp etmesini ümit eden Muaviye yanlıları oluşturuyordu. Bu grubun önde gelenleri, “Eş’as bin Kays, Ömer bin Sa’d, Haccar bin Ebcer ve Ömer bin Haccac”dan oluşuyordu. Bu kimselerin, özellikle Emevî sultasını desteklemelerindeki neden, Muaviye’nin kendilerine sunduğu hediyeler ve buna bağlı olarak verdiği vaatlerdi.
İmam Hasan (a.s)’ın rahat hareket etmesini engelleyen ve sürekli kargaşa yaratmalarıyla meşhur olan bir diğer grup “Haricîler”di. Onlar, İmam Ali (a.s)’ın Muaviye’ye karşı galip geleceği bir anda, Hazret’in Muaviye ile sulh etmesi istemiyle üzerine yürümüşler, aksi takdirde etrafında toplanmayı ganimet bilerek kendisini öldüreceklerini söylemişlerdi. Kendilerini ibadete vermiş bu bağnaz topluluk, kendi düşünceleri dışında her topluluğu “kâfir” olarak nitelemekte ve istedikleri kimseleri muhakeme etmeden öldürme düşüncesiyle şekillenmişlerdi. Onların İmam Ali (a.s)’la yapmış olduğu savaşta ağır kayıplar verdiğini ve bu nedenle Ehl-i Beyt’e karşı içlerinde büyük bir kin duydukları bilinmektedir. İmam Ali (a.s)’ın katili İbn-i Mülcem Muradî’nin de “Haricîler”den oluşu, onların ne denli tehlikeli olduğunu ve basite alınmayacağını ortaya koymaktadır.
İmam Hasan (a.s)’a biat eden bir başka grup, Irak kabileleriydi. Onlar, cahiliye düşüncelerinden biri olan “kabileciliği” devam ettirmişler, birbirlerine her zaman üstün gelmeye çalışmışlardır. Muaviye’nin yağlı sofrasından kendilerine düşen kısmı alabilmek için, biat ettikleri Peygamber torununu satmaktan çekinmediklerini, hatta ölü ya da diri olarak Hazreti onlara teslim etmeye hazır olduklarını söylemişlerdi. Onlar Muaviye’den bu direktifi alabilmek için yarışıyor, büyük ödüle sahip olmayı şiddetle istiyorlardı.[8]
İmam Hasan (a.s) bu gruplar içerisinde Muaviye’ye karşı taarruza girişmesi, katlanılması ağır sonuçlar doğuracak ve bir başka mazlumiyet örneği yaşanacaktı.
b) Ganimetler üzerindeki ısrar
Arapların savaş meydanlarına gelmelerindeki asıl nedenlerden biri, ganimet ele geçirme olduğunu belirtmek isteriz. Gerek cahiliye döneminde, gerekse İslam sonrası dönemde bu kök salmış düşünceyi görmek mümkün. Peygamberin onca tavsiyesine rağmen, “Uhud” savaşında, birtakım sahabenin ganimet elden gidiyor diye yerlerini terk etmeleri ve neticesinde Müslümanların ağır bir yenilgi aldıklarını pek iyi bilmekteyiz. Peygamberin bizzat katıldığı savaşlardan sonra paylaştırılan ganimetlere razı olmayan sahabe, alenen Peygambere muhalefet etmiş, itirazlarını bildirmişlerdi. Hz. Ali (a.s)’ın “Cemel” savaşı sonrasında paylaştırdığı ganimete itiraz edilmiş, bu yönde tatsızlıklar çıkarılmıştı. Özellikle İmam Ali (a.s)’ın “Cemel” savaşı sonrasında Talha ve Zübeyir ordusundan ganimet alınan kadınlara ve mallarına dokunulmamasını ve geriye döndürülmesini emrettiğinde birtakım çevreler bundan rahatsız olmuş, tefrika yaratmak istemişlerdi.
İmam Hasan (a.s)’ın da, dedesi ve babasının sünnetine amel edeceğini bilen Arap toplumu, savaşmalarındaki asıl nedenlerden biri olan ganimette tasarruf hakları olmayacağını biliyor ve Muaviye’ye karşı muharebeden kaçınmalarına bahane olarak bu nedeni ileri sürüyorlardı.
c) Muaviye’nin hileleri ve yalan duyuruları
İmam Hasan (a.s)’a biat eden kimselerin ve bilhassa ordusunun gevşek davranmasındaki nedenlerden biri de, onların Muaviye’nin şeytanî hileleri etkisinde kalmış olmalarıdır. İmam Hasan (a.s)’ın önde gelen komutanlarından olan Ubeydullah bin Abbas’ın Muaviye tarafından satın alınmasından sonra, Şam ordusunun en yetkili kumandanı olan “Busr bin Ertah” yirmi bin kişilik düzenli orduyla, Irak’ın önemli şehirlerini gezerek hile dolu şeytanî duyurularda bulunmuştur. Daha antlaşma tezleri ortaya atılmadan, “Busr bin Ertah”, gittiği yöre halkına “Ubeydullah bin Abbas”ın, Muaviye’yi haklı bularak tövbe edip biat ettiğini, İmam Hasan (a.s)’ın ise savaşmaktan (hâşâ) korktuğunu ve sulh önerisinde bulunduğunu söylemiştir. Onların bu durum karşısında kendilerini bir hiç yere heder etmemelerini, kılıçlarını kılıflarına sokmalarını söylemiştir.
Muaviye, “Ubeydullah bin Abbas’ı” satın aldığı taktikle, onun yerine geçen İmam’a gönülden bağlanmış “Kays bin Sa’d”a da aynı teklifte bulunmuş ve İmam’ın kendisine sulh önerisinde bulunduğunu söylemiştir. “Kays bin Sa’d”in İmam’ın ordusu içerisinde etkin yerini bilen Muaviye, bu hileyle onu satın alacağını düşünse de, onun basireti ve İmam’a olan tam inancı kendisine sunulan teklifi geri çevirmiştir.
İmam Hasan (a.s)’ın savaş için ordusunu toplayıp, karargâhını kurduğunda kargaşalıklar üst düzeye ulaşmış, fitnenin nereden, kimin tarafından geldiği belirlenememişti. İmam bunun üzerine ordusunu irşad edip, Muaviye’nin hilelerinden uzak durmaları hakkında hutbe okumuş, onların üzerindeki hüccetini tamamlamıştı. Emevî sevenleri ve casusları, zaman kaybetmeden orduyu dağıtma yönünde ortaya fitneler atıyor ve neticesinde İmam’ın çadırına kadar gidip suikast girimişinde bulunabiliyorlardı. Onlar bir diğer taraftan da, öncü birliği komutanı “Kays bin Sa’d”in Muaviye ordusu tarafından öldürüldüğünü ve Emevî ordusunun tüm gücüyle üzerlerine hareket ettiği haberlerini yayıyorlardı. Bunu duyan ve savaşmaktan korkanlar, firar ediyor ve yağmalamalar baş gösteriyordu.
Velhasıl Muaviye, kimilerini korkutarak, kimilerini de kanmasını sağlayacak hileleriyle İmam’ın ordusunun dağıtılmasında büyük pay sahibi olmuştur.
5- Muaviye’ye meydanın bırakılmaması
Muaviye’nin Şam’da yaklaşık kırk yıl içerisinde kurduğu düzenle kendi istediği bir toplumu oluşturduğundan bahsetmiştik. Şam toplumu, Muaviye’yi “Vahiy kâtibi”, “Peygamberin özel sahabîsi” , “Vahyin emini”, “Peygamberin gece dostu” gibi ünvanlarla anıyor, Ehl-i Beyt’e namazlarından sonra lânet etmeyi farz biliyor, (hâşâ) cehennem ehli olarak adlandırıyorlardı.
Sıffin muharebesinde Hz. Ali (a.s)’a yüksek sesle lânet ederek şevkle savaşan Şam’lı adama bunun nedeni sorulduğunda şöyle söylemişti:
“Ben, emiri (Hz. Ali) ve kendileri ehl-i namaz olmayan bir millete karşı savaşımı, Allah’tan onlara lânet etmesini isteyerek yerine getiriyorum…”[9]
Yukarıda da açıkladığımız üzere, büyük ihtimalle şehit ya da esir düşeceği bir savaşa girmeyen İmam Hasan (a.s), aleyhlerinde yapılan yanlış tebligatı, sulhu savaş yerine tercih ederek kaldırmayı yeğlemiştir. Kur’an-ı Kerim’de, cennetle müjdelenen tek aile olan Ehl-i Beyt, meydanı kendileri hakkında insafsızca iftiralar atan zalimlere bırakamazdı. Çünkü onların yeterince tanınması, Kur’an’ın ve dinin özünü tanımaktır ki bu hafife alınamayacak kadar önemli ve hayatî bir mesele idi.
Muaviye’nin asıl hedefi, büyükleri Ebu Süfyan ve Hinde’nin gerçekleştiremediği “İslam’ı yok etme” hayeli idi.[10] Bu yolda sinsi hedefleriyle ilerleyen Muaviye, en azından İslam dinini tahrif etme düşüncesiyle birçok bidat çıkarmış ve uygulatmıştır. Onun cuma namazını çarşamba günü kıldırması olayı, İslam’a bidat yerleştirmek için giriştiği eylemlerden sadece küçük bir örnekti. Ehl-i Beyt İmamlarının, bu tür zihniyete sahip olan kimselerin yerleştirdiği bidatlere engel olmak ve gerçeği insanlara öğretebilmek için hayatta kalmaları gerekiyordu. Onlar, bu kimselerin böyle hileleri ve bidatleri karşısında, dinin ve Peygamberin hak sünnetinin ayakta kalması için bazen savaşmayı, bazen de sulh yapmayı uygun görüyorlardı. Meydanı Emevî zihniyetindeki insanlara bırakmak, Muaviye gibilerinin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildi.
Muaviye, hakkı savunan Ehl-i Beyt İmamlarının varlıklarına dahi tahammül edemiyor, onları en kısa zamanda meydandan kaldırmayı düşünüyordu. Böylelikle hedeflerine en kısa zamanda ulaşabilecek, günlerini gün edip, devranlarını sürdüreceklerdi. İmam Hasan (a.s), Muaviye’ye biat etmesi hâlinde dahi rahat bırakılmayacağına dair etrafındakilere hitaben şunları söylemiştir:
“Eyvahlar olsun size..! Allah’a andolsun ki, Muaviye sizin her birinize verdiği vaatleri hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir. Elimi onun elinin üstüne koyup, sulh ettiğimde bile, ceddim Resulullah’ın sünnetine amel etmemi kabul etmeyecek, beni kendi hâlime bırakmayacaktır…”[11]
6- Büyük bir katliama engel olunması
Muaviye bin Ebu Süfyan, İmam Hasan (a.s)’dan özellikle savaşarak hilâfeti almak istemesini, arkasından büyük bir katliama girme istemine bağlıyabiliriz . O, İmam Hasan (a.s)’a karşı üstün geldikten hemen sonra Kufe’ye hareket edecek ve Ehl-i Beyt’e mensup olan tüm kişileri kılıçtan geçirecekti. İmam Hasan (a.s)’ın, onu sulh ile durdurması büyük bir katliam yapmasına engel olmuştur.
Muaviye, katliama girişmek için geçerli bir neden arıyordu. Çünkü o, hem bir taraftan hilâfetini güçlendirmek, hem de kendi hükümetine muhalefet eden veya etmeyi düşünen kitleyi yok etmek istiyordu. O bu düşüncedeyken bile, gelecekte iyi anılması için rivayet tezgâhını da kurmayı ihmal etmemişti.
İmam Hasan (a.s) emellerine varamayan Muaviye’yi âdeta divaneye çevirmişti. Sulh önerisini Muaviye önermesine rağmen, bu işten zararlı çıkan yine kendisi olmuştu. Muaviye, hilâfette bulunduğu süre içersinde her ne kadar kitlesel bazda bir katliam gerçekleştirememişse de, İmam Ali (a.s)’a gönülden bağlanan kimselerin Şam’a getirilmesini sağlamış ve onlara ağır eziyetlerde bulunmuştur. Antlaşma hükümlerine uymayacağını hilâfetinin ilk gününde Kufe halkına açıklayan Muaviye, bu söyleyişleriyle İmam yaranlarına göz dağı veriyordu.
Muaviye, hilâfeti dönemi içersinde Hucr bin Adiy’le birlikte bulunan on sahabî ve tabiîyi hunharca şehit etmiştir. Bu zalim insan, övgüye lâyık olan Amr bin Hamik Huzaî adlı sahabînin başını gövdesinden ayırmış ve ilk defa bir mızrak ucunda şehir şehir gezdirilen kişi olarak anılmasını sağlamıştır. Muaviye, Eş’as bin Kays’a kızının İmam Hasan’a zehir vermesi yönünde telkinde bulunmuş, kendisine hediyeler göndermiştir.[12] Muaviye, Peygamberin sahabesini ülkenin dört bir yanından çağırmış ve kılıç zoruyla biat almıştır. Muaviye’ye kitlesel katliama girmemişse, bunun tek nedeni İmam Hasan (a.s)’la yapmış olduğu sulhtur. Bu sulh onun hızını kestiği gibi, katliam için söylenecek tüm bahaneleri de ortadan kaldırmıştır.
7- Sulh ile Müslümanların kanının heder olmaması
Burada İmam Hasan (a.s)’ın bir diğer sulh nedeni olarak, “Müslümanların, kanını heder olmaktan kurtardığını” söyleyebiliriz. Peygamberin ve Hz. Ali (a.s)’ın katıldıkları her savaşta, her zaman savunmada olduklarını görmekteyiz. Düşman saldırmadığı sürece, ordularının saldırmamasını emreden Ehl-i Beyt (a.s), böylelikle Müslümanların kanını ve canını aziz kabul etmişler, her defasında koruma altına almışlardır. İmam Ali (a.s), Cemel, Sıffin ve Nehrivan ordularına karşı, kendileriyle savaşma niyeti olmadığını ve savaşı onların istediğine dair hüccetini tamamlamak için üç Kur’an okuyanı meydana göndermiş ve onların şehit edilmesinden sonra, savaş emrini vermiştir. İmam Ali (a.s), hatta Sıffin savaşında Muaviye’ye, Müslüman kanının boş yere akmasını istemediğini ve her ne hesabı var ise kendisiyle halledebileceği haberini göndermişse de o, Hayber fatihi karşısında kendini âciz gördüğünden meydana gelme cesaretine sahip olmamıştır.
Peygamberin devrinde yapılan onca savaşta şehit düşen Müslüman askerin sayısı beş yüze varmazken, Hz. Ali (a.s)’ı öldürüp, hilâfetten uzaklaştırmak için yapılan üç savaşın neticesinde on binlerce Müslümanın öldüğü bilinmektedir. Bu yeni kurulmuş bir din için büyük bir rakam ve büyük bir tehlikeydi. Daha fazla kanın akmaması, dinin geleceğine ümitle bakılması için büyük önem taşıyordu. Ve İmam Hasan (a.s), büyük ihtimalle kaybedeceği bir savaştan kaçınarak, Müslümanların kanının akmasına engel olmuştur.
[1]– Sulh’ul-Hasan (a.s), Seyid Abdulhüseyin Şereffüddin
[2]– İmam Hasan Mücteba (a.s)’ın Hayatı, Seyid Haşim Resulî Mahallatî, s.248
[3]– Müruc’üz-Zeheb, c.2, s.335
[4]– Sulh’ul-Hasan (a.s), Seyid Abdulhüseyin Şereffüddin
[5]– Müruc’üz-Zeheb, c.3, s.38
[6]– el-İsabe, İbn-i Hacer; el-Muvaffakiyat, Zübeyr bin Bekkar
[7]– el-İrşad, Tercüme, s.224; es-Savaik’ul-Muhrika, s.33; Şerhu İbn-i Ebi’l-Hadid, c.3, s.361, 476; en-Nesaih’ul-Kafiye, s.72
[8]– el-İrşad, Tercüme, s.222; Bihar’ul-Envar, c.44, s.45
[9]– Müruc’üz-Zeheb, c.3, s.38
[10]– Ensab'ul-Eşraf, c.11, c.200
[11]– Tarih-i Taberî, c.4, s.122; Tezkiretu İbn’ül-Cevzî, s.112
[12]– el-İrşad, Tercüme, s.224