Ben hikmet eviyim. Ali de bu evin kapısıdır. Sünen-i Tirmizi, c.3, s.261, Hadis: 3723 Hz. Muhammed (s.a.a)

İmam Mehdi (a.s) Hakkında Müslümanların ittifakı

İmam Mehdi (a.s) Hakkında Müslümanların ittifakı

Kur’an’da Gayba İman

Gayba ve gaybla ilgili hakikatlere inanmak peygamberlerin ilahi davetlerinin ekseni olup vahy ve nübüvvete imanın gereklerindendir. Nitekim Bakara Suresi’nin ilk ayetlerinde Kur’an “gayba inananlar için hidayet edici bir kitap” olarak tanıtlımıştır: “Bu bir kitaptır ki, kendisinde şüphe yok. Takva sahipleri için de yol göstericidir. Onlar, gayba inanırlar.”[1]

Gaybî biligi, insanın kendi başına edinebileceği bir bilgi olamayıp sadece ilahî öğrenim ve vahy yoluyla elde edebileceği inkâr edilmez bir gerçektir. Bineanaleyh “gayb”; Allah Teala’nın kullarını, peygamberleri vasıtasıyla bilgilendirdiği, melekler, Arş, Kürsü, cennet, cehennem, geçmiş ve gelecekle ilgili gizli olaylar gibi geniş bir hakikatler yelpazesini kapsamına almaktadır ki, Allah Teala peygamberleri vasıtasıyla halkı bu vb. konulardan haberdar kılmaktadır.

Buradaki bahsimiz gelecekle ilgili bir mevzu etrafında olduğundan; gelecekte vuku bulacak bazı olaylar hakkında semavi kitaplarda bildirilmiş olan birkaç gaybi meseleyi aşağıya aktarıyor, bu örneklerden birkaçına değiniyoruz:

Son Peygamber Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in geleceğine dair daha önceki peygamberlerin bunu haber vermeleri: “Hani, Meryemoğlu İsa da “ey İsrailoğlulları, gerçekten ben, sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra, ismi “Ahmed” olan bir peygamberin de müjdeleyicisiyim” demişti. Fakat o, apaçık belgelerle onlara gelince “Bu, açıkça bir büyüdür” dediler.”[2]

İsarailoğullarının yeryüzünde iki kere fesad çıkarıp -her ikisinde de- yenilgiye uğrayacakları haberi: “Kitapta, İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve pek kibirli bir yükselişle muhakkah kibirlenip yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk -vaid- geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinze gönderdik de -sizi- evlerin aralarına kadar girip araştırdılar, bu yerine gitirilmiş bir vaiddi”[3]

– Romalıların Farsları yeneceği haberi: “Elif Lâm Mim. Rum-oruduları- yenilgiye uğradı.Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir…”[4]

Allah Teala’nın insanoğluna bildirdiği gaybî işlerin herbiri onun hayat ve alınyazısıyla belli bir ilişki içinde olup belli bir amaçla gerçekleşmektedir.

1- Gaybî haberler gerçekleşince insanlar, peygambaerlerin peygamberlik iddialarının doğru olduğunu görmekte, iman ve inançları, pekişmektedir.

2- Gelecekte vuku bulacak iyi veya kötü olayaların haber verilip bildirilmesi, o olayların vuku sırasındaki zaman diliminde yaşayanların gerekli -doğru- tavrı takınabilmelerini sağlamaktadır. Çünkü bu gaybî haberler verildiğinde, bunların vukuu sırasında takınılması gereken doğru tavırın nasıl olması gerektiği de genllikle bildirilmektedir.

3- Bütün bunlardan daha da önemli olanı şudur: Olumlu hadisler hakkında öngörü bulunup önceden haber vermek aslında o olay için uygun, fikri ve duygusal ortamı hazırlamak demektir. Olumsuz olayların bildirilmesi de, bunların karşısında fikrî ve duygusal engeller oluşturmak suretiyle, ilerleyip yayılmalarının önlenmesini sağlamaktadır.

Bu öngörü -ve Kur’an taabiriyle: bu gaybî haberlerin en önemlilerin- den biri de Kur’an-ı Kerim ve nebevî sünnet ile bildirilmiş olan “insanlığın gelceği ve insan topluluklarının kaderiyle ilgili haber”dir ki buradaki bahsimizin ana temasını oluşturan bu haber özetle şöyle:

“Sonunda bütün yeryüzünün hakimiyeti Allah’ın salih kullarının eline geçecek, şirk ve küfrün kökü kazılacaktır ki Hz. Peygamber efendimiz sallâ’llâhu aleyhi ve alih’den ulaşan haberlerde bu hususta etraflıca açıklamalarda bulunulmuştur, bu hadisenin, adı “Muhammed”, Lakabı “Mehdi” olan aleyhi’s-selâm bir İmam vasıtasıyla gerçekleşeceği ve gökten inen Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın o hazretin yardımcısı olacağı, onun zamanında İslam’ın bütün düyaya egemen olacağı, insanlığın harikulâde ve olağanüstü bir ilmî ve manevî ilerleme kaydedeceği, bütün dünyanın huzur, güven ve refaha kavuşacağı bildirilmiştir.” Bu mevzu fevkalade önemli olduğundan Hz. Resul-ü Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih üzerinde bir hayli durmuş, önemle vurgulamış ve çeşitli boyutları üzerinde etraflı açıklamalarda bulunmuştur. Nitemkim bugün Müslü-manlar arasında benzeri yorum ve tefsirlerde bulunulan pek az İslamî konu vardır ki, çeşitli İslam mezhepleri arasında görüş birliği ve ittifakta bulunulmuş olsun. Hatta bu hususta tam bir vahdet ve ittifaka ulaşabilmek ve yine diğer mevzularda ittifak sağlamaktan çok daha kolaydır. Keza Ehl-i Sünnete mensup bazı ulema, akidevî açıdan sünni olduğu halde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm nin kimliği konusunda Şia akidesiyle aynı görüşü paylaşır.[5] Bu inancın İslamî olduğu ve ötedenberi, çağlar boyunca İslam ulemasının Kur’an ve sünnete dayanarak bu hususta görüş birliği içinde bulunduğu noktasına ışık tutucu bazı delilleri burada aktarmanın faydalı olacağı inancındayız.

Kur’an’da Hz. Mehdi (a.s)

İslam’ın en önemli kaynağı Kur’an-ı Kerim diğer konularda olduğu gibi bu alanda da ayrıntılara girmeden genel ve tümel olarak bahsetmekte ve iman sayesinde cihanşümul adil bir hükumetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.

Örnek olarak bu konuyu söz konusu eden şu ayetleri gösterebiliriz:

1- “Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Hiç şüphesiz arza salih kullarım varis olacaktır diye yazdık. Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur’an’da) açık bir mesaj vardır.”[6]

Herşeyden önce ayette geçen bazı kelimelere dikkat etmek gerek:

Arz: Yer küresine denilmektedir ve başka bir anlamda kullanıldığına dair özel bir belirteç olmadıkça bütün yeryüzünü kapsamına almaktadır.

İrs ve miras: Lügat anlamı, muamele ve alış-veriş etmeden elde edilen şeye denir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de bazı yerlerde salih bir kavmin salih olmayanlara galibiyet ve üstünlüğü, onların imkanat ve güçlerini ele geçirmesi anlamında kullanılmıştır.

Zebur: Her çeşit kitap ve yazı anlamına gelmektedir; ancak Ahd-i kadim’de “Mezamir-i Davud” diye anılan Hz. Davud’un kitabı için kullanılan bir tabirdir. Bu kitap Hz. Davud’un Allah’a yakarışlarını, öğütlerini içermektedir. Zebur’un, Kur’an’dan önceki bütün ilahî kitaplar için kullanılır bir tabir olması ihtimali de vardır.

Zikir: Uyarma ve hatırlatma kaynağı olan her şeye zikri söylenir. Ancak yukarıdaki ayette Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın kitabı “Tevrat” olarak tefsir edilmiştir. Bunun sebebi de ayette onun Zebur’dan önce olduğunun bildirilmesidir. Başka bir tefsire göre “Zikir” Kur’an-ı Kerim’e işarettir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bu tabir Kur’an’ın kendisi için kullanılmıştır. Örneğin Tekvir / 27’de şöyle geçer: “O (Kur’an), alemler için yalnız bir zikrdir.”

Dolayısıyla ayette geçen “min ba’dı” kelimesi “ayrıca” ve “ilaveten” anlamına gelir.

Salih: Liyakat sahibi anlamındadır ve genel olarak kullanıldığında ise ister ilim açısından olsun, ister ahlak, iman, takva, bilinç ve yönetim açısından her alandaki liyakat anlamına gelir.

Buna göre ayetin alnamı şöyledir:

Biz, Kur’an’a ilaveten (veya Tevrat’tan sonra) Zebur’da da yeryüzünü benim salih ve liyakatli kullarım ele geçireceklerdir; işte bu da kulluk ve ibadet edenlere (Allah’a kulluk doğrultusunda ilerleyenlere hedeflerine ulaşmak için) yeterlidir. Bu konunun Zebur’da (bütün ilahi kitaplar anlamında olursa) zikredilmiş olması bu konunun bütün ilahî kitaplarda sabit ve kesin bir ilke olarak var olduğunu göstermektedir.

Ama eğer burada Zebur’dan maksat Hz. Davud aleyhi’s-selâm’ın kitabı olursa, burakdaki münasebeti Hz. Davud aleyhi’s-selâm’ın hak, adalet ve insanların çıkarları doğrultusunda geniş ve güçlü bir hükumete sahip olması olabilir. Tabii Hz. Davud aleyhi’s-selâm’ın hükumeti bölgesel olup yeryüzünün bütününü kapsamıyordu. Ama Zebur’da, insanları özgürlük, adalet ve emniyet ilkelerine dayanan cihanşümul bir hükumetin beklediği ona müjdelenmiştir.

Yani, yeteri kadar liyakat kazanarak “salih kullar”ın kamil bir örneği oldukları zaman, yeryüzünün bütün maddî ve manevî miras ve bağışlarının sahibi olacaklardır.

Yukarıkadi ayetin tefsirinden nakledilen bazı rivayetlerde bu alanda daha sarih ve açık tabirler göze çarpmaktadır.

Örneğin, Mecma-ul Beyan tefsirinde yukarıdaki ayetin tefsirinde İmam Bâkır aleyhi’s-selâm’dan şöyle nakledilmektedir:

“Onlar Mehdi’nin ahir zamanda gelecek olan ashabıdır.”

Yüryüzünün mirasçısı, kendini yetiştiren ve bu büyük risalete layık olan o erkek ve kadınlar olacaktır.

İlginç olan şu ki: Ahd-i Kadim (Tevrat)ın bir bölümü sayılan “Mezamir-i Davud”da bu konu farklı tabirlerle göze çarpmaktadır. Mesela otuz yedinci mezmurda şöyle geçer:

Çünkü kötüler yok olacak ve Allah’a tevekkül edip sığınanlar ise yeryüzünün mirasçısı olacaklardır. Kısa bir süre sonra artık kötülük kalmayacak ve kendi yerinde duracaktır, hikmet sahipleri ise yeryüzünün mirasçıları olacaklardır.

Yine 37. mezmurda bu konu başka bir tabirle şöyle geçer:

“…Çünkü Allah Teala’ya teberrük edenler yeryüzünün mirasçısı olacaklardır. Ama O’nun lanetine uğrayanlar ise yok olacaklardır ve doğrular yeryüzünün mirasçısı olacak ve ebedi olarak orada kalacaklardır.”[7]

Gördüğünüz gibi Kur’an-ı Kerim’de geçen “salihler” kelimesi “hikmet sahipleri”, “doğrular”, “tevekkül edenler” ve “teberrük edenler” anlamlarını kapsamına alan genel bir anlama sahiptir.

2- Nur suresi 55. ayette zikrolunduğu gibi “Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl halife ettiyse (güç ve iktidar sahibi kıldıysa), onları da yeryüzünde halife edecek (güç ve iktidar sahibi kılacak), kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Kim ki bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fasık olandır.”[8]

Bu ayette mümin ve liyakatli kullara üç açık vaad verilmiştir. Her vaad da üç ilkenin olduğunu bilmekteyiz:

1- Vaad eden (burada Allah Teala’dır).

2- Vaad olanlar (içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlar).

3- Vaad edilen şeyler. Vaad edilen şeyler de üçtür:

1- Yeryüzünde Halife Olma: Allah’ın temsilcisi olarak yer yüzünde hükumet etme, yani hak ve adil hükumet.

2- Dini Yerleştirip Sağlamlaştırmak: Allah’ın hükümlerinin bütün yaşam alanlarına manevî nüfuzu ve hakimiyeti.

3- Korkuyu Emniyete Çevirme: Korku ve emniyetsizliğe sebep olan bütün etkenlerin ortadan kaldırılması, bütün yeryüzünde tam bir emniyet ve huzurun hakim oluşu.

Dini yerleştirip sağlamlaştırmaktan maksat, temkin kelimesinin kullanıldığı diğer yerlerden anlaşıldığı gibi İslamî talimlerin köklü bir şekilde bütün yaşam alanlarına etki etmesidir.

Bu üç vaadın sonucu, insanları yetiştirme, insanlık ve Allah’ın halis kulu olma ve bütün kalplerde tüm putların kılırması için ortamların hazırlanmasıdır. (Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar.)

Böylece müfessrilerin sözleri ve bu ayetin nüzul sebebi hakkında kaydedilen şeylere de bir göz atalım:

Bazı müfessirler bu ayetin, Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in ashabı Medine’ye hicret ettikten sonra indiğine inanmaktalar.

Yepyeni bir hareket başlamıştı; zulüm, cehalet ve cahiliyet döneminin hurafeleriyle dolu olan eski ve çürük toplumunun temellerini titreten bir hareket başlamıştı ve tabiatıyle dört bir yandan muhalefet sesleri yükselmişti.

Bu ilahî inkılabın sayıları az ama fedakâr elemanları bu yeni dinin büyük etkinliğinden yararlanarak gerçek yeniliği getirdilerse de ancak muhaliflerin sayıları ve çıkardıkları gürültüler o kadar çoktu ki onların hak sözleri aralarında kayboluyordu.

Kabilelerin muhalefetleri o kadar çoktu ki Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in ashabı her zaman hazıroldaydı, her akşam silahla uyuyor ve sabahları silahla, dar ve ağır savaş elbisesiyle uyanıyorlardı.

Bu durumun uzun bir süre devam etmesi gerçekten üzücü bir durumdu. Çizme, zırıh, kılıç ve kalkanla nasıl uyuyabilirlerdi?! Hem de kesik ve yarı uyanık bir şekilde.

Bazen bir gece rahat bir şekilde dinlenebilecekleri ve düşman tarafından hiç bir tehlikenin kendilerini tehdit etmediği bir zamanın gelmesini; namaz kılarken düşmanın gafil avlamasından korkmayacakları ve geceleyin düşman baskınından korkmadan serbestçe ibadet edecekleri, putları kırarak Kur’an’ın adilane hükumeti sayesinde huzurlu bir hayat yaşayacakları günü arzuluyorlardı.

Dolayısıyla bazen içinde bulundukları durumdan dolayı endişelerini dile getirerek birbirlerinden, “Acaba böyle bir gün gelecek mi?” diye soruyorlardı.

Bu sırada yukarıdaki ayet inerek onları müjdeledi: Evet, böyle bir gün gelecek; bu Allah’ın büyük vaadidir, değişmez ve kesin vaadi.

İslam tarihinde Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in Arap yarımadasına tamamen zaferiyle o günün nasıl gelip çattığını gördük.

 Bu ayetin nüzul sebebi tabii bir görünüm arzetmektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetleri ve onların nüzul sebepleriyle tanışan kimseler ayetlerin geniş anlamlarının hiç bir zaman onların iniş nedenleriyle sınırlandırılamayacağını, aksine, nüzul sebebinin ayetin örneklerinden biri olduğunu bilirler.

Bir ayeti onun nüzul sebebine has kılmak tıpkı zaruret gereği düşmanla savaşmak için elde ettiğimiz bir silahı her ne kadar kullanışlı, pahalı ve eşsiz de olsa o savaş bittikten sonra bir kenara bırakmak gibidir.

Elbette Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in yaşadığı asrın sonlarında bu ayetin geniş anlamından bir bölümü gerçekleşmiştir. Fakat onun anlamının tamamının gerçekleşmesi ve yeryüzünün dört bir yanında hilafet olayı daha gerçekleşmemiştir ve dünya bu olayı beklemektedir.

Yukarıdaki ayet bütün asırlarda, bütün liyakatli müminleri sonunda cihanşümul hükumetin liyakatli kulların eline geçeceğini, birbirlerine bir top gibi pas veren bir grup bencil ve sömürgecinin elinde oyuncak olmayacağını müjdelemektedir.

Dolayısıyla, rivayetlerde bu ayetin vaadı verilen Hz. Mehdi’nin aleyhi’s-selâm kıyamına tefsir olduğunu görmekteyiz. Mesela değerli müfessir Taberî Mecma-ul Beytan tefsirinde İmam Seccad aleyhi’s-selâm’dan şöyle nakletmektedir:

“Andolsun onlar bizim şiilerimiz (izleyicilerimiz)dirler. Allah Teala bunu bizden olan bir kişinin vasıtasıyla gerçekleştirecektir ve o bu ümmetin Mehdi’sidir.

Daha sonra bu konuyu İmam Bâkır aleyhi’s-selâm ve İmam Sadık aleyhi’s-selâm’tan nakletmektedir.

Sonra da şöyle eklemektedir: Ayet mutlak olup bütün yeryüzünün hilafetini kapsamına almaktadır. Bu ilahî vaad daha gerçekleşmediği için onun gerçekleşmesini beklemek gerekir.

“El-Burhan” tefsirinde bu ayetin altında, bu ayetin Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’in kıyamına işaret ettiğine dair İmam Bâkır aleyhi’s-selâm ve İmam Sadık aleyhi’s-selâm’tan çeşitli rivayetler nakletmektedir.

Şunu da hatırlatmak gerekir ki: Ayette geçen minkum (sizden) kelimesinden anlaşılıyor ki, ortamın hazırlandığında cihanşumul bir inkılaba girişmek ve onların her yönlü önderliğinde tufana tutulan bu geminin kurtuluş sahiline oturması için liyakatli, mümin ve salih bir azınlığın varlığı yeterlidir.

3- “Müşrikler istemese de o dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberlerini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.”[9]

Bu ayetin ne demek istediğini anlamak için kendisinden önceki ayete dönmemiz gerekiyor. Tevbe 32’de buyuruyor ki:

“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.”

Bu ayetten iyi bir şekilde analşılıyor ki, Allah Teala İslam nurunu mükemmelleştirmeyi irade etmiştir ve onun tam anlamıyla mükemmelleşmesi de yeryüzünün tamamını kapsamasına bağlıdır.

Daha sonra daha açık bir şekilde bu gerçeği sözkonusu ayette şöyle açıklıyor:

“Müşrikler istemese de o dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberlerini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.”

Bu vaad çok az bir farkla Fetih suresinin 28. ayetinde de tekrar edilmiştir.

“Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. (Bu büyük vaada) Şahid olarak Allah yeter.”

Nihayet üçüncü kez bu büyük vaad Saff suresinin 9. ayetinde aynen Tevbe suresindeki tabirle şöyle geçer:

“Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.”

Kur’an-ı Kerim’in üç süresinde geçen bu ayetten bu ilahî vaadın önemi ortaya çıkmaktadır.

Fakat burada önemli olan ayetteki “li yuzhirehu” cümlesinin anlamının açıklığa kavuşmasıdır:

1- Acaba bu cümledeki “hu” zamiri Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’e mı aittir yoksa “hak din”e mi? Birinci durumda ayetin anlamı Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in, ikinci durumda ise İslam dininin bütün dinlere galip geleceğidir.

Ama “hak din” bu kelimeye daha yakın olduğu için edebiyat kurallarına göre zamirin ona ait olması daha doğrudur (gerçi sonuçta bu ikisi arasında önemli bir fark da yoktur).

Ayrıca bir dinin diğer dinlere galibiyeti tabiri, bir kimsenin dinlere galibiyetinden daha uygundur.

2- Burada “zuhur” kelimesinden maksat nedir?

Şüphesiz burada “zuhur” ortaya çıkma ve açıklığa kavuşma anlamında değildir; aksine, galibiyet ve üstün gelme anlamındadır. Çünkü bu kelimenin en meşhur anlamlarından birisi, arap lügatının meşhur kaynaklarından biri olan Kamus kitabında şöyle geçer: “zehere bihi ve aleyhi”, “ona galip geldi” anlamındadır ve Müfredat-ı Rağib’da ise şöyle geçer: “zehere aleyhi”, “ona galip oldu” anlamına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in Mu’min, Kehf ve Tövbe surelerinde geçen bir çok ayetinde bu kelime “galibiyet ve üstünlük” alnlamında kullanılmıştır. Örneğin:

“Nasıl olabilir ki!.. Eğer size karşı galip gelirlerse, size karşı ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hükümlerini gözetip/tanır-lar.”

“Ey kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz.”

“Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar.”

Ancak bahis konusu şudur: Bu dinin diğer dinlere galibiyetinden maksat nedir?

Müfessirler bu konuda üç tefsir beyan etmişlerdir.

1- Mantıklı zafer: İslamı genelde hurafelerde dolu olan diğer dinlerle karşılaştırdığımızda onun istidlalli mantığının diğer mantıklara galibiyeti ortaya çıkmaktadır. Bu tefsirin taraftarları halis İslam tevhidini şirkle karışmış olan diğer tevhidlerle veya halis şirkle karşılaştırdığımızda İslam mektebinin diğer mekteplere üstünlüğü ortaya çıkmaktadır.

2- Maksat, dünya çapında ve genel bir galebe değil, bölgesel olarak pratikte diğer dinlere galebe ve üstünlüktür.

Bu da gerçekleşmiştir; çünkü Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in döneminde İslam Arap yarımadasına ve ondan sonra da dünyanın büyük bir bölümüne galip geldi ve Çin duvarından -hatta Çin duvarının ötesinden- Atlas okyanusunun sahiline kadar uzaman bu bölgedeki diğer dinlerin mensupları genelde İslam dininin karşısında boyun eğmekteydiler. Hatta İslam hükumetinin sultası bu noktalardan kalktıktan sonra bile yine İslam bu bölgelerde dimdik ayakta duran bir din olarak bilindi.

3- Maksat kültürel, iktisadî ve siyasî alanları kapsamına alan dünya çapında ve bütün yeryüzünde pratikte gerçekleşen bir üstünlük ve galebedir. Bu tefsiri şii müfessirleri dışında Ehl-i Sünnet alimlerinden bir grubu da benimsemiştir.

Kesinlikle bu vaad şimdiye kadar pratiğe geçirilmemiş olup sadece vaadı verilen Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın cihanşümul hükumetine tetabuk etmektedir. Onun hükumetinde hak ve adalet her yeri alacak ve bu din dünya çapında bütün dinlere galip gelecektir.

Ancak elimizdeki deliller üçüncü tefsirin diğer tefsirlerden daha uygun oluşunu göstermektedir. Çünkü:

1- “Zuhur” kelimesinden anlaşılan galebe ve üstünlük zihni ve fikirsel galebe değil hissi, ayni ve pratikteki galebe anlamındadır. Dolayısıyla yukarıda Kur’an’dan saydığımız bu yerlerin hiç birinde “zuhur” kelimsei zihni ve fikrî galebe anlamına gelmemiştir. Önceki ayetlere dönerek dikkat edecek olursak bütün bu ayetlerde bu kelimenin ayni ve pratikteki hissî galebe ve üstünlük anlamında kullanıldığını görürüz.

2- “Kulluh” kelimesinin vurgulama olarak zikredilmesi bu üstünlüğün bölgesel ve sınırlı olmadığını, aksine dünyadaki bütün dinleri kapsamına aldığını göstermektedir ve bu da İslam dininin bütün dinlere galip ve üstün gelmesi dışında imkansızdır.

3- Yukarıdaki ayetin tefsiri hakkında elimize nakledilen rivayetler üçüncü tefsiri güçlendirmektedir. Örneğin şu rivayetler gibi:

a) Ayyaşi kendi senediyle İmran b. Meysem’den, o da Ubade’den şöyle nakleder:

Emir-ul Müminin Hz. Ali aleyhi’s-selâm “Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur…” ayetini okuduğunda “Acaba bu galebe ve üstünlük gerçekleşti mi?” diye sordu.

Oradakiler “Evet” dediler.

Bunun üzerine Hz. Ali şöyle buyurdu: “Hayır, canım elinde olan Allah’a andolsun ki bu galebe ve üstünlük ancak yeryüzünde sabah ve akşam “La ilahe illellah” sesi yükselmeyen bayındırlaşmış hiç bir yer kalmazsa gerçekleşir.[10]

2- İmam Bâkır aleyhi’s-selâm’dan nakledilen başka bir hadiste şöyle geçer:

“Bu galebe ve üstünlük Âl-i Muhammed aleyhum’us-selâm’den olan Mehdi kıyam edince gerçekleşecektir. Öyle ki, yeryüzünde Hz. Muhammed’i (-s.a.a- onun peygamberliğini) ikrar etmeyen bir kimse kalmaz.”[11]

3- Mikdad b. Esved şöyle der:

Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in “Yeryüzünde İslam dininin girmediği toprak ve çamurdan yapılmış bir ev ve (çölde) bir çadır kalmaz.” buyurduğunu duydum.[12]

Yukarıdaki ayetin tefsirinde bu anlamdaki diğer riayetlerde akledilmiştir.

Bu, sulh, cihanşümul adalet, bütün dünya çapında tevhid ve İslam’a imanı vurgulayan Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinden bir bölümüdür.

Kur’an’da Yaradılışın Gayesi ve İslam’ın Cihaşumüllüğü

Kur’an-ı Kerim’de açıkça bildirlirdiği üzere insanlar sadece Allah’a ibadet gayesiyle yaratılmışlardır. Zariat Suresi’nin 56. ayetinde bu hususta şöyle burulur: (siz çevirin) Bu nedenledir ki bütün peygamberlerin müşterek daveti “Allah Teala’ya ibadette bulunma ve tağuttan sakınma” esasına dayalıdır: (siz çevirin) (Nahl: 36)

Diğer tavaftan Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber Ekrem efendimize sallâ’llâhu aleyhi ve alih buyurmaktadır ki bu ayetler, İslam’ın cihanşumül bir din olduğunu ve bütün dünyaya hakim kılmak ve bütün bir insalığı küfür ve şirkten kurtararak kendisine ibadete yöneltmek istemekte ve kullarının İslam’ın hayat verici düsturlarına uymak ve onları uygulamak suretiyle tertemiz bir yaşama ulaşıp Allah’ın rahmetine hak kazanmalarını dilemektedir. Allah Tealâ’nın insanlarla cinleri kendisine ibadette bulunmaları için yaratmış olması ve İslam’ı cihanşumül bir din kapasitesiyle göndermiş bulunmasının vazgeçilmez gerekleri; İslam’ın salt îlahi ibadet ve cihanşumul programlarla teçhizatlandırılmış olması ve günün birinde yaradılış gayesinin -Allaha ibadet- egemenlik kurmasıdır ki, bu da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili haber ve hadislerde sarih bir şekilde belirtilmiş durumdadır. Daha önce müşterek mazmunun özetle verdiğimiz bu sahih hadis ve haberlere binâen bu iş, asrın İmamı olan, vaadedilen ve beklenen Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın eliyle gerçekleştirilecek ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm da o hazretin yardımcısı olacaktır. Aksi takdirde yaradılış gayesi -Allah’a ibdet gerçekleşmemiş olacak, sadece belli bir kesim ve belli bir mekanda tahakkuk bulduğu söylenebilecektir ki bu da İslam’ın cihanşumüllük inancının bir teoriden ibaret buluduğu, günlük hayata întikalen icrasının mümkün olmadığı, bu husustaki ayetlerin Kur’an’da -haşâ- sırf birkaç satır daha işgal edebilmek için indiğini ! söylemek demektir!

Binaenaleyh şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın eliyle İslam’ın bütün dünyaya egemen olacağı ve yerkûre üzerinde, yaratılış gayesinin- sadece Allah’a ibadet- tahakkuk bulacağı vaadine dair hadisler, Kur’an-ı kerim’deki ayetlere ve yaratılış felsefesine mutabık bir gerçeği vurgulamakta olup, bu hadislerin inkarı; İslam’ı cihanşümûl bir din olarak takdim eden ayetlerin -haşa- reddi demek olup, yaradılış gayesini bütün dünyada gerçekleştirme hususunda Allah Tealâ’nın -haşa- başarılı olamadığı manasına gelir!!

Binaenaleh bazılarının “bu Mehdilik konusunun Kur’an’da geçmediği” şeklindeki iddiaları kesinlikle gerçekle bağdaşmamaktadır. Esasen Kur’an-ı kerim’in hakikatleri beyan yöntemi şudur: Kur’an, İslam’ın hüküm ve emirlerinin genel prensiplerini söyler ve bildirir, bunlarla ilgili tafsilatlı bilgi ve açıklamayı ise Allah Teala, sevgili Resulü sallâ’llâhu aleyhi ve alih’le onun mutahhar Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’a yaptırır; bu taferruatlar onların sünnetlerindedir. Mesela İslam’ın zaruriyet-lerinden olan namaz için Kur’an’da “namaz kılın” vb. tabirler geçer; bu durumda hadis ve sünnete istinad etmeden ve sadece Kur’an’daki bu hükme bakarak namazın bütün mahiyetini ve nasıl olması gerektiğini kim söyleyebilir?! Sırf bu ayetlerle namazın cüzlerinin ne olduğu, farzlarının ne olduğu, kaç rekat olduğu ve esasen “rekat”ın ne demek olduğu…vb. gibi daha yüzlerce sorunun net cevabını hadis ve sünnete müracat etmeksizin bulabilmek mümkün değildir. Binaenaleyh sırf Kur’an’da bu tafsilatlar geçmiyor diye kalkıp da “Bugün Müslümanların kıldığı namaz Kur’an’da net olarak anlatılmıyor, o halde bu namaz hakkında Kur’an’da ayet yoktur!” diyebilmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Çünkü esasen Kur’an-ı Kerim bu tür tafsilat ve açıklmaları Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in uhdesine bırakmış ve bunlar onun lisanıyla beyan edilmiştir ki Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm meselesi de bunlardan biridir. Binaenaleyh kaza kader, kıyamet, cennet, cehennem…vb. gibi akidevî konularla namaz, oruç, hums, zekat,…vb. gibi ahkâm mevzuları gibi Mehdilik olayı da Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiş, iblağ edilmiştir ve bu iblağlarla ilgili detaylı açıklamaları Allah Teala hazretleri Resulü’ne yaptırmış, o da bunları Ehl-i Beyt’ine aktarıp öğretmiştir,dolayısıyle de bu tafsilatlar Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’ının sünnetinde aranmalıdır.

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadisler

Ehl-i Sünnet Kaynaklarında Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadisler

Hz. Peygamber-i Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih İslam ümmetinin Mehdi aleyhi’s-selâm inancını taşıması ve bu inancın pekişmesi için yoğun bir çaba göstermiş, çeşitli defalar Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurunu müjdelemiş, sahbeler bu müjdeyi Hz. Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ten defalarca duymuş, nice sahabe bu hususta birçok hadis rivayet etmiştir ki, bu hadis ve rivayetlerin büyük bir kısmı sünni mahfil ve kaynaklarda geçmektedir.

Şimdi, sözkonusu Şia ve Sünni kaynaklarında kayıtlı Hz. Mehdi aleyhisselamla ilgili hadisleri Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in bizzat kendisinden rivayet eden sahabeden bazılarını aktıralım:

1- Ali bin Ebu Talib aleyhi’s-selâm

2- Fatıma-i Zehra selâm’ullahi aleyha

3- Hüseyin bin Ali aleyhi’s-selâm

4- Cabir bin Abdullah-i Ensarî

5- Ebu Eyyub-i Ensarî

6- Ebu Hureyre

7- Ammar bin Yasir

8- Ümmü Seleme

9- Talha bin Ubeydullah

10- Abdurrahman bin Avf

11- Ümmü Habibe

12- Abdullah bin Abbas

13- Ebu Said-i Hudrî

14- Abdullah bin Mesud

15- Enes bin Malik

16- Abdullah bin Amr

17- Sevban

18- Huzeyfe bin Yeman

19- Avf bin Malik

20- Abdullah bin Amr

21- Ali Hilali

22- Gurre’t bin Eyâs

23- Abdullah bin Hâris

24- İmran bin Hasin

25- Ebu Tufeyl

26- Cabir-es Sedefi

Şia Kitaplarında Hz. Mehdi (a.s)’la İlgili Hadislerin Ravileri

Şia, sekaleyn ve Sefine hadisleri gibi naslara dayanarak Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’tan sonra siyasi merciilik gibi ilmi merciliğin de Hz. Resul-ü Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in mutahhar Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’ına tevdi edilmiş olduğuna inanır. Binaenaleyh çeşitli İslamî konularda olduğu gibi Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm konusunda da Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in sahabelerinden başka, o hazretin mutahhar Ehl-i Beyt’inden, yani Hz. Ali, Hz. Fatıma-i Zehra selâm’ullahi aleyha, İmam Hasan ve İmam Hüseyin hazretleriyle, Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’ın diğer İmamlarından sahih hadisler nakleder. Bu nedenle, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında hadisler nakleden sahabenin yanısıra, aynı hususta Ehl-i Beyt İmamlarından aleyhum’us-selâm hadis aktaran Ehl-i Beyt ashabından bir kaç ismi de aktarmayı faydalı bulduk:

Şia Kitaplarında Kayıtlı, Hz. Resulullah (s.a.a)’ten Hz. Mehdi (a.s) Hakkında Hadis Rivayet Eden Bazı Sahabenin Adları:

1- Hz. Ali aleyhi’s-selâm

2- Hz. Fatıma aleyhi’s-selâm

3- İmam Hasan aleyhi’s-selâm

4- İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm

5- Selman-ı Farsî

6- Ebuzer-i Gıfâri

7- Abbas bin Abdulmuttalib

8- Abdullah bin Abbas

9- Cabir bin Abdullah-il Ensâri

10- Ebu Said-i Hudri

11- Ebu Selmâ

12- Abdullah bin Ömer

13- Enes bin Malik

14- Zeyd bin Sabit

15- Zeyd bin Erkam

16- Ümmü Seleme

17- Abdullah bin Mesud

18- Abdullah bin Amr

19- Huzeyfe bin Yeman

Hz. Mehdi İle İlgili Hadisleri (a.s) Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Yoluyla Aktaran O Hazretin Bazı Ashabı*

1- Esbeğ bin Nebate

2- Alkame bin Kays

3- Mâlik bin Zamra

4- Haris bin Abdullah el-Harsî el-Hamrâni

5- Hers bin Şurb

6- İbn-i Ebi Cuheyfe es-Sevâi

7- Kumeyl bin Ziyad

8- Muhammed bin Hanefiyye

9- Hekîm bin Sa’d

10- Hâris el-A’ver el-Hemdânî

11- Cabir bin Abdullah’il Ensari

12- Ebuzer-i Gıfâri

13- Nezal bin Subre

14- Selim bin Kays el-Hilali

15- İbn-ut Tufeyl Amir bin Vasile

16- Medlec bin Harun bin Said

17- Hibet’el Arenî

Yukarıdaki isimlerden başka İmam Hasan aleyhi’s-selâm, İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının aleyhum’us-selâm ashabında da birçokları Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında bu İmamlardan pek çok hadis naklinde bulunmuşlardır ki konuyu özetle ele aldığımızdan onları da burada aktarmayı zaruri bulmuyor, vu hususta detaylı bilgi ve daha fazla isim isteyenlerin ilgili kaynaklara bakmalarını tasviye etmekle yetiniyoruz.

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadislerin Sayısı

Yukarıda ismini aktardığımız sahabeden bazısı Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili birçok hadis rivayet etmiştir. Bu cümleden olmak üzere Abirî, “İbraz’ul Vehm’il Meknun” adlı eserinde, mevcut bütün kayanaklara ulaşma imkanı olmadığı halde, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili Ehl-i sünnet kaynaklı yüz hadis tespit etmiştir. Şia yoluyla Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’tan naklonunan hadislerle birlikte bu rakamın yüzlerce hadisi aşacağı apaçık ortadadır. Nitekim Şiânın Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında İmam Ali aleyhi’s-selâm, Hz. Fâtıma aleyha’s-selâm Hz. İman Hasan aleyhi’s-selâm, Hz. İman Hüseyin aleyhi’s-selâm ve diğer masum Ehl-i Beyt İmamları’ndan naklettiği hadisler de bu rakama eklencek olursa Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin sayısı bini aşar (Bkz: Ahadis’ul İmam’il Mehdi aleyhi’s-selâm)

Hz. Mehdi (a.s) Hakkındaki Hadisleri İçeren Kitaplar

Şia ve Sünni hadis kitapları içinde belli bir bölüm ve babı Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislere ayırmayan veya en azından, o hazretle ilgili birkaç hadis nakletmeyen bir kaynak eser hemen hemen yok gibidir. Sadece bu bile, sözkonusu yazarların bu mevzuya verdiği önem, o hazrete beslediği inanç ve mezbur hadislerin sıhhatine duyduğu itminanı ortaya koyucu niteliktedir. Bu nedenle de mevzumuza başlık yaptığımız “… içeren kitaplar” ibaresi yerine “Büyük hadis kitaplarının tamamı” ibaresinin kullanılması daha yerinde olacaktır aslında. Sözkonusu bu kaynak eserlerden bazısını aktaralım:

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadisleri İçeren Şia Kayanaklarından Birkaçı

1- Usul-u Kâfi

2- Keşf-ul Gumme Fi marifet’il Eimme

3- İsbat’ul Hudat

4- el-Avâlim

5- Bihâr’ul Envâr

6- Emali-i Sâduk

7- Tefsir’ul Ayâşî

8- Tefsir’ul Burhân

9- Tefsir’u Kummî

10- Tefsir-i Kenz’ud Dekâik

11- Hilyet-ul Ebrâr

12- Delâil’ul İmâme

13- Muhtasar-ı Besâir’ud Derecât

14- Tefsir-u Fırat’il Kûfî

15- Tefsir-i Sâfî

16- Meaniy’ul Ahbar

17- Tefsir-i Mecma’ul Beyan

18- Tefsir-i Nur’es Sekaleyn

19- el-Umde

20- Vesail’uş Şia

21- Muktezab’ul Eser

22- Kitab-ı Suleym bin Kays

23- Emâli-i Tûsî

24- Ğayet’ul Merâm

15- Menâkib-u Emir’il Mü’minin

26- Kurb’ul İsnâd

27- Emâli-i Müfid

28- Uyun-u Ahbar’ir Rıza

29- el-İykâz-u Min’el Hecea

30- Sevâb’ul A’mal

33- et-Tafzil Li’l Kerâcekî.

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadisleri İçeren Ehl-i Sünnet Kayanklarından Birkaçı

1- Sünen-i Ebu Davud;

2- Cami-i Tirmizi;

3- Sûnen-i İbn-i Mâce;

4- Müsned-i Ahmed;

5- Sahih-i İbn-i Hebban;

6- Müstedrek-i Hâkim;

7- Müsnef-i Ebubekir bin Ebi Şeybe;

8- el-Fiten: Naim bin Hummâd;

9- İksiyr-ul Esvet Ve’s Sağir: Taberâni;

10- el-Efrâd: Darikutni;

11- Marifet’us Sahabe: el-Bârudi;

12- Müsned-i El Hâris bin Usâme;

15- Tarih-i İbn-i Asâkir;

16- Tehzibe’ul Asâr: İbn-i Cerir;

17- Mu’cem: Ebubekir bin el-Mukrî;

18- Sünen-i Ebu Amr el-Danî;

19- el-Fiten: Ebu Anm Kafi;

20- Müsned-ul Firdevs: Deylemi;

21- Fevaid-ul Ahbar: Ebubekir el-İskaf;

22- A’lam: Ebu Hüseyin b. El-Menavî;

23- Delail-un Nubuvvet: Beyhakî;

24- Sünen-i Ebu Amr el-Mukrî;

25- Tarih-i İbn-i Cevzî;

26- Müsned-i Yahya b. Abdulhamid el-Amanî;

27- Müsned-i Ravyanî;

28- Tabakat-u İbn-i Sa’d.

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadisler Hakkında Yazılan kitaplar

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki hadislerin pek önemli ve fazla olması çeşitli mezheplere mensup tanınmış İslam alimlerini, bu hadisleri büyük hadis kitaplarında kaydetmenin yanısıra onların doğruluk ve sihhatini ispatlama amacıyla başlıca birçok eserler yazmaya da sevktemiştir ki bu da meselenin ehemmiyetini gösteren çarpıcı noktalardan biridir. Çünkü çeşitli mezheplere mensup İslam ulemasının, hakkında bunca telif ve tespiti gerekli bulup bunca kitap yazdığı akidevi mevzular çok nadirdir. Biz, sözkonusu eserlerden sadece birkaçını aşağıya aktarmakla yetineceğiz:

İmam Mehdi (a.s) Hakkında Yazılmış Bulunan Şia Kitaplarından Birkaçı

1- Kemal-ud Din Ve Tamam-un Ni’met: Şeyh Saduk (381).

2- el-Gaybet: Şeyh Tusî (460).

3- el-Gaybet: Nu’manî (360).

4- el-Melahim: İbn-i Tavus (664).

5- el-Mehaccet-u Fîma Nezele Fi’l Kâim-il Huccet: Seyyid Haşim-i Behranî (1107)

6- el-Burhan-u Ala Sihhat-i Tul-i Omr-i Sahib-iz Zeman: Ebu-l Feth Muhammed b.n Osman el-Kereçeki (449).

7- Tebsiret-ul Veliy Fimen Ree’l Kâim el-Mehdi: Seyyid Haşim bin Seyyid Süleyman el-Ketkanî el-Behranî (1107)

8- İlzam-un Nasib: Şeyh Ali el-Yezdi el-Hairi (1333).

9- Mikyal-ul Mekarim Fi Fevaid-id Dua lil Kâim: Seyid Musevi (günümüz alimlerinden).

10- Muntehab-ul Eser Fi’l İmam’is Sani Aşer: Ayetullah Lütfullah-is Safî (günümüz alimlerinden).

11- el-Fusul-ul Aşret-i Fi’l Gaybe: Şeyh Mufid (413).

12- el-Mukni’u Fi’l Gaybe: Seyid Murtaza Alem-ul Huda (436).

13- Mu’cem-u Ahadis-il Mehdi aleyhi’s-selâm, c.1-5 (günümüz kitaplarından).

14- el-Mehdi: Seyid Sadruddin-i Sadr (günümüz alimlerinden).

 

Ehl-i Sünnet’in İmam Mehdi (a.s) Hakkında Telif Edilen Kitaplarından Bazılarının İsimleri

1- Menakıb-ul Mehdi aleyhi’s-selâm: Ebu Naim-i İsfehani (430).

2- el-Erf-ul Verdî Fî Ahbar’il Mehdi: Suyuti (911).

3- el-Burhan-u Fi Alamet-i Mehdiyi Ahir-iz Zeman: Molla Ali el-Muttaki (975).

4- el-Kavl-ul Muhtasar Fi Alamat-il Mehdiyy-il Muntazar: İbn-i Hacer (974).

5- el-Meşreb-ul Verdi Fi Mezheb-il Mehdi: Molla Ali el-Kâri.

6- et-Tevzih-u Fi Tevatur-i Ma Câe Fi’l Mehdiyy’il Muntazar-i Ve’r Rical-i ve’l Mesih: Kadı Muhammed b.n Ali eş-Şevkanî (1250).

7- Ahadis-ul Mehdi ve Ahbar-ul Mehdi: Ebubekir bin Haysem.

8- el-Ahadis-ul Kadiye bi Huruc-il Mehdi: Muhammed bin İsmail el-Emir-el Yemanî (751).

9- Fevaid-ul Fikr-i Fi Zuhur-il Mehdi el-Muntazar: Mer’a bin Yusuf el-Hanbeli (1033).

10- el-Beyan-u Fi Ahbar-i Sahib-iz Zeman: Allame Gencî eş-Şafiî (658).

Bu Hadislerin Özet Mezmunu

Şiâ ve Sünni kaynaklarında geçen bu hadislerdeki bazı teferruat ve deyiş farklılıklarını bir kenara bırakacak olursak, mezkur hadislerin müşterek mazmunu özetle şöyledir:

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in mutahhar Ehl-i Beyt’indendir ve adı da o hazretin adıdır, Hz. Fâtıma aleyha selâm’ın soyundandır, ahir zamanda zuhur edecektir, yeryüzü, tamamen zulüm ve haksızlıkla dolduktan sonra, adalet ve hakla dolduracaktır. Hz. İsa aleyhi’s-selâm onun zamanında gökten inecek ve o hazretin arkasında namaz kılacaktır. Onun zamanında yeryüzünde fakir insan kalmayacaktır.”

Şiâ ve Sünni mezheplerinin uleması tarafından müştereken ve ittifakla kabul olunan hadislerin ortak mazmunu kısaca bundan ibaret olup, yukarıdaki mazmunda hiçkimsenin ihtilafı bulunmadığı gibi bu mazununa katılmayan veya ters düşen herhangi bir mütevatir veya sahih hadis de ne sunni, ne Şia kaynaklarında mevcut değildir. Meşhur hadislerdeki farklı noktalar, yukarıdaki metin dışındaki bazı noktalardır; mesela O hazretin yeryüzündeki devlet ve egemenliğinin ne kadar süreceği konusunda vb. konularda bazı hadislerde farklı ifadeler vardır ki bu hadislerin hiçbiri mütevatir değildir. Ancak, mevcut hadisler üzerinde dikkatli bir inceleme yapılması halinde bu hadislerden hangisinin sahih olup olmadığını belirtmek ve doğru maznunu bulabilmek da kolaylıkla mümkündür.

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili bazı konular da, ya sunni veya Şia kaynaklarında mütevatir durumdadır; mesala, Deccal’in olağanüstü vasıfları konusunda sünni kaynaklarında mütevatire ulaşan rivayetlere karşılık, Şiâ kaynaklarında Deccal’in bu tür vasıflarına dair hiç bir sahih nakil yoktur. Zaten, bu tür konuların reddi veya kabulü yukarıda belirttiğimiz bütün mezheplerce kabul edilen müşterek mazmunu zerrece etkilemez.

Daha önce aktardığımız mazmun, Şia ve Sünni hadislerindeki ortak ve mütevatir noktaları kapsamakta olup bu noktalarda ne sünni ve şii arasında, ne de bu iki mezhebin ayrıca kendi içinde hiçbir ihtilafı yoktur. Ayrıca, bütün mezheplerin uleması da bu konuda tevatür bulunduğundan müttefiktirler. Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin mütevatir olduğunu vurgulayan Ehl-i Sünnet ulemasından birkaçını aşağıya aktarıyoruz:

Mehdi’yle İlgili Hadisleri Mütevatir Bilen Ehl-i Sünnet Alimlerinden Bazılarının İsimleri

1- Hafız Muhammed b. Hüseyin el-Abirî “Menakıb-i Şafiî” kitabında şöyle diyor: “Mehdi’nin gelmesiyle ilgili hadisler mütevatir ve ravilerinin çok olmasından dolayı ise müstefizdir. Mehdi Peygamber’in Ehl-i Beyt’indendir, yedi yıl hükumet yapacak, yeryüzünü adaletle dolduracak, İsa’yla kıyam edecek, Deccal’ı Filistin’de öldürmek için ona yardımda bulunacak, bu ümmete İmamlık yapacak, İsa da onun arkasında namaz kılacaktır.”

2- Muhammed Resul el-Berzenci (ö: h. 1103). “el-İşaat-u li İştirat-is Saat” kitabında şöyle demiştir: “Mehdi’nin varlığı, onun ahir-uz zamanda huruç (kıyam) etmesi ve onun Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in Ehl-i Beyti’nden ve Fatıma’nın evlatlarından olması hakkındaki hadisler, manevî tevatür haddine ulaşmıştır, öyleyse onu inkâr etmenin bir anlamı yoktur.”

3- Şeyh Muhammed bin Ahmed-i Sefarinî el-Hanbelî (ö: h.1188) “Levaih” kitabında “Tenbih” başğılı altında şöyle demiştir: “Mehdi’nin kıyamıyla ilgili rivayetler oldukça çoktur; hatta manevi tevatür haddine ulaşmıştır; tevatür haddine ulaşması sözü Ehl-i Sünnet alimleri arasında yaygındır; onların inançalarınan bile sayılmıştır.”

4- Şafiî müftüsü Ahmed b. Zeynî b.n Dihlan (ö:1304). “Futuhat-ul İslamiyye “ kitabında şöyle demiştir: Mehdi’nin zuhurunu zikreden hadisler çok ve mütevatirdir; o hadisler içerisinde sahih, hasen ve zayıf olanları bulunmaktadır.”

5- Kadı Muhammed b.n Ali eş-Şevkanî (ö: h.1250) “et-Tehzib-u Fi Tevatür-i Ma Câe Fi’l Mehdiyy’il Muntezar-i Ve’d Deccal’i ve’l Mesih’i” kitabında şöyle diyor: Mehdi hakkında bulunması mümkün olan elli hadis nakledilmiştir. Bu hadisler içerisinde sahih, hasen ve zayıflığı giderilmiş bir takım zayıf hadisler de bulunmaktadır. Bu konudaki hadisler şüphesiz mütevatirdir. Bunlardan daha az olan hadislere bile, usulda kaydedilen bütün terimlere göre tevatür denilmektedir.”

6- Seyid Muhammed Sıddık Hasan el-Kunci el-Buharî (ö:1307), “el-İzaat-u Lima Kane Vema Yekunu Beyne Yedey-is Saet” kitabının “Kıyametten önce vuku bulacak olaylar” bölümünde şöyle der: “Kıyametten önce vuku bulacak olaylar gerçekten çoktur. O olaylardan biri Mehdi el-Mevud el-Muntazar el-Fatimî olayıdır. Bu olay kıyametten önce vaki olacak ilk vakıadır. Mehdi hakkındaki hadisler ihtilaflı olmalarına rağmen oldukça çok ve tevatür haddine ulaşmaktadır. Bu hadisler Sünen, Meacim ve Mesanid kitaplarında geçmektedir.

7- Ebu Abdullah Muhammed bin Cafer el-Ketani el-Maliki (ö: 1345), “Nazm-ul Mütenasir Fi’l Hadis’il Mütevatir” kitabında şöyle demiştir: “Velhasıl Mehdi-i Muntazar hakkında nakledilen hadisler mütevatirdir; böylece Deccal ve İsa bin Meryem’in nüzulu hakkındaki hadisler de mütevatirdir.”

8- Hafız Suyutî (ö: 911): Ebu-l Feyz-i Ğumarî “İbraz-ul Vehm-il Meknun” kitabında şöyle demiştir: “Suyutî “Fevaid-ul Mutekasire Fi Ahadis-il Mütevatire” adlı kitabında ve o kitabın özeti olan “Bi’l Ezhar-il Mütenasire” adlı kitapta ve diğer kitaplarında Mehdi hakkındaki hadislerin mütevatir olduğun vurgulamıştır.”

9- Şeyh Ahmed b.n Hacer eş-Şafiî, Hindistan’da ölen bir şahıs Mehdiliğini iddia eden bir grup hakkında sorulan bir sorunun cevabında şöyle yazıyor: bunların itikatları batıl, kabih, açık bir cehalet, çirkin bir bid’at ve kesin bir delalettir. Birincisine (batıl olduğuna) gelince bu söz müstefiz ve mütevatir olan hadislerle çelişmektedir. Çünkü hadisler, Mehdi’nin Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in Ehl-i Beyt’inden olduğunu ve yeryüzünün doğu ve batısına hükümet edeceğini bildirmekteler…”[13]

10- Şeyh Ahmed Ebu-s Surur bin Saba el-Hanefî mezkur grubun hakkındaki istifanın cevabında şöyle diyor: “Bunların, kendi itikatlarına muhalefet etmelerinden dolayı dövülmeleri ve bu fikirlerinden vazgeçirilmeleri gerekir. Çünkü (asıl) itikatları hakkında sahih nass ve mütevatir hadisler vardır. Mehdi ile ilgili hadislerin ravileri çok olduğundan dolayı müstefizdir. Ahir zamanda zuhur etmesi vaadedilen Mehdi aleyhi’s-selâm, seyidimiz İsa’yla -Peygamberimize ve ona selam olsun- huruc (kıyam) edecektir.”[14]

11- Nasirudin el-Elbanî “Havle-l Mehdî” adlı makalesinde şöyle diyor: “Mehdi meselesine gelince bilinmesi gerekir ki, onun huruc (kıyam) etmesi hakkında çok sahih hadis vardır. Bu hadislerin bir kısmının senetleri sahihtir, onlardan bazılarını örnek olarak zikredeceğim, daha sonra onun hakkındaki şüpheleri gidermeye çalışacağım…” Makalesinin sonunda da şöyle diyor: “Sözün kısası, Mehdi’nin kıyamına olan akide sabittir; onunla ilgili hadisler Resulullah’tan mütevatir olarak nakledilmiştir. Bu inanca inanmak gerekir. Çünkü bu mesele, gayb meselelerindendir, ona iman etmek takvalıların sıfatlarındandır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Elif, Lam, Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için de kılavuz olan bir kitaptır. Muttaki olanlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve…”

Mehdi’nin huruç (kıyam) etmesini ancak cahil ve kibirli insanlar inkâr eder. Allah Teala’dan, ona (İmam Mehdi’ye), Kitap ve sünnette sabit olan her şeye iman etmek üzere bizi öldürmesini niyaz ederim.”[15]

12- el-Ezher üniversitesinde usul-u din fakültesinin üstadlarından olan ve İbn-i Hacer-i Heysemî el-Mekki’nin (ö: 974) “Sevaik-ul Muhrika” kitabını tahkik ve tedkik yapan Ustaz Abdulvehhab Abdullatif, Sevaik kitabının onbirinci babının birinci bölümünde İbn-i Hacer’in Tabaranî’den Mehdi hakkında tahriç ettiği hadisin dipnotunda şöyle demiştir: “Mehdi ile ilgili hadisler çoktur. Bu konuda Ebu Naim de onlardan olmak üzere birçok hafız, kitaplar te’lif etmişlerdir. Suyuti de Ebu Naim’in zikrettiklerini toplamış ve “Urf-ul Verdî Fi’l Ahbar-il Mehdi” kitabında ona bazı hadisler de eklemiştir. İbn-i Hacar’in de ayrıyeten Mehdi hakkında “el-Muhtasar Fi Alamat-il Mehdiyy-il Muntazar” adlı bir eseri vardır.”[16]

 

Tevatürün Anlamı

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin çeşitli İslam mezhepleri ulemasınca mütevatir olduğunu kabul edilmiş bulunduğunu böylece müşahede ettikten sonra şimdi tevatürün ne demek olduğuna, semere ve sonucunun ne olduğuna bakalım:

Mütevatir hadis, yalan olması ihtimalini kensinlikle giderecek ve bütün rivayetlerin hata olabileceği ihtimalini geçersiz kılacak kadar fazla ravi tarafından rivayet edilmiş olan hadistir. Bu da, mazmunu kesinlikle doğru hadis demektir. Binaenaleyh netice şu şekilde özetlenebilir:

1- Mütevatir haberde önemli olan ravilerin bireysel özelliği değil, sayıca fazlalıklarıdır. Yani mütevatir haberde çeşitli mevzular nakillerindeki bireylerin tamamının biyogrofice teferruatıyla bilinen, sıka -güvenilir- veya âdil insanlar olma şartı yoktur Bilakis, bunlardan kiminin zayıf veya biyografik açıdan belirsiz insanlar olması da pekala mümkündür, bu durumda kendi tariklerini zayıf kılmış olurlar, ama bu zaaf, tevatürün vasfını kesinlikle etkilemediği gibi, esasen bazı ravi veya haberleri zayıf olmayan mütevatir hadis zaten yoktur.

2- Mütevatir haber; dinin usul ve zaruriyatında senet ve belge olarak geçerli kabul edilebilecek kadar kesin güvenilirdir.

Mütevatir haberin karşı noktasında “haber-i vahid” yer alır, bu da sadece 1-2 kişi tarafından aktarılımış haberdir ki sahih kabul edilmesi için bütün ravilerinin sıka -güvenilir- olması şartı konulmuştur. Kaldı ki, sahih olması halinde bile, vahid haber sadece fıkhî konularda senet olarak geçerli olup itikadî usulde belgesel geçerliliği bulunmamaktadır.

Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadislerde İbn-i Haldun’un Senet Münakaşası

Buraya kadarki bahsimizde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm ile ilgili hadislerin mütevatir hadislerden olduğunu ve böylesine çeşitli insanlar ve ravilerle aktarılmış hadislerin nadir bulunduğunu, mütevatir hadisin sıhhat şartının ravi ve yolların çokluğu sayıldığını, ravilerin ferdî özelliklerinin mütevatirin sıhhat veya butlanını etkilemediğini, binaenaleyh her mütevatirde olduğu gibi burada da kimi ravilerin zayıflığını hadisin mütevatir ve doğru olduğuna hiçbir halel getirmeyeceğini belirtmiştik. Bu nedenledir ki Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerden bazısının zayıf olması nedeniyle hiçbir İslam alimi kalkıp da bu hadislerin mütevatirliğini raddedip Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm inancını inkâra kalkışmış değildir asla. Dolayısıyle de diğer bütün mütevatir ve kat’i hadisler gibi bu hadisler de İslam ulemasınca ittifakla sahih ve doğru kabul edilmiştir. Bu arada sadece İbn-i Haldun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm inancının bütün Müslümanlarca ittifakla kabul edildiğini itiraf ettiği halde, o hazret hakkında asırlarca nakledilmiş olan hadisler içinden 28’ini seçerek kendi zannınca bunların bir kısmını senet açısından taz’yif etme yoluna gitmiştir. Ancak, İbn-i Haldun’un Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm inancını inkara kalkışmadığını ve o hazretle ilgili bazı hadislerin sıhhat ve doğruluğunu, bizzat onun da kabul etmiş bulunduğunun da altını çizmek gerekir. Buna rağmen, bazı muasır yazarların, İbn-i Haldun’un bu taz’yiflerinden hareketle Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm inancının İslamiliğini inkâr yoluna gittikleri ve onun sözlerinden, kendisinin asla çıkarmamış olduğu batıl neticeler çıkarma hatasına düştüklerini de üzülerek belirtmekte yarar var. Bu özet ilmi çalışmada İbn-i Haldun’un görüşlerinin tamamını belirtme ve tenkid etmenin mümkün olmayacağını ve esasen mevzunun dışına taşılacağıdan hareketle; Ehli-i Sünnet ulemasının daha önce İbn-i Haldun üzerine gerekli eleştirileri zaten yaptığını ve Muhammed bin Ahmed bin Sıddık’ın “İbrâz’ul Vehm’il Meknun Min Kelam-ı İbn-i Haldun” adlı eserinde meseleyi etraflıca ele alarak İbn-i Haldun’un görüşlerinin Ehl-i Sünnet kayanaklarına aykırılığını ispatladığını ve Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin Şiâ kitaplarında mütevatirden de aşkın bulunmasına ve meseleyi ispata çalışma gibi birşeye lüzum dahi olmamasına rağmen Şiâ ulemasının da İbn-i Haldun’a gerekli eleştirleri yöneltmiş olduğunu belirtmenin yeterli ve fayadalı olacağı kanaatindeyiz. Bununla birlikte burada kısaca onun sözlerini eleştiriyoruz:

İbn-i Haldun’un Senet Tartışmasının Tenkidi

a- İbn-i Haldun rical ve hadis ilminde uzman bir alim değildir, dolayısıyle de bu hususta öne süreceği görüşlerin zaten hiçbir ilmî gecerlilik taşımadığı ve bunların ilmî inceleme sayılmadığı Ehl-i Sünnet ulemasınca tespit edilmiştir. Mesela Seyyid Sıddıyk Gumârî İbn-i Haldun için şöyle diyor:

“Bu önemli alanda onun bir yeri ve bir payı yoktur; ne de o bu ilimden bir ölçek alabilmiştir. Durum bu iken bu ilimde nasıl ona itimad edilebilir ve bu ilmin meselelerini araştırmada ona nasıl müracaat edilebilir?!”[17]

Yine onun hakkında Şeyh Ahmed Şakir’in görüşü şudur:

“İbn-i Haldun bilgisi olmayan bir dala girmiş ve ehli olmadığı bir sahada o sahanın mutahassıslarıyla mücadeleye girişmiştir. O mukaddime kitabında Mehdi aleyhi’s-selâm’a ayırdığı bölümde açık hatalara düşmüş ve bu alanda hatta muhaddislerin sözlerini bile anlayamamıştır. Eğer o onların sözlerini anlayacak olsaydı söyledikleri sözlerden hiç birini sözlemezdi.”[18]

b- İbn-i Haldun, bu hususta sadece 28 hadisi ele almış ve daha sonra belirteceğimiz hatalı kıstaslarla bunları değerlendirerek çoğunun zayıf olduğunu öne sürmüş ve tabi bu arada bir kısmının doğruluğunu da itiraf etmiştir. Oysa ki, Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadisler 28 değil, yüzlercedir; bu durumda İbn-i Haldun mezkur hadislerin tamamına ulaşabilmiş olsaydı, doğruluğunu itiraf ettiği hadislerin sayısı da artacak ve onlarca hadisin sıhhatini kabul edecektir.

c- İbn-i Haldun, İslam hadis ve rical ulemasının ilmi çalışma yöntemlerine yeterince vakıf olmadığından, karşılaştığı hadisleri yanlış değerlendirmiş ve bu yanlış kıstaslarla, mezkur hadislerin de yanlış olduğu zehabına kapılmıştır. Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili bazı hadislerin zayıf olduğunu öne sürerken İbn-i Haldun’un nassı şu olmuştur: “Muhaddislerin yanında meşhur olan görüş şudur: “Cerh” (bir raviyi yeren sözler) ta’dile (ravinin adil olduğuyla ilgili sözler) öncelik taşır. Eğer senedin bazı ravilerinin gaflet, hafıza bozuklğu, zaaf ve akıde bozukluğu gibi bir taan olursa bu o hadisin sıhhatine gölge düşürür ve o hadis zayıftır.”

Görüldüğü gibi İbn-i Haldun zerrece hafıza zayıflığı veya mesela Şiâ inancına sahib olma gibi ilgisiz nedenlerle Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hadislerinin ricallerini tezyif etmiş ve rical ulemasının çoğunluğunun güvenilirliğini onaylanıp Kutub-ü Sitte’de kendisinden hadis naklinde bulunulmuş olan birçok ricali reddetme yoluna gitmiştir.

Mesela Futr bin Halife, Abdurrezzak bin Hemmam’us Sen’ânî ve Emmar’udduhnî gibi isimler aslında Sahihayn’ın ricali oldukları halde İbn-i Haldun onları şiilikle suçlamakta ve sırf bu nedenle rivayetlerinin zayıf olduğunu söylemek istemktedir. Halbuki bizzat İbn-i Haldun’un da itiraf etmiş olduğu üzere Ahmed bin Hanbel, Yahya’l Kıtan, İbn-i Muin ve Enneşânî’yle Iclî gibi tanınmış isimler “Fert bin Halif”in güvenilirliğini tasdik etmiş ve İbn-i Hacer, Abdurrezzak bin Hemmam-ı Sen’ânî için “ “sika, hafız, meşhur yazar”(1) tabirini kullanır. Aynı şekilde Ebu Zer’a Demeşkî, Muammer, Hişam bin Yusuf, Ebu Hâtem’le İclî onu pek övmüşlerdir(2). Keza Imar’udduheni’yi de Ahmed bin Hanbel, İbn-i Muiynî, Ebu Hatem, Nesâi ve diğerleri güvenilir ve emin saymaktadırlar. İbn-i Haldun’un; rical ulemâ’sının tespitlerini doğru değerlendirmediğini görmek için bunların doğru değerlendirmesini bizzat Şebkî, mezbur ibareleri şöyle açıklar: “Hadis bilimcilerinin cerh, ta’dile öncelik taşır diyen meşhur olan kaideyi mutlak şekilde almaktan kesinlikle sakın. Doğru olan şu ki, kimin güvenilir olduğu ve adaleti sabit olur ve övücüleri çok ve cerhedenleri az olur ve onu cerh edenin cerhteki sebebi belli olursa, örneğin mezhebî taassub vb. sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun cerhine itina edilmez. Sonra şöyle dedi:

Anladık ki, itaatı, masiyetinden ve methedeni yereninden çok olan hakkında bir kimsenin cerhi, doğru şekilde cerhini yorumlasa da kabul edilmez. Eğer mezhebî taassub veya akran arasından olan dünyevî çekişme gibi bir karine olursa ki, bu karineye istinaden yapılan cerhin mukabele amacıyla yapıldığı anlaşılırsa böyle bir cerh kabul edilmez… Eğer biz mutlak şekilde cerhi ta’dilden öne geçirecek olursak o zaman İmamlardan hiç birisi bundan kurtulmaz. Çünkü hakkında ta’n olmayan ve birilerinin helakına sebep olmayan hiç bir İmam yoktur.[19]“(3)

Görüldüğü gibi, İbn-i Haldun’un kıstaslarına (cerhin ta’dile önceliği) göre Ehl-i Sünnet mezhep İmamlarının hiçbiri güvenilir değildir. Zira onların her biri bazı kimseler tarafından kınanmak suretiyle cerh edilmişlerdir, her ne kadar başkaları onları adil tanısalar da…

d- Şia olma veya âdeta suçmuşçasına şiilikle suçlanmanın râvi için “güvenilir değidir, zayıftır” hükmüne varmada yeterli bulunduğu İbn-i Haldun mantığına göre Ehl-i Sünnet’in sıhahındaki onlarca ricali ve bu cümleden olmak üzere Sahih-i Buhari’yle Sahih-i Müslim’deki onca râvi ve ricali zayıf ve “güvenilmez” saymak gerekecektir. Nitekim Allame Şerefuddin “el-Müracaat” adlı tanınmış eserinde Sahih-i Müslim’le Buhari’deki ricallerden yüzünün Şiâ veya şii olduğu iddia edilen kimselerden ibaret bulunduğunu yazar. Bu durumda Sahih-i Müslim, Buhari ve diğer Ehl-i Sünnet sahihlerindeki hadis ve rivayetlerin yüzlercesinin zayıf olduğunu söylemek gerekecektir ki; rical ulemasınca hafıza zayıflığı veya unutkanlık gibi nedenlerle “zayıf” olarak tespit edimiş bulunan zevat da buna eklencek olursa Sahih-i Müslim, Buhari ve diğer Ehl-i Sünnet sahihlerinde sahih bir hadis ve rivayet bulabilmek mümkün olmayacaktır artık.

İbn-i Haldun ve onun görüşlerine uyanlar, böyle bir neticeyi kabullenmeye hazır mıdır gerçekten?! Bu durumda, sözkonusu sahihlerdeki onca hadis ve rivayetler arasında kaç tane “Sahih” hadis gösterebileceklerdir acaba?!

e- Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadisler mütevatir ölçülerinin de fevkindedir. Kaldı ki mütavatir olayında ravinin senedi münakaşasına girmek anlamsız bir girişimdir ve doğrulanması veya reddi halinde, haberin sıhhat ve itibarını kesinlikle etkilememektedir. Çünkü daha önce de hatırlattığımız gibi, mütevatir hadiste ravilerin ve yolların çokluğu mütevatir hadisin güvenilir ve sahih olduğuna delalet eder; ravilerin ferdî vasıf ve tutumları değil. Binaenaleyh İbn-i Haldun’un başlattığı tartışmaların tamamı doğru olsa bile -ki, değildir- bu durum Mehdevî hadislerin sıhhatini zerrece etkilemeyecektir.

Buraya kadar açıklamalarımızdaki cevapları Ehl-i Sünnet kayanklarındaki usul ve hadisleri esas alarak aktardık. Şia hadislerine gelince; Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm konusunda Şiâ kaynaklarında kayıtlı bulunan hadis ve haberler çoklu ve sıhhat açısından; bu tür tartışma ve açıklamalara lüzum dahi bırakmayacak bir haldedir ki daha sonraki bahislerimizde bu mevzu olanca netiliğiyle anlaşılacaktır zaten.

Beşerî Tekamül İlahi Hakimiyete Teslimiyetle Sonuçlanacaktır

İnsanlık tarihi bütün iniş çıkışlarına rağmen insanoğlunun kemal ve tekamülüne şahittir ki ilmî, tecrübî ve dînî boyutlarda bu kemal kolaylıkla müşahede edilmektedir.

İlmî Boyutta İnsanın Tekamülü

İnsanoğlu son dönemlerde pozitif bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmiş; fen bilimleri insani bilimler ve hatta tabiatötesi bilimlerde de belli bir yol katetmiştir. Bir -iki asır öncesine kadar imkansız gibi görünen ve “ham hayalden ibaret kurgular” olarak telakki edilen bu ilerleme ve gelişmeler bugün insanoğluna yepyeni bir medeniyet kazandırmıştır. Mesela insanoğlunun iletişim konusunda ulaştığı teknolojik seviye bütün insanlık için “cihanşumül bir dünya devleti” fikrini geliştirmiş ve bunun gerçekleşmesinin mümkün olduğunu gündeme getirmiştir ki bizzat bu merhale bile, ister istemez ve farkında olmaksızın “tek merkezden yönetilen ilahi bir devlet”e doğru önemli bir adımdır. Yeni teknolojik gelişmeler de giderek insanoğlunun hayatının yeni boyutlarına değişimler yaratmaktadır ki bütün bunlar, insanın kainatın hilkatiyle daha yakından tanışmasını ve Allah Tealâ’nın âfak ve enfusla -insanı iç ve dış dünyasıyla- ilgili ayetlerini gereğince kavramasını sağlayacak ve neticede insanoğlu Yüce Rabbine daha bir yaklaşma imkanı bularak O’nun çizgisinde yaşayabilme şansını yakalayacaktır: “…Biz, ayetlerimizi hem âfakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz…”(Fussilet, 53)

İnsanlığın “Topluca Edindiği Tecrübe”

İnsanoğlunun edindiği tecrübelerin bazısı bir ülke veya sadece bir bölgenin tecrübesiyle sınırlı olmaktadır ki bu tür tecrübeler bütün insanoğluna malolmamakta, bütün insanlığın hafızasına geçmemektedir. Buna karşılık; kimi tecrübeler de vardır ki şu veya bu şekilde bütün insanlar onu yaşamakta ve edinmektedirler; olumlu olup beğenilmesi halinde herkesçe istenmekte, olumsuz olması halindeyse bütün dünya bunun acısını yaşamakta ve ondan yaka silkmektedir. Mesela, yerküre insanlarının tamamının hafızasına yerleşmiş ve “herkesin edinmiş” olduğu bu “Topluca edinilmiş tecrübeler”in biri de acı kapitalizm ve “sosyalizm” tecrübesidir. Bu acı tecrübe, akidevî ve kültürel açıdan dine; ekonomik açıdan da özel mülkiyete karşı olan bir ideoloji ve devlet düzeyinin uzun vadede başarılı olmayacağını, insanoğluna saadet ve huzur getirmeyeceğini bütün dünya insanlarına göstermiş oldu. Gerci insanoğlu Allah’a iman edip O’nun peygamberlerinin kulavuzluğunda yürümüş olsaydı bu acı tecrübeyi yaşayamayacaktı elbet; ama ne yazık ki sözkonusu inanç ve teslimiyeti göstermemiş ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da mecburen bu acı tecrübeyi tatmıştır. Şüpehsiz, bu “toplu tecrübe” den sonra insanoğlu alacağı iberti artık almış olup “sosyalizm belası”nı bir daha denemeye kalkışmayacaktır artık. Böylece, insanoğlu “Allah ve Resullerinin söz ve yolunun ne derece doğru ve haklı olduğu bir kez daha anlaşılmış ve “din ve dinin önerdiği devlet sistemiyle insan arasındaki mesafe” bu acı tecrübeden sonra biraz daha kapanmıştır. Bu arada edinilen tecrübelerin başarılı veya başarısız olmasının mutlaka bir sebepten kayanaklandığı ve asla “tesadüfi” olmadığı da bilinmelidir. Sözkonusu sebep ise, insanoğlunun vücuduna ve ruhuna hakim olan yapı ve kurallara -fıtrata- uygun veya buna aykırı davranmasından başka birşey olmamıştır asla. İnsanoğlunun ilahi emir ve kuralları nazar-ı dikkate almadan sırf kendi düşüncesine dayanarak koyduğu kanun ve uyguladığı projeler, kendi yapı ve fıtratına egemen olan ilahi sistemden bîhaber ve kopuk olduğundan, genellikle büyük hatalar ve önemli olumsuz neticeleri de beraberinde taşımaktadır ki bunların bir kısmı uzun vadede bilfiil ortaya çıkmakta ve insanoğlu yaptığının neticesini bizzat ve fiilen de görebilmektedir. Binaenaleyh insanoğlu olumsuz tecrübe ve edinimlerini tekrarlamamak veya en azından tedricen bunlardan uzaklaşmak zorundadır ki bu yanlışlardan geri atılan her adım, Allah Tealâ ve insanoğlunun isteklerinin dengelendiği din terazisinde dengeye yaklaştıran bir adımdır aslında. Diğer taraftan bizler, inanan insanlar olarak Allah’ın emirlerinin insan fıtratı ve doğasıyla uyumlu ve insan için elzem olduğunu bilmekteyiz. İnsanoğlu kendi saadet ve huzuru için olsun; bu harihi hakikatı tedricen kabullenmek zorundadır. Nitekim bu “gidişat” bütün yeryüzünde Allah’ın kanunlarına dayalı bir egemenliğin tedricen oluşmakta oluğunu göstermektedir.

Meselenin daha iyi anlaşılması için insanlığın dinî yönde gerçek tekamülü hakkında ayrı bir kanunun bahsiyle daha bir zenginleştiğini netleştirmek de mümkündür, ne var ki mevzunun özetle aktarılması zorunluluğu bizi bu kadarla iktifa etmek durumunda bıraktığından son olarak öğrenmekte ve her geçen gün insanlık tecrübesi biraz daha artırmaktadır; bu nedenledir ki insanoğlunun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm eliyle kurulacak ilahî devlet nizamını kabul edebilmek yeteneği her geçen gün biraz daha artmaktadır. Gerçekte beşerin tekamül yönündeki seyri ve hareketinin bir ciheti de böylesi bir hükumetin tahakkuku için zemin hazırlamaktadır.

Eehl-i Sünnet Ulemasından Hiç Kimse Mehdilik İnancını İnkâra Kalkışmamıştır

Buraya kadarki bahislerimizde İslam alimlerinin ister kaynak , ister özel kitaplarda olsun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm, inancını vurguladıklarını, sahih ve mütevatir hadis ve haberlerle bu İslamî inancı daima desteklediklerini belirttik. İslam ulemasının bu inancı kabulü ve bilfiil onayladığı hususu da dikkatten kaçmamış, vurgulanması gereken bir diğer nokta da; İslam tarihi boyunca Mehdilik iddiasına girişen sahte Mehdilere karşı İslam ulemasının takındığı tavır ve gösterdiği tepkinin niteliğidir. Nitekim İslam uleması bu gibi durumlarda Mehdilik inancını asla reddetmemiş, sadece bu iddiaya kalkışan şahısların, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkına hadislerde belirtilen özellik ve alemtleri taşımadı-ğını söylemişlerdir. Mehdilik olayının İslam inançlarıyla hiçbir alâkası olmasa ve ilgili mevcut hadislerin bizzat Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’tan sadır olduğu kesin belglerle bilinmesyedi, sözkonusu ulema elbette ki meseleyi halka açıp söyler; sadece o yalancı şahısları değil, meselenin aslını da bütünüyle reddediverirlerdi. Halbuki ulema bunu yapmamıştır. Şimdi bu hadiselerden bir kaçına bakalım:

Ebu’l Ferec şöyle yazar: Muhammed bin Abdullah bin Hasan huruc ettiğinde, Medine’nin fakihlerinden olan Muhammed bin İclan da onunla birlikte huruc etti. Muhammed bin Abdullah öldürülünce Medine valisi Cafer bin Süleyman Muhammed bin Iclan’ı çağırtarak” o yalancıya niçin katıldın?” diye elinin kesilmesini emretti. Bu sırada o mecliste bulunan Medine’nin fakih ve ricali şefaatte bulunup; arabuluculuk yaparak “ey emîr; Muhammed bin Iclan Medine’nin tanınmış âbid ve fakihlerindendir, onu affediniz, zira meseleyi gerçek zannetmiş ve Muhammed bin Abdullah’ı; geleceği ve zuhuru rivayetlerde vaadedilmiş olan gerçek Mehdi aleyhi’s-selâm sanma hatasına düşmüştür!”[20]

Yine, Muttaki-i Hindî diye meşhur olan Alauddin b. Hüsamuddin “el-Burhan fi Alamat-i Mehdiy-i Ahir-uz Zaman” adlı kitabında dört Ehl-i Sünnet mezhebinin alimlerinin “Mehdilik inancının farz oluşu” hakkındaki fetvalarını ve Hint bölgesinde Mehdilik iddiasının bulunan bir kişinin bu iddiasının batıl olduğunu naklederek bu kitabın onüçüncü bölümde “Mekke-i Mükerreme’de bulunan arap ulemasının son zamanda çıkması vaadedilen Hz. Mehdi hakkındaki fetvaları” başlığı altında şöyle demiştir: Bu Mekke alimlerine yöneltilen soru ve cevabın metnidir:

Allah’ım, bize hakkı göster ve ona uymaya bizi muvaffak kıl ve batılı göster ve ondan uzak durmayı bize nasib eyle.

Din önderleri ve Müslümanların yol göstericileri olan değerli alimlerimiz (Allah onları te’yid etsin) acem memleketlerinden birinde 910 yılda ölen Hint asıllı Feruh isimli bir şahsın son zamanda çıkması vaad edilen Mehdi olduğuna ve bu Mehdi’yi inkar edenin kafir olduğuna inanan bir grup hakkında görüşünüz nedir?

Sonra sizce vaadedilen Mehdi’yi inkâr edenin hükmü nedir? Bize bu hususta fetva verin (Allah sizden razı olsun).

Bu soru 952 yılında yapılmıştır, muttaki Hindi bu soruya cevap veren dört mezhebin fakihlerinin fetvalarını şu şekilde kaydetmiştir:

1- İbn-i Hacer el-Heysemi’nin fetvası.

2- Şeyh Ahmet Ebi Surur b. es-Seba el-Hanefi’nin fetvası.

3- Şeyh Muhammed b. Muhammed el- Hattabî el-Maliki’nin fetvası.

4- Şeyh Yahya b. Muhammed el-Hanbelî’nin fetvası.

Bu dört fetvanın içerikleri ise kısaca şöyledir:

Şafii fıkhı: Mehdi ile ilgili hadislerin tevatür derecesine ulaştığı açıkça bildirmiş ve onun hurucuyla ilgili mütevatir nişaneleri zikrederek bu hususta kendi yazmış olduğu “el-Kavl-ul Muhtasar fi Alamet-il Mehdi el-Muntazar” adlı kitabına işaretle şöyle demiştir: Eğer bu grubun Mehdi’nin zuhurunu inkâr etmesi temelden sünneti inkâr etmek anlamına gelirse onlar kafirdirler ve onlarla savaşmak farzdır. Ama bu grup sünnete değil de sadece İslam İmamlarına karşı bir inat için bunu yapıyorsa bu onlara bu akideyi iyice anlatmaya ve sonra da yönetici onların işlediği bu büyük suça ve bozuk akideye karşı hapis, dövme gibi uygun gördüğü bir cezaya çarptırması gerekir…

Hanefi fıkhı: Sözkonusu grup tarafından ortaya atılan iddianın batıl olduğuna fetva vererek şöyle demiştir: o gruptakileri sahih naslarda ve sarih sünnette ve ravilerinin çok olduğu için tevatür haddine ulaşan hadislerde yer alan bir şeye inanç yönünden muhelefet ettikleri için, şiddetle yok edilmeleri gerekir. Çünkü mütevatir ve müsteriz hadisler gereğince Hz. Mehdi son zamanda efendimiz İsa aleyhi’s-selâm ile huruç edecektir.

Maliki fıkhı ise bu grubun iddiasının batıl olduğuna fetva verip şöyle demiştir: Sözkonusu grubun, ölen bir şahsın son zamanda zuhur etmesi vaadedilen Mehdi olduğuna inanmaları batıldır. Çünkü bu inanç Mehdi’nin vasıflarını ve zuhur alametlerini sahih bir şekilde açıklayan hadislerle çelişmektedir.

Hanbeli fakihleri ise şöyle demiştir: Bu gurubun inancı son zamandaki Mehdi, onun zuhurunun nasıl başlayacağı, kendi vasıfları ve zamanında vuku bulacak olaylar hakkındaki sahih hadislerle çeliştiği için bozuktur ve bunda da hiç bir şüphe yoktur…

Görüldüğü gibi ulema, bu tür sahte Mehdileri reddederken Mehdilik inancını asla raddetmemiş, bilakis, bu inanca temelde katıldıklarını vurgulamış ve sözkonusu sahtekârların bu girişiminin içyüzünü ispatlamak için de Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki hadis ve rivayetlerden faydalanmışlardır.

Kısacası İslam tarihi boyunca bir tek Müslüman alim Mehdilik inancını inkara kalkışmamış, hatta İbn-i Haldun’un sözlerinde de Mehdilik inancının temelini reddeder ibareler yer almamıştır. Olsa olsa Mehdilik konusunda şüpheye düşmüştür. Yani İbn-i Haldun’un Yaşadığı dönem olan hicri 8. yy’a kadar hiçbir İslam alimi Mehdilik inancını inkar etmemiş, bu hususta şüpheye dahi rastlanmamıştır. İbn-i Haldun’dan sonra da İslam uleması yazdıkları çeşitli kitaplarla bu inancın doğruluğunu savunarak İbn-i Haldun’u reddetmiş ve “Mehdilik”in tamamen İslâmi bir akide olduğunu vurgulamışlardır.

Özetle:

Buraya kadarki bahsimiz şu şekilde özetlenebilir:

1- Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuru gaybî meselelerden biri olup bizzat Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih tarafından defalarca sahabeye beyan edilmiştir.

2- Şia ve Sünni kaynaklarında onlarca sahabe bu hadisleri Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih‘tan rivayet etmişlerdir.

3- Hz. Emir’el Mü’minin İmam Ali aleyhi’s-selâm, İmam Hasan aleyhi’s-selâm, İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının aleyhi’s-selâm ashabı, bu İmamlardan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında onlarca hadis aktarmışlardır

4- Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin çokluğu ve ehemmiyetine binaen Sünni ve Şiâ uleması, bu hadisleri içeren muteber kaynakların yanısıra sırf bu hadisler hakkında da ayırca çeşitli eserler yazmışlardır.

5- Şia ve Sünni ulemasınca da önemle vurgulandığı üzere Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki hadisler mütevatir olup, akidevî usulün ispatı için muteber ve hüccet durumundadırlar.

6- Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili rivayetlerin tamamını; İslam’ın bütün dünyaya egemen olup diğer bütün dinlere de galebe çalacağı yolundaki Kur’an ayetleriyle mutabık ve uyumludur.

7- Mesleye mantıkî açıdan bakılacak olursa insanoğlunun ilmî, teknolojik ve dini sahalarda kaydettiği tedrircî gelişme ve edinilen toplum tecrübelere binaen günün birinde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm tarafından kurulacak olan dünya adelet devletinin lüzum ve hakkaniyetine inanacağı ve bunun can-ı gönülden kabule hazır olacağı görülür.

8- İslam tarihi boyunca Mehdiliğini inkar eden bir tek tanınmış alim mevcut değildir.

İmam Mehdi Hakkında Günümüzdek Şüphelerin Kaynağı

İslam ulemasının Mehdilik konusundaki görüşleri gayet sahih ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar net olduğu halde neden çağdaş bazı yazarların bu meseleyi inkara kalkıştığı sorusu gündeme gelmektedir. Sahi; Kur’an ve ilgili hadisler apaçık ortada dururken ve bunlarda hiçbir ekleme veya azaltma yapılmamışken konu neden saptırılmakta ve bu tür inkârların ardında ne gibi faktörler yatmaktadır?

Bu soruya özetle verilecek cevap şudur: Sözkonusu inkarcılar Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ı inkâr ederken ne Kur’an’a, ne de sünnete dayan-mamaktadırlar. İnceleme ve konuşmalarında da İslami yöntemlere baş-vurmamaktadırlar; mesela, konuyla ilgili ayet, hadis ve rivayetlerin niteliği ve anlamları üzerinde ilmî bir etütde bulunmamaktadırlar. Nitekim, eğer Kur’an ve sünneti esas alıp İslami yöntemlerle meselelere yaklaşacak olsalar da, hiç şüphesiz onlar da, asırlardır İslam ulemasının ulaştığı neticeye ulaşabilecek ve Mehdilik hakikatini kabul etmekten başka çareleri kalmayacaktı ki daha sonra bunu etraflıca ele almaya ve meselenin saiklerini incelemeye çalışacağız inşaallah.

İslam’da Mehdi İnancını İnkâra Neden Olan Faktörler

Mehdiliği inkar olayı, Kur’an ve sünnette bulunmayan ve kökü uzak tarihlere kadar varmayan yeni bir dinî ve kültürel opozisyondur. Bu yeni olumsuzluğun köklerini, dünyadaki kültürel ve siyasi kutuplaşmaların etkilediği İslam dünyasındaki benzeri etkileşme sahalarında aramak gerekir. Bilindiği üzere, dünyadaki kültürel gelişmeler ve son dönemlerdeki mevcut siyasi bloklaşma ve kutuplaşmalar türlü etkenlerden kaynaklandığı gibi bunların İslam dünyasındaki yanlışlık ve izleri de ayrıca ele alınması gereken önemli konulardan biridir. Bu özet bahiste böylesine geniş bir mevzuyu ayrıca ele almak mümkün olmadığından biz burada sadece “dünyadaki siyasi ve kültürel kutupların bu kutuplaşmalarının İslam dünyası üzerindeki bilhassa olumsuz iz ve yankıları” çerçevesinde kısaca birkaç noktayı vurgulamakla yetineceğiz. Son dönemlerde ortaya çıkan “Mehdiliğin inkar”ı olayında en önemli etken şu üçüdür:

1- Müsteşrikler ve Batılı Yazarları Taklit

Mehdilik inancı etrafında inkar ve şüphe uyandırmaya yönelik karekterlerin ardında yatan en önemli faktör, şüphesiz, oryantalistlerle batılı yazarlardan serdolunan görüşlerin kimi Müslümanlar tarafından, dikkatle incelenmeden kabul görmesidir. Meselenin daha kolay anlaşılması için batılı müsteşriklerin İslam’a ve İslam’ın Mehdilik inancına nasıl baktıklarını incelemek yeterli olacak ve o zaman kimi Müslüman aydınların onlardan nasıl etkilenmiş olduğu ortaya çıkacaktır.

Oryantalislerin İslam’a Bakışı

Son birkaç yüzyılda batılı oryantalistler sömürü ekseninde belli bazı İslami meselelerle bilhassa ilgilenir oldular; mezkur müsteşriklerin bu özel konularda öne sürdükleri tez ve görüşler dikkatle incelenecek olursa bu görüşlerin genellikle gerçeğe dayanmadığı ve dünya sömürü sisteminin uzun vadeye yönelik çıkarları doğrultusunda garazkarâne gayeleri hedeflediği görülür. Sözkonusu müsteşriklerin kimi de bu hususta görüş belirtirken ya hıristiyanlık ve yahudiliğin etkisiyle ya da meselelere salt maddi ve beşeri pencerlereden baktıklarından neticede yine mevzunun sapmasına neden olmuş ve birtakım islâmi hakikatleri tahrif etmişlerdir.

Dr. Cevad Ali “Tarih-ul Arab fil İslam” eserinde c.1, s.9-11’de bu konuda şöyle diyor:

Hıristiyan oryantalistlerden bir çoğu kilisenin din adamlarıdırlar veya batı ilahiyat fakültelerinde yetişmiş kimselerdirler. Bunlar İslam’daki hassas konuları ele aldıklarında bunların hıristiyanlıktan alındığını ispatlayama çalışırlar.

Yahudi oryantalistler ise, İslam’da olan her şeyin yahudilikten alındığını israrla ileri sürerler. Her iki grup da bu hususta kendi eğilimleri doğrultusunda şaftlı yargılarla hareket etmekteler.

Son Müslüman olmuş olan Fransalı Oryantalist İtin Dine şöyle diyor:

Oryantalistlerin kendi eğilim ve hislerinden kurtulmaları imkansız olmasa da çok zor bir şeydir. Bu yüzden onlar peygamber ve sahabenin hayatını gerçek biçimi tamamen kaybolacak şekilde tahrif etmişlerdir. Onlar bilimsel araştırma ve eleştiri metoduna bağlı olduklarını üstelemekle birlikte, onların Muhammed hakkında yazdıkları kitaplarını okuyan birisi Muhammed’in Almanca veya İtalyanca konuştuğunu zanneder. Böylece oryantalist yazarın bağlı olduğu dil ve bölgeye göre Muhammed’in de şekli değişime uğramaktadır.

Biz İslam tarihiyle ilgili bu yazılarda gerçek peşinde olsak gerçekten bir iz bulmamız mümkün olmayacaktır.

Oryantalistler bizlerce kendi hayallerinin ürünü olan potreler çiziyorlar. Onların sunduğu şahsiyetler gerçeği bir yana, hatta Volter Sokot ve Elkendord Domes’in efsanevi yazılarındaki hayali şahsiyetlerde de benzerine rastlanamaz.

Esasen sözkonusu kesimden bundan başkasını beklemek safdillik olur. Zira kendisi yahudi veya hırıstiyan olan, ya da ateist ideolojiye sahip bir müsteşrik zaten İslam’ı da, İslam peygamberini de inkar ediyor demektir; böyle biri herhangi bir etüdün de elbette ki Kur’an ve sünneti esas almayacak, vahye dayalı İslam senetlerini ölçü kabul etmeyecektir. Böyle bir araştırmacının herhangi bir yorum mecburiyetinde kalması halinde meseleye hırıstıyanlık, yahudilik veya ateizm gibi pencerelerden yaklaşacağı ve mesela İslam dinini yorumlarken, bu dinin doğal faktörlerden kaynaklandığını ve değerlerini de hırıstiyanlık, yahudilik veya bir başka dinden aldığını ya da tamamen peygamberin kendi beşerî zekasının ürünü olduğunu söyleyeceği apaçık ortadadır. Müsteşriklerin bütün inceleme, beyan ve eserlerine hakim olan atmosfer budur. Aşağıda sözkonusu eserlerinden birkaç örnek aktaracağımız aydın ve incelemeden geçen bu zevatın çalışma ve düşüncelerinin ürününü “İslam’ın asalet ve özsoyluluğunu inkar etme, Kur’an ve sünnetin vahye dayalı hakikatlerini zedelemeye çalışma veya hiç olmazsa bu hakikatler çevresinde şüpheler uyandırma” şeklinde hülasa etmek mümkündür.

Başka bir deyişle müsteşrikler ilginç bir ittifakla hep benzeri şeyleri yazıp yaymış ve İslam’ın başka dinlerden kayanaklandığını, Kur’an-ı Kerim’in -neuzubillah- Allah’ın vahyi olmayıp tabii şartlarda oluşan hadiselerdir ki Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih tarafından Yahudilikten iktibas edildiğini ve bunlarda birtakım değişiklikler yapılarak Kur’an’ı oluşturduğunu ve bugün hadis olarak rivayet edilen şeylerin onun sözleri değil, halkın kendi sözleri olduğunu, o söylemişse bile vahyle değil, yahudiler, hırıstiyanlar veya diğer kavimlerden iktibas edildiğini söylemek istemişlerdir,

Bu arada, sözkonusu oryantalistlerin böyle incelemelerde ilk adımda açıkça İslam ve İslam Peygamberini inkar ve Kur’an’ın vahye dayalı oluşunu sarahatle reddetme gibi bir yol izlemediklerini de hemen belirtelim. Her ne kadar bunu yapan bazı müsteşrikler olmuşsa da, genel geçer yöntemleri çok daha farklı olmuştur. Aksi takdirde garazkar olduklarını herkes kolayca anlayacak, Müslüman ve gayri müslim herkes, onların eserleri ve görüşlerinde öne süren bilimsellik ve araştırmacılığın sadece aldatıcı bir kılıf olduğunu çabucak farkedecek ve oryantalizm bütün itibarını bir çırpıda yitirmiş olacaktı. Binaenaleyh oryantalistler İslam’ı ve Kur’an’ı inkâr ve İslami hakikatleri tahrif hususunda daha çok, indirekt yöntemlere başvurmuşlar; kimi zaman ilmî araştırmalar kılıfında, kimi zaman Hz. peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’i güya övüyormuş ve onun şahsî zekasına çok hayranlık duyuyormuş gibi görünerek kurnazca metodlarla yazdıkları sözde “ilmî tetkikleri” nde, okuyucuyu şartlandırma ve kendi düşünce ve emellerini ona ampoze etme yoluna gitmişlerdir. Böylece okuyucunun; bilhassa Müslüman okuyucunun; ürkütülmeden yazarla paralel düşünüp onunla birlikte adım atması ve yazarın bu güya “bilimsel”(!) ve “tarafsız”(!) incelemeleri neticesinde edindiği tespitlere, okuyucunun farkında dahi olmadan katılmısı sağlanmak istenmiştir. Bahsimizin bu kısımında müsteşriklerin bu yöntemlerinden birkaç örnek aktarıyor; detaylı incelemeler ve son kararı okuyucunun kendisine bırakıyoruz:

Oryantalistlerin İslam Konusundaki Görüşlerine Birkaç Örnek

Oryantalislere Göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Söz Ve Haberleri, Onun Kendi Zeka ve Hayal Gücünün Ûrünüdür!

Mc. Donald şöyle der: Muhammed Mekke’deki yahudilere yaslanmıştır. Ama onlar çok geçmeden ona düşmanlık beslemeye başlayınca başka yardımcılar bulmaya çalışmaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Böylece keskin zekası ile arapların babası olarak İbrahim’e yeni bir yön vermeye sevketmiş ve bu yolla da kendisini kendi döneminin yahudiliğinden kurtarıp İbrahim’in yahudiliğine bağlamayı başarmıştır.[21] Horovitz Tevrat maddesi altında şöyle diyor: “Kur’an’da bu gibi açık işaretlerin yanısıra aldığı kaynağı demeden Tevrattan aldığı ve bir çok yerde tekrarladığı hüküm ve kıssalar mevcuttur.”[22]

Peygamber, gökten gelen elçinin peygamberlerle konuştuğu kıssasını kendisi uydurmuş ve sonra da kendi risalet ve vahyini ondan aldığına inanmıştır. Belli olan şu ki, Cebrail İncil’deki, müjdelemeden haberi olmuş, ama, Cebrail’e diye birisini bir vasıta olmadan tanıması mümkün olmadığı için belki de bu hadisi bazı filozof ve din araştırmacılarından veya hanif din üzere olanlardan duymuştur. Ve onlara da bu mesele saptırılarak ulaşmıştır.[23]

A.J Wensink, ise şöyle diyor: “Salat (namaz) kelimesinin Kur’an’dan önceki, edebî eserlerde ismi geçmediğine göre, belki de diğer simgelerini arap ülkelerinde yaşayan yahudi ve hıristiyanlardan almıştır.”[24] Diğer bir yerde de şöyle diyor: Gold Zehir, Gold zehir beş vakitlik namaz hususunda Hutsma’yı redderken beş vakitlik namazların belirlenişinin Farslara ait izlerin bulunduğuna inanıyor.[25]

Mc. Donald Allah maddesiyle ilgili olarak şöyle diyor: Allah’ın isimlerinden biri de “es-selam”dır. Bu sıfat sadece Haşr suresinde yeralmış bulunmaktadır… Bu sıfat hırıstiyanların ibadetlerinde okunan ibarelerden Muhammed’in hafızasında kalan bir kelime olabilir.[26]

Allah maddesinde şöyle diyor: Açıktır ki, yaratıcının sıfatlarını Muhammed İbranice’den almış ve özel anlamını kastetmeden işletmiştir.[27] Aynı zat “ba’l” maddesiye ilgili olarak da aynı iddiayı tekrarlamış ve bu kelimenin Tevrat’tan alındığını, sonra da ona başka bir anlam verilmeğe çalışıldığını söylemiştir.[28]

Müsteşrikler Karşısında Müslümanların Vazifesi

Müsteşriklerde bu tür ifade ve beyanlara sıkça rastlamak mümkündür; Kur’an, vahy ve sünneti beşeri fikirlermişçesine takdim eden bu tür müsteşrik vecizelerinin tamamına değinebilemek için ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir aslında. Bu örneklerle şunu açıklamak istedik: Müsteşriklerin bu tür tespitleri genellikle bir inceleme hatası değil, kimi zaman öneceden hesaplanmış tavırlar, kimi zaman da araştırma yöntem ve prensiplerinin doğru olmayışından kaynaklanmaktadır ki yahudi veya hırıstiyan bir müsteşrikin elinde ister istemez böylesi sonuçlar doğurmaktadır. İşte bu noktada Müslüman araştırmacılar İslam’ın vazgeçilmez hakikatlerinin müdafaası için kaleme sarılmalı ve bunun dînî ve ilmî vazife olduğu bilincini taşıyabilmelidirler. O zaman mezkur oryantalistlerin yöntem veya prensip hatalarını kolaylıkla tespit etderek İslam’ın hakkaniyetini herkese ispatlama imkanı doğar. Oysa iş tam tersine olmuş ve bazı Müslüman yazarlarla aydınlar, müsteşriklerin İslam’a yönelik bu aşikar saldırılarına karşı koyacakları yerde onları “samimi araştırmacılar ve tarafsız bilimadamları (!)” olarak kabul edip kendi eser ve konuşmalarında sürekli oryantalistlerden iktibaslarda bulunup görüşlerini belge kabuletmek suretiyle onların gündemde tutulmasına vesile olmuş ve bu şarkiyatcıların İslam düşmanı fikirlerinin Müslüman toplumlara sızmasında araç olmak gibi büyük bir hataya düşmüşlerdir. Bunun en bariz örneklerinden biri yüce İslam dininin Mehdilik inancıdır. Müslüman yazar ve aydınların bir kısmı bu hususta yahudi ve hırıstiyan şarkiyatçıların görüşlerini olduğu gibi esas almış, kendi dinlerinin naslarına istinad edeceklerine, tutup oryantalistlerin kıstaslarına sarılmışlardır. Daha önceki bahsimizde bu kistas ve maksatlı görüşlerden birkaç örnek vefmiştik: şimdi kimi Müslüman yazarların Mehdilik konusundaki özel görüşlerini aktaracak ve bunların, sözkonusu şarkiyatçıların görüşleriyle ne kadar aynı olup örtüştüğünü, hatta bu Müslüman yazarların kendilerinden bir tek cümle ekleme ihtiyacı bile hissetmediğini hep birlikte göreceğiz:

Şarkiyatçıların Hataları Bir Konuyla Sınırlı Değil, Usul ve Prensip Hatasıdır

Müsteşriklerin hatası, herhangi bir araştırmacının (müsteşriklere de araştırmacı diyebilmek mümkünse tabi!) pekala yapabileceği bir inceleme veya bulgu hatası değildir; onlarınki tamemen usul ve prensiplerden doğan temel inançlardan kaynaklanan batıllardır; yahudi, hırıstiyan veya maddeci olan her araştırmacı için kaçınılmaz yanlışlardır bunlar. Konunun dışına taşmamak için daha önce aktardığımız örnekler bu garazkar zevatın yüzlerce hata ve garazlarından sadece birkaçını göstermektedir. Şarkiyatcılar İslam’la ilgili inceleme ve beyanlarında daima önyargılı olmuşlar ve bütün görüş ve beyanlarını “Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi vesellem’in, haşa peygamber olmadığı, dolaysıyle Kur’an ve sünnetin de vahye dayalı bulunmadığı” şeklindeki inkarcı ve müşrik bir inanç sistemi üzerine bina etmişlerdir. Böyle bir batıl önyargıyla hareket ettikleri ve bir zemine ayak bastıkları için elde ettikleri sonuç ve neticeler de batıl ve yanlış olmuş ve bu yanlış yöntemle mesela Kur’an’la sünnette geçen ve hırıstiyanlık, yahudilik veya diğer din ve görüşlerle benzeşen bir nokta bulduklarında bunu, “demekki İslam falan dinden tezahür edip ortaya çıkmış” şeklinde değerlendirmelerde bulunmuş, hiçbir benzeşme görmedikleri hususları da “ilahi vahye dayanmayan ve tamamen doğal gerekçelerden kaynaklanan veya Hz. Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in ya da Müslü-manların hayat şartlarında şeklini bulmuş kurallar” şeklinde yorum-lamışlardır!

Bu Yanlış Yöntemin Mehdilik Konusunda Doğurduğu Sonuç

Yahudi, hırıstiyan veya maddeci müsteşriklerin birtakım önyargı ve gârâzlardan hareketle yanlış neticelere ulaştıkları ve alabildiğine eleştirerek, her zaman yaptıkları gibi yahudilik, hırıstiyanlık veya benzeri bir başka batıl inanca yanaşma yoluna gidip “maddi şartların doğruduğu kaçınılmaz neticeler “ ya da “siyasi ve sosyal emellerin şekillendirdiği beşerî inanç ve zeka ürünleri” şeklinde tahrifatlarla tanıtmaya çalıştıkları nice islâmi meslelerden biri de Mehdilik konusudur.

Mesela Donald… şöyle der: “Emeviler döneminde İslam devletlerin varolan adalet ve bereberlik yetersizliği son zamanda Mehdi’nin ortaya çıkacağı fikrinin oluşmasının sebeplerinden olacağı büyük br ihtimaldir.”

Goldzhıer de fikrini şöyle açıklar: “Aslında Yahudi ve Hıristiyan motiflerden doğup etkilenmiş olan Mehdilik düşüncesi Zerdüştlüğün kalıplarından da etkilenip hayalci insanların hayal ürünleriyle de yoğrulunca ortaya bugünkü Mehdilik destanı çıkmış oldu! Sonra da Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in hadislerinden Mehdi aleyhi’s-selâm’a dair alıntılarda bulunulmuştur ki bu hadislere sahih hadis kitaplarında rast-lamak mümkün değildir[29]

Van Volten aynı doğrultuda hareket ederek şöyle der: Doğulular kehanet ve bilinmeyen gelecekten haber vermeğe ruhî yönden eğilimlidirler. Bu yüzden kurtarıcıya inanmak doğu tabiatına uygundur. Bu ise o yörelerde bulunan cehalet ve zulümden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden bu tür inançlar eski doğu halkları arasında varola gelmiştir. Volter şöyle diyor. Abbasi hükümdarlarının zulmü Emeviler dönemindeki zulümden az olmamıştır. Bu ise, halkı yeni Abbasi düzenin zulmünden kurtulmak için Mehdilik inancına sarılmaya sevketmiştir.

1.    Binaenleyh şarki yaratıcıların İslam’da Mehdilik inancı yahudilik ve hrıstiyanlıktan alınma bir inançtır.

2- Kimi oryantalislere göre de Mehdilik inancı o çağlarda mevcut zulüm ve baskı ortamının şartlarından kaynaklanmış sosyal bir tepkimedir ve dînî hakikati yoktur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, tarafsız araştırmacılar olduğu (!) zannedilen bu oryantalisler; kendi bâtıl dinleri ve hizmet ettikleri malum odaklardan aldıkları direktifler neticesinde İslam’ı ve Kur’an’ı zaten reddetmekte ve bunları yahudilik, hrıstiyanlık veya insan zekasının ürünü olarak telakki ettiklerinden, bundan başka bir tavır sergilemeleri ve gerçeğe yakın durmaları da beklenmez elbet. Esasen sözkonusu şarkiyatçıların Mehdilik konusunda bundan farklı bir tutum sergilemeleri şaşırtıcı olur.

Batılı Oryantalistlerin Doğulu Taklitçileri

Sözkonusu oryantalistlerin doğulu taklitçileri de Mehdilik konusunda onların fikirlerine destek verip onların bâtıl bulgu ve verilerini savunmaktan başka birşey yapmamışlardır. Aradaki tek fark, oryantalistlerin aksine, sözkonusu taklitçilerin kendilerine Müslüman bir araştırmacı görünümü vermeleri ve İslamî meseleleri “Müslüman bir aydın ve yazar” ünvanıyla tahrif etmiş olmalarıdır! Mesela Ahmet Emin şu iddiada bulunur:

“Şia’yı Mehdilik fikrini çıkarmaya ve ona sarılmaya sevkeden şey, Ali’nin öldürülmesi, Muaviye’nin başa geçmesi, Hasan’ın ona biat etmesi, sonra Hüseyin’in şehit düşmesi, Emevilerin aleyhine yapılan hareketlerin yerilgiyle sonuçlanması ve onların iktidarı elerinde bulundurmaları gibi vakıalar netisesinde oluşan Şia’nın durumu olmuştur.”

Yine onun öğrencisi olan Sa’d Muhammed Hasan da, Mehdilik inancını kimi zaman yahudilik ve hırıstiyanlığa bağlamaya çalışmakta, kimi zaman da zulüm şartlarının doğurduğu zihnî bir hayal ürünü olarak değerlendirme yoluna gitmektedir.

Türkiyeli yazarlardan Ethem Ruhi Fığlalı da Marglıous’un görüşlerini aynen iktibas etmiş ve ondan etkilenerek şöyle diyebilmiştir:

“Hz. Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın Kerbelâ’da hicri 61. (miladi 680) yılında Emeviler tarafından şehid edilmesi Müslümanları hakikaten çok sarsmış ve bir “kurtarıcı”ya -duyulan- ihtiyaç, acil hale gelmişti.” (Ethem Ruhi Fığlalı: İtikâdi İslam Mezhepleri, s: 268)

Ve bir başka yerde de şöyle diyor Fığlalı: “Mutlak müstebid idarecilerin hükmü altında ezilen kitleler, kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir kurtarıcıyı, yani “Mehdi” yi daima beklemişlerdir. (Ae. s: 267)

İşin ilginç ve üzücü tarafı sayın Fığlalı’nın bu görüşlerine Kur’an ve sünnette delil bulamadığından bir müsteşriki nass kabul etmesi ve bu satırlara belge olarak aktardığı dipnotta “Modlang”ın fikirlerini ölçü ve dayanak almış olmasıdır!

Görüldüğü gibi bu taklitçilerin Mehdilik konusundaki tutumları yahudi ve hırıstiyan müsteşriklerin tavırlarıyla tıpatıp aynı olup zerrece farklılık arzetmemekte ve bu görüşlerde kendilerine ait tek cümleye rastlanmamaktadır. Halbuki Mehdilik hakikatinin inkarı ve bunu yahudilik veya hırıstiyanlıkla açıklama, ya da zalim ve zorba egemenlerin doğurduğu şartların sosyal bir tepkisi şeklinde değerlendirme hatasına İslam tarihinde rastlamak mümkün değildir; bilakis; İslam’ın temel inançlarından olan Mehdilik hakikatinin inkarı yahudilik ve hırıstiyanlıktan iktibas edilmiş bir tahrif ve saptırmaca olup; Mehdiliği inkara kalkışan İslam camiasındaki yazarların tamamı, bu fikirleri ya hırıstiyan, ya yahudi yazarlardan almışlardır.

Bu alanda Said Eyyub da diyor ki: “Aldatıcılar aleminde bilginlik ve dürüstlük maskesi altında kültürümüzü tamamen çürütmek isteyen niceleri vardır. Batılı Gold Zehir ve Volter gibi bazıları Mehdilik fikrini reddettikleri için, burada da bir takım aydınlar onlara uymuşlardır. Bunun nedeni ise bunların hep Batıdan ne gelirse ona hayranlık duydukları içindir.”[30]

Birkaç noktaya dikkat edilecek olursa mesele daha kolay anlaşılır: Herşeyden önce; bu tür iddiaları ilk başlatanın daima batılı hırıstiyan veya yahudi yazarlar olduğunu, mevcut örnekler ve belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere, Müslüman geçinen taklitçi yazarların daima onları izlemiş ve onların düşüncelerini taklit etmiş bulunduğunu gözden ırak tutmamak gerkir. İkinci önemli nokta ise, bu taklitçi yazarların genellikle takdim edilen ve gerçekte batı kültürüne hayran ve batılı araştırmacı ve yazarların fikirlerinden kolayca etkilenen tipler olmasıdır.

Üçüncü nokta da, sözkonusu batı hayranı bu taklitçilerin; yahudi ve hırıstiyan müsteşrikleri gerçekten ciddi birer araştırmacı ve bilimadamı zannetmesi ve onların yazılı eserlerini bilimsel ve ciddi eserler olarak telakki etmesidir. Bu nedenledir ki mezbur yazarlarla sözde aydınlar, çeşitli İslamî konularda, ve bu cümleden olmak üzere bilhassa Mehdilik konusunda fikir yürütürken hep bu müsteşriklerin belgelerini oryantalistlerin inceleme beyanatlarında arama yoluna gitmişler, her nasılsa bunun kendilerine entellektüel bir prestij kazandıracağını ve o zaman daha bir “aydın” (!) görüneceklerini düşünmüşlerdir!

Mesela “Ethem Ruhi Fığlalı” Mehdilik mevzuna ayırdığı 22 sayfalık görüşlerinde tam 24 yerde Mc. Donald ve Goldzhceir gibi müsteşriklerin görüş ve beyanatlarına atıfda bulunmuş ve İslam’a ve İslamî meselelere nasıl baktıklarını daha önce açıklamış olduğumuz gibi gösterme yoluna gitmiştir!! [31] Mehdiliğe inananları bu inancın ispatı için Kur’an ve sünnete başvururken; Mehdiliği inkâr edenlerin, bunu ispatlamak için Yahudi ve Hıristiyan yazarlardan destek ve senet araması bile, aklı selim sahibi insanlar için yeterince açıklayıcı ve düşündürücüdür. Hal böyle iken, bu iki kutuptan hangisinin İslâmî ve hangisinin yahudilikten kaynaklanmış olduğu apaçık ortadadır zaten.

Fığlalı’nın Hz. Mehdi Ve Hz. İsa (a.s) Hakkındaki Görüşlerine Bir Eleştiri

Ethem Ruhi Fığlalı Türkiye’de Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ı inkâra kalkışan yazarların ilk başta gelenlerinden biridir ve bilindiği üzere bugün Türkiye’de Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ı inkâra yeltenenlerin tamamına yakın bir kısmı bu görüşlerini ondan almış olup, iddialarını onun görüşlerine dayandırmaktadırlar. Bu nedenle sözkonusu yazarın mezbur mevzu etrafındaki görüşlerinin ciddi bir değerlendirmesini yapmanın gerekli ve faydalı olacağı inancındayız.

“Ethem Ruhî Fığlalı’nın bu konudaki en önemli menfiliği, öne sürdüğü görüşlerini Kur’an ve sünnetten değil, yahudi ve hırıstiyan müsteşriklerden olması ve olaya onların penceresinden bakmasıdır” demiştik. Bunun yanısıra sözkonusu yazarın görüşlerinde kimi zaman meseleyi saptırma, kimi zaman da hakkı batıl gibi gösterme gayretleri de var ki; bunlardan birkaçını aktarmamız yeterli olacaktır sanıyoruz:

1- Fığlalı’nın Mehdilikle Ric’at Konusunu Karıştırması

Ethem Ruhi Fığlalı efendi son hükmünü zaten önceden vermiş olduğu yüce İslam’ın vazgeçilmez hakikatlerinden olan Mehdilik gerçeğini inkar edip Müslüman halkın bu temel konu çevresindeki inançlarını tezyif yoluyla zihinleri bulandırmaya çalıştığı için; tıpkı selefleri olan şarkiyatçılarla onların doğulu taklitcilerinin yaptığının aynını yapmakta ve Mehdilik inancının bir İslam inancı olmadığını iddia yoluna giderek bu inancın yahudilik ve hırıstiyanlık inançlarından İslam’a geçmiş olduğunu söylemek istemektedir. Ancak, bunu doğrudan doğruya söylemeye cesaret edemediği ve bu yöntem de artık kalıplaşmış bir oryantalizm oyunu olarak yeterince tanındığı için Ethem Fığlalı efendi oyunu biraz daha zarif kurallarla oynamakta ve müsteşriklerin görüşlerini aktardıktan sonra bu görüşleri kesin ifadelerle reddetmeyerek “bu kanaatlerine katılmak pek mümkün görülmemektedir” şeklindeki ifadelerle meseleyi muğlak ve şüpheli bir sınırda bırakmayı tercih etmektedir. Yazar, ilginç bir yönteme daha başvurarak Mehdilik inancının Yahudilik veya Hıristiyanliktan kaynaklandığına katılmadığını söylemekte, ama bunu söylerken hemen ardından müsteşriklerin aksi cihetteki görüşlerini de dipnot düşmekten kendini alamayarak dolaylı empoze yöntemine başvurmaktadır. Bununla da yetinmeyen Fığlalı, garazkâr yazarların sık sık düştüğü bir konuma daha tenezzül etmekte ve Mehdilikle ric’at inancını karıştırmaya çalışarak oryantalist seleflerinden geriye kalmamaya gayret etmekte ve “İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabında şöyle demektedir:

“Daha sonraki devirlerde oldukça yaygınlaşan bu Mehdi fikri biraz sonra da temas edileceği üzere dönüş, yani “ric’at” inanışı ile de karışık olmuş ve kurtarıcı olarak yeni bir şahıs beklemek yerine “ölen, fakat ölmediğine inanılan bir kimsenin yeniden gelişi” ve dönüşü şeklinde anlaşılmaya başlamıştır.

Fığlalı’nın buradaki kelime oyunu her ne kadar ustaca planlanmışsa da az bir dikkatle kolayca farkına varılabilmekte ve saptırmak istediği mesele bile olanca çarpıklığıyla sırıtmaktadır. Çünkü ric’at inancı Fığlalı’nın kelime oynuyla tahrif etmeye çalıştığı gibi “Ölen, ama ölmediğine inanılan kimsenin yeniden gelişi” (s: 267) değil; “ölen ve öldüğüne de inanılan kimsenin yeniden gelişi ve dünyaya dönüşü”dür ki sayın Fığlalı şu ifadelerinde de aynı dûn payeye düşmekten kurtulamamaktadır:

“Daha sonra, kurucusu olarak kabul edildiği Keysaniye fırkasınca ölümü inkar edilmiş ve ölmez olarak Radva Dağı’na yerleştirilmek suretiyle, orada döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece Muhammed bin el-Hanefiyye, daha sonraki İsna Aşeriyye şiilerinin gizli İmamı gibi “el-Mehdiyy’ul Muntazar”, yani “Beklenen Mehdi” haline gelmiştir. Tabi bu durumda Mehdilik fikrine ric’at inanışının da sokulmuş olduğu ve bilhassa şiilerce gizli İmamları için benimsendiği görülmektedir”

Görüldüğü gibi Fığlalı burada ric’ati” ölen ve ölmediğine inanılan birinin dönüşü” şeklinde saptırırken İmamiye Şiâsının Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki inancına çağrışını saptırmakta, zuhur ve gaybet olayıyla ric’at meselesini kasıtlı bir şekilde birbirine karıştırarak bu konuları çok iyi bilmeyen Müslüman dimağlarda şüphe ve inkar izleri bırakmayı planlamaktadır. Daha sonra da Mehdilik ve ric’at konusunu karıştırarak, ric’atin tamamen yahudi ve hıristiyan inancı olduğunu iddia ediyor. Bununla varacağı sonuç ise esasen Mehdi inancını yahudilikle hırıstiyanlığa bağlayarak, önceden plânlamış olduğu şekilde zihinleri iğfal etmek olacaktır. Nitekim ric’at konusunda, belirttiğimiz şekilde çarpıttıktan sonra Fığlalı Bey, ağzındaki baklayı nihayet çıkarmakta ve “Şüphe yok ki ric’at, daha önce de ifade edildiği gibi, tamamen bir yahudi ve hırıstiyan akidesidir” deyivermektedir!

Dolayısıyla, Fığlalı beyin, nice zahmetlere katlanarak ne yapıp edip Mehdilik konusunu ric’ate ve ric’at konusunu da yahudilik ve hıristiyanlığa irca ettiğini görüyoruz. Fakat üzücü olan nokta, Fığlalı’nın, yıllarca tahsil ve mutaaladan sonra Şia’nın en seçkin inançlarından biri olan Mehdilik konusundan habersiz oluşu ve Şia’daki Mehdilik inancının ric’at meselesiyle hiç bir ilgisinin olmadığını bilmeyişidir.[32]

Şia İnançlarında Ric’atla Mehdilik Arasındaki Temel Fark

Burada şunu belirtelim ki, Mehdilik inancı, gaybet ve zuhur meselesi ric’at meselesinden tamamen farklı olduğu apaçık bellidir.Mehdilik inancı, gaybet ve zuhur konusu şu anlamdadır: Doğumundan bugüne kadar ve zuhur edip dünyayı adaletle dolduracağı güne kadar yaşıyor. Fakat şimdi o hazret gaybettedir; yani insanların arasında olup onların toplantılarına katılıp, hacda hacılar arasında olmasına rağmen insanlar her ne kadar onu görseler bile tanımazlar, o da çok az durumlarda özel bir takım maslahatlardan dolayı kendisini tanıtmaktan sakınmaktadır. O bir gün zuhur edecek, o gün insanlar onu Mehdi olarak tanıyacaklar ve o yeryüzünü adaletle dolduracaktır.

Ama ric’at ise şu anlamdadır: Sırf iman veya sırf küfürle dünyada yaşadıktan sonra ölen bir grup insan Allah’ın emriyle dirilerek mümin olanların izzetle ve kafirlerin ise zilletle yaşaması için dünyaya döneceklerdir. Dolayısıyla Fığlalı’nın ric’atı “Ölen, fakat ölmediğine inanılan kimsenin yeniden gelişi” şeklindeki tanımı tamamen yanlıştır. Ric’atın doğru tanımı “Ölen ve öldüğüne inanılan kimsenin yeniden gelişi”dir. Bunun da Şiâ’nın, Hz. Mehdi’nin yaşadığı ve bir gün zuhur edeceğiyle ilgili inancıyla hiç bir ilgisi yoktur. Ayrıca, ric’at ve Hz. Mehdi’nin zuhuru ikisi de birbirinden tamamen farklı iki anlam olup mantık açısından bu ikisi arasında hiç bir gereksinim ve bağlantı yoktur. Yani eğer ric’ate delalet eden hadisler olmadaydı Hz. Mehdi’nin gaybet ve zuhuruna delalet eden hadislerden bazı insanların öldükten sonra bir gün tekrar dünyaya gelecekleri kesinlikle anlaşılmamaktadır.

Dikkat edilmesi gereken diğer önemli nokta da şudur: İmamet ve Mehdilik inancı Şiâ’nın inanç esaslarından biridir. Buna göre Şiâ, Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’tan sonra ilmî ve siyasî merciliğin on iki İmama mahsus olduğuna inanmaktadır. Dolayısıyla, Kur’an tefsirinde, doğru sünneti yanlışından tanımada, fıkıh, kelam ve diğer dinî alanlarda Resul-i Ekrem’den (s.a.a.) sonra on iki İmama ve bunlardan biri olan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a müracaat etmektedir. Ric’at meselesi Şia’nın “İmamet ve Mehdilik” ilkesine inanmasından kaynaklanan ayrıntılardan sadece birisidir. İşte bu yüzden, ric’at konusunu hiç bir zaman “İmamet ve Mehdilik” inancıyla bir sırada kabul edemeyiz. Dolayısıyla ric’at konusu sadece “İmamet ve Mehdilik” konusunun kapsamına girmemekle kalmıyor, ortam açısından da “İmamet ve Mehdilik” menzilesinde değildir.

2- İslam’ın Hz. İsa’nın (a.s) Göğe Aldığı ve Nüzul Edeceği Alanındaki İnancını İnkâr Edilemez

Müslümanların Kur’an ayetleri, Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamlarından rivayet edilen hadislere dayanarak görüş birliği içerisinde olduğu meselelerden biri, Hz. İsa’nın göğe ağdığı ve bir gün yeryüzüne ineceği inancıdır. -Bu inancın delillerine ileride değineceğiz.- İslam’a göre yahudiler Hz. İsa’yı öldürmemiş, salibe çekmemişler, aksine, Allah Teala onu ruhu ve bedeniyle göğe çekmiş, o, ahir zamanda gökten inerek Hz. Mehdi’nin yardımına koşacak, onun İmametinde namaz kılacaktır. Ne yazık ki bu İslamî inanç da İslam’ın “Mehdilik” inancı gibi şüpheye düşürülmüş ve hatta bu inancın bir İslam inancı olduğu inkâr edilmiştir. Fığlalı ilk önce ayetlerin açıkça Hz. İsa’nın (ruh ve bedeniyle) göğe ağmasına delaletini inkâr ederek kitabının 244. Saygasında şöyle diyor:

“Bir kere İsa b. Meryem’in bedeniyle ve canlı olarak semaya çekildiği” şeklinde bir açıklama bize bu konudaki ayetlerin sınırını oldukça zorlayan bir davranış gibi gözüküyor.”

Ve buna dayanarak Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın öldüğünü (bedenen göğe ağmadığını) ileri sürüyor. Dolayısıyla Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökte olduğuna ve kıyamette önce yere ineceğine delalet eden hadisler bu ayetlerle çelişmektedir. Bu konu müfessirleri bu ayetleri te’vil etmeye mecbur etmiş ve dolayısıyla şöyle demişlerdir:

İsa b. Meryem’in ref’i ve vefatıyla ilgili deliller yalnızca bu ayetlerden ibaret olsaydı bir bakıma mesela yoktu denebilirdi. Ama, hadislerde söz konusu edilen İsa’nın kıyamet dününden önce döneceğine dair hükümlerin varlığı müfessirleri ayetlerde geçen kelimelerin bilinen açık anlamları dışında te’vil (yorum) yoluna gitmek ve ayetleri hadislerdeki görüşler istikametinde açıklamak zorunda bırakmıştır.”

Hatta Fığlalı’ya göre Müslümanların Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzul ve inişiyle ilgili inancı tamemen Yahudi ve Hıristiyan inancıdır. Dolayısıyla ref (göğe ağma, çekilme) kelimesi geçen bir kaç ayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

“Görüldüğü gibi ayetlerde ref kelimesi daha çok manevi yükseklik, üstünlük ve üstte oluş anlamlarına gelmektedir. Buna rağmen bir kısım müfessirler Hz. İsa’nın geri gelişine (ric’at) dair haberlerin gerçekleştirmesini veya başka bir ifadeyle doğrulamasını sağlamak için… insanları beşikte iken de, yetişkin iken de iyilerden olarak konuşacaktır (Âl-i İmran/46, Mâide/110) ve o kıyametin kopacağını bildirir ve (Zuhruf/61) ayetlerinin de işaret olduğunu belirtmişlerdir.”

Görüldüğü gibi burada Fığlalı Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın inişine inanmayı ric’at bilmektedir. Başka bir yerde de ric’atle ilgili inancını şöyle açıklıyor:

“Şüphe yok ki ric’at daha önce de ifade edildiği gibi tamamen bir yahudi ve hıristiyan akidesidir.”

Fığlalı bu ifadesini tekrarlayarak Kur’an’ın sarih nasslarına ters düşen konumda ayak diremekte, inat göstermektedir.

Meseleyi tam tersine gösterip ayetlerde Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın öldüğünün ve göğe çekilmediğini delirtildiğini iddia ettikten sonra, Fığlalı, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın canlı olarak göğe çekildiğini gösteren yeryüzüne nüzul ve inişiyle ilgili hadisleri önemsiz göstermeye çalışmakta ve bu hadisleri vahid haber şeklinde takdim ederen, ilgili eserinin 253. sayfasında “nitekim, Decaal’ın çıkışıyla ilgili olan ahad haberlerde İsa b. Meryem aleyha selâm’ın nüzulu açıkça belirtilmiştir” demektedir.

Fığlalı, aynı kitabın 265. sayfasında da bu hadisleri ahad olarak tanımlamakta… Bütün bu bulgu ve tetkiklerden sonra Fığlalı’nın; Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın canlı olarak göğe ağdığı çeklindeki Kur’an ve İslam inancını sarahatle inkâr ettiğini ve şöyle dediğini görmekteyiz:

a- Hz. İsa aleyhi's-selâm ölmüştür.

b- Hz. İsa’nın aleyhi's-selâm göğe ağması olan “ref”, o hazretin canlı olarak; yani ruhu ve vücuduyla göğe yükselmesi değil; makam ve değer açısından yükseltilmesi demektid.

c- Hz. İsa’nın aleyhi's-selâm tekrar yeryüzüne ineceğini bildiren rivayetler ahad haberler olup mazmunları Kur’an’a uymamaktadır.

Evet, Fığlalı’nın mezkur konudaki görüşleri özetle böyle. Şimdi bunları Fığlalı Bey gibi yahudi ve hırıstiyan oryantalistlerin kitaplarıyla değil de; Allah’ın kitabı ve O’nun Resulü sallâ’llâhu aleyhi ve alih’nin sünnetiyle değerlendirelim ve ne kadarının doğru, ne kadarının yalan olduğunu görelim hep birlikte.

 

a- Hz. İsa Gerçekten Ölmüş müdür?

Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın öldüğüne dair Fığlalı’nın öne sürdüğü tek delili Âl-i İmran suresinin 55. ayet-i kerimesinde geçen ve “ruhun çıkarılması” anlamına gelen “teveffâ” kelimesidir. Bu ayette meâlen şöyle buyruluyor:

“Hani Allah, İsa’ya demişti ki: ‘Ey İsa, doğrusu senin ruhunu alacak ve seni kendime yükselteceğim, seni küfredenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete değin, küfre sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde, aranızda ben hükmetedeğim”

Aynı kökün kullanıldığı bir ayet te Maide, 117’deki, şöyle buyrulmaktadır:

“…Onların içinde kaldığım sürece ben onların üzerinde bir şahidim, benim dünyada süren hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici, Sendin, sen herşeyin üzerine şahid olansın”

Fığlalı’ya göre bu ayetlerde geçen arapça “müteveffik” ve “teveffeytenî” terimleri açıkça Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın ölümüne delalette bulunduğu halde, müfessirler, Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın tekrar yeryüzüne ineceği yolundaki rivayetlere binaen Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın öldüğünü inkâr etmiş ve bu ayetleri tevilde bulunmuşlardır.

Halbuki Kur’an-ı Kerim’de “teveffâ” terimi sadece “ölüm” anlamında kullanılmış değildir, bu kelime, ruhun bedenden her türlü ayrılışı için kullanılır; yani meselâ hem uyku, hem ölüm için aynı kelime geçer Kur’an’da, nitekim Zümes suresinin 42. ayetinde her iki anlamda da kullanılmıştır:

“Allah, ölümleri zamanında canları alır, ölmeyeni de uykusunda -bir tür ölüm sokar- Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı-n ruhu-nu turar, öbürünü ise, adı belirlenmiş bir esele kadar salıverir. Şüphesiz bunda; düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.”

Ayetin arapçasında da görüleceği üzere, “teveffâ” kelimesi tekrarlanmaksızın ilginç bir şekilde hem “ölüm”, hem “uyku” halleri için kullanılmıştır. Bu da sözkonusu terimin ölüm olduğu kadar uykuyu da ifade edebileceğini ortaya koymaktadır:

Binaenaleyh Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın göğe yükseltilmesiyle ilgili ayetlerde geçen “teveffâ” teriminin ölümü ifade ettiğini söylemek mesnedsiz bir iddiadan ibarettir. Hatta ayetteki yükseltme ve teveffâ terimleri arasında bir öncelik ve sonralık sıralaması sözkonusu olmasaydı bile, yine de Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın öldüğü ve daha sonra sadece ruhunun göğe çekildiği gibi bir anlam çıkarılamayacaktı bundan.

“Teveffâ”nın sadece uyku için kullanıldığı ayetse En’am suresinin 60. ayetidir, bu ayette şöyle buyrulur:

“Sizi geceleyin uyutan ve gündüzün güç yetirip etkilemekte -yapıp kazanmakta- okduklarınızı bilen, sonra, adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten -yani uyandıran- da O’dur. Sonra en son dönüşünüz O’nadır. Sonra, yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir.”

Kaldık ki, Mâide, 117’de “Benim dünya hayatıma son verdiğinde” şeklinde meali tercüme edilmiş olan ayet-i kerimede, pekala Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten inişinden sonra ve kıyametten önce öleceğine işaret ediliyor olabilir.

Görüldüğü gibi Fığlalı’nın Kur’an müfessirlerinin bir takım rivayetlerden etkilenerek mezbur ayetleri te’vil ettiği yolundaki iddiası gerçekle zerrece bağdaşmayan asılsız bir iddiadır, çünkü heryeden önce, bu ayetler Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın ölümüne delalette bulunmamaktadırlar, dolayısıyle de Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın halihazırda hayatta olduğu ve yeryüzüne ineceği yolundaki hadis ve rivayetlerle bağdaşmadığını söyleyebilmek mümkün değildir.

Ayrıca, Fığlalı’nın iddiası tamemen batıldır. Çünkü ayetin arapçasında geçen “teveffeyteni” ve “seteveffik” cümlelerinin anlamı ister “ölüm” olsun, ister “uykuda alma” (başka bir tabirle ister Hz. İsa aleyhi’s-selâm ölmüş olsun ve ister olması) kesinlikle Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzul edeceğine delalet eden rivayetlerle çelişmemektedir. Çünkü bu rivayetler Hz. İsa’nın hayattayken gökten ineceğini bildirmektedir. Ama onun daha önce ölüp ölmediği rivayetlerin delaletinin sınırını aşar ve anlamını değiştirmez. Evet, rivayetler zımni olarak Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın göğe bedenen ağacağına, yani, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın zahir zamanda yere nazil olması için daha önce göğe çekilmiş olması gerektiğine delalet eder. Elbette, ref’ ayetleri Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın göğe çekildiği konusuna iyice delalet eder ve gerçekte raf’ ayetleri Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzul edeceğine delalet eden hadislerin doğru olduğuna diğer bir tanıktır. Sonraki bölümde ref’ ayetleri hakkında daha geniş bilgi vereceğiz.

b- Hz. İsa (a.s)’nın Göğe Yükselmesiyle İlgili Ayetlerin Fığlalı Tarafından Tevili

Kur’an ayetleri üzerinde dikkatli bir incelemeden sonra Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın diğer peygamberler arasında çok farklı bir konumu olduğu ve sadece ona mahsus bu konumu kabul edebilmenin; ancak gaybe iman ve Allah Teala’nın sonsuz kudret ve dücüne can-u gönülden inanmakla mümkün olabileceği görülür. Mesela Hz. Meryem-i Azrâ hiçbir erkekle teması olmadığı halde Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ı doğurmuş ve bugün bilinen tabiat kanunları ve pozitif bilimin sınırlarının ötesinde bir hadise vuku bulmuştur. Fığlalı efendi bunlara “Allah’ın değişmez kanunları” diyor “İtikadi Açıdan İslam Mezhepleri”nin 270. sayfasında bunları tabiatın değişmez kanunlarını aşan ve Allah Teala’nın -cc- tabiatötesi kanunları çerçevesinde vuku bulan vakalardır. Hz. İsa aeyhi’s-selâm’ın henüz beşikteyken konuşması ve peygamber olduğunu ilan etmesi, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi, çamurdan yaptığı kuş maketlerine nefesinden ifleyince canlanıp uçması hep Fığlalı’nın “değişmez kanunları”na aykırı hakikatlerdir.

Allah Teala’nın izniyle Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gösterdiği bunca mucizeye inanan bir müminin; Allah Teala’nın Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ı düşmanlarının elinden mucizemsi bir şekilde kurtarabileceğine ve onu canlı olarak göğe çekebileceğine de elbette ki inanır ve iman eder.

Kur’an’da ağaçık bir şekilde beyan edilen bu mucizelere hiçbir mümin şüpheyle bakmaz ve Rabb’ul Âlemin hazretlerinin herşeye kadir olduğunu, O’nun izni sayesinde Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın hayatının bu tür mucizelerle dolu bulunduğunu bilir ve buna can-u gönülden inanır. Bütün bu sarih hakikatlere rağmen Fığlalı Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın canlı olarak göğe yükseldiğini inkar etmekte ve meseleyi manevî yücelme şeklinde tevil ederek “… bir kere; İsa b. Meryem’in, bedeniyle semaya çekildiği şeklinde bir açıklama, büze bu konudaki ayetlerin sınırını odukça zorlayan bir davranış gibi gözükmektedir” demekte ve ilahi mucizeleri pozitif bilim kurallarıyla açıklayamayınca bunları tevil yoluna giden seleflerinin yolunu izlemektedir. Nitekim 20’ye yakın ayeti örnek vererek bunlarda geçen “ref’“ kelimesinin sadece manevî anlamda bir “yükselme”yi ifade ettiğini iddia etmekedir. Şimdi, Fığlalı’nın örnek olarak aktardığı mezbur ayetleri teker teker okuyalım ve bunların gerçekten sadece manevî bir anlam taşıyıp tamımadıklarını hep birlikte görelim:

1- “Sizden kesin söz almıştık, Tur Dağı’nı üzerinize kaldırmıştırk (tepenize yükseltmiştik)” (rafa’na) .Bakara, 63.

2- “İbrahim ve İsmail Ev’in (yani Ka’be’nin) temellerini yükseltiyordu” (yerfeu). Bakara, 127).

3- “Sözvermeleri için Tur’u üzerlerine kaldırdık” (refa’nâ) … Nisa, 154.

4- “Ana babasını tahtın üstüne çıkardı (oturttu)” (refa’a) Yusuf, 100.

5- “Ey inananlar! Seslerinizi peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin” (lâ terfa’û), Hucurat, 2.

6- “O, göğü yükseltmiş” (refa’ahu), Rahman, 7.

7- “Ve yükseltilmiş (merfû’a) döşekler üstündedieler” Vâkıâ, 34.

8- “Yükseklik miktarını yükseltti (refa’a) onu düzenledi… Nâziât, 28.

9- “Orada yükseltilmiş (merfûâ) tahtlar vardır.” Ğâşiye, 13.

10- “Göğün nasıl yükseltildiğine (rufiât) bakmıyorlar mı?” Ğaşiye, 18.

Buraya kadar sıralanan ayetlerde de görüldüğü gibi “yükseltme” veya türevleri anlamında geçen “ref’“ fiilinin kökü bu on ayette hep maddî yükseltme ve yüceltme, yukarı kaldırma, yukarı çekme, üzerine dikme … vb. gibi anlamlarda germektedir.

“Ref’“ kökünün manevî anlamlarda kullanıldığı ayetler ise şunlardır:

1- “Bu, İbrahim’e, milletine karşı verdiğimiz hüccetimizdir. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz” (nerfâ’u), En’am, 83.

2- “Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan (refa’a) O’dur…” En’am, 165.

3- “… Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz (nerfa’û)…, Yusuf, 76.

4- “Allah’ın, yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde insanlar sabah-akşam O’nu tesbih ederler (turfa’â), Nur, 36.

5- “… Güzel sözler O’na çıkar, o sözleri de yararlı iş yükseltir (yerfa’uhu)… Fâtır, 10.

6- “… Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık (refa’nâ) Zuhruf, 32.

7- “Kıyamet koptupunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek (fari’nâ) olan o hadisenin vukuunu yalanlayacak kimse çıkmaz…” Vâkıa, 1-3.

8- “…Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin (yerfa’î) Mücadele, 11.

Görüldüğü gibi bu 8 ayette de “ref’“ kökü sadece manevî anlamda kullanılmıştır.

Ama meselâ “refe’nâ mekânen aleyhâ” ayetinde geçen ref’in anlamı ne tam anlamıyla manevî, ne de salt maddi bir yükseliş olmadığından bu iki şıkkın hiçbirinide yer vermedik.

Her iki kategetinin ayetleri incelendiğinde, maddî anlamda bir yüceliş ve yükselmenin, manevî manadan daha ziyade kullanılmış olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fığlalı’nın “ayetlerde refe kelimesinin daha çok manevî üstünlük anlamında kullanıldığı” yolundaki iddiası sadece yanlış değil; aynı zamanda gerçeğin tam retsi bir cihettedir.

 

Kur’an, Hz. İsa’nın (a.s) Ruhu ve Vücuduyla Göğe Yükseltildiğini Buyurmaktadır

Bu ayetlerde her ne kadar “ref” kökü daha ziyade maddî anlamda kullanılmışsa da, bu kökün Kur’an’da genellikle maddî manada kullanılması, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın göğe yükselişinin de sadece maddî ve fizikî olduğu anlamını vermemektedir. Esasen “ref” veya türkçesiyle “yükselme ve ağma” kökü mutlak bir fiil olup salt maddî veya salt manevî bir anlamla yüklü değildir. Birlikte kullanıldığı isim veya sıfatın konumuna göre maddî veya manevî anlam ifade edebilir. Meselâ Kur’an’da Hz. Yusuf aleyhi’s-selâm’ın annesiyle babasını tahta çıkarıp oturttuğu buyrulurken kullanılan “ref” fiilinin manası, Hz. Yusuf’un onları manevî anlamda tahta çıkarttığı ve meselâ sosyal konum ve prestijlerini yücelttiği şeklinde değildir elbette; bilinen anlamda, fizikî olarak bir “tahta öıkma ve oturma”dır bu. Veya meselâ, Bakara 63’le, Nisa 154’te yine “ref” fiiliyle geçen “Tur Dağı’nın İsrailoğulları’nın üzerine yükseltildiği” buyruğunda manevî bir mana kastediliyor değildir; yani Allah Teala İsrailoğulları’nın karkup O’na teslim olması ve emirlerine uyması için Tur Dağı’nın manevi değer ve konumunu yücelttiğini buyurmuyor borada; bilakis, Allah’tan kokmaları için, bizzat Tur Dağı’nı fizikî olarak yükseltip onların üzerine çıkardığını, tepelerine diktiğini buyurmaktadır. Binaenaleyh Hz. İsa aleyhi’s-selâm’la ilgili ayetlerde kullanılan “ref” kelimesinin Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın manevî makamı için mi, yoksa bizzat kendisi için mi kullanıldığına bakmak gerekir; o zaman bu “yükselme”nin manevi mi, yoksa maddî mi, olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.

Sözkonusu ayetlerde “ref” kelimesinin geçtiği ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın göğe çekilip yükseltildiği yerde o hazretin manevî makam ve mevkiiyle ilgili bir ibare yer almaz, bilakis, bizzat Hz. İsa’nın aleyhi's-selâm kendisinin göğe çekilip yükseltildiği buyrulur. Evet, yahudilerin öldürmek istediği, ama Allah Teala’nın -cc- kudret ve mucizesiyle kurtulup göğe ağan Hz. İsa aleyhi's-selâm Nitekim Nisa suresi’nin 156. ayet-i Kerimesinde bu hakikat çok net bir şekilde anlatılmakta ve şöyle buyrulmaktadır:

“oysa onu öldürmediler ve asmadılar, ama onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler. Bu husustaki bilgileri ancak zanna uymaktan ibarettir. Kesinlikle onu öldürmediler, bilakis, Allah onu kendi katına yükseltti. Kitap ehlinden olup da, ölmeden önce İsa’ya inanmayacak kimse yoktur.”

Görüldüğü gibi yukarıdaki ayet-i Kerimdede “Allah onu kendi katına yükseltti” buyrulur veya “onu öldürmediler” denilirken “o”ndan kastedilen Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın bizzat kendisidir, manevî makamı değil. Nitekim “Oysa onu öldürmediler” buyruğunda da “Manevî makamını veya ruhunu öldürmediler” gibi bir anlam kastedilmemektedir. Her iki cümlede de mevzu bizzat Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın kendisidir; yoksa, fiilin zamir akindeki 3. tekil şahıs zamirini bir “Hz. İsa aleyhi’s-selâm”, bir de “onun manevi makamı veya ruhu” şeklinde açıklamak gerekir ki en avam edebîyatlarda bile böyle bir dilbilgi kural tersliğine rastlamak mümkün değildir.

Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın bu “göğe çekilme” olayında sadece ruhunun değil, vücudunun da çekilmiş olduğunun bir diğer delili de, sırf ruhun göğe yükselmesi olayının sadece Hz. İsa aleyhi’s-selâm’a değil, bütün peygamberlere mahsus bir olay olmasıdır; bütün peygamberlerin ruhu, vefatlarından sonra göğe yükselir. Halbuki vefatlarında şüphe bulunmayan ve ruhu kesinlikle göğe yükselmiş olan diğer peygamberlerin vafatı için Kur’an-ı Kerim’de “refe’e” veya “refe’nâ” tabiri kesinlikle kullanılmamıştır, bu tabirin peygamberler içinde sadece Hz. İsa aleyhisselama mahuss olması, onun “ref”i, yani “yükselmesi ve göğe çıkması”nın, bütün diğer peygamberlerin ruhunun göğe yükselmesinden farklı bir olay olduğunu gösterir ki, bu da o hazretin ruhunun yanısıra vücudunun da göğe yükselmiş olduğu manasına gelir. Aksi takdirde bütün peygamberlerin ruhu göğe yükseldiğine göre sadece Hz. İsa aleyhi’s-selâm için “göğe çekildiği” “samaya yükseltildiği” ve “yukarıya ağıldığı” tabirinin kullanılmış olmasının biçbir ayrıcalığa delalet etmediğini söyleyebilmek elbette ki mümkün değildir.

c- Hz. İsa (a.s)’nın Nüzuluyla İlgili Hadislerin Tevatürü

Fığlalı, mezbur eserinde Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın nüzulünün, Deccal’ın hurucuyla ilgili hadislerde zımnen bildirildiğini ve bu hadislerin haber-i vahid olduğunu ve mazmununun ise Kur’an ayetleriyle bağdaşmadığını iddia ediyor.

Fığlalı efendimiz bu iddiasının da tutarsız olduğunu ve hakikatle bağdaşır yanı bulunmadığını hemen belirtelim; zira Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluna delalet eden hadisler Ehl-i Sünnet kaynaklarında tevatür derecesine varmaktadır; nitekim Ehl-i Sünnet uleması da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin tevatürlüğünü açıklarken veya meseleyi başlıca bir mevzu olarak ele alırken bu hususu bihassa burgulamaktadırlar ki biz burada sözkonusu tanınmış ulemadan bazısının ismini aktarmamın faydalı olacağı kanısındayız:

1- el-Hafız b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Âbırî: Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulü ve Deccal’ın hurucu ile ilgili hadislerin tevatür derecesine vardığını tespit eden bu alimden daha önce de sözetmiştik.

2- Gazi Muhammed b. Ali el-Şevkânî: Bu Ehl-i Sünnet alimi de yukarıdaki üç mevzuyu ele aldığı “Beklenen Mehdi aleyhi’s-selâm, Deccal ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’la İlgili Hadislerin Mütevatir Oluşu Üzerine Tekrar Açıklama” adlı eserinde aynı noktayı vurgular.

3- Ebu Abdullah Muhammed b. Cafer el-Ketânî el-Mâlikî.

4- Mümin b. Hasan Mü’min el-Şeblencî şöyle diyor:

a) Savaik’te şöyle demiştir: Doğru olan görüş Mehdi’nin hurucunun İsa’nın nüzulundan önce oluşudur. Bazıları ise sonra olduğunu söylerler.

b) Hadisler Peygamber’den tevatür haddine ulaşmıştır ki, Mehdi Peygamber’in Ehl-i Beyt’indendir ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır.

c) Hadislerde tevatür şeklinde yeraldığına göre Mehdi Şam’daki Filistin toprağında Lud kapısında Deccal’ı öldürmek için İsa’ya yardım edecektir.

5- Keşmîrî: “Hz. İsa aleyhi's-selâm’ın Nüzulüyle İlgili Mütevatir Hadisler Üzerine” adlı eserinde.

Bütün bunlar bir tarafa, Ehl-i Sünnet nezdinde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuruyla Deccal’ın hurucuna dair hadislerin konusunu pekiştirenen öenmli kaynak sahihlerdir; Sahih-i Müslim’le Sahih-i Buhari’de bu konuya dair nakledilen hadisler tevatür haddine varacak kadar çok ve nettir.

Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluyla ilgili mütevatir hadislerin mazmununun Kur’an’la bağdaşmadığı konusuna gelince; Fığlalı Efendi’nin diğer iddiaları gibi bu iddiası da gerçeklere tamamen aykırıdır. Nitekim bahsimizin daha önceki bölümlerinde Nisa seresinin 158. ayetiyle Âl-i İmran 55’te Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluyla ilgili ayetlerde o hazretin ruhu ve bedeniyle göğe ağmış olduğunun sarahatle belirtildiğini vurgulamıştır; bu incelemeden sonra sözkonusu mevzudaki hadislerle ayetler arasında hiçbir uyumsuzluğun bulunmadığı kolaylıkla anlaşılmaktadır; Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten nüzul edeceğine dair eldeki hadislerle Kur’an ayetleri arasında tam bir uyum olup her ikisi de birbirini pekiştirici niteliktedirler. Bu nedenledir ki Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten ineceği yolundaki İslam inancı, aslında Ehl-i Sünnet akidesinin vazgeçilmez inançları arasındadır ve usulden sayılır. Şiada da aynı inanç, aynı hadde mevcuttur; ancak, Şia’da eksen konu, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurudur ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten inişi olayı, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhurunda vuku bulacak yan olaylardan biri durumundadır. Binaenaleyh Ehl-i Sünnet itikadına sahip bir sünni ve Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm itikadına sahip bir şii için Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhur ve kıyamı kadar, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten ineceği gerçeğini de inkar edebilmek mümkün değildir.

3- Hz. Mehdi’yle (a.s) İlgili Hadislerin İncelerken Hadis Biliminin Usul ve Prensipleri İhmal Edilemez

Fığlalı diyor ki: “Hadisler Mehdi’nin kimliği hakkında da ayrılık göstermektedir. Sınıflandırıldığı takdirde:

a- Hasan b. Ali’nin.

b- Hüseyin b. Ali’nin.

c- Abbas b. Abdulmuttaliboğulları’ndan birinin.

d- İsa b. meryem’in.

e- Veya adı belirtilmemiş ve fakat İslam’ın zaferi için uğraşan her iyi ve doğru kişinin Mehdi olduğu, yahut da olabileceği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü gibi mevcut haberlerden bunların bütünüyle sahih olduklarını söyleyebilmek ve ihtiva ettikleri mübalağa, tutarsızlık, târihi ve içtimaî uygunsuzluk sebebiyle bunların doğrudan doğruya Hz. Peygamberden bu şekilde söylendiklerini ifade edebilmek bize göre fevkalâde güç olmaktadır.”

Evet, böyle diyor Fığlalı… Rical bilimiyle diraye ilminin bilinen kuralları nazar-ı dikkate alınırsa Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm la ilgili hadisler konusunda bu tür önyargılarda bulunmamın ilmî bir gerçeklik taşıyamayacağı kolaylıkla anlaşılır. Çünkü bu bilimlerde sırf falan meseleden veya müşkülden sözetmek yetmez, birtakım özel kıstaslar ve prensipler yardımıyla hadislerarası ihtilaflar veya benzeri meseleler -tabi eğer gerçekten varsa- haledilerek meselenin aslı ortaya konulur. Halbuki Fığlalı efendi bilerek veya bilmeyerek bu kıstasları görmezden gelmiştir. Her hal-ü kârda, şimdi ele almak istediğimiz bir kaç noktaya dikkat edilir ve sahih mütevatir hadisler de nazar-ı dikkate alınırsa Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın kimliğinin gayet net olduğu ve Fığlalı’yla benzerinin iddia ettiği gibi bir belirsizliğin sözkonusu dahi edilemeyeceği görülecektir:

 

İmam Mehdi (a.s) Hakkındaki Şia Hadislerinin Yekdiğeriyle Tam Bir Uyum ve İttifak Taşıyor Olması

Hz. İmam Mehdi aleyhi's-selâm hakkında Hz. Resul-ü Ekrem sallâ'llâhu aleyhi ve alih ve onun mutahhar Ehl-i Beyt’inin 12 İmamından Şia’nın aktarmış olduğu hadislerin tamamı yekdiğeriyle mutabık ve uyumlu olup her hadis bir diğerinin sıhhat ve doğruluğunu onaylayıcı ve pekiştirici niteliktedir. Tabiri caizse bu hadisler tıpkı bir makinanın parçaları gibidirler, her birinin konumu dikkatle incelendiğinde, diğerinin konum ve işlerine ışık tutmakta ve yekdiğerini onaylamaktadır. Şia kaynaklarında İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili olarak kayıtlı bulunan hadislerden şu gerçekler sarih olarak anlaşılmaktadır:

a- Hz. İmam Mehdi aleyhisselam, Abbas b. Abdulmuttalip oğulları’ ndan değil, Hz. Resulullah’ın sallâ'llâhu aleyhi ve alih neslinden ve Hz. Ali aleyhi’s-selâm’a Hz. Fatıma Zehra aleyha selâm’ın evlatlarındandır.

b- İmam Hasan aleyhi’s-selâm’ın değil, İmam Hüseyin aleyhi's-selâm soyundan gelmektedir.

c- Hz. Mehdi aleyhisselamın zuhuru sırasında gökten nazil olup inecek olan Hz. İsa b. Meryem aleyha selâm Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın yakın yardımcılarından ve o hazretin seçkin ashabındandır.

d- İmam Mehdi hazretleri aleyhi’s-selâm Hz. Resulullah’ın sallâ'llâhu aleyhi ve alih mutahhar Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’ın on iki masum İmamının 12.’si ve onuncusu olup Hz. İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’ın soyundan 9. İmam olup, İmam Bâkır aleyhi’s-selâm’dan sonra 7. ve İmam Rıza aleyhi’s-selâm’dan sonra 4. İmamdır.

Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm konusunda Şia kaynaklarında kayıtlı bulunan sahih hadisler o kadar çok, net ve detaylıdır ki, bu hadislerin yardımıyla, doğumundan gaybet-i suğra ve gaybet-i kübra’ya, hatta zuhur alametlerine, zuhur çağının nasıl bir çağ olacağına ve Hz. İmam Mehdi aleyhi's-selâm zuhurdan sonra neler yapacağına ve genel programının ne olduğuna dair bütün bilgileri teferruatlarıyla bulabilmek mümkündür.

Bütün bu uyum ve mutabakatlar Ehl-i Beyt İmamlarının ilminin tamamen uyumlu ve yekdiğeriyle mutabık olduğunu göstermenin yanısıra bu rivayetlerin tamamına yakın kısmının kesinlikle sahih olduğunu ve bunlar arasında uyduruk rivayetlerin çık nadir bulunduğunu ve “Şia’nın Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki inançlarının ispatı için Şia kaynaklarında geçen ilgili hadislerin yeterli olduğu”nu ortaya koymaktadır. Bu kaynaklardaki hadisler, Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaata gerek bırakmayacak kadar çoktur. Nitekim Şia’nın bu hususta Ehl-i Sünnet kaynaklarından da hadis nakletmesinin nedeni meselenin bizzat Ehl-i Sünnet için de kolayca anlaşılmasını mümkün kılıp hücceti tamamlamak ve Şia inançlarının çoğunun ispatını, bizzat Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki belgelerle mümkün olduğunu bilfiil göstermek içindir.

Hz. İmam Mehdi (a.s) Hakkında Ehl-i Sünnet Kaynaklarında Geçen Hadislerleki Farklılığın En Önemli Nedeni

Mehdilik ve İmamet mevzuu İslam dininin en hassas ve en kkritik mevzuularındandır. Taşıdığı siyasî ve kültürel önem nedeniyle çeşitli siyasî grup ve akımlar tarafından azami ölçüde kullanılan ve siyasi amaçlara malzeme edilen konuların başında gelmiştir. Mevcut karineler, İslam tarihi boyunca daha ziyade iki akım ve grubun bu inancı kendi amaçları doğrultusunda kullandıklarını göstermektedir. Bunlardan birincisi siyasi iktidarı elinde bulunduran halifeler, ikincisi de bu halifeler için daima bir tehdid unsuru olagelen Zeydîler olmuştur. Her iki kesim de iktidar için her yola başvurmuş, hiçbir yöntemden kaçınmamaışlardır. Her iki grup da nebevî hadisleri tevil yoluyla veya dadis uydurma veya rivayetleri tehrif etmek suretiyle Mehdi’nin kendilerinden olduğunu iddia etmişlerdir; hulefa arasında Abbasilerin sahte Mehdi’siyle “Zeydiler”in Muhammed b. Abdullah’ı bu konuda verilebilecek en bariz örneklerdir; her ikisi de Mehdilik iddiasına kalkışarak iktidar yolunda bu İslamî inançla oynamaktan çekinmemişlerdir. Yegane gayeleri sırf iktidarı ele geçirmek veya elindeki iktidarı korumak olan bu iki güruhun karşısında yer alan grupsa Ehl-i Beyt yolunu izleyen Şia olmuştur; İmamiye Şiası Hz. Resul-ü Ekrem’in -s.a.a- sahih sünnetini öğrenmek için bizzat o hazretin Ehl-i beyt’ine müracaat etmiştir. Ehl-i Beyt-i Resulullah’ın sallâ'llâhu aleyhi ve alih masum İmamları bu sahte Mehdilik iddialarını daima reddetmiş ve gerçek Mehdi aleyhi’s-selâm’ın isna aşer İmamların onikincisi olduğunu daima vurgulayarak o hazretin bütün vasıf ve özelliklerini ayrıntılarıyla Müslümanlara anlatmış, böylece gelecekte vukuu muhtemel her nevi sapma veya saptırma girişimlerinin gerçek yüzünün anlaşılmasını mümkün kılmışlardır. Şia hadis kitapları, Ehl-i Beyt İmamlarının bu tür irşad ve aydınlatıcı bilgilendirme örnekleriyle doludur, bu örnekler dikkatle incelendiğinde, sözkonusu iki siyasi akımın Şia kaynaklarına sızmayı başaramamış olduğu görülür. Ne var ki hilafet akımı maalesef Ehl-i Sünnet’in hadis kitaplarına, Zeydilik akımı da Zeydiye’nin kitaplarına nüfuz etmenin yolunu bulmuş ve bu iki akım, bu iki okul üzerinde gözle görülür tesirler bırakmıştır. Nitekim her iki okulun da hadis kitaplarında, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Hz. Resulullah’ın sallâ'llâhu aleyhi ve alih evlatlarından ve o hazretin mutahhar Ehl-i Beyt aleyhi’s-selâm’nın İmamlarından olduğuna dair yığınlarca hadis kayıtlı olmasına rağmen Mehdi’nin Emevilerden, Abbasilerden veya Zeydiye İmamlarından biri oduğuna dair bazı rivayetlere de yer yer rastlanmaktadır ki bu iki siyasi okulun İslam kültüründe bıraktığı izler dikkate alınacak olursa bu tür rivayetlerin varlığına pek şaşılmaması gereketiği de kolayca anlaşılır tabi. Nitekim bu akımarın bin küsür yılık bir geçmişle İslam ümmetinin sosyal ve kültürel hayatında hiçbir iz bırakmamış olması esasen mümkün değildi zaten. Binaenaleyh bugün Ehl-i Sünnet kitaplarındaki hadislerde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında yer yer görülen tutarsız rivayetlerin en önemli nedeni; tarih boyunca halifeler ve iktidar grubunun bu kitaplara nüfuz edebilmiş olması ve Mehdi’nin Hz. Resulullah’ın sallâ'llâhu aleyhi ve alih soyundan ve Hz. Ali aleyhi’s-selâm’la Hz. Fatıma aleyhi’s-selâm’ın evlatlarından olduğuna dair bu kitaplarda geçen onca hadisin arasına; Mehdi’nin Emevi veya Abbasi halifelerinden biri olduğuna dair birtakım uyduruk hadisler sokuşturmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat, daha sonra da etraflıca açıklayacağımız üzere bu iktidar düşkünü uyduruk Mehdiler, bütün dünyaya adaleti yayamadıkları ve esasen beklenen ve vaadolunan Mehdi aleyhi’s-selâm’ın diğer işaret ve vasıflarına da sahip olmadıklarından meselenin aslı anlaşılmakta gecikmemiş ve Ehl-i Sünnet uleması bu uyduruk hadisleri ya red veya tevil yoluna gitmiş ve tabi, bu arada bu tevilin gerçek Mehdilikle ilgili sahih hadislerle aykırılık göstermemesine de bilhassa dikkat etmişlerdir.

Hz. İmam Mehdi (a.s) Hakkındaki Ehl-i Sünnet Hadislerinin Bu Müşkülünün Halli İçin Ne Yapıldı?

Genellikle halifeler ve iktidar mekanizmasının nüfuzundan kayaklanan bir olay olan “Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili çelişkili hadislerin bulunması”, kimi çağdaş Ehl-i Sünnet yazarlarını bir İslam akidesi olan Mehdilik inancını büsbütün inkar yoluna itmiştir ki bu da, İslam tarihinde uzun bir geçmişi bulunmasa da, Ehl-i Sünnet tarihinde akidevî açıdan önemli bir dönüş ve merkezden uzaklaşma sayılır. Ancak bu yeni tavır hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın inkârı mümkün olmayan bir gerçek vardır ve o da şudur: Ehl-i Sünnet uleması, Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Hz. Ali aleyhi’s-selâm’la Hz. Fatıma aleyhi’s-selâm’ın evlatlarından olduğuna dair ulaşan sahih hadisleri daima teyid edip bu hadislerin mütevatirliğinde ittifakta bulunduklarından diğer hadisleri ya uyduruk kabul etmiş, ya da onları, bu hadislerle çelişmeyecek şekilde tevil etme yoluna gitmişlerdir ki bu hadislerdeki çelişkileri giderme konusunda önerdikleri çözüm yollarından birkaçını burada ele almanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Meselenin daha kolay anlaşılması için Fığlalı’nın göndeme getirdiği hadisleri ele alacak ve bu hadisler arasında sadece Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Hz. Resulullah sallâ'llâhu aleyhi ve alih soyundan ve Hz. İmam Ali, Hz. Fatıma ve Hz. İmam Hüseyin aleyhum’us-selâm evlatlarından olduğunu bildiren hadislerin doğru veya mütevatir olduğunu; bu mazmunun dışında yer alan hadis ve rivayetlerin ise ya sözkonusu kaynaklarda hiç geçmediğini, ya da Ehl-i Sünnet ulemasının da görüşüne binâen, sahih ve mütevatir hadislerle çelişmeyecek kadar zayıf bir-iki rivayetten ibaret olduğunu hep birlikte göreceğiz.

Şimdi gelelim Fığlalı’nın “Adı belirtilmemiş ve fakat İslam’ın zaferi için uğraşan her iyi ve doğru kişinin Mehdi olduğu yahut da olabileceği” şeklinde aktardığı hadislere… İslam kaynaklarında bu tür hadisler yoktur. Nitekim Fığlalı’nın bu konuda aktardığı ve “Mısır, Meymeniye, 1313 basımı ve Beyrut, Dâr-u Sadr basımı Müsned-i Ahmed’inin 3. cildinin 27. sayfasında geçtiğini iddia ettiği hadiste böyle muğlak ve genel bir ifade kesinlikle bulunmamakta, bilakis, belli ve muayyan bir şahsa işaret olunmaktadır, işte Fığlalı’nın aktardığı hadis: “Ebi Said el-Hudrî, Hz. Resulullah’tan sallâ'llâhu aleyhi ve alih şöyle nakleder:

 (s:51, 19-21 satırlar arapça)

Görüldüğü gibi bu hadis, Fığlalı’nın iddiaından tamamen farklı bir mazmun taşımakta ve belli bir şahıstan sözetmektedir.

Kaldı ki, daha önce de velittiğimiz gibi, Fığlalı’nın iddia ettiği mazmunda bir tek hadis bile yoktur İslam kaynaklarında zaten; eğer olsaydı Fığlalı ve benzerleri mutlaka onu aktarır, naklederlerdi.

Bütün bunlar bir tarafa; bu mazmunda bir hadis veya rivayet sözkonusu kaynaklarda geçmiş olsaydı bile, aynı kaynaklar dahi yüzlerce hadisi bir kenara bırakıp, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın belli bir şahıs olduğunu ve sadece kendisine mahsus birtakım özellik ve işaretler taşıdığını belirten bunca rivayet görmezden gelip, Fığlalı ve selefi şarkiyatçıların çantasından çıkan öyle bir hadis veya rivayete itibar, yine de mümkün olmazdı zaten.

Beklenen Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Hz. İsa aleyhi’s-selâm olduğuna dair Fığlalı’nın aktardığı mazmunsa sadece bir tek hadisten ibaret olup senedi ve metni şöyledir:

Yunus b. Abdul A’la Muhammed b. İdris Şafii’den, o da Muhammed b. Halid el-Cündi’den, o da Aban b. Salih’ten, o da Hasan’dan, o da Enes b. Malik’ten rivayet etmiştir ki, Resulullah şöyle dedi:

İşler gittitçe zorlaşır ve dünya insanlara yüz çevirir ve insanların hırsı artar ve kıyamet oncak kötü insanların yüzüne kopar; İsa’dan başka bir Mehdi de yoktur.

Görüldüğü gibi baştan sona ümitsizliği aşılayan bu uyduruk hadisin kendi metnindeki çelişki apaçık ortadadır. Çünkü hadisin başında geçen “İşler gittitçe zorlaşır ve dünya insanlara yüz çevirir ve insanların hırsı artar ve kıyamet oncak kötü insanların yüzüne kopar” mazmunda dünyanın her gününün bir önceki gününden beter olacağı ve insanların gözünü her geçen gün daha fazla hırs bürüyeceği ve kıyametin başlangıcı olan “dünyanın sonu”nda bütün insanların kötüleşeceği söylenmekte, bu uyduruk hadisin sonlarına ise “Mehdi, İsa’dan başkası değildir” denilerek, dünyayı adalet ve iyilikle dolduracak bir Mehdi’nin varlığını tasdik etmekte, ancak bu, Mehdi’nin Hz. İsa aleyhi’s-selâm olduğunu iddia etmektedir. Böylesine çelişkili bir b Hz. Resul-ü Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih’i sözleri olamayacağı apaçık ortadadır.

Beyhaki, Hakim Nişâbûrî ve Zehebi’yle (c: 2 535, hadis: 7479) İbni Kesir (Feten c: 2, s: 44), İbni Hâcer (sevâik) ve diğer tanınmış ehl-i sünnet alimleri bu hadisleri ya reddetmiş, ya da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Hz. Resululah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın neslinden olduğuna delalet eden hadislere uygun düşecek şekilde tevil etmişlerdir. Mağribi’nin bu hadislerin uyduruk olduğuna dair gösterdiği 8 noktadan birkaçını özetle aktarıyoruz.:

a- Bildin ki, yalnızca bu hadisi Muhammed b. Halid el-Cündi nakletmiştir ve Ebu Hatem demiştir ki: O meçhul (tanınmayan) birisidir. Ebu-l Hüseyin el-İbri ve İbn-us Salah (kendi Emali’sinde) bu adam hakkında aynı şeyi demişlerdir. İbn-i Abdulbirr ise onun hadisinin terkedildiğini söylemiş ve el-Ezüdî ise onun hadisinin kabul edilmediğini söylemiştir.

Buna göre sözkonusu ravi yalancı ve hadis uyduran birisidir. İbn-i Haldun’un İbn-i Muin’den onu güvenilir birisi saydığını nakletmesine gelince, İbn-i Muin’in bu görüşü alimlerce reddedilen bir görüştür. el-İbri şöyle demiştir: Yahya onu güvenilir saymasına rağmen bu hadis ve tarih bilimcileri tarafından kabul edilmeyen bir görüştür.

b) Bu hadisin Hakim tarafından Müstedrek’te ve Tabaranî tarafından es-Soğır’de Mübarek b. Sehim’den, o da Abdulaziz b. Suhayb’den o da Enes b. Malik’ten naklettiği hadiste bu fazlalığın (İsa’dan başka Mehdi yoktur) olmayışı söz konusu ravinin yalancı olduğunu gösterir. Mustadrek ve Tabareni’nin nakli şöyledir: Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:

Zaman gittikçe zorlamış ve insanların hırsı gittikçe artar ve insanlar insanları kötüsüne bağlı kalır.

Görüldüğü gibi bu hadiste sözkonusu batıl atıklık mevcut değildir. Bu da gösterir ki, bu fazlalığı Muhammed b. Halid el-Cündi tarafından yapılmıştır. Bu tür fazlalıklar yapmak kimse ise onun onun adetlerindendir. Bu adam üzerinde ittifak olan bir diğer hadiste de batıl bir fazlalık yapmıştır. Bu da onun yalancı olduğunu tam olarak gösterr. İbn-i Abdulbirr Temhid’de, Yezid b. Abdulhâdi’nin hal tercümesinde şöyle diyor: Muhammed b. el-Cündî el-Musenna b. es-Sabah’tan, o da Amr b. Şuayb’den, o da babasından, o da Şuayb’ın büyük babasından şöyle nakleder: İnsanlar dört mescide gitmek için sefer ederler: Mescid-ul Haram, benim mescidim, Mescid-ul Aksa ve el-Cünd Mescidi.

Sonra İbn-i Abdulbirr şöyle demiştir: Muhammed b. Halid’in hadisi terkedilmiştir ve bu hadis sabit olmaz.

Abdulbirr’in maksadı Mumadded b. Halid el-Cündi’nin kendi şehri olan Cünde şehri’nin mescidine gitmek için sefere çıkılabileceğine dair yaptığı fazlalığın doğru olmasıdır.

c) Bu rivayetin batıl olduğu ispatlayan diğer bir delil ise, yakiyn ifade eden mütevatir hadislerle çelişmesidir. Çünkü tevatür haddine ulaşmış hadisler gereğince “Mehdi, Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in evlatların-dandır. Usul alimlerinin açkıkladığı üzere bir hadisin kabul edilmesinin şartlarından biri, açık ve yakın nas ile cem’i edilmesi mümkün olma-yacak şekilde çelişmemesidir.

Bu hadisle Mehdi hadislerini cem etmek için bazı yollar zikretmişlerdir. Bunlardan bazılarını İbn-i Haldun ve Kurtubî Tezkire’de, el-Abî Şerh-i Müslüm’de, İbn-i Hacer el-Haysemî Sevaik-ul Muhrika’da ve Yenabi-ul Mevedde’nin sahibi kendi kitabında zikretmişlerdir. Ama bütün bu yorumlar uzaktır ve hadisin batıl olduğu ortadayken bu yollara başvurmaya gerek yoktur. Çünkü mütevatir ile batıl arasında çelişki sözkonusu olmaz.

d- Bu rivayetin batıl olduğunu isbat eden yönlerden biri ise şudur ki, Mehdi’nin geleceğini bildiren sadece Peygamber olmuştur; Peygamber’in kendisi sadık olmasına ve söylediği şeyin heva ve hevese dayanmasına rağmen nasıl olabilir de kendisi önce bir şeyin vuku bulacağını söylemiş olsun. Sonra da nu kendisi nefyetsin…[33]

Görüldüğü gibi hadis, daha önce bahsettiğimiz çelişkiye ilaveten, Ğımari’nin bu ikinci çelişki hususundaki sözleri başka bir deyişle şudur: Bu hadisi uyduran kimse, Mehdi diye birinin zuhur edeceğini nerden biliyordu? Bunun tek açıklaması, onun, Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm konu-sundaki hadisleri gördüğü veya duyduğu değil midir? O halde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ı inkar etmesi veya beklenen Mehdi’nin Hz. İsa aleyhi’s-selâm olduğunu iddia emesi, bu hadisi uyduranın, sözkonusu konudaki sahih hadisleri daha önce görüp onlardan haberdar olduğunu; sonra da bu hadisi uydurarak o sahih hadisleri inkar yoluna gittiğini göstermektedir.

Abbasoğulları’nın Mehdilikle İlgili Bazı Hadisleri Tahrifi

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın Abbas bin Abdulmuttalib’ın evlatlarından olduğu iddiasına gelince, bu konuda da ehl-i sünnet kayanaklarında çok sayılı rivayet yer almıştır ki bunların tamamını “Mu’cem-i Ahadis el- İmam Mehdi, c: 1’de, 101. hadisten 105. hadise kadarki kısımda bulabilmek mümkündür. Yazar, sözkonusu hadisleri aktadıktan sonra şöyle diyor:

Bu yollar Abbasilerin hadis kaynaklarına nüfuzlarını anlayabiliriz. Onlar sahih ve mütevatir hadislere rağmen Mehdi’nin soyu konusunda bile hadis uydurmaya yeltenmişlerdir. Ama bu sorunun zorluğunu gideren şu ki alimler bu tür hadislerin senetlerini bir bir incelemiş ve onların isnat yönünden sağlam olmadığını ravilerinin meçhul, yalancılıkla veya Abbas oğullarına aşırı bağımlılıkları yüzünden suçlanan kimseler olduğunu ortaya koymuşlardır.

Yazar bunları aktardıktan sonra bu tür uyduruk hadislerin ravilerinin ya zayıf ya da yalancı olduğu yolundaki bazı ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini hatırlatmakta ve şöyle demektedir:

“Bu tür hadislerin senetleri hakkındaki eleştiriden göz yumsak bile, yine de sarih ve mütevatir olan hadislerle muarıze edemez. Bu mütevatir hadisler uyarınca Mehdi, Ali ve Fatıma’nın soyundan olduğunu açıklamıştır. Bu hadisler, en güçlü ve en sağlam isnada sahiptirler. Öyel ki, bu hadislerden biri şer’i hükmü isbatlamak için yeterlidir.” (1)

Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın babasının adının “Abdullah” olarak geçtiği hadislerin mazmunu hep bu türdendir, şimdi kısaca buna da değinelim:

imam Mehdi’nin (a.s) Babasının Adıyla İlgili Hadisler

Her iki fırkanın yoluyla hadisler tevatür haddine ulaşmıştır ki, Mehdi’nin ismi Peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in hadisidir. Belli olan şu ki, alimler ve muhaddisler arasında Mehdi’nin isminde şüphe yoktur… Sadece şüphe bazı hadislerde “babasının ismi babamın ismidir” diye var olan ziyadet hususundadır. Her iki fırkanın da alimleri bu fazlalığı eleştirmiştir. Belki de bu hususta var olan en güçlü tenkit el-Beyan kitabının sahibi Şafii’ye aittir.

Şafii’nin el-Beyan’daki açıklaması kısca şöyledir:

Bu hadisi İmam Ahmet ve Tirmizi diğer hafızlar sözkonusu fazlalık olmadan nakletmişlerdir; hatta Hafız Eba Nuaym İsfahanî bu hadisi otuz isnatla nakletmiştir ve bu isnatlardan hiç birinde söz konusu fazlalık, yani “Babasının ismi babamın ismidir” ibaresi mevcut değildir.

Böylece anlaşılıyor ki, bu fazlalığı Cerh ve ta’dil alimlerinin (hadis ravileri üzerine inceleme yapan tarihçilerin) zayıf bildikleri ve hadislerde artırma yaptığına şehadet ettikleri zaidenin işidir…

İkinci asrın başlarında isimleri Muhammed ve babalarının isimleri ise Abdullah olan iki şahsın yani Muhammed b. Abdullah b. Hasan el-Müsenna ile Mehdi-i Abbasi diye tanınan Muhammed b. Abdullah el-Mensur Mehdilik iddiasında bulunmaları ve bu iki şahsın yaranının Mehdi ile ilgili hadisleri bu zatlara tatbik etmek için çaba göstermeleri de bu fazlalığın sonradan uydurulduğu görüşünü güçlendirmektedir.

Ama bu tür iddiaların batıl olduğu çok geçmeden ortaya çıkmıştır; çünkü kendilerinin Mehdi oldukları iddia edilen şahıslar Mehdi’deki olması gereken yeryüzünü adaletle doldurmak ve İslam’ı dünyaya hakim kılmak ve serveti bol bol dağıtmak gibi vasıfları ve zuhü nişaneleri taşımadıkları belli olunca onların Mehdi olmadıklarında hatta onlara uyan kimselerin yanında bile şüphe kalmamıştır.

Buna göre, bu fazlalığın bu iki şahıstan birinin çıkarı için uydurulduğu ihtimali güçlenmektedir. Bu tür hadisler Mehdi’nin Abbas oğullarından veya Ümeyye oğullarından olduğunu söyleyen ve yalan ve uydurma olduğu hadis alimlerince açıkça bilinen hadislere benzemekteler.

İmam Mehdi’nin (a.s) İmam Hasan Muçteba’nın (a.s) Evlatlarından Olduğunu İleri Süren Hadisin Reddi

Ebu Davud kendi Sünen kitabında Hz. Mehdi’nin Hz. Hasan b. Ali b. Ebi Talib’in soyundan olduğuna dair bir hadis neakletmiştir. Oysa ki, onlarca hadis Mehdi aleyhi's-selâm’ın Hz. Hüseyin’in evlatlarından olduğunu söylemektedir.

İlk önce bu hadislerin cerh etme yolunun var olduğunu açıklayalım. Bizce Ebi Davud’un naklettiği hadisle diğer hadisler arasında bir çelişki yoktur; çünkü Hz. Mehdi aleyhi's-selâm hem Hz. Hüseyin’in hem de Hz. Hasan’ın soyundandır. Şöyle ki, çünkü İmam Ali Zeynülabidin b. Hüseyin’in hanımı ve İmam Muhammed Bâkır’ın annesi Fatıma Hz. Hasan’ın kızıdır.

Böylece Hz. Muhammed Bâkır hem anne ve hem de baba tarafından soyu Hz. Ali aleyhi’s-selâm’a ulaşmaktadır. Anne tarafından Hz. Hasan’a ve baba tarafından Hz. Hüseyin’e ulaşıyor. Hz. Mehdi aleyhi's-selâm ise bu soydandır.

Allah Teala buyurmuştur ki: “Ve biz ona İshak’ı verdik ve her birini de hidayet ettik. Ve Nuh’u da önceden hidayet ettik onun soyundan ise Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun’dur ve böylece iyilik yapanları mükafatlandırırız; ve Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas (da bu soydandır;) hepsi de salihlerdendir.” (Enbiya/84-85)

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede İsa aleyhi's-selâm Peygamberin soyuna annesi Meryem vasıtasıyla ilhak edilmiştir.

Bu hadisi Ebi Davut’tan başka şekilde rivayet eden Ehl-i Sünnet alimleri de mevcuttur. Bu yüzden hadisin de bazı diğer hadislerde görüldüğü gibi tahrife uğramış olması uzak bir ihtimal değildir.

Cizri Şafii (vefat:833 hicri) bu hususta Esme’l Menakıb adlı eserinde şöyle diyor:

Doğru olan şu ki, Hüseyin b. Ali’nin soyundandır. Çünkü Emirulmüminin Ali bunu şu hadiste açıkça beyan etmiştir:

Şeyh Ömer b. Hasan Rukki…. Ebi İshak’tan o hazretin İmam Hüseyin aleyhi’s-selâm’a bakarak şöyle buyurduğunu nakleder: “Bu oğlum Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın buyurduğu gibi seyittir. Onun soyundan peygamberinizin ismiyle adlandırılan, yaratılışta peygambere benzeyen … bir kişi gelecektir. O yeryüzünü adaletle dolduracaktır.” Ebu Davud da bu hadisi kendi Sünen’inde bu şekilde rivayet etmiştir.[34]

Seyyid Sadruddin-i Sadr bu hadisi (İmam Mehdi’nin İmam Hasan’ın soyundan olduğuna delalet eden hadis) “el-Mehdi” adlı eserinde altı yönden reddetmiştir. O bu alanda şöyle der: “Usul-u Fıkıh kurallarına göre Ebi Davud’un rivayetine şu açılardan istinat etmek doğru değildir:

1- Bu hadis Ebu Davud’dan çeşitli şekillerde nakledilmiştir. Mesela, Ukad-ud Dürer’de ondan Hz. Ali aleyhi’s-selâm’nın, oğlu Hüseyin aleyhi’s-selâm’a bakarak böyle buyurduğu rivayet edilir.

2- Ukad-u Dürer’de, hafızlardan Trmizî, Beyhaki, Nisai gibi bir grubun bu olayı aynen naklederek Hz. Ali’nin İmam Hüseyin’e bakarak böyle buyurduğunu söylediklerini belirtir.

3- Hasan ile Hüseyin kelimesi özellikle Kufi hattında birbirine çok yakın oldukları için yazımda yanlışlığa düşülmüş olabilir.

4- Bu, Ehl-i Sünnet arasında meşhur olan nassa aykırıdır.

5- Bu senet ve delalet açısından doğru olan bir çok hadisle çelişmektedir.

6- Bu hadis Nefs-iz Zekiyye diye meşhur olan Muhammed b. Abdullah’ı Mehdi göstermek için uydurulmuş olabilir.

Resul-i Ekrem ve Ehl-i Beyt’in, On iki İmam ve Hz. Mehdi’yi Belirtmesi

Muteber Şia ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında rivayet edilen mütevatir bir hadiste Resul-ü Ekrem sallâ'llâhu aleyhi ve alih kendisinden sonra, birbiri ardınca gelip dini koruyacak, İslam’ı aziz kılacak Kureyş’ten olan on iki halife ve İmamın müjdesini vermiştir.

Ehl-i Sünnet alimleri, bu hadisi açıklarken Peygamber’in “on iki İmam”dan kimleri kastettiği hususunda net bir şey ortaya koymamış ve birbiriyle çelişen çeşitli görüşleri belirtmişlerdir.

Herbiri bir yönde “on iki İmam” hadisyle de çelişen bu görüşlerin önemli ve olarak sorunun hiç birinin Kur’an ve Sünnetten bir delili olmayışı ve hepsinin “bence bu böyledir” mantığıyla ortaya atılan şahsi görüşleri oluşudur.

Ancak bu konuda Resul-i Ekrem sallâ'llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen mütevatir hadisler “on iki İmam”ın kimler olduğu hususunda hiç bir tereddüte yer bırakmamaktadır. Şia bu hadislere dayanarak Resul-i Ekrem’dan sonra dinin koruyucusu olan “on iki İmam”ın Ehl-i Beyt İmamları olduğuna inanmaktadır. Bunların ilki Mü’minlerin emiri Hz. İmam Ali aleyhi's-selâm, sonra Hz. İmam Hasan aleyhi's-selâm, sonra Hz. İmam Hüseyin aleyhi's-selâm, sonra da Hz. İmam Hüseyin aleyhi's-selâm’ın soyundan olan dokuzuncu İmamdır ki, bunların sonuncusu on birinci İmam Hasan Askeri aleyhi's-selâm’ın oğlu Muhammed Mehdi aleyhi's-selâm’dır.

Şia kaynaklarında bu sahih ve mütevatir hadisleri gören bazı Ehl-i Sünnet alimleri de Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih’ın “on iki İmam”dan kimleri kastettiği hususunda Şia’nın görüşünü kabul etmişlerdir. Bunların içinde bu noktadan haraketle Şiiliği seçenlerde olmuştur.

“On iki İmam”in Şia’nın kabul ettiği Ehl-i Beyt İmamları olduğunu ifade eden yüzü aşkın sahih ve mütevatir hadislerin karşısında; Mehdi’nin, Ümeyyeoğulları, Abbasoğulları veya İmam Hasan Müçteba’nın oğullarından olduğunu söyleyen, senet ve içerik bakımından zayıf olan, ayrıca aynı zamanda birbiriyle de çelişen bir iki rivayete itibar edilemez.

4- Bir Çelişki ve İki Hata

Fığlalı, ilgili eserinin bir başka yerinde yine Mehdilik inancını tezyif edebilmek için şöyle diyor.

“Kur’an-ı Kerim’de Mesih gibi Mehdi konusuna Buhari (256- 870) ve Müslimin (261-874) hadis kitaplarında “Mehdi”den hiç sözedilmez. İmam Azam Ebu Hanife, El Eş’ânî, El Matuîdî gibi ilk sünnî alimlerinin de ondan söz ettikleri görülmemektedir. (272- 273)

Evet, Fığlalı böyle diyor mezbur eserinde Ama bu sözlerinde Fığlalı bey pek ciddi olmasa gerek… Çünkü herkes gibi biz de biliyoruz ki Fığlaı efendi sözkonusu hadisleri Müslim’le Buhari’nin sahihlerinde bulsaydı bile o hadisleri yine kabul etmeyecekti. Keza Ebu Hanife’nin Mehdilik inancını tasdiklemesi halinde onu da kabul edecek değildi Fığlalı. Nitekim Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten nüzul edeceği yolunda sahih hadislerin hem Müslim’de, hem Buhari’de kayıtlı olduğunu ve Ebu Hanife’nin de kitabında bunu kaydetmiş, bulunduğunu herkes gibi Fığlaı da bilir. Ama buna rağmen Fığlalı, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten nüzul edeceği itikatının bir islam inancı olmadığını iddia edebilmekte ve hem Sahih-i Müslim’i, hem Sahih-ı Buhari’yi hem Ebu Hanife’yi hiçe sayarak ehl-i sünnet kaynaklarındaki bunca belgeyi küstahça görmezden gelmektedir. Zira bu önyargılarla hareket eden sayın Fığlalı’nın aslında Mehdilik ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulu gibi isam dininin esas inançlarını tezyif ve inkar ediğ bu konuda Müslümanların zihinlerini bulandırmak gibi çirkin emellerle kalem çaldığını v ebu yolda hem şia, he sünni kaynaklarındaki onca. hakikati örtbas etmekten çekinmediğini Müslüman camia farketmiş bulunmaktadır artık. Mehdilik ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulü inancını islam akaidinden çıkarıp soyutlama emeliyle hareket eden Fığlalı efendi bu çirkin emelini gerçekleştirebilmek için Hz. İsa aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin mütevatir olmayıp haber-i vahid olduğu; Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadislerin de Sahihayn’da bulunmadığı gibi tamamen asılsız iddialarla mezkur hadisleri tezyif yoluna gitmektedir. halbuki her iki hadisleri tezyif yoluna gitmektedir. Halbuki her iki iddisı da asılsızdır Fığlalı’nın… Nitekim Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulü hadislerinin mütevatir olmadığı ve Hz. İmam Mehdi’yle ilgili hadislerin de Sahihayn’da bulunmadığı idiasının her ikisi de gerçek dışıdır. Fığlalı efendinin bu garazkâr iddiasının tam ersine; Hz. İsa’nın nüzuluyla aleyhi’s-selâm ilgili hadisler mütevatir olduğu gibi Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadisler de sahihayn’da bol miktarda mevcuttur. Nitekim daha önce verdiğimiz belgelerde Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluyla ilgili hadislerin hem mütevatır olduğunu, hem Sahihayn da kayıtlı bulunduğunu görmüş ve bunu tasdikleyen birçok ehl-i sünnet aliminin ismini de aktarmıştık. Bu nedenle aynı belgleri burada yine tekrarlama lüzumu olmasa gerek… Ne var ki, Fığlalı efendi bunca sarih belge ve kaynağı kasıtlı olarak görmezden gelmekte ve artık nedeni anlaşılmış olan bu karanlık tavrında ısrar göstererek Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten ineceğini haber veren hadislerin ahad olduğunu iddia etmekte ve tutarsız ifadeler kullanarak şöyle demektedir:

“… Nitekim Decel’ın çıkılıyla ilgili ahad haberlerde (219 İsa bin Meryem’in nüzulü, yani -gökten- inişi açıkça belirtilmiştir…”

Daha da ilginç olanı, Fığlalı’nın buasılsız iddisasına delil olarak El- Menâr Tefsiri’nin yazarını şahid göstermesi ve ilgili blümün dipnotunda şöyle demesidir:

“21) Kış: Tefsir’ul Menâr, Kahire, 1368 3/ 317 ve: Ez Zebidi, Sahih-i Buhari, Muhtasar-ı Tecrid-i Tercümesi, Ankara/1969-4/532. Ancak, bu arada, bu konudaki haberlere mütevatir diyenler de vardır. msli bk: İbni Kesir, Kitab’ın nihayer ve el- Fıten ve’l Melahim, Kâhire, trz. 1/ 24 el- Keşmirî, et- Tasrih bi- mâ Tevatere fi Nuzul’il Mesih, Hakeb, 1358’de Muhammed Şefi’in mukaddemesi s: 56. Ensari, el- Feth’ur Rabbani Fi’r Redd-i Ale’l kadıyânî, dlhi, 1312 (23)”

Halbuki el- Menar tefsirinin yazarının bir batı hayranı olduğunu ve bu nedenle de bu gibi konular dahi beyanatının islami bir delil olarak gösterilemeyeceğini bütün Müslümanlar bilmektedir bu gün. Kaldı ki bu yazarın görüşleri muteber olsaydı dahi sayın fığlalı’nın öncelikle, onca islam aliminin bu hadislerin mütevatirliğini tasdik ettikleri yolundaki örnekleri vermesi ve”… ancak bu arada bu konudaki haberlere “ahad” diyenler de vadır” şeklinde görüşlerini serdetmesi gerekirdi.

Fığlalı’nın bilhassa iki yerde bu ısrarı göstererek Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluyla ilgili hadisleri hep ahad iddiasıyla takdie çalışmasının nedeni, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın bir gün gökten ineceği hakiakatini islam inançları bütününden çıkarma emelinden başka bir şey değildir. İslamın çihanşumulluğündan dehşete kapılan müstekbirlerin korkulu rüyası’nın da Mehdi aleyhi's-selâm’ın nüzulu ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın da gökten inerek o hazretin yardımıcısı oldacağı “inancını balatalayabilmek için çırpınıp duran sayın Fığlalı efendi, dikkatli Müslümanların pek yabancısı olmadısğı o malum üslupla şöyle diyor:

“… maamifih, durum ne olursa olsun; bu konudaki hadislere ne kadar” ahad haberlerdir, itikadi yönden dikkate alınmayabilir” denilirse denilsin, Mesih’in kıyametten önce nüzulü meselesine, hemen, bütün islam alimlerince “mütlak” olarak bakılmış ve bakılmakta ve böylece “Mesih’e intizar”, kıyametle ilgili haberlerin vazgeçilmez unsuru olarak karşımızda durmaktadır. Ne varki, bu konu, üzerinde bunca titizlikle durulmasına rağmen bir “iman esası” değildir.

Evet, böylece diyor sayın Fığlalı… Oysa, defalarca vurgulandığı üzere islam uleması, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın gökten ineceğine dair hadislerin mütevatir olduğunda müttefiktirler. Keza geçmişte ve günümüzde bunun bütün islam ulemasınca “mutlak” kabul edilip imanın esaslarından sayılmış olduğu da bilinmektedir. Binaenaleyh “islam ulemasının ötedenberi bu konu üzerinde titizlikle durmuş olması bu hadislerin mütevatir olduğunu gösterir.”

Bu yalın gerçeklere rağmen, Fığlalı bu meseleyi “iman esası değildir” şeklinde değerlendirirken ilmî yöntemlerden uzaklaştığı kadar islam akaidinden de uzak düşmekte bu iki kaviyerin hiçbirine yakışmayan bir ciddiyetsizlikle bunca net ve sarih bir hadiseyi elinden geldiğince muğlak ve müpehm göstermeye çalışmaktadır. Halbuki sayın Fığlalı “iman esasları” derken önce bununla neyi katettiğini açıklayıp kendi anldığı “iman esasları”nın bir tarifini vermeli ve bu esasların şer’i delillerle tespit yollarını izah ettikten sonra bu esaslar çevresinde görüş serdetme cüretinde bulunmalıydı ki, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulu konusunda fikir beyanında bulunması o zaman edep ve ilim çerçe-vesinde bir hareket sayılabilir belki. Bunu yapmadğından kendisini birçok sorunun ardından gizlemiş olmaktadır; mesela, Fığlalı’ya göre, bir meselenin imanın esaslarından sayılabilmesi için Kur’an’da tafzilatlı bir şekilde geçmesi şart mıdır, değil midir? Böyle bir mazmunun mütevatir hadis ve rivayetlerde de geçmesi şart mıdır, yoksa kat’i olan ahbar-ı ahadda bulunması yeterli midir? Keza şu soru: Sayın Fığlalı efendi için İslam ulemasının akidevî bir konuda icma etmesi herhangi bir önem ve anlam taşımakta mıdır; yoksa o, bütün islam ulemasının islam akaid ve inançlarından saydığı bir akidevî konuyu inkar etmenin, bireyin imanına hiçbir zarar vermeyeceği inancında mıdır?! Bu tür sorulra net cevaplar verilmedikçe Fığlalı’nın “imanın esası”yla neyikastettiği de açıklık kazanmayacaktır. Bizce, şia ve sünni, bütün islam uleması tarafından ittifakal kabul edilen ve Kur’an’da bulunduğu ya da hakkındaki hadislerin mütevatir olduğu vurgulanmış olan inançlar İslam akaid ve inançlarıdırlar; aksi takdirde yerinden kalkan her müteceddidin “şu konudaki hadisler müevatir değil” vb. iddialarla cahilâne veya garazkar görüşler serdediğ kesinleikle islami olan ve imanın esaslarından sayılan bi rkonuyu inkara kalkışması sözkonusu olabilecektir.

 

Bir Hadisi Sahiheyn’de Bulunmaması, Ehl-i Sünnet İtikadlarına Göre O Hadisin Sahih ve Mütevatir Olmasına Engel Teşkil Etmez

Fığlalı efendinin Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında Sahihayn’da hadis bulunmadığı iddiasının da gerçekle alakasız olduğunu daha önce belirtmiştik. Bundan sonraki bahsimizde bizzat Sahihan’dan aktaracağımız hadisler bu konuda gerçeğin olduğu gibi gçzler önüne serilmesine yetecektir zaten. Ancak, asıl bilinmesi gerken nokta, Sahihan’da bulunmamış olsaydı bile Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm ile ilgili hadislerin reddinin yine de mümkün olamayacağıydı. Çünkü ehl-i sünnette, bir hadisin sahih ve mütevatir olması şartı, Sahihayn’da kayıtlı bulunması değildir, nitekim ehl-i sünnet ulemasınca kesinlikle sahih veya mütevatir kabul edilen nice hadisler vardır ki Sahihan’da kayıtlı değildir. Keza bir hadisin Sahihan’da kaydedilmemiş olması, Şeyheyn-i Sahihan, yani Müslim’le Buhari nezdinde o hadisin veya varisinin zayıf olduğu gibi bir mana taşımaz. Nitekim ne Buhari’nin ne de Müslim’in “Sahihan’larında bütün sahih hadisleri biraraya gitirebildikleri “veya “bu eserlerde kayıtlı büütn hadislerin sahih, kaytılı olmayan bütün hadislerinse zayıf olduğu” şeklinde bir iddiası yoktur; bilakis, Buhari’yle Müslim’in beyanları bunun tam tersi cihettedir; İbni Ömer, “Ulum’el Hadis” adlı eserinde şöyle yazar: “Buhari’yle Müslim, bütün sahih hadisleri Sahihan’da kaydetmiş değildir; esasen böyle bir hassasiyet de göstermemişlerdir”. Buhari’nin şöyle dediği bilinmektedir: “Kitabında sahih olandan başka şey yazmadım, ama hadisler pek fazla olduğundan bazı sahih hadisleri bu kitaba almaktan vazgeçtim”. Müslim’in de şu sözü meşhurdur: “Benim bildiğim ve bu kitaba (Sahih-i Müslim’e) kaydettiğim herşey sahih değildir, ben sadece her kes tarafından ittifakla kabul edilmiş olan şeyleri bu kitapta topladım.” Hafız bin Hacer, “Feth’ul Bâri”nin muhaddemesinde “İsmailî Buhari’den naklen şöyle rivayet eder: “Gerçi bu kitapta sahih olanlar dışında bir hadis yazmadım, ama bu kitaba almadığım sahih hadislerin sayısı, kaydettiklerinden çok daha fazladır.”

Nevevî, Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhin önsözünde bazılarının, Müslim’le Buhari’yi bazı hadisleri birtakım şartlarla yazma ve aktarma durumunda bıraktıklarından, Müslim’le Buhari’nin o hadisleri Sahihan’da iktibas edemediklerini yazar ve şöyle der. “Bu şart koşma ve mecbur bırakma olayında hiçbir mantık yoktur aslında. Çünkü bu ikisi, bütün hadisleri biraraya toplayıp kaydetme niyeti taşımıyordu zaten; bilakis, bütün hadisleri yazmadıklarını ve tıpkı bütün meseleleri değil, sadece bazı meseleleri derleyerek kaydeden bir fakih gibi, kendileirnin de sadece bazı hadisleri yazıp kaydedebildiklerini bizzat kendileri söylemektedir kitaplarında .” (Şeyh Abdulhasan el- İbad, Mecelle….)

Sahihayn’da Hz. Mehdi’nin (a.s) Zuhuruyla İlgili Hadisler

Buhari’de Hz. İsa bin Meryem aleyha selâm’ın gökten inişi babında Ebu Hureyre’den rivayetle şöyle nakledilir: “Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih buyurdu ki: Meryemoğlu gökten size inince ve İmamanız kendinizden biri olduğunda ne yapacaksınız?”

Müslim’in sahihde Cabir tarafından Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: Benim grubumdan olanbir takım, hak üzere savaşacak, mücadele edecektir ki, kıyamete değin zafer onlarındır. İsa bin Meryem indiğinde onların emiri “gel bize İmam olup, namaz kıldır” derler, İsa ise “hayrı” der, “sizden kiminiz kiminize emîr olacaktır (kendi aranızdan bir size emîr olur) çünkü Allah Teala bu ümmeti (Müslümanları) aziz kılmıştır.”

Sahihan’da yazılan bu hdislerde her ne kadar “Mehdi” adı geçmiyorsa da, Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulü sırasında Müslümanların İmamlığını üstlenecek birinden sözedilmektedir. Sünen, üsnedler ve diğer kaynaklarda bu ve Sahihan’da ki diğer hadislerin tefsiri yapılmış ve sözkonusu salih insanın adının “Muhammed” olduğu, Ali bin Ebu Talib’in oğlullarından olup “Mehdi” adıyla tanındığı” belirtilmiştir. Sahihan dışında başkaça diğer kaynaklarada da Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında daha birçok hadis kayıtlıdır ki bunların tamamını bu özet bahse sığdırabilmek mümkün değildir. Burada bunlardan sadece birkaçına değinmek ve bazı senetleri belirtmekle yetindik.

Bu husustaki muteber hadislerden biri de Haris bin Ebu Üsame’nin Mûsned’inde Cabir’den rivayetle, Hz. Resulullah’tan -asv- aktardığı şu hadis-i şeriftir: “İsa gökten indiğinde, onların emîrî olan Mehdi “namazı sen kıldır” der, İsa “hayrı” der, “emîr sizsiniz, Allah Teala bu ümmeti sizinle şereflendirmiştir.”

İbn’el Gıym “El- Menar”da “Bu hadisin senetleri mükemmeldir” der. bizzat bu hadis, Sahih-i Müslim’de geçen “emîr”den maksadın Mehdi” olduğunu göstermektedir.

Şeyh Sadık Hasan “El- İzâe” adlı eserinde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuruyla ilgili pek çok hadis nakleder ki en sonuncusu, Cabir’in hadisidir. Bu hadisi açıklarken “bu hadiste geçen “emîr”den maksat Hz. Mehdi’den başkası olamaz, diğer hadisler de bunu net olarak açıklayıcı niteliktedir” der. (bk: Şeyh Abdulhasan El- İbâd Meelle-i …)

Bu arada şunu da hemen belirtelim ki İbni Hacer…

Sayın Fığlalı’nın marifetleri bunlar eğil sadece; islamda Mehdilik inancı ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulü akidesini tezyif edebilmek için Fığlalı Bey’in başvurduğu daha nice yöntemler daha var ki, Müslüman camianın daha sonraki benzerlerine rastladığında, meselenin nereden kayanaklandığını koylayca farkedebilmesi için bu Bizan oyunlarndan birkaç örnek daha aktarmanın faydalı olacağı inancındayız:

5- Zalle Fırkaların Propagandası *

Fığlalı, bu mevzulara girerken ikide bir sapık bazı fırkaları gündeme getirmekte ve bunların gerçek yüzlerini açmaksızın, adeta müteber ve sahih islami cemaatlermişçesine bunların görüşlerine sık sık yer verecek propagandalarını yapmaktadır.Mesela Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzuluyla ilgili 20 sayfalık yazısının 6 sayfasını Kadıyânîlerin görüşlerine ayırmış ve kadıyanilerle Bâbiler gibi sapık grupları islâmi tarikatlermiş gibi göstermek istemiştir.

Bunun, köhnemiş bir propaganda yöntemi olduğunu belirtmeye hacet görmüyoruz.

Müslüman okuyucunun islama teslimiyeti ve dinine duyduğu samimiyet, dürüstlük ve saflığı kötüye kullanan Fığlalı, Müslüman okuyucunun pek çoğunun bu gibi özel ihtisasları gerektiren dallarda arapça, Kur’an, hadis, sünnet, rical…vb. ilmî kaynaklara müracaatla hakkı batıldan ayrabilme imkanına sahip bulunmadığını ve böyle bir ilmî seviyeye sahip olmadığını bildiğinden tam bir oryantalist gibi davranmaktan çekinmemekte ve zihinleri elinden geldiğince bulundurarak Müslümanların inançlarından gevşeklik ve çatlaklar yaratmaya çalışmaktadır. Böylece Müslümanı şaşkınlığa düşürerek çeşitli görüş ve fikirlerin kavşağında kendi dînî inançlarını kaybetmesini sağlayacktır; çünkü sayın Fığlalı için, esasen Müslüman okuyucunun, kendi islami inançları yerine meselâ Kadıyanilik veya Bâbiliği ikame etmesi ve imanının esaslarını kaybetmesi hiç mi hiç önemli değildir!

Ancak, “araştırmacı”lık (!) iddiasında bulunan şahıs kim olursa olsun “mezhepler tarihi açısından bir bakış” gibi kılıflarla bu tür sapık görüşlerin propagandasını yapmanın Müslüman camianın tepki ve nefretini kazanmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir.

6- Hakikatlerin Örtbas Edilmesi

Fığlalı; islam tarihinde kültür ve hizmetleriyle kadar belirleyici bir rol oynamış bulunan ve halihazırda dünya Müslümanlarının 1/4’ünü oluşturan İmamiye okulunu şianın diğer kolları arasında önemsizmiş gibi gösteren yolunda özel bir çaba sarfetmekte ve Şia içinde kitapla sünnetten ayrılmamış olan İsna aşer İmamlarına bağlı bağlı Caferi mezhebini, tarihte varlığı bile tartışılan ya da köklü bir akide ve kültürel sahiğ bulunmadığı için zamanla yok olup giden fırkalrdan biri gibi takdim etmeye çalışmaktadır okuyucusuna… Nitekim Ehl-i Beyt okulunun hakkaniyetini gizleyebilmek için bu okulun kendisini gizlemeye çalışarak şianın kollarına kendiliğinden kollar ekleyip meseleyi dalandırıp budaklandırmakta ve kâh Sipaiyye gibi var dahi olmayan fırkalardan bahsedip, kâh islamî bir temele dayanmadığından zamanla yok olup giden fırkaları gündeme getirmek suretiyle Ehl-i Beyt okulunun şecere-i tayyibesinin meyvesini gizleyebilmek için okuyucunun dikkatini sürekli başka yönlere çekmeye çalışmaktadır. Aslında nedeni çok iyi bilinen bir garazkârlık örneği daha sergileyerek islam mezheplerinin görüşlerinden bahsederken İmamiyeden özellikle bahsetememeye çalıştığı da gözden kaçmıyor bu arada… Mesela Mehdilik konusunda şianın akidelerini ele aldığı 10 sayfaya yakın bir bahsinde Beyabiye ve Bahailik gibi fırkalara üç sayfa ayırırken, İmamiye okuluna bir sayfa ancak ayırabilmiş sayın araştırmacı (!) yazar!

7- Uyduruk Alimler Üretme

Fığlalı’nın Mehdiliği inkar yolunda başvurduğu iğrenç yöntemlerden biri de uyduruk alimler üreterek islama tarihine bu bid’ati sokan israiliyatçı seleflerini aratmamasıdır. Şöyle diyor sayın Fığlalı:

“…Ne var ki, alimler bu hadislerin sıhhati hakkında şüpheye düşmüş olmalarına rağmen bu konuda halka tesir edememişler ve “Beklenen Mehdi” (el-Mehdiyy’il Muntazar) veya “söz verilmiş Mehdi (el Mehdiyy’il Mev’ud ) fikri sünni, şii ve diğer mezheplerin muhtelif tabakalarında pek renkli şekilde yaşatılmıştır.”

Sahi, Fığlalı efendinin “Mehdilik konusunda şüphede oldukları” nı iddia ettiği bu alimleri kimlerdir acaba?

Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın zuhuru ve Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzulunu şüpheli bulan bu alimlerin adı, sanı, yazdıkları bir eser veya belirttikleri bir hadis veya rivayetin kayıtlı olduğu bir tek kaynak olsun göstermekte midir sayın Fığlalı?

Hayır.

Fığlalı’nın hiçbir zaman olumlu cevap veremeyeceği sorulardır bunlar.

Butür “alimler” islam tarihinde hiç var olmamıştır çünkü.

Fığlalı, burada da selefleri olan batılı müsteşriklerin metodunu izlemekte ve çoğu okuyucunun teferruatlı inceleme imkanına sahip olmayışını çirkin bir şekilde kullanarak, kendi sapık fikirlerini “islam alimlerinin görüşleri”mişçesine aktarmaktadır.

İslam alimlerinin Hz. Mehdi’yle ilgili hadisleri kaynak eserlerinde kaydetmiş olduklarını, o hazretin zuhur ve kıyamını hak bildiklerini ve aynı alimlerin bu hususta ciltler dolusu kitaplar yazıp “İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili hadisler mütevatir ve sahihtir” dediklerini bilmemekte midir sayın Fığlalı gerçekten.

Bu soruya da olumsuz cevap verebilmek mümkün değildir.

Bahsimizin başında uzunca bir listesini verdiğimiz alimlerin pek çoğunu çok iyi bildiği halde sayın Fığlalı efendi onları pekalâ görmezden gelmekte ve ne fıkıhta, ne usulde, ne de ricalde ileri bir ihtisası olmayan İbni Haldun’a mal bulmuş mağribi gibi sarılmaktadır.

Bütün inanç ve tavsiyelerine Kur’an ve sünnetten senet gösterip bu iki aslı kendi beşerî fikirlerine tercih eden onca ilimi bir çırpıda silip atarak kendi görüşünü vahye ve sünnete efdal tutan ve ancak işine geldiği zaman “islam alimleri de şöyle diyor…” diyebilme utanmazlığını sergileyen ilk kalem olmadığı gibi, sonuncusu da olmayacaktır bu yazar efendi.

Ancak, ister şia, ister sünni olsun bugün bütün Müslümanların islâmî bir uyanış içinde olduğu ve dinî hükümleri şu veya bu iddiacılardan değil, peygamberlerin varisleri olan ulemadan öğrenmeyi tercih ettiği ve Müslüman kitlelerin, ulemanın izinde yürümekte olduğu bilinmelidir.Fığlalı ve benzerleri, ulemanın bütün uyarılarına rağmen hatalarını düzeltme gibi bir kaygı taşımakta ve kendi fikirlerini Kitaba ve sünnete tercih bid’atında ısrarlarını sürdürmektedirler.

İslam uleması böylelerinin ıslahı için iyiyi emredip kötüden menetme vazifesini ifa etmekteyse de “bir topluluk kendisini düzeltmedikçe Allah onları düzeltmeyecek”…tir.

Hz. Mehdi (a.s) İnancı; Yahudiler ve Hırıstiyanlar

Bahsimizin daha önceki kısımlarında bazı müsteşriklerle onlara uyan bazı batı hayranı yenilikçi sözde Müslüman yazarların Mehdilik inancının yahudilik ve hırıstiyanlıktan islama geçtiği iddiasında bulunduklarını belirtmiştik. İslam ülkelerinde bu ihanetin dikkatli Müslümanlar tarafından farkedildiğini bilen Fığlalı gibi birtakım ünvanlı yazarlar da her ne kadar yüce islam dinindeki Mehdilik inancını Yahudilikle Hıristiyanlığa yamamaya çalışmaktasalar da, bunun çirkin bir iftira olduğunun artık anlaşılması nedeniyle doğrudan doğruya değil de, dolaylı yollardan aynı emeli gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’de de bunu en sarih şekilde Fığlalı yapıyor bugün. Hırıstiyanlarla Yahudiler arasında Mehdilik değil, “İsa Mesih” mefhumu tanınmış olduğundan ve diğer taraftan şakiyatçılar ötedenberi islam dinini bir vahyî din olarak değil, beşeri bir dünya görüşü şeklinde takdim edip bu yüce dini Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın şahsî fikirleriymişçesine gösterme yoluna gittiklerinden sadece Mehdilik hususunda değil; tevhidle nübuvvetten, şeriatin ibadet ve diğer konulardaki hükümlerine varıncaya kadar islam dininin bütün boyutlarını ya Yahudilik ve Hıristiyanlığa yamamaya, yada bu yüce dini, zaman ve mekanın şartlarının doğurduğu bir netice şeklinde değerlendirmeye gayret gösteregelmişlerdir.

 Ne var ki yüce islam Peygamberinin Allah’ın elçisi olduğu ve Kur’an’ın, haşa, onun kendi fikirleri değil, Allah Tealâ tarafından ona vahyedilmiş ilâhî emirler olduğu hakikatine iman etmiş bir Müslüman gözüyle bu meseleye bakacak olursak şunu söylememiz gerekir: Kur’an-ı Kerim’de de açıkça belirtildiği üzere Hz. İsa ve Hz. Musa aleyhum'us-selâm, Allah Tealâ tarafından gönderilmiş hak peygamberler olup İncil ve Tevrat’la gelmiş ve insanları eşi ve ortağı olmayan Allah’a, kendi peygamberliklerine, kıyamete, cennet ve cehennemin hak olduğuna ve diğer gaybî hususlara imanda bulunmaya davet etmiş ve bu cümleden olmak üzere yüce islam peygamberi Hz. Resul-ü Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın kendilerinden sonra zuhur edip peygamberlikle geleceğini de yine kendi ümmetlerine bildirmişlerdir. Binaenaleyh, aynı ilahi menbâdan kaynaklanması ve aynı ilahi hedefleri gözetiyor bulunması cihetiyle bu üç ilahi dinin birçok ortak ve benzer yönler taşıyor olması gayet tabii olduğu gibi, zaruridir de. Nitekim olaya şöyle bir göz atılacak olursa Allah’a iman, ahirete, kıyamete ve peygamberlerin hakkaniyetine inanma ve Kur’an, İncil ve Tevrat’ta isimleri geçen hak peygamberlere iman etme gibi birçok müşterekler taşıdığı kolayca görülür. Her üç dinin mensupları, yekdiğerinden etkilenmeden ve sadece kendi kitaplarının emir ve beyanları gereği bu hakikatlere inanır ve bunları gayet iyi bilirler.bu nedenledir ki Mehdilik gibi önemli bir gaybî haberin, Kur’an’da olduğu gibi, diğer semâvî dinlerin kitaplarında da belirtilmiş bulunması gayet tabiidir aslında; nitekim açıklamasına daha önce de değindiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim’de de buna işaretle şöyle buyrulmaktadır:( 65,4. satır)

Ne var ki islam diniyle Hırıstiyanlık ve Yahudilik dinleri arasında bugün çok önemli bir fark vardır ki, o da, bu iki dinin kitabının tahrife uğranması, son kitap olan Kur’an’ın ise her nevi tahrif ve bozulmadan korunmuş olmasıdır. Aynı şekilde, islam peygamberine ait nice hadislerin tevatür veya muhtelif güçlü karineler vasıtasıyla o hazrete ait sözler olduğunu ispatlamak kabildir bugün.Oysa Hz. Musa aleyhi’s-selâm’la Hz. İsa aleyhi’s-selâm’a nazil olmuş bulunan ve Allah’ın vahyi olan Tevrat’la İncil’in aslı bugün mevcut değildir ve maalesef yine bu dinlerin mensupları tarafından tahrife uğramış bulunmaktadır. Nitekim bugün Tevrat’la İncil’de; semavi bir kitabın vahî muhtevasıyla asla bağdaşmayan ve hiçbir senediyet de taşımayan bozulma ve tahriflere sık sık rastlanabilmektedir. Binaenaleyh bugünkü Tevrat ve İncil’deki metinlerin hangisinin gerçek ilahi vahy ve hangisinin sonradan uydurma ve tahrif olduğu konusunda başvurulabilecek yegane güvenilir kaynak, Kur’an-ı Kerim’le kat’i sünnetten ibarettir. Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim’deki bir mevzuya aynen veya az bir farkla Tevrat ve İncil’de de rastlanılması halinde bir Müslüman için bunun anlamı; o metnin ilahi vahy olup her üç peygamber tarafından tebliğ edildiği ve insanların kaderi üzerindeki etki ve önemi nedeniyle ilahi peygamberlerin müşterek tebliğ ekseninde yer aldığıdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili ayet ve hadisler de, Kur’an ve kat’i sünnetle sabit olup bu konudaki hadisler çeşitli islam mezhepleri nezdinde mütevatir ve sahihtirler ve bunlara iman da, yüce islam dininin zaruri şartlarından ve elzem inançlarından sayılır.

Mehdiliği İnkar Hadisesinin Diğer Nedenleri

Müsteşrikler ve doğu beldelerindeki yerli taklitçilerden başka, Mehdilik inancını inkar etme şeklinde tezahür eden bu yeni bidatın iki nedeni daha var ki bunları kısaca:

1- Ehl-i Beyt-i Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’ın mutahhar yolu ve sünnet-i nebeviyyeye teslimiyet olan Şia mektebini sindirmeye yönelik siyasi emeller.”

2- İman zaafı ve çağdaş entellektüel hastalıkların başında gelen “gayba iman edememe ve bu hususta Allah Tealâ’ya karşı tam bir teslimiyet göstermeme” bedbahtlığı.”şeklinde özetlemek mümkündür. Bahsimizi daha fazla genişletmemek için bu iki faktör üzerindeki incelememizi bir başka fırsata tevdi ediyoruz.

Çeşitli Şartlar Altında Hz. Mehdi (a.s)’a İmanma Olayı

Daha önce de vurguladığımız gibi islam ülkelrindeki kimi yazarlar, şarkiyatçı oryantalistleri taklit ederek Mehdi inancının, Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm taraftarlarının arzu ve emellerinin gerçekleşmesi yolunda bir temenni olduğu tahrifatına destek vermiş ve Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm taraftarlarının zalim halifelerin zulüm ve baskısı altında bulundukları ve bu durumu değiştirebilmek için ellerinden de hiçbir şey gelmediğinden, ümitsizliğe kapılmamak ve morallerini yitirmemek amacıyla böyle bir temenniyle teselli bulduklarını iddia etmişlerdir ki, günümüzde bu tahrifatın belirgin isimlerinden biri, isminin önüne çeşitli ünvanlar da eklemiş bulunan sayın Fığlalı efendidir.

Halbuki, Mehdilik inancı sadece Ehl-i Beyt taraftarlarına, sadece Şiaya veya sadece Sünniye mahsus bir inanç olmayıp bütün Müslümanların ortak akidesi ve en güçlü inançlarındandır. Nitekim ister egemen güçlerin yanında yer alıp onları destekleyenler, ister Hz. Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm’nın hakkani-yetini savunup onların iktidarda olması gerektiğine inanarak bu yüzden çeşitli baskı ve zulümlere muhatap olanlar hiçbir zaman Mehdilik inancını inkar veya tekelleştirme yoluna gitmemiş, her iki akım da bu islamî inancı kabul ettiklerini daima açıklamış, bildirmişlerdir. Kaldı ki Ehl-i Beyt aleyhum’us-selâm taraftarları ve Şia, tarih boyunca her zaman ve aralıksız olarak egemen güçlerin baskısı altında bulunmuş değildirler; bilakis, Safeviler döneminde olduğu gibi onlar da kimi zaman iktidar olmuş ve hükumeti ellerinde bulundurmuşlardır, ama yine de Mehdilik inancı onlarda da zerrece zaafa uğramamış, bu inançta gevşeme-mişlerdir. Hatta sonuç bunun tam tersi olmuş ve şia uleması bu dönemde Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’la ilgili değerler eserler yazabilme fırsatına kavuşmuştur. Bütün bunlar bir tarafa, esasen bu tür iddia ve yorumlar temelinden batıldır aslında; çünkü bu durumda Allah’a, ahirete, hesap gününe, cennet ve cehenneme inanmanın da sosyal ve siyasi zorluklar ve çetin şartların bir ürünü olduğunu söylemek gerekecektir, zira bu inançlar için de aynı yorumu yapmak ve “fakir ve zulüm altındaki insanlar haklarını elde edemedikleri ve güçlü zalimlerden haklarını alamadıkları için kendilerine teselli ve moral vermek amacıyla bu inançları zihinlerinde kurup hayal etmiş ve zalim zenginlerin cehenneme, mazlum fakirlerle yoksulların ise cennete girmesini sağlayacak bir tanrıya inanma ihtiyacı hissetmişlerdir” demek mümkündür. Nitekim bazı batılı felsefeciler aynı batıl yorumdan hareketle böyle akımlar bile oluşturmuşlardır. Oysa ki insan topluluklarında Allah’a ve gayba iman olayının, Allah’ın gönderdiği peygamberlerin tebliğleri neticesinde kökleşip gerçekleştiği ve onların gösterdiği mucizelerle pekişip güçlendiği herkesçe bilinmektedir bugün.

Evet; Allah Teala gaflete kapılan ve kibirlenen insanları kendisine getirmek ve Yüce Yaratıcılarının sonsuz güç ve kudretine iman edip isyan ve tuğyandan vazgeçmelerini sağlamak için kimi zaman onları zor şartlar altına sokmaktadır; Kur’an-ı Kerim’de de buyrulduğu üzere: “(arapça s:66, sondan 4. satır) Binaenaleyh zor şartlar, Allah’a ve gayba iman gibi, peygamberlerin davetinin temelini teşkil eden hakikatlara inanma yolunda uygun bir ortamdır sadece. Nitekim Allah Teala da peygamberlerini açık deliller, burhanlar ve mucizelerle gönderdiği zaman, halkın inanmasını kolaylaştırmak için bizzat bu tür ortamlar yaratmaktadır. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a iman olayı da bunun gibidir; Hz. Resul-ü Ekrem sallâ’llâhu aleyhi ve alih efendimiz Kur’an ayetleri ışığında hakikati tebliğ edip “yeryüzü zulüm ve kötülekle dolunca, onu adalet ve doğrulukla dolduracak bir Mehdi’nin zuhurunu müjdelemiş bulunmaktadır ki insanların sosyal ve siyasi açıdan çetin şartlarda bulundukları dönemlerde bu inanca daha fazla sarılmaları ve o hazretin zuhurunu daha bir iştiyak ve vecdle beklemeleri gayet doğal bir hadisedir.Ama ister zor, ister rahat şartlarda olsun; insanların Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a inanmalarının nedeni bu şartlar değil, bizzat Kur’an ve Allah’ın Resulü sallâ’llâhu aleyhi ve alih tarafından yapılan ilâhi tebliğ ve bildirilen sağlam haberdir; şartlar ve mekanların rolü ise ancak bu habere duyulan inanç ve o hazrete beslenen ilgiyi tahrik edip pekiştirmekten ibarettir.Nitekim geçmiş ümmetlerin Allah Tealâ’ya ve gayba imanlarının nedeni de şu veya bu şartlar değil, peygamberlerin tebliğleri ve ulaştırdıkları mesaj, verdikleri haber ve gösterdikleri mucizelerdir.

Buraya kadar yapılan incelemeyi özetlemek istersek şu noktalar ortaya çıkar:

İslam inançları arasında en belirgin ve en tanınmış olanlarından biri de Hz. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a zuhuru ve kıyamı inancıdır. Kitap ve sünnette belirtilmiş ve alametleri bütün teferruatlarıyla bildirilmiş olan bu muazzam hakikat bütün islam mezheplerinin ulemasınca ittifak olunan nadir konulardan olup, islam düşmanları ve dünya istikbarı için korkulu bir rüya sayıldığından ötedenberi yozlaştırılmaya çalışılmış; bilhassa yakın çağlarda, günümüzdeki canlı örneklerinden de anlaşılacağı üzere şarkiyatçılar olarak bilinen Avrupalı doğu uzmanları olan oryantalistler tarafından inkarına kalkışılmış ve bu batılı entellektüellerin islam ülkelerindeki taklitçileri tarafından Müslüman-ların zihni bulandırılarak Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm gerçeği etrafında şüpheler oluşturulmak istenmiştir ki bu meşum girişimler günümüzde daha bir yoğunluk kazanmış durumdadır.

Bu konunun devamında İmamiye mektebi açısından Mehdilik olayını inceleyecek ve bu açıdan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın kimliği ve gaybetin felsefesini ele alacağız inşaallah.

 


[1] – Bakara, 2.

[2] – Saf, 6.

[3] – İsrâ, 4-5.

[4] – Rum 1-3.

[5] – Fadlullah b. Ruzbehan-i Hunci-i İsfehani (ö: 927 Hicri) gibi ki, çok mutaassıp bir sünni olmasına rağmen “Vesilet-ul Hadim ile-l Mahdum” adlı kitabında beklenen Mehdi’nin, Muhammed b. Hasan-ul Askeri olduğunu itifar ediyor. Daha fazla açıklama için Resul Caferiyan tarafından tadvin edilen bu kitabın mukaddimesinin “Oniki İmam Sünnilerinin ortaya çıkma zemineleri” faslına müracaat edilebilir.

[6] – Enbiya/105-106.

[7] – Yukarıdaki cümleler, 1878 miladisinde Londra’da mukaddes kitapları yabancı dillere çevirme heyeti tarafından Farsçaya çevrilen Tevrat’tan aldık.

[8] – Nur/55.

[9] – Tevbe/33.

[10] – Mecma-ul Beyan tefsiri, Saff suresinin 9. ayetinin altında.

[11] – Tefsir-i Burhan, c.2, s.121.

[12] – Mecma-ul Beyan, Tevbe suresinin 33. ayetinin altında.

* Bu isimlerden bazıları, aynı zamanda Hz. Resulullah’ın da (s.a.a) sahabesidir.

[13] – Muttaki Hindi, “el-Burhan fi Alamet-i Mehdiyyi Ahir-iz Zaman”.

[14] – Ae.

[15] – el-Elbanî Havl-el Mehdi: 644. -Temeddün-ül İslamî dergisinin yayınladığı bir makaledir- Dimeşk, yıl: 22 Zilkaade / 1271 hicri.

[16] – İbn-i Hacer-i Meysemi, “Sevaik-ul Muhrika, s.165, dipnot:1.

[17] – Sıddık Gumari, İbraz-ul Vehm-il Meknun min Kelam-i İbn-il Haldun.

[18] – Difa-un anil Kâfi’den naklen, c.1, s.221.

[19] – Sebki, Tabakat-uş Şafiiyye, c.4, s.188. Dr. Takiyyuddin en Nedvî. İlm-i Rical-il Hadis’ten naklen, s.125.

[20]– Makâtil-ut Talibiyn, s: 193

[21] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, 2, 562 (arapça tercümesinden)

[22] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.6, s.1-2.

[23] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, 6, 276 (arapçasından).

[24] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.14, s.277.

[25] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.14, s.282.

[26] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.2, s.562.

[27] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.2, s.564.

[28] – Dairet-ul Maarif-il İslamiyye, c.3, s.694.

[29]– el-Akide Veşşeriât-i fi İslam: Godizhıeır, farsça. terc: M. Yusuf Musevî, Ali Hasan Abudlkadir, Abdulaziz Abdulhak, 1959 2. baskı, Mısır: Dar’ul kitab’ul Hadisiye ve: Bağdad, Mektebet-ul Musennâ, s: 83.

[30] – Said Eyyub’un “Akidet-ul Mesih-id Deccal” adlı kitabından, s.361 naklen.

[31]– Bkz: Çağımızda Hikâdi İslam Mezhepleri, s: 266, 288

[32] – Bu arada yeri gelmişken ric’atin fer’i, Mehdilik inancınınsa Şiâ’nın vazgeçilmez aslî akidelerinden olduğunu ve ric’atin tezyifiyle Mehdiliğin tezyifi sonucuna gidilmeyeceğini de hemen belirtelim. Kaldı ki ric’at inancı hakkında Kur’an’da, muteber Şiâ ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında yeterlice delil vardır.

[33] – Ahmet b. Muhammed b. Es-Sıddık el-Gemari İbraz-ul Vehm min Kelam İbn-i Haldun.

[34] – Cezeri Dimeşki Şafii Esm-el Menakib, s.165-168.

* – Türkçede yanlış telaffuzla “dalle” denilen “sapmış fırka”lar. Dalalet (-zelalet) ten türemiştir.