İnsan Hakları
Cevad Engin/Erenler 3
Tevhidî Bakış
Hiçbir ilahi mektebin insan haklarını görmezlikten geldiği, onun varlığı ve ispatı hakkında kayıtsız kaldığı düşünülemez. Bu yüzden ilahi bir düşünürün nazarında, insan haklarının varlığı da ispatı da, onun tevhidi dünya görüşüyle tamamen ilişki içerisindedir. Konuyu, tevhidi dünya görüşü açısından ele aldığımızda görüyoruz ki, ilahi bir düşünürün nazarında, insan haklarının edimsel (faili) nedeni, madde ve tabiattan münezzeh olan Allah Teala olduğu gibi, onun ereksel (gai) nedeni de, zaman, mekan ve her türlü maddi kayıttan arınmış olan yüce yaratıcıya yaklaşmaktır.
Dolayısıyla, mevzu bu açıdan irdelendiğinde her ne kadar bir açıdan bazılarının, adaletin uygulanmasının insan haklarının temelini oluşturduğuna dair görüşleri, bazılarının da bunun insan haklarının hedefi sayıldığına dair görüşleri kısmen doğru olsa da, her iki görüş de tam anlamıyla doğru sayılmamaktadır. Çünkü, ilahi dünya görüşünde adaletin uygulanması da dahil olmak üzere, hem birey hem de toplum haklarının gerçekleştirilmesinin nihaî hedefi, insanın likaullah makamına ulaşmasıdır. Zira Kur'an-ı Kerim, adalete önem vermekle birlikte, adiller ve adaleti uygulayanların, bu seçkin özellikleri sayesinde, yüce bir makam olan nuraniyet makamına erişebileceklerini açıklamıştır. Bu mevzu, peygamberlerin gönderiliş ve ilahi kitapların iniş hedefinin, insanların adaleti ayakta tutmaları olduğunu bildiren Hadid Suresinin; "Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik"[i] ayetiyle, Kur'an'ın iniş sebebinin, insanları aydınlığa kavuşturmak olduğunu açıklayan İbrahim Suresinin; "Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, o güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik" [ii]ayetini bir arada mütalaa ettiğimizde açıkça ortaya çıkmaktadır. Çünkü insan-ı kamilin nurlu (aydınlık) mevkii, tabiat ve misal aleminin üstün gerçeklerini, ilmi ve aynî müşahede yollarıyla müşahede edebilmektir. Bu konu, kendisinde imanın hakikatini hissettiğini söyleyen Herise bin Malik’in, Allah Resulü’nün: “İmanının hakikati nedir?” sorusuna: “…Ben sanki cennet ehlinin cennette birbirlerini ziyaret etmelerini görmekte ve sanki cehennem ehlinin de bağırışlarını şu kulaklarımla duymaktayım” diye verdiği cevaptan [iii] ve İmam Ali (a.s)’ın: "Onların gözünde yaratan öylesine yücelmiştir ki, O'nun dışındaki her şey küçülmüştür. Sanki cenneti görmekteler; orada nimetler elde etmekteler. Sanki cehennemi görmekteler, orada azaba uğramaktalar.” [iv] muttakilerin sıfatını beyan eden nurlu sözlerinden anlaşılmaktadır.
Bu üstün hedefin gerekliliği ise, bil-araz (ilinti) olan her şeyin zatî olana ulaşmasının gerekliğinden kaynaklanmaktadır. Bu ilke gereğince, edimsel (faili) nedenler zincirinde bil-araz olan nedenlerin, Allah Teala'dan ibaret olan zatî nedene ulaşması gerektiği gibi, bil-araz hedeflerin de, zatî hedefe ulaşması gerekir ki, o da yine Allah Teala'dır. Dolayısıyla insanın işlerinin hedefleri, likaullaha ulaşmadığı müddetçe orta hedef sayılır, son hedef değil. İster istemez böyle bir hedef de zatî değil, ancak bil-araz hedef olabilir. İşte buradan İslam açısından insan haklarının asıl hedefi ortaya çıkmakta ve onun da likaullah olduğu anlaşılmaktadır.
Tabiatla Fıtrat Arasındaki Fark
Fıtrat, genel bir manayla açarak yaratma anlamını ifade edip tabiatı da kapsamına almaktadır. Bu açıdan tabii varlıklar da Allah'ın fıtratı(yaratığı)dırlar; çünkü Allah Teala'nın yaratıcılığı, sadece soyut varlıkların yaratılışıyla sınırlı olmayıp, somut (maddî) varlıklar da Allah’ın yaratmasıyla var olan varlıklardır. Bu mana; "Hamd, gökleri ve yeri açan (yaratan) … Allah'a mahsustur…”[v] ayetinden açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an’da "gökler ve yerler" kelimeleri geçtiği halde onlarda olan şeylerin zikredilmediği yerlerde, onlarda olanlar da "gökler ve yerler" kelimelerinin kapsamı içerisine girerler. Dolayısıyla bu ayet, soyut varlıklar olan manevi anlamdaki gökyüzü ve gökyüzünde olan bütün varlıkları; yine somut (maddî) varlıklar olan yeryüzü ve yeryüzündeki bütün varlıkları, Allah Teala'nın yarattığını beyan etmektedir.
Ancak "fıtrat", özel anlamıyla "tabiat" kelimesinin karşısında yer alır; yani meselâ maddî beden ve soyut ruhtan oluşan insanda, tabiat onun maddî bedeniyle, fıtrat ise onun soyut ruhuyla ilgilidir. Çünkü insanda, ilim ve idrakin kaynağı olan, tabiat ötesini anlayan, gaybî varlıkları melekûtî gözüyle gören, melekût aleminde Rabbıyla sözleşme yapan, Allah Teala'nın rububiyetini ikrar edip O’nun kulu olduğunu itiraf eden şey, insanın soyut ruhudur. Zürriyet sözleşmesi ayeti de bunun şahididir.[vi]
Fakat burada şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar insan tabii beden ve tabiat ötesi ruhtan oluşmuşsa da, bu bileşik varlıkta temel olan soyut ruhtur; bedeni yönetmek de işte bu soyut ruhun görevidir. Bu yüzden insan haklarını belirlemek, bu iki boyuttan oluşan gerçeği tam anlamıyla tanımaya ve bu bileşik varlıkta asıl temel olan boyutun insanın soyut ruhu olduğunu kavramaya bağlıdır. İnsan haklarını bu iki bakış açısından incelemek gerekir. İnsanın ne gibi haklara sahip olduğunu doğru kavrayabilmek için, hem onun tabiatını göz önünde bulundurmalıyız, hem de onun varlığında asıl ve temel olan fıtratını (ruhunu). İnsan gerçeğinin değerlendirilmesinde eğer onu tabiat duvarıyla sınırlandıracak olursak, onun gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş oluruz. Keza, eğer insan gerçeğinin tabiatıyla fıtratını eşit olarak görecek olursak, bu durumda da asıl olmayan şeyi, asıl ve temel olan ile eş değer olarak görmüş oluruz. Bedenin tabiatını, ruhun fıtratından öne geçirdiğimizde de ayrıntıyı temelin yerine geçirmiş ve asıl olanı öncülükten almış, insanın derisini ters çevirerek insana giydirmiş, baş tarafı aşağı ve aşağı tarafı da başa geçirmiş oluruz. Bu durumda insan gerçeği yok olup gider. Nitekim İslam’ı tahrife uğratan bir grup hakkında Emiru’l-Müminin Hz. Ali (a.s), "İslam ters giyilen elbiseye döner" demiştir. [vii]
Yukarıdaki noktayı göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, eğer bir kemse, kendine has terimsel kullanımıyla tabiatı, fıtratı da kapsayan geniş bir anlamında kullanır ve tabii haklardan, fıtrî hakları da içeren bir mana istifade ederse, bunun bir sakıncası yoktur; çünkü terim konusu tartışılmaz, herkes kendine has bir terim icat edebilir. Ancak eğer biri, insan gerçeğini, onun tabiatıyla (maddî yönüyle) özdeş bilerek insanın madde dışında bir gerçeğe sahip olmadığını savunursa, insanlık gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş olur. Böyle bir görüşün de insan haklarını doğru olarak belirleyemeyeceği ortadadır. Çünkü insan haklarının düzenlenmesi, onun haklarının felsefesinin gerçekleşmesinden sonradır. İnsan gerçeğini hakkıyla tanımayan bir hukukçunun ise onun haklarını doğru olarak tespit edip düzenleyemeyeceği açıktır.
Her Varlığın Niteliği Kendine Bağımlıdır
Her vasıf meydana gelişinde sahibine bağımlı olduğundan, varlık niteliğinin bütün boyutlarında da ona bağımlıdır. Buna binaen, eğer bir varlık zatı itibariyle sınırsız olursa, onun -edimsel niteliği (fiil vasfı) faraza sınırlı olsa bile – özsel (zatî) vasfı da zatı gibi sınırsız olmalıdır. Fakat eğer vasfedilen varlığın kendisi sınırlı olursa, bu durumda ister fiil sıfatı, ister zat sıfatı olsun onun bütün sıfatları sınırlı olmak zorundadır. Bu açıdan insanı ele aldığımızda onun varlığının özü sınırlı olduğuna göre, hem hayat, ilim, kudret ve irade gibi kemalî (özsel) sıfatları, hem de özgürlük gibi edimsel sıfatları sınırlı olmak zorundadır. Yani insanın varlığı sınırlı olduğu halde onun sıfatlarından biri sayılan ve gerçekleşmesinde onun varlığına bağımlı olan özgürlüğünün sınırsız olması mümkün değildir, tam aksine kayıtlı ve sınırlıdır.
İnsanın Özgürlüğünün Sınırını Belirleyen Merci
İnsanın özgürlük sıfatının sınırlı olmasının gerekliliğini açıkladıktan sonra sıra; inanç, ahlak, hukuk ve davranış gibi insanın çeşitli boyutlarında özgürlüğünün sınırını belirleyen etmenin ne olduğunu açıklamaya gelmiştir. Bu sorunun en mantıklı cevabı şu olabilir: İnsanın özgürlüğünü sınırlandıran tek etmen onun varlığını sınırlandıran etmen olmalıdır. Yani insanın özgürlüğünün sınırını belirleyen tek merci, ona sınırlı bir varlık veren Yaratıcısı olmalıdır. Çünkü Yaratıcısının dışında hiçbir kimsenin ne onun mahiyetinden ne de onun varlığının sınırından doğru dürüst bilgisi olmayacağı açıktır.
Dolayısıyla, insanın özgürlüğünü sınırlama yetkisine sahip olan tek merci, ona sınırlı bir varlık veren ve her şeyi belli bir ölçüyle yaratan Allah Teala'dan gayrisi olamaz. "Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir ölçü ile yarattık."[viii] Kendisini her türlü kayıttan uzak bilen kimse, kafasında sınırlı bir mevsuf için sınırsız bir vasıf tasarladığını ve sürekli kul olması gereken bir varlık için rububiyet iddiasında bulunduğunu bilmelidir. Eğer konunun felsefi yönünü oluşturan, sınırlı bir varlığın sıfatının da sınırlı olmak zorunda olduğu ve bir vasfı sınırlandıran etmenin, o vasfın mevsufunu sınırlandıran etmen olması gerektiği gerçeğini kavrarsak, bu durumda azgın olan tabiatla, kulluk, huzu ve huşu içerisinde Hakk’a teslim olan fıtrat arasında bir farklılık ve çelişki gözlersek, hiç bir zaman insanı özgürlüğün sahibi bilemeyecek, aksine onu özgürlük ve hürriyetin emini bulacağız.
binaenaleyh, hukukun en güzel çehrelerinden olan özgürlük, insanın şahsına ait mülkü değil, aksine Allah'ın ona vermiş olduğu bir emanettir. Dolayısıyla insan onu korumada kusur etmeme ve onu kendi reyine göre yorumlamamakla yükümlüdür. Heveslerine uyarak onu tahrif etmemeli ve kendi isteğine göre onu değiştirmeye çalışmamalıdır; çünkü Allah'ın sünneti görüşe göre yorumlama, tahrif ve her türlü değiştirmeden korunmuştur. Sonuç olarak özgürlük, insanın mülkü değil de, ona verilen ilahi bir emanet olduğundan, hiç kimse kendisini satamaz; kendisini diğerlerinin kulu, kölesi edemez. Yani insan kendi özgürlüğünü kul ve köleliğe dönüştüremez. Nitekim insanın hayatı da Allah'ın ona verdiği bir emanettir. Dolayısıyla hiçbir kimse intihar ederek onu yok edemez; aksi taktirde kendisine verilen hayat emanetine ihanet etmiş olur.
[i] – Hadid/25.
[ii] – İbrahim/1.
[iii] – Usul-i Kafi, c.2, s.54, Hakikatü’l-Iman ve’l-Yakin, h. no:3.
[iv] – Nehcü’l-Belaga, 193. hutbeden.
[v] – Fatir/1.
[vi] – Â’raf/172. -“Hani, Rabbin Ademogullarinin sirtlarindan zürriyetlerini alip, onlari kendilerine şahit kilarak: “Ben Rabbiniz degil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu), kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik,” dememeniz içindir.”
[vii] -Nehcü’l-Belaga, 108.
[viii] – Kamer/49.