İslam Dini ve İslam Birliğinin Anlamı
Dinle ilgili tanımlardan en güzeli şudur; din kâinatın kaynağı olan bir varlığa âlemi yaratan ve meydana getirene inanmaktır. Bu yaratıcı âlim, kadir, gani, mutlak olarak adil ve bütün kemal sıfatlarına sahiptir.
O, her şeyi bilen ve her şeye kadir olandır. Zati olarak duyan, gören, daima canlı, muhtar ve irade edendir. O, kelam sahibi ve melekler ve peygamberlerle konuşandır.
Hep birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın ve dağılmayın…(âli İmran 103)… Ey insanlar sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve sizleri milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız…
Ey insanlar muhakkak ki rabbiniz birdir, babanız birdir, hepiniz Âdemdensiniz ve Âdem de topraktandır. Arap’ın acem olana ve acemin de Arap olana ve kırmızının beyaza ve beyazın da kırmızıya bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. (hadisi şerif).
İşte bütün yönleriyle âlem her şeyi yoktan yaratan ve bütün kemal sıfatlarının sahibi olan Allaha doğru hareket halindedir. Allah kendi lütfüyle insanları hidayete erdirmek için onlara kendi içinden peygamberler göndermiş ve bunlardan sonra da bunların varisleri olan âlimler peygamberlerin misyonunu yerine getirmektedirler.
İlginç olan şudur ki bu özellikleriyle tanımlanan din Kur’an’ı kerimde bulunan ve İslam olarak anlatılan dinin ta kendisidir. Kur’an bu meyanda şunları söylemektedir. “Allah indinde tek din İslam’dır” (âli İmran 19). Doğal olarak bu ayetin anlamı daha önceki dinlerin de İslam olarak adlandırıldığı değildir. Bu ayetin söylemek istediği bütün peygamberlerin insanları aynı şeye yani insanları Allah karşısında teslim olmaya ve onları mutedil bir ilahiyat anlayışına, itikadi hükümlere, pratik, ahlaki, iktisadi, kültürel ve sosyal ilkelere uymaya davet ettikleridir. Tıpkı Allahın dostu Hz. İbrahim’in kendisine inanan insanları Müslüman olarak adlandırması gibi ki o, “o sizi önceden Müslümanlar olarak adlandırdı” (hac 78) diye seslenmiştir. Şu halde Müslümanlar daha ilk peygamberlerin gönderildiği günden bu yana olgun ve mutedil toplumların oluşturan insanlar ve İslam’da böyle mutedil bir toplumu mümkün kılan maddi ve manevi ilkeler olarak kabul edilmiştir.
İslam Dinine Yönelişin Asıl Sebepleri
Bu sebepler iki ana başlık altında toplanabilir:
1- İnsanların baskı altında olması ve hem maddi ve hem de manevi olarak sömürülmeleri ile hemen her alanda yaşanmakta olan inançsal ve ahlaki yozlaşmalar insanların zaman içinde bu yeni dine yani İslam’a yönelmelerine sebep olmuştur. Ayrıca o dönemde Arap yarımadasında ve komşu bölgelerde İran, Rum gibi bölgelerde insanları maddi ve manevi olarak sömürüye dayanan sosyal ve siyasi sistemlerle yönetiliyor olmaları İslam dininin bu insanlar tarafından kolaylıkla kabul edilmesine sebep olmuştur. Gerçekten de çok uzun süren savaşlar ve hiçbir hukuk ve ahlaki kaide tanımayan kabilevi mücadeleler insanların yeni arayışlar içerisine girmelerine neden olmuştur. İnsanlar birbirleriyle dünyevi çıkarlar için savaşıyor ve yine dünyevi çıkarlar için birbirlerini köleleştiriyorlardı. Kadınların durumu ise bunların hepsinden dahi kötüydü. Hemen hemen bütün toplumlarda kadınlar insan bile sayılmıyor ve bir mal gibi alınıp satılabiliyordu. Bütün bu amiller bir araya gelince insanlar bu yeni çağrıya yani İslam’a büyük bir yakınlık gösterip onu benimsediler. İslam’ın girdiği bütün bölgelerde kalıcı olması bu söylediğimizin en büyük delilidir.
2- İnsanların üç farklı hakkını yani hayat, saygınlık ve makul bir özgürlük hakkını tanıyan İslam insanların ilme ve hikmete teşvik eden unsurlarıyla kısa sürede bir medeniyetin temelini atmaya yetecek fikri ve bilimsel çalışmaların yapılmasına zemin hazırladı. İslam’dan aldıkları bu teşvik ve şevkle Müslümanlar kısa sürede dünyanın mevcut bilgi birikimini tercüme hareketi vasıtasıyla aldılar ve daha sonra edindikleri bilgileri de buna ekleyerek kâmil bir medeniyet meydan getirdiler. Örneğin Yunan’dan alınan farklı bilim dalları çok sınırlı olmasına rağmen Müslümanlar bunların sayısını beş yüzden fazlaya çıkardılar. Yani beş yüzden fazla bilim dalı Müslümanların elleriyle kurulup geliştirildi ki bu insanlık tarihinin görmüş olduğu en şaşırtıcı felsefi ve bilimsel yapılanmadır. Bu özelliğinden dolayı olsa gerek medeniyet tarihçileri İslam medeniyetinin bu başarısını mucize olarak adlandırmışlardır.
İslam Dininin Asli Unsurları
Şüphesiz kendisini en kâmil ve en kapsamlı din olarak ilan eden bu din maide suresinde de belirtildiği üzere iki temel unsurdan oluşmaktadır.
Bunlardan birisi içsel bir unsurdur ve bu sağlıklı bir akletme, tam bir düşünce ve deruni bir vicdandır. Çünkü bu dinin hiçbir ahkâm ve inancı insanın salim fıtratıyla ters ve zıt değildir. Bunun tersine bu dinin bütün hüküm ve inançları sağlıklı bir akılcılık ve düşünmeyi teşvik etmekte ve hikmeti müminin yitik malı olarak kabul etmektedir. Buna göre Müslümanlar bilim ve hikmeti Çin’de dahi olsa arayıp bulmakla görevlendirilmişlerdir. Bütün bunların yanında bu dinin ilk emrinin oku olması da ayrıca İslam’ın hikmet ve bilime ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Kur’an’ı kerimde yaklaşık üç yüz defa insanlar akletmeye çağrılmış ve akletmenin insanın sahip olduğu en yetkin melekelerden biri olduğu vurgulanmıştır. Bunlardan daha önemli olan iman etmenin akletmenin bir fiili olarak tanımlanması ve küfrün yani inkârın ise cehalet ve akletmemenin sonucu olarak gösterilmesidir. Yani İslam’da küfür ve inkâr hiçbir zaman akletmenin bir şekli olarak sunulmamıştır. Tam tersine inkâr edenler İslam’a göre akletmeyendir.
İslam dinin ikinci temel unsuru ise tarih boyunca peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen ve öğretilen inançlardır. Bunlar İslam’ın temel inanç unsurlarını oluşturan ilkelerdir. Tek bir ilahin varlığına inanmak, nübüvvet, mead, meleklerin varlığına inanmak, kitaplara inanmak ve benzeri inançlar İslam’ın temel rükünlerinden diğerini oluşturmaktadır.
İşte bütün bu söylediklerimizden dolayı İslam birliğinin en temel dayanağı yine İslam dinidir ki kaynağını insanın sağlıklı fıtratından almaktadır. İslam’ın insanın doğal fıtratına uygunluğu Kur’an’ın pek çok ayetinde vurgulanmış ve İslam’a çağrının aslında insanların kendi özlerine dönme çağrısı olduğu vurgulanmıştır. Dolayısıyla peygamberler insanlardan iman etmelerini istediklerinde aslında onları kendi özlerinde potansiyel olarak bulunan bir hakikati yani fıtratı tasdik etmeye çağırmışlardır. Başka bir deyişle İslam insanları aslında fıtratlarıyla aralarına giren bütün unsurlara yüz çevirmeye ve kendi özlerine dönmeye davet etmekte ve esasında geliş sebebi de insanlarla fıtratları arasına giren bütün dâhili ve harici engelleri ortadan kaldırmaktır. Peygamberler gerek insanlara getirdikleri vahiylerle gerek ise bunları yaşayarak bizzat kendi yaşamlarıyla insanlara maddi ve manevi olarak nasıl tekâmül edeceklerini öğretmişlerdir. Bu yüzden insanların İslami hükümlere uymaları onları fıtratlarında olanları açığa çıkaracağından İslam’ın benimsenmesi değişik milletler tarafında hiç de zor olmamıştır. İslam dışı dinlerin karmaşıklığı ve buna karşılık İslami öğretilerin sadeliği bu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Müslümanlar tarafında icra edilmesi gereken fıtri şeyler beş başlıktan yararlanılarak ispat edilebilir. Bunlar; Kur’an’ı Kerim, mead ve ebediyet, beşerin peygamberlere olan ihtiyacı, ibadetler ve sorumluluklar, ahlaki değerleri olan amellerin yerine getirilmesidir. İşte bu asıllar salim ve sağduyulu akıl tarafında kelami ve felsefi kitaplarda kabul edilebilir makul bir şekilde açıklanmıştır. Bunlardan biri olmadan sağlıklı bir toplum oluşturulamaz. Şura süresinin on üçüncü ayetinde Allah’u Teala bütün peygamberlere gönderdiği bu dinin özelliklerini açıklamıştır.
Bizler ihtilaf ve ayrılığın makul ve mantıki ile akıl dışı ve makul olmayan şekillerine sahip bulunmaktayız. Bunlardan makul ve mantıki olanlar insanların doğal eğilimlerinden kaynaklanmakta ve esasında bu tür farklılıkların bulunması insanların ve gelişmenin yararınadır. Ayrıca insanların sahip olduğu farklı yetenekler de bu tür farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Yani bu anlamıyla ihtilaf ve farklılıkların önüne geçebilmek mümkün değildir. Zira bunlar insanların doğasından kaynaklanmaktadır ki bu da bunları zati itibariyle arzulanan ve olması gereken şeyler olduğunu gösterir. Bu tür ihtilaflar insanların varlık âlemi hakkındaki bilgiler hususundaki ihtilaflar keza teorik ve pratik felsefenin konuları hakkındaki ihtilaflar sayılabilir. Özünde kaçınılmaz olan bu ihtilaflar insanların maddi ve manevi olarak gelişmesine ve kalkınmasına katkıda bulunmaktadır ve hiçbir sitem bu alanda bir birleştirme ve vahdetin peşinde olmamalıdır.
Akli ve gayri mantıki olan ihtilaflar ise heva ve heveste ve dünyevi çıkarları elde etmekten insanlar arasında sorun yaratan meselelerdir. Doğal olarak bunların makul ve fıtri bir kaynağı olmadığı için insanın maddi ve manevi gelişiminin önünde de birer engeldirler. Bu tür ihtilaflar nihayetinde insanları birbirlerine karşı yabancılaştırır ve hatta aynı dine mensup olan insanları birbirlerini tekfir etmeye kadar vardırabilir. Arkasında bir hakikat arayışı olmadığı için bu tür ihtilaflar kolayca çatışma ve savaşlara sebep olabilirler. Zira böyle durumlarda asıl amaç kişisel ya da nefsani çıkarlar elde etmek olduğundan aslında inanılmayan ve arzulanmayan şeyler bahane olarak ileri sürülür. Böylece sıradan insanlar ulvi amaçlar için çalıştıklarına inandırılırlar. İslam’ın böyle ayrılık ve ihtilafları terviç etmediğini söylemeye bile gerek yoktur. Zira İslam Müslümanları asla tek tip düşünmeye çağırmamış ve düşünürleri böyle bir şeye zorlamamıştır. Dolayısıyla İslam’ın bu tür ayrılık ve ihtilafların kaynağı olarak gösterilmesi mümkün değildir. Aksine İslam insanların sahip olduğu bütün kavmi ve kültürel ve coğrafi farklılıklara rağmen belirli ahlaki ve inanç esasların etrafında bir araya gelip tam bir yardımlaşma içinde olabileceklerini söylemektedir. Ayrıca İslam insanların gerek ırklarından gerekse kültürel farklılıklarının olumsuz şeyler değil, aksine insanların birbiriyle tanışmasına vesile olacak değerli birer ayet olduklarını defalarca vurgulamaktadır. İslam ancak fıtri ve doğal olan ve bu yüzden de insanların maddi ve manevi kalkınma ve gelişmesine katkıda bulunan farklılıkları övmüş ve bunları teşvik etmiştir. İslam’ın dini metinlerinde bu iki farklılık ve ayrılık türünden de bahsedilmiş ve bunlardan olumlu olanları teşvik edilirken insanların bu ikinci yani olumsuz ve yıpratıcı olan ayrılıklardan kaçınmaları vurgulanmış ve bu tür nifak ve ihtilaflara karşı insanlar uyarılmış ve sebepleri açıklanarak bunlardan nasıl korunacağı gösterilmiştir. Bu yüzden aynı inanç ve değerler etrafında birleşen Müslümanları Kur’an tek bir ümmet olarak adlandırmış ve ırksal ve kültürel ayrılıklar bu birliğe bir engel olarak görmemiştir. Bilakis bu vahdet ve birliğin temel unsuru olarak kabul etmiştir.
Kur’an’da Vahdetin Göstergeleri
Kur’an’da vahdetin en önemli unsuru tevhit ve dini öğretilerdir ki insanlar bunların etrafında bir araya gelerek bir ümmet olmanın hazzını ve faydalarını sonuna kadar yaşarlar. Bildiğimiz gibi tevhit İslam’ın en temel inancı ve onu diğer dinlerden ayıran en temel özelliğidir. Bu yüzden de Kur’an’ın pek çok ayetinde insanların tek bir ilaha inanmaları söylenmiş ve bağışlanmayacak tek günah olarak şirk sayılmıştır. Kur’an’ın vahdetin gerçekleşebilmesi için öngördüğü ikinci temel amil ise Allah, peygamber ve ulum emre itaat edilmesidir. Bu da Müslümanların siyasi birliğinin temin edilmesi içindir. Bu şekilde Müslümanlar meşru yollarla seçilen yöneticilere itaat ederek İslam toplumunun siyasi ve sosyal birliğini sağlarlar. Üçüncü unsur da adalettir. İslam toplumu adalet temelinde yükselen bir toplumdur ve bir toplum olmanın diğer bütün kategorileri adalet kavramı ve bunların gereklerinden türetilir. Bu yüzden adalet mülkün temelidir düsturu bütün İslami toplumların temel şiarı haline gelmiştir. Adalet ekseninde yardımlaşma içerisine giren Müslümanlar Allahın ipi olan İslami değerlere sımsıkı sarılarak bu birliklerini her türlü dâhili ve harici tehlikelere karşı korurlar ve böylece bir ümmet olmanın garantisi ve avantajı içerisinde bütün farklılıklarıyla bir bütünlük oluştururlar.
Peygamberin Sünnetinde Vahdet
Yaşamı Kur’an’ın pratize edilmesi olan Hz. peygamberin öğretileri Müslümanları ortak değer ve inançlar etrafında birleşmeye ve yardımlaşmaya çağırmaktadır. Konunun öneminden dolayı gerek yaşadığında gerekse sözleriyle vefatından sonra Müslümanları vahdete teşvik etmiş ve onları sosyal ve siyasi birliklerini bozacak amillerden sakınmaya çağırmıştır. Dolayısıyla İslam peygamberi sayısız hadisinde Müslümanların birlik olmalarını istemiş ve ancak bu şekilde bir ümmet olabileceklerini vurgulamıştır. Bu minvalde olmak üzere cenabı Allah Müslümanları Allah Resulü (s.a.a) onlara neyi verirse almalarını ve neyden sakındırırsa da ondan kaçınmalarını emretmiştir. Böylece bizzat peygamberin varlığı ve kişiliği vahdet ve birliğin sembolü ve örneği olmuştur.