İslam İrfanının Kökeni
Abdullah Turan/Erenler 4-5
İrfan köşesi başlığı altında dizi hâlinde okuyacağınız bu makaleler dizisinde herkesin çok ilgi duyduğu İslamî irfan ve tasavvufu ele alacağız. Her ilmin, doğru bir şekilde kavranıp hakkında doğru kanaate varılması için, o ilmin tarihinin, geçirdiği gelişim dönemlerinin, o ilimde bahsedilen temel konuların, o ilme ait ana kitapların ve o ilmi ilk olarak ortaya atan ve onu temsil eden büyük ilmî şahsiyetlerin tanınıp bilinmesi zorunludur. İşte bu makaleler dizisinde bütün bu konuların cevaplarını bulabileceksiniz. Burada ilk olarak karşımıza çıkan soru, İslamî irfan ve tasavvufun menşei konusudur. Şöyle ki, acaba İslamî irfan denilen ilim, aynen fıkıh, tefsir, hadis ve usul ilimleri gibi, temel ilkelerini İslam dininin kendinden alıp ilmî üslûpla geliştirmiş olan bir ilim midir? Yoksa irfan ve tasavvuf ilmi, tıp ve matematik türünden bir ilim olup, İslam dünyasının dışından İslam âlemine giren ve İslam dünyasında gelişip tekâmüle eren bir ilim midir? Ya da başka bir varsayım mı söz konusudur?
İslam ariflerinin kendileri, birinci görüşü kabul ederek irfan ilimlerinin İslam dünyası dışından İslam âlemine girmesi ihtimalini kesinlikle reddediyorlar. Buna karşılık bazı müsteşrikler ve onların İslam dünyasındaki takipçileri, irfanî kavramların, aynen matematik ve tıp ilimlerinde olduğu gibi, İslam dünyası dışından İslam âlemine girdiği, İslam ariflerinin ise, sadece bu kavramlara İslamî bir kimlik kazandırmak ve onları ilmî bir metotla geliştirip tekâmüle erdirmekten başka bir şey yapmadıkları görüşü üzerinde ısrarla duruyorlar.
Onlar, bazen irfan ilminin Hıristiyanlıktan İslam dünyasına girdiğini ve Müslümanların bu kavramları Hıristiyan rahiplerinden öğrendiklerini ileri sürüyorlar; bazen de, irfanın İranlıların İslam dini ve Araplara karşı bir aksülamelleri olduğunu ortaya atıyorlar; bazen de onun, Aristo, Platon, Puthagoras ve İskenderiye okullarıyla, Yahudi ve Hıristiyan düşüncelerinin karışımından oluşan yeni Platonculuk felsefesinin bir ürünü olduğu üzerinde duruyorlar.
Bir başka grup da irfan ilimlerinin doğu ülkelerinden, örneğin Hindistan Budizm’inden veya Şamanizm inancından İslam dünyasına sokulduğunu iddia ediyorlar.
Nitekim İslam alimlerinden irfan ilmi ve urefaya karşı olanları da, irfan ilminin tümüyle İslam dinine yabancı bir şey olduğunu ispatlamak için ellerinden gelen her türlü çabayı esirgememektedirler.
Burada söz konusu olan bir başka görüş de şudur ki; irfan alimleri, ister irfanın nazarı boyutunda olsun, ister ameli boyutunda olsun, irfanın temel ilkelerini İslam dininin kendinden almışlardır. Ancak, İslam dinin kendinde bulunan bu ilkeleri, bilimsel bir üslup ve dil ile kanunlar hâlinde açıklamış ve geliştirerek, tekamüle erdirmişlerdir. Fakat kelam-i ve felsefi düşüncelerin, özellikle de İşrak felsefesinin etkisi altında kalmış ve bir takım ilkeleri de onlardan almışlardır.
Ancak, acaba arifler bu İslam-i ilkeleri doğru olarak açıklayabilmişler midir? Onların muvaffakiyet oranları ne derecede olmuştur? Onlar da fıkıh, hadis ve tefsir alimleri kadar muvaffak olabilmişler midir? Acaba onlar bu ilkeleri bilimsel kanunlar hâline getirirken, İslam’ın özüne bağlı kalabilmişler mi? Dış fikirsel akımların İslam-i irfanın üzerindeki etki oranı ne derecede olmuştur? Acaba İslam-i irfan, o ilkeleri kendinde hazmederek, onlara kendi rengini mi vermiş, yoksa durum aksine gelişmiş ve dış fikirsel akımlar İslam irfanını kendi doğrultusunda mı yönlendirmiştir?
Bütün bu sorular, ayrıca ele alınıp, incelenmesi gereken konulardır. İşte bu yazı dizisinde bütün bu soruların cevabını da bulabileceksiniz.
İrfanın dış âlemden İslam dünyasına girdiğini ve keza İslam irfanının dış fikirsel akımların etkisi altında kaldığını savunanlar, İslam dininin irfanda söz konusu edilen bir çok kavramlara menşe olamayacağına bir gerekçe olarak, kendi deyimleriyle, İslam dininin sadece basit ve sade kavramları içeren bir din oluşunu öne sürüyorlar.
Onlara göre, İslam dini, herkes tarafından kolayca anlaşılır basit kavramları içeren çok sade bir dindir. İslam dininde, irfanda söz konusu olan anlaşılması zor kavramlardan bir haber olmadığı gibi, irfanda var olan tarikat, marifet ve hakikatten da söz edilmemektedir.
Onlar diyorlar ki; İslam dininin öğretilerini; inanç, ahlak ve fıkıh bölümü olmak üzere üç ana başlık altında toplamak mümkündür. Her üç bölümdeki öğretileri de, irfanda bahis konusu olan tarikat, marifet ve hakikate ait öğretilere tekabül etmemektedir.
Zira, İslam’ın inanç bölümündeki temel öğretisi tevhitten ibarettir. Bunun da anlamı şudur ki: Nitekim, örneğin bir binanın varlık ve sıfatları açısından ondan farklı olan bir bina edip yapanı varsa, bu evrenin de kendi dışında olan ve varlık ve sıfat açısından ondan farklı olan bir yaratıcısı vardır.
Oysa, ariflerin öğretilerinde söz konusu olan tevhidin İslam dininin ortaya attığı tevhit ile bir benzerliği yoktur. Zira, ariflerin tevhidi vahdet-i vücut anlamını taşır. Yani, arifler, Allah’u Teâla ile onun sıfat-i ulyası ve esma-ül hüsnası ve onun tecelli ve şuun’undan gayri bir şeyin gerçekte var olmadığına inanıyorlar.
İslam dininin tevhidinden maksat ise, önce de işaret ettiğimiz gibi, gerçekten var olduğu kabul edilen bu evrenin kendi varlığı dışında varlık ve sıfat açısından ondan ayrı olan bir yaratanı olduğudur. Bu iki öğreti arasında bir benzerlik yoktur.
İslam dininin ahlak bölümündeki öğretisinin temeli ise, zühtten ibarettir. Züht ise, insanın, kalıcı ve daha üstün olan ahiret nimetlerine ulaşması maksadıyla fani ve geçici olan bu dünya nimetlerine karşın ilgisiz kalıp, onlardan el çekmesidir. Bunun ariflerin bahsettiği seyr-i süluk ile bir alakası yoktur.
Zira, irfan-i seyr-i sülukte, insan nefsinin bütün kötü sıfatlardan arındırılması ve onun yerine güzel ilahi sıfatlarla vasıflandırılması, ilahi aşk, Allah’ta fani olmak ve Allah’ın arifin kalbine tecelli etmesi gibi, yüce kavramlar söz konusudur ki, bunların hiç biri, yalnızca dünya metalarından el çekmekten ibaret olan zühtte yoktur.
Fıkıh kitaplarında bahsedilen şeriatın da, irfanın tarikatından bir benzerliği yoktur. Zira, tarikatta da bir takım adap ve usul vardır ki, yalnızca bir takım sade bireysel yükümlülüklerden ibaret olan şeriatta onlara rastlamak mümkün değildir.
Bu arada onlar, İslam ariflerinin kendilerine önder olarak kabul edip kendilerini müntesip kıldıkları Hz. Resulullah (s.a.a)’ın önde gelen temiz ashaplarının da yalnızca sade bir züht hayatı sürdüren zahit insanlardan ibaret olduklarını kaydediyorlar.
Onlara göre,, Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ashabı irfan-i seyr-i süluk ve tevhitten habersizdi. Bunun yerine, onların ruhuna ümit ve korkudan ibaret olan iki unsur hakim idi. Kısacası Peygamber-i Ekrem’in ashabını harekete geçirip, onlara züht hayatını yaşatan, cennet nimetlerine olan iştiyak ve cehennem azabından olan korku idi. Yoksa, onlar için ne ilahi aşk söz konusu idi, ne de kalplerine doğacak olan ilahi tecelli.
Oysa bunlar, irfanın vazgeçilmez temel ilkeleridir. O hâlde irfan ve tasavvufun İslam diniyle bir ilgisi yoktur ve bunlar, insanların kendi çabalarıyla kazandıkları beşeri kavramlardır.
Hakikat şudur ki, bu gibi insanların, İslam dini hakkındaki bilgisizliklerinden veya kasıtlı olarak, ortaya attıkları bu görüşlerini onaylamak asla mümkün değildir. Zira ne İslam dini, onların iddia ettikleri kadar sade öğretileri içeren basit bir dindir, ne de İslam dininin tevhit anlayışı, onların ileri sürdükleri kadar içeriksiz bir tevhit anlayışıdır ve ne de İslam’ın ahlak öğretisi kuru bir zühtten ibarettir. İslam dininin şeriatını da bir takım sade bireysel yükümlülüklerle sınırlandırmak mümkün değildir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in önde gelen temiz ashapları da, onların iddia ettikleri şekilde manevi hayattan yoksun zahit insanlar değillerdi.
Biz bu makalemizde bu gibi insanların ne kadar büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını ve İslam dininin temel öğretilerinin, ister nazari boyutunda olsun, ister ameli boyutunda irfanın derin ve yüce kavramlarına menşe olabilme enginliğine sahip olduğunu göstermek gayesiyle, İslam dininin yüce öğretilerinden özet olarak bazı örnekler vereceğiz
İslam dini tevhit dalında Allah’u Teala ve yaratılış olayını, asla onların iddia ettikleri şekilde, bir bina ve onu yapana teşbih etmiyor. Aksine, Kur’an-ı Kerim, Allah’u Teala’yı evrenin yaratıcısı olarak tanıtıyor ve aynı zamanda Hak Teala’nın her yerde ve her şeyle beraber olduğunu da belirtiyor: “O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler onundur. Göklerde ve yerde ne varsa ona tespih eder. O, galiptir ve hikmet sahibidir.” [1] “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve o her şeye vekildir.” [2] “De ki; Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güce sahiptir.” [3] “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönseniz, orası Allah’ın yüzüdür. Şüphesiz Allah geniştir ve her şeyi bilendir.” [4] “O, ilktir, sondur, zahirdir, batindir ve O, her şeyi bilendir.” [5] “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir, o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispet edilmeyen mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı, kendisine ateş değmeden bile ışık verecek gibidir. Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilendir.” [6] “Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” [7] “Gökte de yerde de ilah O’dur ve O hekimdir ve her şeyi bilendir.” [8] “Kullarım sana, beni sorduğunda( onlara de ki, şüphesiz ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dilediğine karşılık veririm. O hâlde benim davetime icabet etsinler ve bana inansınlar ki, rüşte erebilsinler.” [9] “ O, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arşa istiva etti. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve ona yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” [10] “ Onlar, Rablarıyla lika etmek konusunda şüphe içerisindedirler. Bilesiniz ki, O, her şeyi kuşatmıştır.” [11] “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her kes O’nu tespih eder. O’nu övgüyle tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki, siz, onların tespihini anlamıyorsunuz. O, halimdir, bağışlayıcıdır.” [12] “Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O her an yaratma hâlindedir.” [13]
Açıktır ki, bu ve benzeri ayetler insanları avam halkın inandığı tevhitten daha derin ve daha üstün olan bir tevhit anlayışına davet etmektedir ve tevhit hakkında derin düşünenler için en sağlam bir ilham kaynağı olma özelliğine sahiptir.
Ehl-i Beyt (a.s) kanalından gelen hadisleri içeren el-Kafi kitabındaki bir hadis-i şerifte şöyle geçiyor: Asim bin Hamit’ten dedi ki; Hz. İmam Ali bin Hüseyin’den tevhit hakkında sorulunca; İmam (a.s.) şöyle cevap verdi: “Allah Ezze ve Celle ahir-üz zamanda çok derin düşünen bir topluluğun var olacağını bildiğinden, İhlas suresiyle Hadid suresinin “O, kalplerin özünü bilir” ayetine kadar olan ayetlerini nazil etmiştir. Bunun ötesini kasteden helak olur.” [14]
Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen hadisler de, bu açıdan yüce maariflerle doludur. Hz. Resulullah (s.a.a) bir hutbesinde şöyle buyuruyor: “Övgü, ilkliğinde tek olan, ezeliyetinde ilahlıkla azamet bulan, kibriya ve ceberuduyla büyüklenen Allah’a aittir. Yarattığı şeyleri yaratıklarından bir örnek olmaksızın başlatıp yarattı. Rabbimiz hem rubübiyyeti ve hem ilmi açısından kadimdir….. O, ilk ve ebedi varlıktır… Her yüce olandan da aşağı olandan da yüce O’dur. Görülmeksizin yaratıklarına tecelli etmiş ve en yüce gözetme O’nundur…” [15]
Yine İslam ariflerinin kendilerine ilk mürşit olarak kabullenip intisap etmekle övündükleri Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)’nin buyrukları en yüce maariflerle doludur. Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) bir hutbesinde şöyle buyuruyor: “ …Dinin evveli O’nu tanımaktır. Tanımanın kemali ise, O’nu tastık etmektir. Tastık etmenin kemali ise, O’nu bir bilmektir. Bir bilmeğin kemali ise, O’na karşın ihlaslı olmaktır. İhlaslı olmağın kemali ise, O’nu sıfatlardan tenzih etmektir. Çünkü her sıfat tanıklık eder ki, vasıflandırılandan gayridir. Her vasıflandırılan da tanıklık eder ki, sıfattan gayridir. O hâlde kim Allah Sübhane’yi vasıflandırırsa, O’nu diğerine eş eder. Kim de O’na diğerini eş ederse, O’nu iki kılar. Kim de O’nu iki kılarsa, O’nu parçalara bölmüş olur. Kim de O’nu parçalara bölerse, gerçekte O’nu tanımamıştır… Kim O nerededir derse, O’nu mekanda bilir. Kim O neyin üzerindedir derse, başka yeri O’ndan boş sanır. Vardır, hadis olmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var olmaksızın. Her şeyle beraberdir, beraberlik olmaksızın. Her şeyden ayrıdır, ondan kopuk olmaksızın….” [16]
Yine Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) Rabbini neyle tanımışsın? sorusunun cevabında: “Rabbimi kendisinin tanıtmasıyla tanımışım” cevabını verir. Bunun üzerine İmam’a “O, kendisini sana nasıl tanıtmıştır?” sorulunca da şöyle karşılık verir: “O’na ne bir şekil benzer ne de O duyularla hissedilir, ve ne de O halka teşbih edilir. O, uzak olduğu hâlde yakındır; yakın olduğu hâlde uzaktır. Her şeyden üstündür, O’ndan üstün biri olduğu söylenemez. Her şeyin karşısındadır, O’nun önü olduğu söylenemez. Her şeyin içindedir ama bir şeyin bir şeyin içerisinde olması gibi değil. Her şeyin dışındadır ama bir şeyin bir şeyin dışında olması gibi değil. Böyle olan Rabbim eksikliklerden münezzehtir ve ondan gayri hiçbir şey böyle değildir.” [17]
Yine bir hadisi şerifte şöyle geçiyor: “Camel savaşı esnasında bir bedevi Arap Hz. Emir-ül Müminin önünde dikilerek İmama: “Ey Emir-ül Müminin, sen Allah’ın tek olduğunu mu söylüyorsun?” şeklinde soru yöneltti. Bunun üzerine, orada bulunanlar: “Ey bedevi Arap, sen Emir-ül Müminin fikrinin ne kadar dağınık olduğunu görmüyor musun?” diyerek onun üzerine yürüdüler. Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) onlara; “Bırakın onu, zaten biz bu kavimle bu bedevi Arab'ın bizden öğrenmek istediği şey için savaşıyoruz” dedi ve sonra da şöyle buyurdu: “Ey Arap, Allah birdir demek dört şekilde olur. Bunlardan ikisini Allah’a isnat etmek doğru değildir, ikisi ise Allah’a sabittir. Allah’a isnat edilmesi doğru olmayanlara gelince, onlardan biri, birisinin rakamlarla ilgili birliği kastederek, Allah birdir demesidir. Bu Allah hakkında caiz değildir. Çünkü ikincisi olmayan bir varlık rakamlar bölümüne girmez. Görmüyor musun?(Kur’an-ı Kerimde) Allah üçün üçüncüsüdür söyleyenler kafir sayılmışlardır. Ötekisi ise, birinin cinsten bir türü kastederek, Allah birdir demesidir. Bu da Allah hakkında caiz değildir. Zira bu teşbih olur. Rabbimiz bundan da münezzeh ve yücedir. Allah’a sabit olan birliğe gelince, birinin, O’nun hiçbir şeye benzerliği olmadığını kastederek, Allah birdir demesidir. İşte Rabbimiz böyledir. Keza birinin, Allah’ın, ne varlık açısından, ne akılda, ne de hayalde bölünmezliğini kastederek, Allah Celle ve Ala’nın mana birliğine sahip olduğunu söylemesidir. İşte Aziz ve Yüce olan Rabbimiz böyledir.” [18]
Bir örnek de Hz. İmam Rıza (a.s)’dan verelim. Hz. İmam Rıza (a.s) kendisine tevhit hakkında soru soran Fatih bin Yezidi Cürcani’ye yazılı olarak şöyle cevap vermiştir: “…Dinin başlangıcı Allah’ı tanımaktır. Marifetin kemali ise, O’nu bir bilmektir. Tevhidin kemali ise, O’ndan sıfatları tenzih etmektir. Çünkü her sıfat tanıklık eder ki, vasıflandırılandan gayridir. Her vasıflandırılan da tanıklık eder ki, sıfattan gayridir. Bunların her ikisi de kendilerine beyyine ile tanıklık ederler ki, ezeli olamazlar. O hâlde kim Allah’ı vasıflandırırsa, O’nu sınırlandırmış olur. Kim de O’nu sınırlandırmış olursa, O’nu sayıya tabi tutar. Kim de O’nu sayıya tabi tutarsa, O’nun ezeliyetini batıl etmiş olur. Kim, O nasıldır? derse, O’na vasıf kail olur. Kim, O neyin üzerindedir? derse, O’nu bir şeye yüklemiş olur. Kim, O nerededir? derse, O’ndan bazı mekanları boş kabul etmiş olur. Kim, ne zamana kadardır? derse, O’na vakit biçmiş olur. O, bir bilinen olmaksızın alim idi. O, bir yaratık olmaksızın yaratıcı idi. O, bir terbiye edilen olmaksızın Rab idi. O, bir me'luh olmaksızın ilah idi. İşte Rabbimiz böyle vasıflandırılır ve O vasıflandıranların vasfının üstündedir.” [19]
İşaret ettiğimiz bu ayet ve hadisler, İslam dininin tevhit anlayışını ortaya koyan yüzlerce ayet ve hadislerden sadece birkaç örnekti. Bu ayetler ve Allah Resulü ve Pak Ehl-i Beyt’inden naklettiğimiz bu hadisler, İslam dininde söz konusu olan tevhidin onların sandıkları kadar basit bir tevhit anlayışı olmadığını, aksine irfanda söz konusu olan tevhitten daha engin bir tevhit anlayışı olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Durum böyle iken acaba İslam ariflerinin yanı başında tevhit hakkında bunca derin maarif deryaları varken irfanda söz konusu olan tevhit anlayışı için ayrı kaynaklar aramak abes olmaz mı? Diğer irfani kavramlar da böyledir. İnşaallah sonraki yazılarımızda İslam dininin her açıdan mükemmel ve çok engin kavramları içeren bir din olduğunu ve İslam ariflerinin hiçbir konuda dış ekollere ihtiyaç duymadıklarını açıkça göreceğiz.
[1] – Haşir suresi: 24.
[2] – Ra’d suresi: 16.
[3] – Zümmer suresi: 62.
[4] – Bakara suresi: 115.
[5] – Hadid suresi: 3.
[6] – Nur suresi: 35.
[7] – Kaf suresi: 16.
[8] – Zühruf suresi: 84
[9] – Bakara suresi: 186
[10] – Hadid suresi: 4
[11] – Fussilet suresi: 54
[12] – İsra suresi: 44
[13] – Rahman suresi: 13
[14] – Usul-u Kafi C. 1 S. 91
[15] – Tevhid-i Saduk S. 44
[16] – Nehc-ül Belağa 1.hutbe
[17] – Usul-u Kafi C. S. 86
[18] – Tevhid-i Saduk S. 83
[19] – Tevhid-i Saduk S. 34