Her şeyin yenisini, kardeşlerin eskisini seç. Gurer’ul Hikem, 2461 İmam Ali (a.s)

İslam’da Savaş

İslam’da Savaş

Soru

Kur’ân-ı Kerim’de bir canlının canını almanın günah olduğu belirtilmiştir. Lâkin İslâm kılıçlar, savaşlar ve insanların canını almayla yayılmıştır. Ne zaman bu soruyu sorsam “Bu bir hedef doğrultusundaydı” cevabını almışımdır. Acaba bu cevap mantık dışı bir cevap değil midir? Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi kılıç yerine iyi davranış ve hareketlerde bulunarak mesele çözülemez miydi? Biz Türkler de kılıç yoluyla Müslüman olduk. Bu konuyu tatmin edici biçimde açıklamanızı rica ediyorum.

Kısa Cevap

Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayat tarzını incelediğimizde onun İslâm dininin yayılması için gösterdiği çoğu teşebbüsün kültürel olduğunu kavrarız. İslami konular uzmanı tarihçiler ve analistler yüce İslâm dininin Arap yarımadasında ve sonra da diğer ülkelerde hızlı bir şekilde yayılması hakkında bazı etkenleri dile getirmişlerdir:

1. İslâm dininin muhtevasının zengin olması, insancıl bir kültür taşıması, ayrımcılık karşıtı olması ve adalet ekseninde yer alması.

2. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) büyük sahabelerinin savaş ve fetihlerde yer alması ve değişik bölgelerde komutanlık görevini üstlenmeleri.

3. Gayrimüslimlerin İslâm toplumu ile irtibat kurmaları ve bu sayede aristokrasisiz bir devlet ve sınıfsız bir toplum yapısıyla tanışmaları.

Yanı sıra Hz. Peygamber (s.a.a) hiç kimseye herhangi bir yere saldırma ve fetih emri vermemiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) savaşları savunma eksenliydi ve belirtilen fetihler Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra gerçekleşmiştir.

Ayrıntılı Cevap

1. İslâm salt insanların canını değil, hayvanların canını bile değerli saymış ve onların nedensiz bir şekilde öldürülmesini yasaklamıştır. Bununla birlikte İslâm eziyet verici hayvanların ortadan kaldırılmasını caiz görmektedir. İnsana zarar verecek olan bir yılan ve akrebin ortadan kaldırılması bu kabildendir. Aynı şekilde İslâm bireylerin can, namus veya inançlarına saldıran insanların ortadan kaldırılmasını da caiz bilir.

2. Kuşkusuz yüce İslâm dininin Arap yarımadası ve ardından da diğer ülkelerde hızlı bir şekilde yayılmasının nedeni, bir sebebe özgü değildir. Bilakis İslami konular üzerine araştırma yapan tarihçiler ve analistler bu hususta işaret edeceğimiz bir takım etkenleri dile getirmişlerdir. Lâkin Kur’ân-ı Kerim insanların Hz. Peygamber’e (s.a.a) yönelmesi ve ardından da İslâm’ı kabul etmelerinin nedenlerinden biri olarak Hz. Peygamber’in (s.a.a) güzel ahlâkını dile getirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”[1]

Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (s.a.a) hayat tarzı incelendiği vakit, İslâm dininin yayılması için onun yaptığı birçok teşebbüsün (sınırlı askeri ve savunmaya ait durumlar hariç) kültürel girişimler olduğunu kavrarız.[2] Diğer ülkeler bağlamında da Hz. Peygamber’in (s.a.a) davranışı, kendisinin evrensel misyonu[3] ve onları mektuplar aracılığıyla İslâm’a çağırma çerçevesinde şekillenmiş idi. Bu mektupların muhtevası, Hz. Peygamber’in (s.a.a) programlarında kültürel işlerin eksende yer aldığının göstergesidir.[4] Bu şekilde Hz. Peygamber (s.a.a) kısa bir müddet zarfında cahiliye toplumunda[5] kültürel devrim ile İslâm’ın yayılması yolunda özveride bulunan ve manevî yüce derecelere nail olan bireyler yetiştirebilmiştir.

3. Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefat etmesinden sonra Müslümanlar İslâm’ı korumak ve dünyaya İslâm kültürünü yaymak için İslâm kültür ve öğretilerine engel teşkil eden coğrafi sınırları ortadan kaldırdılar ve diğer ülkelerde İslâm’ın yayılmasının altyapısını oluşturdular. Bu husus, söz konusu ülke halklarının tedricen İslâm’a yönelmesine neden oldu. Elbette ilgili ülkelerde İslâm din ve inancının kabul edilmesi, kılıç yoluyla gerçekleşmedi. Bunun başka nedenleri vardı ve bu yazıda fırsat el verdiğince bu nedenlerin bazılarına işaret edilecektir:

a) İslâm dininin muhtevasının zengin olması, insancıl bir kültür taşıması, ayrımcılık karşıtı olması ve insan fıtratıyla bağdaşan adaleti eksen alması belirtilen nedenlerden sayılır. Örneğin İran’ın fethedilmesinden sonra bir Arap komutan, bir cemaat İmam’ı ve müezzininin kırbaçlanması emrini verdi. Bunun nedeni onların Zerdüşt dini mabetlerinden birini yıkmaları ve onun taşlarını mescit yapımında kullanmaları idi. İran’ın fethedilmesinden yüzyıllarca sonra ateş tapınaklarının varlığı bu iddianın başka bir delilidir. Öyle ki Zerdüşt dini mensuplarının ateş tapınakları onuncu yüzyılda, yani İran fethedildikten üç asır sonra Erak, Fars, Kirman, Sistan ve tüm İran’da yerinde durmaktaydı.[6] Zerdüşt dini takipçileri tedrici olarak ve kendi seçimleri ile İslâm dinine yöneldiler. Zerdüşt dini takipçilerinin içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar İran’da bulunması ve dinsel merasimleri uygulamada taşıdıkları özgürlük, İslâm dinini kabul etmede dayatma ve zorlamanın olmadığının en açık delilidir.[7]

b) Hz. Peygamber’in (s.a.a) büyük sahabelerinin savaş ve fetihlerde yer alması ve değişik bölgelerde yöneticilik sorumluluğunu üstlenmeleri de İslâm’ın yayılmasında etkili olan önemli etkenlerdendir. Örneğin Selman-ı Farisi halife tarafından Medain’in yöneticiliğini üstlenmek üzere gönderildiği vakit, bölge halkı onun özel protokoller ile şehre gireceğini beklemekteydi. Lâkin Selman bölge halkının işlerini idare etmek için çıplak bir merkep üzerinde bu şehre girdi ve halka değerli hizmetlerde bulundu. Bizzat bu husus bu bölgede İslâm’ın yayılmasının en önemli etkenlerinden biri oldu.[8]

c) Ülkelerin sınırlarının açılmasından sonra halkların Müslümanlar ile ilişkileri sıkılaştı. Bu ilişki İslâm dininin yayılmasında etkili oldu. Onlar, Müslüman toplumu yakından gözlemlediler ve Müslümanların eski aristokrat devlet ve sınıfsal toplum ile farklılık taşıdığını gördüler.[9] Örneğin İranlılar asırlar boyunca Sasanî şahlarının aristokrat yaşamına tanıklık etmişti, toplumun mahrum sınıfları çok az imkânlarla yaşam sürmekteydi. Onlar İslâm halifelerinin, bu cümleden olmak üzere Müminlerin Önderi’nin (a.s) ve onların en yoksul sınıfların yaşadığı İran şehirlerine gönderdikleri valilerinin sade yaşamlarını gözlemleyince, İslâm dinini kabul etmeye eğilim kaydettiler.[10]

4. Her ne kadar saldırı cihadı (savunma eksenli olmayan cihat) İslâm’ın kesin hükümlerinden olsa da saldırı cihadının mahiyeti inancı dayatmak için savaşmak değildir. Esasen İslâm’da inanç dayatılır bir husus değildir. Tarih boyunca da ne Hz. Peygamber’in (s.a.a) ve ne de ondan sonraki halifelerin savaşlarında bireyler İslâm’ı kabul etmeye mecbur kılınmamıştır. Esasen saldırı cihadı şiddet ve zorbalık karşısında hakkın sesinin ve halka tavsiye etmenin önünde engel olan diktatör ve bozguncu düzenlerle mücadele etme gayesiyle yapılan kurtuluş savaşıdır. Başka bir ifadeyle saldırı cihadı bir tür savunmadır, ancak bu savunma bir şahsın veya milletin haklarını savunmak değil, insaniyetin haklarını savunmaktır. Saldırı cihadı araştırma özgürlüğünü, hakikati öğrenmeyi ve hakkın sesinin insanlara ulaşmasını engelleyen etmenleri kaldırmayı savunur. Bu nedenle Allâme Tabatabâî cihat âyetlerini inceledikten sonra şöyle söylemektedir: “Savaş ister İslâm ve Müslümanları savunma yolunda ve ister saldırı cihadı şeklinde olsun gerçekte insaniyet hakikatini savunmak içindir.”[11]

5. Son olarak Hz. Peygamber’in (s.a.a) kendi döneminde bir yere saldırması ve fetihte bulunması için hiç kimseye bir emirde bulunmadığını hatırlatmalıyız. Hz. Peygamber’in (s.a.a) savaşları savunma eksenli idi ve belirtilen fetihler Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra gerçekleşmiştir. O halde Müslümanların savaşları sırasında bir yerde herhangi bir zülüm ve adaletsizlik gerçekleştiği varsayılsa bile, Müslüman hâkim ve komutanların davranış ve hareketleri İslâm’ın hesabına yazılamaz. Bu hâkimler arasında değişik hileler ile komutanlığa ulaşan veya hilafet elbisesini giyen, İslâm’ın zahirine uyarak ve hükümlerin zahirini icra ederek kendi makam, taç ve tahtlarını korumak için çabalayan zalim bireyler de var olmuştur. Bazı Emevi ve Abbasi halifelerine bu tür hâkimlerin birer örneği sıfatıyla işaret edilebilir.

–—


[1]     Âl-i İmran, 159.

[2]     İbn Hişam, Siyretu’n-Nebeviye, s. 358, Tahran, Neşr-i İslamiye, 4. baskı, h.ş. 1368; Yakubî, Tarih, Tercüme Âyeti, c. 1, s. 442, Tahran, İntişarat-ı İlmi ve Ferhengi, 7. baskı, h.ş. 1374; Âyetî, Tarih-i Peyamber-i İslâm, Tahran, İntişarat-ı Danişgah, 6. baskı, 2. baskı, h.ş. 1382. Hz. Peygamber (s.a.a) Medine’de dinî azınlıklar ve esir müşrikleri cizye verme ile İslâm’ı kabul etmeyi seçme arasında serbest bırakırdı. Bunlar, Hz. Peygamber’in İslâm dinini kabul ettirmek için zora başvurmadığının en açık delilidir.

[3]     A’raf, 158; Sebe, 28; Kalem, 52.

[4]     Ahmedi Meyanicî, Ali, Mekatibu’r-Resul (s.a.a), c. 2, s. 315-705, Daru’l-Hadis, Kum, 1. baskı, h.k. 1419.

[5]     Nehcu’l-Belaga, 2. Hutbe, 93, 95 ve 192.

[6]     Mesudî, Ebu’l-Hasan Ali b. el-Hüseyin, Murucu’z-Zeheb ve Meadini’i-Cuher, c. 2, s. 242-257, Tahkik Dagır, Esad, Daru’l-Hicret, 2. baskı, Kum, h.k. 1409.

[7]     Zerrinkub, Abdu’l-Hüseyin, Tarih-i Merdumu İran pes ez İslâm, s. 535, İntişarat-ı Emir Kebir, Tahran, 3. baskı, h.ş. 1371.

[8]     Muhaddis Nurî, Nefsi’r-Rahman fi Fazileti’s-Salman, s. 551, İntişarat-ı Afak, Tahran, 1. baskı, h.ş. 1369.

[9]     Zerrinkub, Abdu’l-Hüseyin, Bamdad-ı İslâm, s. 87, İntişarat-ı Emir Kebir, Tahran, 6. baskı, h.ş. 1369; Will Durant, Tarih-i Temeddün, c. 4, s. 169-181, İntişarat-ı İlmi Ferhengi, Tahran, 4. baskı, tarihsiz; Christian San, Arthur, İran der Zaman-ı Sasaniyan, Tercüme: Reşit Yasimi, s. 138 ve 638-666, Tahran, Dünyayı Kitap, 9. baskı, h.ş. 1374.

[10]    İbrahim, Hasan, Tarih-i Siyasiyi İslâm, s. 269, Dünyayı Kitap, 6. baskı, h.ş. 1378.

[11]    Tabatabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’ân, c. 2, s. 68, Defter-i İntişarat-ı İslami, 5. baskı, Kum, h.k. 1417