İslami İrfanın Kökeni – 2
2. BÖLÜM
Abdullah Turan
İslâmî irfanın kökeni başlığı altında yayınladığımız makalenin birinci bölümünde, İslâm Dini’nin irfan mekteplerinde söz konusu olan yüce maarif ve kavramlara menşe olabilme açısından en zengin, en derin ve en yüce maarife sâhip olduğunu örnekleriyle görmüştük. Makalemizin bu bölümünde ise, İslâm Dini’nin insanın nefsanî kemâl derecelerine yönelik öğretilerine kısaca bir göz atarak, İslâm Dini’nin bu yöndeki öğretisiyle irfan mekteplerindeki öğreti arasında kısaca bir mukayese yapacağız.
Bu açıdan irfan ilimlerine göz attığımızda, irfanda söz konusu olan kavramlardan bir diğerinin de seyr-u süluk, kurb-u ilahî ve keşf-u şühud makamları olduğunu görmekteyiz. Bu makamlar için de İslâm Dini’nden daha zengin bir kaynak bulmak mümkün değil. Bu konuyu anlamak için, İslâm Dini’nde varolan likaullah, rizvanullah makamlarından bahseden ayetlerle, Allah-u Teâla tarafından peygamber olmadıkları hâlde, Hz. Hızır ve Hz. Meryem gibi mübarek zatlara olan ilhamları, vahiyleri ve meleklerin bu mübarek zatlarla yaptıkları sohbetleri içeren ayetleri, özellikle de Hz. Resulullah (s.a.a)’ın miracını açıklayan ayetleri incelemek yeterlidir.
Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Meryem ile ilgili olarak şu ayetleri görüyoruz: “Hani melekler demişlerdi: ‘Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı; ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti. Ey Meryem! Rabb’ine ibadet et; secdeye kapan; ve rüku edenlerle beraber sen de rüku et.’ Hani melekler demişlerdi ki: ‘Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu İsa’dır; Mesih’tir. Dünyada da, kıyamette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, Salihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik hâlinde insanlara konuşacaktır.’ Meryem: ‘Rabb’im! Dedi; bana bir erkek eli değmediği hâlde nasıl çocuğum olur?’ Allah şöyle buyurdu: ‘İşte böyledir; Allah dilediğini yapar. Bir işe hükmedince ona sadece ol der, o da oluverir. Allah ona Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. O, İsrail Oğulları’na elçi olarak, onlara diyecek ki; size Rabb’inizden bir mucize getirdim. Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izniyle o kuş oluverir. Yine Allah’ın izniyle körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ayet vardır. Ben, benden önce inen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helal kılmam için gönderildim. Size Rabb’inizden bir mucize getirdim. O hâlde Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Allah, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’inizdir. Öyle ise O’na itaat edin. İşte doğru yol budur.”[1]
Allah Teala bu ayetlerde meleklerin bir kutsal kadın olan Hz. Meryem ile sohbet etmelerinden ve ona gelecekle ilgili bilgiler verildiğinden bahsetmiştir. Acaba bu ayetler irfanda söz konusu olan insanın keşif ve şühut hâllerine açıklık getirmek açısından yeterli bir kaynak teşkil etmiyorlar mı?
İrfanda söz konusu olan kavramlardan bir diğeri de velayet kavramıdır. Velayet, Allah’ın velisi olan bir kulun ilahî ilimler ve güçlerle donatıldığı anlamına gelir. Bunun da en güzel örneğini yine Kur’an-ı Kerim’de bulmaktayız. Hz. Hızır ile Hz. Musa arasında geçen olaylara bakın. Kur’an-ı Kerim bu olayları şöyle anlatıyor: “Musa: İşte aradığımız o idi, dedi. Hemen izlerinin üzerine geri döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş, yine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: Sana öğretilen rüştten bana da öğretmen için sana tabi olayım mı? dedi. O, dedi ki: Doğrusu sen benimle sabredemezsin. Tam manasıyla kavramadığın bir şeye nasıl sabredersin? Musa dedi: İnşallah, sen beni sabreden biri olarak bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem. O: Eğer bana tabi oldunsa, sana o konuda bilgi verene kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma !dedi. Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman O, o gemiyi deldi. Musa ona: Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen çok hatalı bir iş yaptın !dedi. O: Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi? dedi. Musa: Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde bana zorluk çıkarma, dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın. Hızır: Ben sana, benimle beraberliğe sen sabredemezsin, demedim mi? dedi. Musa dedi: Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan mazeretin sonuna ulaştın. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Musa: Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Bunun üzerine (Hızır) şöyle dedi: İşte bu benimle senin ayrılmamızdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereyim. Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve nankörlükle boğmasından korktuk ve istedik ki; Rab’leri onun yerine kendilerine, daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince, şehirdeki iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı, babaları ise, iyi bir kimse idi. Rabb’in istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”[2]
Bu ayetler velayet konusunu en güzeliyle ortaya koymaktadır. Bu gibi engin kaynaklara rağmen ayrı kaynaklar aramak tevcih edilebilir mi?
Likaullah ve fena fillah konusuna gelelim, bunun da en güzel örneğini Hz. Resulullah (s.a.a)’ın miracını anlatan ayetlerde buluyoruz. Bu büyük hadise İsra suresinde şöyle anlatılıyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir ve O, gerçekten her şeyi gören ve işitendir.”[3] Necm suresinde de şöyle buyuruyor: “ Sonra yaklaştı. Derken daha da yaklaştı o kadar ki, (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine kuluna vahyini bildirdi ve Muhammed’in gördüğünü kalbi yalanlamadı.”[4]
Bu ayet-i kerimeler likaullahın en yüksek derecesinin Hz. Resulullah (s.a.a) için gerçekleştiğini belirtmektedir. O hâlde irfandaki likaullah kavramını tevcih etmek için ayrı kaynaklar peşinde olmaya ne gerek vardır?
Ayrıca bu ayet-i kerimeler, yine irfanda söz konusu olan tayy-ül arz olayının da o Hazret için gerçekleştiğini bildirmektedir. Bu kavram için de ayrı bir menşe peşinde olmak anlamsızdır. Bunun bir ayrı örneğini de bir göz kırpma zamanı süresinde Belkıs’ın tahtının Yemen’den Kudüs’e getirildiği Hz. Süleyman ile Belkıs’ın hikayesinde görmekteyiz.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülheme ve nefs-i mütmainneden söz edilmiş; “Gerçekten onu temiz tutan saadete kavuşmuş ve onu kirleten de hüsrana uğramıştır”[5] buyrularak tek saadet yolunun nefsin tezkiye edilmesi yöntemi olduğu bildirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından evliyalara verilen ilm-i ledünni denilen ilim ile yapılan mücahedetler sonucu kazanılan ilahî hidayetin gerçek olduğu vurgulanmıştır. “Bizim yolumuzda mücahedet edenleri elbet biz kendi yollarımıza hidayet edeceğiz”[6]
Kur’an-ı Kerim’de defalarca ilahî aşkın bütün aşk ve sevgilerden daha üstün olduğuna tekit edilmiş, evrenin bütün zerrelerinin devamlı olarak Allah-u Teala’ya tespih ve takdis etmekle meşgul oldukları vurgulanarak bizlerin de eğer, basiret gözümüz açık olursa, onları görüp duyabileceğimiz belirtilmiştir. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her kes O’nu tespih eder. O’na övgüyle tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki, siz onların tespihini anlamıyorsunuz. O, halimdir, bağışlayıcıdır.”[7] “Böylece bunu Süleyman’a biz anlattık. Biz onların her birine hüküm ve ilim verdik. Dağları da kuşları da Davut ile birlikte tespih etmeğe biz boyun eğdirdik. İşte bunları biz yapıyoruz.”[8]
Yine Kur’an-ı Kerim insanın yaratılış hikayesinde ilahî nefhadan söz ediyor. “Ona şekil vermeği tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapılın.”[9]
Yine Kur’an-ı Kerim’de insanın bütün ilahî isimleri kendinde göstererek Allah’ın yer yüzündeki halifesi olabileceği bildiriliyor. Bundan dolayıdır ki, hadis-i şerifte de; insanın Allah’ın suretinde yaratıldığı[10] belirtilerek, insana “Allah’ın ahlakıyla ahlak edinin”[11] emri veriliyor. Zaten insanı meleklerden daha üstün yapan da bu özelliğidir. Bakara suresinin ilk ayetlerinde beyan edilen Adem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etme hikayesi bunun açık örneğidir. İşte bu ve benzeri ayetler, ariflere, Allah, evren ve insan hakkında, özellikle de insan ile Allah arasındaki ilişki açısından büyük bir maneviyat kapısını açmaktadır.
Bunun dışında, Hz. Resulullah (s.a.a) ve onun Pâk Ehl-i Beyti’nden bize ulaşan hadisler, dualar ve yaşantı kıssaları ince irfanî nüktelerle doludur. Hz. Resulullah (s.a.a)’ın ashapları da onların iddia ettiği gibi kuru bir züht hayatına sâhip değillerdi. Onların içerisinde Selman ve Ebuzer gibi basiret gözleri açık olan yüce maneviyat sâhibi şahsiyetler de vardı. Bakınız; Ehl-i Beyt (a.s) kanalından gelen hadisleri ihtiva eden Kafi kitabının 2. cildinin 53. sayfasında bir hadiste ne yazıyor: “Hz. Resulullah (s.a.a) bir gün, sabah namazını kıldıktan sonra, rengi sararmış, gözleri çukura inmiş, bedeni incelmiş olup, güçsüzlüğünden ayakta duramayacak bir durumda olan bir genci gördü. Hz. Resulullah (s.a.a) ona: “Ey filani, nasıl sabahladın?” diye sordu. O genç: “Ey Resulullah (s.a.a), yâkin hâlinde sabahladım” cevabını verdi. Hz. Resulullah onun bu sözüne taaccüp ederek, “Her yâkinin bir alameti vardır, senin yâkininin alameti nedir?” diye sordu. O genç şu cevabı verdi: “Ey Resulullah, beni üzüntüye büründüren, geceleri ibadetle uykudan alıveren, sıcak günlerde oruç ile susuz bırakan işte bu yâkinimdir. Bunun içindir ki, kendimi dünyadan ve dünyada olan şeylerden kopardım. Öyle bir durumdayım ki, sanki Rabb’imin Arşı’na bakıyorum. Sanki hesaba çekilme düzeni kurulmuş, insanlar hesaba çekilmek üzere mahşere getirilmiş ve ben de onların arasındayım. Sanki cennet ehlini ve onların cennet nimetleriyle nimetlenmiş olup, yastıklara yaslanarak birbirleriyle sohbet ettiklerini görür gibiyim. Yine cehennem ehlini ve onların cehennem azaplarıyla cezalandırılmış olup çığlık attıklarını görür, duyar gibiyim. Şimdi bu anda bile cehennem ateşinin hareketinin sesini bu kulaklarımla duyar gibiyim.” Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) kendi ashabına dönerek; “İşte bu, Allah kalbini iman nuruyla nurlandırdığı bir kuldur” dedi. Sonra da ona: “Bu durumunu koru” buyurdu. O genç: “Ey Allah Resulü, dua et Allah bana şahadet nasip etsin”dedi. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) ona dua etti ve çok bir zaman geçmeden Hz. Resulullah ile birlikte gittiği bir savaşta şahadet makamına ulaşan onuncu kişi oldu.”
Kısacası Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler, Hz. Resulullah ve onun Pâk Ehl-i Beyti’yle temiz ashabının yaşantıları irfanî inceliklerle doludur. Bu zengin kaynağa rağmen irfan-i kavramları tevcih etmek için ayrı kaynaklar aramayı, açık bir art niyetlilikten gayri telakki etmek mümkün değildir.
Hüsnü hitam olarak makalemizi, Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)’nin gerçek arifleri ve irfanî makamları anlatan birkaç sözüyle bitirelim.
Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “O, (salik) aklını ihya etmiş, nefsini öldürmüştür. Öyle ki, onun zorluğu zayıf düşmüş, kabası da ince ve latif olmuştur. Onun için çok parlak bir ışık doğarak yolunu aydınlatmıştır. O da bu ışıkla yolunu kat etmiştir. Kapılar, onu selamet kapısına ve istikrar evine itmiştir. Onun ayakları güvenle emniyet ve rahatlık evinde istikrar bulmuştur. Zira o kalbini doğru kullanmış ve Rabb’ini razı etmiştir.”[12]
Yine Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) “O evlerde, sabah ve akşam öyle erkekler O’na tespih ederler ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz”[13] ayetini tilavet ederken şöyle buyurmuştur: “Allah zikretmeği kalplere bir cila kılmıştır. Kalp, sağırlıktan sonra onunla duyar. Körlükten sonra onunla basirete kavuşur. İsyandan sonra onunla münkad olur. Devamlı olarak, zaman süreci içerisinde dönemden döneme Allah’ın düşüncelerinde kendilerine fısıldayıp akıllarının özünde kendileriyle sohbet ettiği kulları ola gelmiştir. Dolayısıyla onların gözlerine, kulaklarına ve kalplerine uyanıklık nuru eşlik etmektedir. Onlar, diğerlerine Allah’ın günlerini hatırlatıp, Allah’ın azametiyle onları korkutmaktadırlar. Onlar, kuru çöllerdeki yol göstericilere benzerler. Kim, yolunu doğru giderse, ona yolunun güzelliğini bildirip, kurtuluşla müjdelerler. Kim de sağ veya solu tutarsa, yolunun kötülüğünü ona bildirerek helak olmaktan sakındırırlar. Böylece onlar bu karanlıkların aydınlatıcı meşalesi ve bu şüphelerin de delilleri olagelmekteler. Şüphesiz zikrin de bir ehli vardır ki, onlar dünya yerine zikri tercih etmişlerdir. Dolayısıyla, ne ticaret ne de alış veriş onları zikirden alıkoymaz. Onlar, zikirle yaşıyor, Allah’ın haramlarından dolayı gafillerin kulaklarını acı akıbet haykırışlarıyla çınlandırıyorlar. İnsanları adâlete emreder, kendileri de onu uygularlar. İnsanları kötülüklerden sakındırır, kendileri de ondan sakınırlar. Onlar sanki dünyayı kat edip Ahrete varmış, kendileri de orada bulunmakta ve dünya ötesini görmekteler. Onlar, sanki berzah ehlinin gaybî hâllerinden ve oradaki uzun bekleyişlerinden haberdar olmuşlar. Sanki kıyamet onlar için vadelerini gerçekleştirmiş, onlar da onun perdesini dünya ehli için açıyorlar. Öyle ki, onlar insanların göremediği şeyleri görüyor ve onların duyamadığı şeyleri duyuyorlar. Keşke! bir de sen, onların övgüye değer bu makamlarını ve görülmeğe değer bu konumlarını kendi aklında canlandırabilseydin,…… kesin olarak hidayet bayraklarını ve kara karanlıkların aydınlatıcı meşalelerini görüverirdin ki, melekler onların etrafını sarmış, onlara sükunet inmiş, göğün kapıları onlara açılmış ve Allah’ın kendilerine bildirdiği yerde, keramet makamları onlar için hazırlanmıştır. Allah onların çabalarından razı olmuş ve bulundukları konumu övmüştür….”[14]
Aziz okurlar, işte bu açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki, bunca yüce maarifle dolu engin bir dine rağmen, ariflerin söz konusu ettikleri birkaç kavram için menşe olarak doğu veya batı felsefi düşüncelerini adres olarak gösterenler, çok büyük bir yanılgı içerisindeler. Acaba bu gibi insanların hâli, büyük bir okyanus veya çağlayarak akan nehir kenarında elinde bir bardak su bulunduran bir insanın elindeki bu bir bardak suya kaynak olarak ayrı su kaynakları arayan kimsenin hâline benzemez mi?
[1]– Al-i İmran: 42-51
[2]– Kehf: 64-82
[3]– İsra: 1
[4]– Necm: 8-11
[5]– Şems: 9-10
[6]– Ankebut: 69
[7]– İsra: 44
[8]– Enbiya: 79
[9]– Hicr: 29
[10]– Müsned-i Ahmet bin Hambel: 7021, 7113 ve 9231 numaralı hadisler
[11]– Bihar-ul Envar: C. 61 S. 11
[12]– Nehc-ül Belağa: 220. Hutbe
[13]– Nur: 37
[14]– Nehc-ül Belağa: 222. Hutbe