İslam’ın Varlık Tasavvuruna Dair Bir Deneme
Vahdettin İnce
Varlık âlemi, insanın yararına sunulmak üzere yaratılmıştır.
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir.”[1]
Varlığı bu şekilde konumlandıran yüce yaratıcı, varlığın içinden, ama Allah adına varlık üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine (hilafet) sahip kılınmasının gereği olarak özgür iradesi ile aktif bir etkinlik gösteren insanın var oluş gayesini ise şöyle ifade etmiştir:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[2]
Bundan da anlıyoruz ki insanın, varlık üzerinde onun amacına uygun, sahih bir tasarrufta bulunması Allah’a ibadet etmesinin aynısıdır. Yüce Allah, bir bütün olarak varlık âleminin kulluk konumunda olduğunu da şöyle ifade etmektedir:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”[3]
O hâlde varlığın ibadeti insana hizmet, insanın ibadeti de varlıktan amacına uygun olarak istifade etmek, üzerinde tasarrufta bulunmaktan ibarettir. Varlığın insanın emrinde olması, insanın kulluk etmesinin aynısıdır. Yani varlıktan istifade eden insan, bu esnada Allah’a kulluk etmektedir. Allah’a kulluk etmek, varlık üzerinde tasarrufta bulunmasından ayrı bir alanı ifade etmez. Aslında varlığın temel yasaları itibariyle insan bu tasarrufun/kulluğun dışında herhangi bir davranış sergileyemez.
Diğer bir ifadeyle insan, varlıkla irtibatlı olduğu boyut itibariyle cebrî bir kulluğun gereğine göre hareket etmektedir. Varlık bütününden ayrıştığı özellikleri itibariyle de iradî bir kullukla yükümlüdür. Varlığın bir parçası olduğu hâlde, insana verilen bu ayrıcalık, onun varlık adına üstlendiği yükümlülükle irtibatlıdır. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[4] ayetinde de ifade edildiği gibi, halifelik makamının öngördüğü serbest irade sahibi olmanın getirdiği sorumluluğun gerektirdiği bir ayrıcalıktır ve bu bağlamda insan, iradî bir kullukla da yükümlü kılınmıştır. Ama bu iradî kulluk, cebrî/var oluşsal kulluktan ayrı bir alan değildir. Önceki gibi ontolojik/cebrî bir yükümlülük değildir sadece, tamamen serbest iradesine göre belirleyeceği bir tavırdır. Ontoljik kulluk yükümlülüğü bakımından varlıktan farklı hiçbir özelliği olmayan insan, üstlendiği halifelik makamı gereği iradî kulluk yükümlülüğü itibariyle varlık bütününden ayrılır. Bu yüzden insanın, varlıktan, onun amacına uygun ve sahih bir şekilde yararlanması, diğer bir ifadeyle Allah’a sahih bir kulluk sunması için varlık hakkında doğru ve sahih bir tasavvura sahip olması gerekir.
Varlığı ve insanı bu şekilde konumlandıran yüce Yaratıcı, varlıktan yararlanmanın ya da kulluk sunmanın yolu olan varlık tasavvurunun temel unsurlarını da Kur’ân’ın akışı içinde sunmuştur: “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!”[5] Buna göre, varlık-insan konumlanışı bağlamında Kur’ân’ın üstlendiği rol, insana bir varlık tasavvuru kazandırmak ve bu tasavvur çerçevesinde insan için öngörülen konumu belirginleştirerek, insanın bütün adımlarını bu tasavvur doğrultusunda ve bu konuma uygun olarak atmasını sağlamaktır. “Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir.”[6]
Kur’ân’ın iletttiği yol, vahiy üzerinden varlıkla temas kurarak maddî ve manevî sahih değerler üretmeyi sağlayan ilâhî varlık tasavvurudur. Bu tasavvur, alternatiflerden biri olduğu için değil, bilakis insanın, kendi varlık amacını gerçekleştirmesinin, çevresiyle yapıcı ve işlevsel bir ilişki içine girmesinin, daha doğrusu salih amel işlemesinin tek yolu olduğu içindir. Eğer insan, çevresiyle, varlık âlemiyle ilişki kurarken, vahyin öngördüğü tasavvur doğrultusunda hareket etmezse, hem kendi fiillerinden, hem de varlık âleminden beklenen faydayı göremez, diğer bir ifadeyle kulluk görevini yerine getiremez.
Bu yüzden hem kendisini, hem kendisini kuşatan varlık âlemini yaratan yüce Allah’ın yönlendirmesiyle edindiği varlık tasavvuru doğrultusunda hareket etmesi bir zorunluluktur, yegâne tercihtir. İnsanın dünya ve ahiret mutluluğu buna bağlıdır. “O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.” [7]
Bu mesele insan açısından bu derece hayatî bir öneme haiz olduğu içindir ki Kur’ân, birtakım genel bilgiler ve örneklendirmeler sunarak, bunun işlevsel kılınmasının yöntemlerini de gösterir. Baştan sona Kur’ân, öngörülen ilâhî varlık tasavvurunun, doğal zeminde, tarihin akışında, insanın iç ve dış âleminde, ruh dünyasında ve varlıkla teması bağlamında ete kemiğe büründürülmesinin sahnelerinden ibarettir denebilir.
Vahyin, ancak varlıkla buluşması neticesinde işlevsel olabildiğini, değere dönüştüğünü, salih amel olarak insan hayatına yansıdığını Kur’ân şu örnekle somutlaştırmaktadır: “O, gökten su indirdi de vâdiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir.”[8]
Vahiy ve varlık bağlamında insanın yararlanacağı şey, yalnız başına vahiy veya yalnız başına varlık değil, vahiyle varlığın buluşmasından sonra kalıcılık vasfını kazanan, diğer bir ifadeyle gelenek/sünnete dönüşen kısımdır.
Kur’ân, varlık tasavvurunu oluşturmaya ilk önce kendi isminden başlıyor. Daha doğrusu “Kur’ân”, ilâhî kitabın bu amacına uygun bir isimlendirmedir. İlâhî varlık tasavvurunun varlıkları doğru adlandırma ile başladığını Âdem’in yaratılış kıssasından biliyoruz. “Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti.”[9] Çünkü varlıklara doğru ad koyma onlarla temas kurmanın, onları anlamanın ilk şartıdır.
Bu ilkenin bir yansıması olarak Kur’ân, önce kendi adını amacına uygun olarak belirlemektedir bu yüzden. “Kur’ân” kelimesinin etimolojik yapısını incelediğimiz zaman, eşyayı anlamanın bir ilk adımı olarak isimlendirmede isim ile müsemma arasındaki ilişkinin zihnî harekete geçirici etkisi göz önünde bulundurularak gerçekleştirilmiş isabetli bir isimlendirme olduğunu görürüz. Bilindiği gibi “Kur’ân” kelimesi, okumak anlamına gelen “k r a” kökünden türemiştir. Bu kök ise, bir şeyi biriktirip birbirine ekleyip dışarı atmak anlamına gelir.[10] Bu yüzden harfleri toplayıp birbirine ekleyerek anlamlı kelimeler şeklinde telaffuz etmekten ibaret okumaya “kıraat” denilmiştir.
Arapçada İnsanın biyolojik yapısında gerçekleşen bir başka faaliyet için de bu kökten türemiş bir kelime kullalınılır. Kadınların ay başı hâlinde kan görmeleri gibi.[11] “Boşanmış kadınlar, kendi başlarına üç ay hâli (kuru’) beklerler.”[12]
İnsanın biyolojik varlığında başka biriktirip ekleme faaliyetleri gerçekleştiği hâlde özellikle bu ikisi için “k r a” kökünden türemiş kelimelerin kullanılması tesadüf değildir. Bu iki eylemin ortak özelliği, gerçekleşmelerinden sonra zihinde ve rahimde döllenmeye müsait bir durumun ortaya çıkmasıdır. Nitekim her türlü toplayıp ekleme faaliyeti için kullanılmamıştır bu kelime.[13] Demek oluyor ki okuma faaliyeti; zihnin, vahyin okunması ve varlığın gözlenmesi aracılığıyla döllenip fikir üretmesine hazırlık aşamasıdır. Diğer bir ifadeyle Kur’ân okumak, zihnin teorik ve pratik anlamda sahih değerler üretmeye hazır hâle gelmenin ilk aşaması olarak vahiy-varlık buluşması sürecinin başlamasıdır. Tıpkı aybaşı hâlinde görülen kandan sonra kadının erkekle birleşip çocuk doğurmaya müsait hâle gelmesi gibi. Her döllenme için iki tarafın bulunması doğal bir zorunluluktur. Bu yüzden zihin zemininin döllenip fikir olarak yeşermesi için vahyin, varlıkla sahih bir temas kurularak okunması gerekir.
Biz ilâhî kitaba verilen bu isimden hareketle ön görülen varlık tasavvurunun hangi zihinsel temellerden itibaren başlayacağını kavramış oluyoruz böylece. Kur’ân’ın varlık tasavvuru, vahiy, insan ve evren uyumundan doğan bir sahih değerler manzumesidir. Diğer bir ifadeyle Kur’ân’ın öngördüğü varlık tasavvuru, münzel vahiy (Kur’ân) ve kevnî vahyin (varlık) bir araya getirilip birbirine eklenmesi sonucu ortaya çıkan bir fikrin ürünü olmak durumunda olduğunu anlıyoruz. İslam düşüncesi, İslâmî varlık tasavvuru ve de İslâmî hareket metodu münzel vahiy ile kevnî vahyin birleştirilip birbirine eklenmesi sonucu ortaya çıkmak durumundadır.
[1]– Câsiye, 13
[2]– Zâriyât, 56
[3]– İsrâ, 44
[4]– Bakara, 30
[5]– Kıyâmet, 36
[6]– İsrâ, 9
[7]– A’râf, 96
[8]– Ra’d, 17
[9]– Bakara, 31
[10]– Lisanu’l-Arab, İbn Manzur, c.1, k.r.a. madddesi; el-Kamusu’l-Muhit, Firuzabadî, k.r.a. maddesi
[11]– el-Kamusu’l-Muhit, Firuzabadî, k.r.a. maddesi, s.62; el-Müfredat, İsfahanî, k.r.a. maddesi, s.667
[12] – Bakara, 228
[13]– el-Müfredat, İsfahanî, k.r.a. maddesi, s.667