Kur’ân-I Kerim’in Risaleti
Ayetullah Cevadi AMULİ
MADDİ İHTİYAÇLARIN GİDERİLMESİ Hakkında
Kur'ân-ı Kerim'e göre, ruh gayb alemine, beden ise şehadet (madde) alemine ait varlıklardır. Asıl olan da Allah-u Teala'nın feyiz vasıtası olup şehadet alemine ilahi feyizler sağlayan gayb alemidir. Buna göre inanç vb. ruhi özellikler temel ve kök konumundadır. Mali ve ekonomik konulara bağlı olan bedenin ihtiyaçlarını gidermek ise üst yapı ve dallar sayılmaktadır. Ekonomiyle ilgili düşünce ve onun zor sorunlarını çözümlemek için programlar hazırlamak da başta gelen ilimlerdendir. Ama her ilim, kendi malumunu anlattığı ve gösterdiği için kendi değerini malumundan kazanmaktadır. Bu yüzden de Allah-u Teala nübüvvet, imamet, kıyamet, iman ve İslam'ın temel ilkeleriyle ilgili olan benzeri bilim ve maariflerin gayb alemini anlattığını vurgulayarak ruh alemine ilişkin şeyler oldukları için yüce değerlere sahib olduklarını ve bu değeri ise malumlarından kazandıklarını bildirmektedir.
Bu değerden de maksat varlık derecesinin kuvvetidir. Kuramsal bir değer olmadığı için hakikat çerçevesinden inerek kuramsal kavramlar kapsamına girmez ve neticede kuramcılar tarafından değiştirilemez. Gerçi Kur'an-ı Kerim'in kültüründe ekonomi temel değil, yüzeysel bir konudur fakat İslam yüzeysel ve fer'i konulara da ilgisiz kalmamıştır.
İnsanın ruhunun hakikatıyla ilişkisi olmayan mal ve diğer her şey insan için bir kemal sayılmaz; sadece onun tabii ihtiyaçlarının karşılanması için birer vesile ve araçtırlar. Bu vesileler zahmete katlanmaksızın elde edilmeyeceğinden mal kazanma zahmeti ve acısına tahammül edebilmesi için insanın fitratında değil de, tabiatında makul bir ölçüde sahip olma lezzeti yerleştirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim şu güzel yıldızları insan için değil, gökyüzü için bir süs kabul ediyor ve buyuruyor ki: "Biz dünya göğünü yıldızlarla süsledik"[1] yeryüzünde olan bahçe ve çimenleri de insan için değil, bilakis yeryüzü için bir süs olarak kabul ediyor ve buyuruyor ki: "Biz onları yeryüzüne bir süs karar verdik de hangisinin daha güzel amel sahibi olduğunu deneyelim diye. Ve biz gerçekten onun (yerin) üzerinde olanları kupkuru-çorak bir toprak yapabiliriz"[2]
Ama buna karşılık ruh türünden olan imanı, insan için bir süs kabul ediyor ve diyor ki: "Size imanı sevdirip kalbinizde onu süsledi. Ve size küfrü, fıskı ve isyanı ise çirkin gösterdi."[3]
Servet ve mala bir vesile olmasını aşacak derece de ilgi duymak ve ihtiyacından fazlasını toplamak kınanmış olmasına rağmen, başkalarının refahını temin etmek, topluma fakirliğin ve enflasyonun tahammül edilmez yükünü hafifleştiremek için olursa mal her ne kadar çok olursa, o kadar iyi olur.
Kur'an-ı Kerim, mala olan aşırı sevgiyi ruh için bir üzüntü kaynağı bilerek onu kınamaktadır: "Malı da bir yığma tutkusu ve hırsıyla seviyorsunuz"[4] ve eğer maldan "hayır" diye de tabir etmişse, örneğin: "Ve şüphe yok ki insan, hayrına yarıyan mala-mülke de pek düşkündür."."[5] Burada bilmemiz gereken nokta şu ki, evvela ayette geçen "hayır" kelimesi mal sevgisinin değil, bilakis malın kendi vasfıdır; ikincisi mala "hayır" denilmesinden malı sevenlerin sanısının tam aksine bu ayetin mal sevgisini övdüğü düşünülemez; zira ayet Hak Teala'ya karşı küfran eden insanı kınamak hususundadır: "Şüphe yok ki insan, rabbine karşı pek inatçıdır, pek nankördür ve şüphe yok ki o, buna tanıktır ve şüphe yok ki insan hayrına yarayan mala-mülke karşı pek de düşkündür."[6]
Yine vasiyet hakkındaki ayette de maldan, "hayır" diye tabir edilmesi onun varlığının dünya yaşantısındaki zorunluluğundan dolayıdır ki, mal bu durumda hayırdır ve kimseye de bağlı değildir.
İslam ekonomisinde servet bir kemal sayılmadığından zengin ve servetli olan bir kimse kamil, servetsiz ve fakir olan bir kişi de eksik ve düşük sayılmamaktadır. Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s) servet konusunu tahlil ederken Hz. Resulullah, Hz. Musa, Hz. Davut, ve Hz. İsa Mesih'in sade ve fakirane yaşantılarını naklettikden sonra şöyle buyuruyor. "Bakan ona (Hz. Resulullah'ın) aklıyla baksın. Acaba Allah Teala Muhammed'e (s.a.a) bununla (sade ve fakirane yaşantıyla) ikram mı etmiş yoksa alçaltıp tahkir mi etmiştir? Eğer, Allah onu tahkir etmiştir derse vallahi çok büyük bir yalan demiş ve iftira etmiştir. Eğer, Allah onu yüceltip kendisine ikram etmiştir derse o halde şunu bilmelidir ki Allah Teala onlardan başkalarına fazla mal vermekle küçültmüş, tahkir etmiştir ve onu (malı) kendisine en yakın olan kimseden (Peygamber'den) menetmiştir"[7]
Hz. Ali (a.s) bu buyruğunda akıl sahiplerinin dikkatini şuna çekmek istiyor ki, sade ve fakirane bir yaşantısı olan kimse Allah katında derecesi düşük olduğu anlamına gelmez. Aksi taktirde Allah'a en yakın olan Hz. Resulullah'ın küçültüldüğü ve karşısında olan Ebu Cehil gibi kafirlerin ise aziz kılındığını söylemek gerekirdi. Oysa durum bunun tam aksidir.
O halde mal dünyanın süsüdür, insanın değil. Onu sevmek makul ölçüde ve bir araç ve vesileye duyulan sevgi kadar olursa iyidir; bundan fazla ilgi duymak ve ona hedef gözüyle bakmak kötüdür. Servet toplamak, altın ve gümüşe aşırı ilgi duymak yerilmiştir. Mal-mülk sevgisi insanı Allah'a giden yoldan alıkoyar ve o yolların kapanmasına sebep olur; ruhun yücelmesini engeller. Dünyada bulunan bütün mal ve servetler insanların hepsinin ihtiyaçlarını giderecek miktardadır; onların bir yerde hazine (depo) edilerek bazı şahısların veya grupların nezdinde ihtikar edilmesi İslamın ekonomik düzenine aykırıdır. Peygamberlere uymak, sade yaşamakla mümkündür. Kemal ise tekasürden (mal biriktirmekten) kendiliğinde ve gerçek hayır olan kevsere hicret etmektir. Bu hayır ise ne nisbidir ve ne de kuramsal ve hayali.
Asr-i seadette ve sonraki dönemlerde İslam ordularının zafere ulaşmalarının bir çok nedenleri vardır. Bunlardan biri de yaşamlarında kanaat yolunu tutmaları ve az bir şeyle yetinmeleridir. Muhacirlerin seçkinleri ile Ensarın fedakarları bunun bariz örnekleridir. Müslümanların kafirlerle olan savaşlarının son tahlili; kevserin (çokluğun) tekasüre (biriktirmeğe), fedakarlığın diğerlerini kurban etmeğe, zühdün hariliğe, sade yaşantının lüks ve şatafatlı yaşantıya kısacası Kelime-i Tevhid'in diğer kelimelere zafer kazanması demektir.
İslam ekonomisinin genel çizgilerini eşitlik ve adalet oluşturmaktadır ki, bütün dini çizgiler de böyledir; bu yüzden mal toplayıp biriktirenlerin israf, tuğyan ve hırs tuzaklarına düşmemeleri için aşırılıklarını azaltırken fakirlik üzüntüsüne düşmüş bulunanların ise açlık, çıplaklık, zillet ve zorlukla karşılaşmamalarını sağlayarak onların tefritini azaltır. "Sizlerden yalnızca zenginlerin arasında dolaşan bir devlet olmasın diye"[8] Allah Teala bu genel kanunu indirerek herkesten, özellikle de gerçek alimlerden, din bilginlerinden, takvalı tefsir yazarlarından ve zahid fakihlerden zenginlerle fakirlerin eşitsizliği karşısında susmayıp genel halka ait olan servetin yalnızca özel hukuki veya belirli şahısların nezdinde değil de bütün halkın arasında dolaşmasını ve adaletin uygulanmasını sağlamak için kıyam etmeleri gerektiğine dair ahit almıştır. "Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, bey'at için toplanmasaydı, Allah'ın, zalimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle sular giderdim.[9] Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamasından ister müslümanların önderliğini üstlenmek liyaketine sahip olan biri olsun veya ister buna gücü yahutta yeteneği ya da yetenekli diğer birisinin bu görevi üstlendiğinden dolayı bu görev boynundan kalkan biri olsun bütün herkesin ekonomik adaleti uygulama hususunda sorumlu olduğu açıkca anlaşılıyor. Böyle bir kimseye her zaman sahnede hazır olarak müslümanların önderine yardımcı olup, onu savunması farzdır. Yukarıda sözü geçen şart eğer farzen müslümanların önderine oranla elde edilmesi gereken mukaddime değil kendiliğinden hasıl olması gereken bir mukaddime olursa sahnede olanlara ve yardımcılara farz olma şartı değil farzın kendi şartıdır ve kendiliğinden hasıl olması gereken bir konu değil, elde edilmesi gereken bir konudur.
Zenginlik ve fakirliğin her ikisinin de ilahi bir imtihan olduğu ve hiç birisinin zaten insanın yüceliğine veya düşüklüğüne delil ve sebep olmadığı ilkesi "Fecr" Suresi'nin şu ayetlerinden anlaşılmaktadır: "Ama insan; ne zaman Rabbi kendisini denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa ona nimetler verse; Rabbim bana ikramda bulundu der. Ama onu deneyerek rızkını kıssa, hemen: Rabbim bana ihanette bulundu der…"[10] Aksine zenginlikten doğan batıl hayeller mala karşı daha fazla tutkun olmasına sebep olur; sonuçta ise fakirlerin ihtiyaçlarını karşılayıp onların karnını doyurmaya ne kendisi ilgi duyar ve ne de diğerlerini buna teşvik eder. Bu konuya mezkur surenin diğer ayetlerinde işaret edilmiştir. Aslında malın önemi konusunda gelen meşhur açıklamaların hepsi vasıflandırma yönünü taşır, emir değil; fakirliğin tehlikesi hususunda gelen açıklamalarda aynı özelliği taşımaktadır. Örneğin Hz. Resulullah'dan (s.a.a) ekonomik fakirliğin tehlikesiyle ilgili gelen şu açıklama "Ey Allah'ım bize ekmek hususunda bereket ver, ziyade kıl. Bizimle onun arasını ayırma. Zira eğer ekmek olmazsa ne namaz kılardık, ne oruç tutardık ve ne de Rabbimizin farzlarını yerine getirirdik"[11] Yalnızca konunun tabii tesirine işaret etmektedir; emirsel yönü yoktur. Zira orta halli olan halkın tahammül sınırına değinmiştir, yoksa ister sadr-ı İslam'da olsun ister şimdiki zamanda tek tek ilahi fertler bütün zorluk ve fakirliklere tahammül ederek, asıl İslam'a yardım edip saldırgan düşmanların saldırılarını müslümanların sınırlarından kovup Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyt'in varlığını Allah-u Teala'nın yardımıyla düşmanların tehlikesinden korumuşlardır.
Kur'an-ı Kerim'in Siyaset Konusundaki Risaleti
Allah-u Teala'nın Kur'an-ı Kerim hakkında söylediği her kemal sıfatı onun taşıdığı risaleti açıklamak yerindedir. Zira her elçinin vasıflarını saymak onun misyonunun sınırlarını, mesajı ulaştırma şeklini ve onun çağrısına uymanın faydalarını ve sonucunu açıklama hükmündedir. Örneğin; Kur'an-ı Kerim, "Mecid" (üstün), "Hadi" (hidayetçi) ve "Nur" gibi sıfatlarla vasıflandırılmış ise Kur'an-ı Kerim'in keramet, yücelik, önderlik ve aydınlatma mesajı taşıyor olmasındandır. Kur'an-ı Kerim'in nur sıfatıyla anılması, onun emirlerinin aydınlatıcı olduğu ve onda tefekkür etmenin fikrin aydınlanmasına, amel etmenin ise ferd ve toplumun zulmet ve karanlıktan çıkmasına sebep olduğu içindir. "Ey insanlar, gerçekten de Rabbinizden size bir burhan (delil) gelmiş ve biz size açık bir nur indirmişizdir."[12] Aydınlatıcılık bütün ilahi mesajların genel vasfı olduğundan dolayı bu mesajlar arasında şiddet ve zayıflık derecesinden başka bir fark yoktur. Bunun için tahrif edilmiş asıl Tevrat hakkında da Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Söyle Musa'nın halka nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?"[13]
Kur'an-ı Kerim'in nur sıfatıyla vasıflandırılmasından da anlaşılıyor ki bu ilahi kitabın yüce hedefi halkı nura kâvuşturmaktır. Buna İbrahim Suresinde de açıkca işaret edilmiştir.
"Halkı Rablerinin izniyle karanlıktan nura, üstün ve övülen "Allah'ın" yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır"[14] Yani "Allah iman edenlerin velisidir" ayetinde açıklandığı üzere müminlerin önderliği Allah Teala'nın uhdesinde olduğuna göre onları her türlü karanlıklardan kurtarır ister paklar ve masumlara oranla günaha bulaşmadan uzaklaştırmak şeklinde olsun ve ister müminlerden günaha düşenleri bağışlamak ve günahın etkilerini gidermek şeklinde olsun "Allah onları karanlıklardan nura çıkarır"[15]
1. Kur'an-ı Kerim, insanların imanlı ve nurlu olmaları için en iyi vesiledir. Bu mübarek ismin (karanlıklardan nura çıkaran) en kamil mazharı ise insan-ı kamil olan Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek zatıdır. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) Allah Tealanın fiili sıfatlarından olan "karanlıklardan nura çıkaran" sıfatıyla nitelenmiştir; öte taraftan her türlü eylem ve sıfat o eylemi yapan ve o sıfatla nitelenenin zatından kaynaklanır. Kur'an-ı Kerim'in diğer risaletleri eylem ve sıfat bölümünde söz konusu ise bu seçkin sıfat insanların özbenliğine yöneliktir. Yani Kur'an-ı Kerim'in yüce hedefi toplum fertlerinin özbenliklerini nurlu kılmaktır. Bir ferd ve toplum ise eğer kendi zatının özünde ruhi erdemlere sahip olursa pratikte de davranış ve hareketleri sevilen ve tarife şayan olacaktır. Zira sıfatın veya eylemin salih olması insanın öz benliğinin de salih olmasını gerektirmez. Ama öz benliğin salih olması vasıf ve eylemin salih olmasına yol açar. Bu yüzden özbenlik yönünden salihlerden olan bir şahıs kesin olarak eylemi açısından da salih amel yapanlardan olacaktır. Kim kendi özbenliğini, Kur'an-ı Kerim'in nuruyla aydınlatmışsa kesin olarak onun hareket ve davranışları da kendi hayat çerçevesinde kendiliğinden aydınlanmış olur. "Ey iman edenler Allah'ın takvasına sahip olun ve onun resulüne iman edin ki size rahmetinden iki kat versin ve size, onunla haraket edeceğiniz nuru versin"[16] Takva ve ilahi elçiye iman etme, kalbi ilahi nurlar için hazırlar ki insan fesattan kaçınmakla ne marifetler konusunda, işi gerçekleri ters göstermek olan vehmin karanlığına düçar olur ve ne de huzuri müşahedeler zeminesinde işi vesvese etmek olan şeytanın ağına düşerek, nefsani ve şeytani temessülleri ilahi ve rahmani müşahedeler sanır ve ne de sıfat ve fiil yönünden heva ve hevesin tuzağına düşer.
Nur olan Kur'an-ı Kerim kendi marifetlerini açıklarken her türlü ibham ve icmaldan uzaktır. Kendinin nasıl nurlandığını ve toplumu nasıl nurlandırdığını açıklarken insan toplumunun en hayati meselesi olan adalet ve kıstın hüküm sürmesini söz konusu ediyor ve halkın ancak ilahi önderlerin siyasetleri ışığında aydınlanmalarının mümkün olabileceğini belirtiyor. Aksi takdirde, vahyin hakim olmadığı, peygamberlerin ve diğer ilahi önderlerin önderlik yapmadığı toplumların karanlıkta olacaklarını bildirmektedir. Bundan dolayıdır ki Kur'an risaletinin asıl hedefinin halkı nura kavuşturmak olduğunu belirtip Hz. Resulullah'ı (s.a.a) da bu ilahi programın uygulayıcısı olarak tanıttıktan sonra bu programın uygulama tarzını ise şöyle açıklıyor:
"Gerçekten de biz Musa'yı kendi kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat diye kendi ayetlerimizle gönderdik. Bunda çok sabreden ve çok şükreden her kes için alametler vardır."[17]
Kısacası Allah-u Teala Hz. Musa'yı (a.s) kendi kavmini karanlıklardan nura çıkarmak için bir takım ilahi ayetlerle göndermiş ve ona ilahi gücün özel bir şekilde zuhur ettiği ilahi günleri kavmine hatırlatarak onların zorluklara tahammül ederek çok sabretme ve ilahi nimetler karşısında çok şükretme yoluyla karanlıklardan çıkarak nura girebileceklerini bildirmesini emretmiştir.
Hz. Musa'nın İsrail oğullarını nurlu kılmakta yaptığı en belirgin haraket Al-i Firavun'un zulüm esasları üzerine kurulu olan siyasetiyle savaşmak ve şirkin aleyhine kıyam edip tevhidin yücelmesi yolunda zamanın hakim düzeniyle cihad ederek ilahi düzeni kurmak için çalışmış olmasıdır. Evet, adalet üzerine kurulan siyasi atmosfer olmaksızın özgürce nefes alabilmek imkansızdır, adalet hükümeti olmaksızın nefsi tehzip edip ruhu temizlemek mümkün olamaz. Çünkü tağutların toplumu siyahlaştırmak için yaptıkları en belirgin yöntemleri batıl hükümetleri ile ilahi hududları tatil edip beşeri kanunları uygulamak ve tevhidin zıddına küfrü hayata geçirerek insanları cehenneme davet etmektir.
Hz. Mehdi'nin (a.f) zuhur edeceği gün ve kıyamet gününün ilahi günler (eyyamüllah) olarak yadedilmesi örnek vermek içindir, açıklamak için değildir, dolayısıyla sınırlamak için değildir. Buna göre mucizenin sihre, ve gaybi imdadın Firavun ordularına zafer kazandığı günle, denizin yarılıp Hz. Musa ve onun yolunda olanların kurtulduğu, Firavun ve askerlerinin denizde boğulup helak olduğu gün de ilahi günlerdendir.
Asrın tağutlarıyla savaşmak kamil bir istikameti gerektirdiği için, Kur'an-ı Kerim'de sabır (sabreden) ve şakir (şükreden) kelimeleri yerine, sabbar (çok sabreden) ve şekur (çok şükreden) tabir ile hitap edilmiştir. Sadece sabredip şükretmeyi değil, çok sabredip çok şükretmeyi gerekli kılmıştır
Dinin temel yapısını ve gerekliliğini araştırmak dini siyaseti iyice açıklığa kavuşturur. Zira genel nübüvvet delili, cezalandırma, savaş barış, hudut ve kısas gibi kanunların uygulamasının gerekliliğini açıklığa kavuşturur. Bunların hepsi de siyasetin bir parçasıdır.
Dinin siyasetten ayrı olduğu görüşü vahyin ve nübüvvetin zorunluluğunu bildiren akli delile ters düşmektedir. Zira beşeri toplum zulüm ve tecavüzden masum olmadığı gibi yine beşeri kanunları uygulamakla tecavüzkar insanların zulümleri önlenemez; öte yandan ilahi hadların icra edilmesi de ilahi velayetleri olmayan sıradan her şahsın eline teslim edilemez. Teslim edildiği takdirde toplumda karışıklıklar meydana gelir böylece vahiy ve nübüvvetin zorunlu olduğunu ortaya koyan akli delillerde hiçe sayılmış olur.
Eğer bir kimse bir kenara çekilip mazlumluk gösterişi yaparak dinin siyasetten ayrı olduğunu ileri sürer ve "ben dini konuları korumakla görevliyim benim siyasetle bir işim yoktur" der ve kendini tarafsız ilan etse de zalim bir siyasetci onu asla kendi başına bırakmayacak, sınırları dışında olmasını kabul etmiyecek ve dini tabiat ötesi bir olay olarak görmeyecektir. Aksine onu kendi menfaatı doğrultusunda kullanacak, gerçekte dinden haberi olmayan köşeye çekilmiş dindar kimseyi ustaca düzenlediği tuzağa düşürerek, ona dini kaynaklardan uğursuz siyasetini telkin eden kavramlar çıkarmasını, dindar kimselerin din düşmanı azgınların kanunlarına uygun olarak amel etmesini, zalim siyasetçilere bozuk hedeflerine ulaşmakta yardımcı olacak şekilde davranmalarını isteyecektir.
Dinin siyasetten ayrı olduğu hayali ve mazlumluk gösterişiyle bu ikisinin birbirinden ayrı olduğunu ilan etmek olayı aynen cihad-ı ekberde akıl ile cehaletin sınırlarının ayrı ayrı olduğunu hayel etme olayına benzer, yani eğer aklî nazari tek yanlı olarak vehmi nazariye ve aklî ameli, vehmi ameliye ateşkes ilan eder ve tek taraflı olarak savaşı terkettiğini ilan eder, insanın ilahî fıtratı şehvetperest ve yırtıcı tabiatına ateşkes ilan eder, mazlumane bir şekilde yalnızca kendi işiyle meşgul olsa bile asla vehmi nazarî aklî nazarînin sınırlarına ve vehmî ameli de aklî amelinin sınırlarına tecavüz etmekten vazgeçmeyecek, aksine devamlı olarak kahredici gazapla hilekâr şehvet, aklın hürriyetini alarak sonunda siyah heva ve heves saf aklı kendi esareti altına sokacaktır. Esir olmuş bir akıldan ise artık bir iş beklenilemez. Bu iki konuya Emir-ül Müminin Ali'de (a.s) işaret ederek şöyle buyurmuştur. "Nice akıl var ki amir olan heva ve hevesin elinde esir olmuş"[18] "Bunu aklın kendisi de heva ve hevesin esaretinden kurtulduğu zaman müşahede etmektedir."[19]
Dinin siyasetten ayrı olduğuna inanan papazların dinine karşı zulme dayalı beşeri siyasetin saldırısını kilisenin bedbaht kaderinde müşahede etmek mümkündür. Nasıl ki dini siyaset oyuncularının isteklerine göre yorumlayıp gitgide onların hizmetine girerek, dinin siyasetten ayrı olduğu antlaşmasını tek yönlü imzaladılar ve ilahi vahyi siyasetcilerin vehmine uygun olarak tahrif edip nihayet kendileri de dönemlerinin dinsiz devletinin hizmetçileri konumuna düşmüş oldular.
İslam alemi de kendini bu darbeden koruyamamıştır. Aksine dinin siyasetten ayrı olduğuna inananlar; "Allah'a itaat edin ve Resule ve sizden olan ululemre itaat edin"[20] ayetinde geçen "Ululemir" kelimesinden günün siyasetinin benimsendiği bir anlam çıkarmışlardır. Ve sonunda ilahi hadlerin icrası günün siyaset oyuncularının heva ve heveslerine tabi oldu. Yine uygun fırsatlarda hakim grubun isteği doğrultusunda fetva çıkarmaktadırlar. İşte böylece dinin kurnaz siyasetçilerin hevesleri altında esir olmasının anlamı ortaya çıkıyor. Hz. Emir-el Müminin Ali (a.s) da buna işaret ederek Malik'e yazdığı ahdnamede şöyle buyuruyor:
"Gerçekten de bu din şerir insanların elinde esir olmuştu, onda heva ve hevese göre amel edilip onunla dünya kazanılıyordu."[21] Yani Hz. Ali'nin (a.s) adalet üzere kurulu devletinde din hürdür ve Hz. Ali'nin (a.s) yönetiminden gayri zulüm üzere kurulu olan diğer hakimiyetlerde ise din esirdir, hür değildir ve hatta belli başlı tanınmış sınırları bile yoktur.
Konunun sonunda iki noktayı hatırlatmakta yarar vardır:
1- Kur'an-ı Kerim dinin kamil oluşunu ve nimetin tamamlanmasını toplumun veli ve önderinin tayin edilmesinde görmektedir. Nitekim Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) kendisinden sonra müslümanların imamı ve önderi olarak tayin edince şu ayet-i kerime nazil oldu: "Bu gün size dininizi kamil kıldım ve nimetimi size tamamladım, İslam'ın sizin için din olmasına razı oldum"[22] Müslümanların önderlerinin velayeti ışığında İslam düşmanlarının ümitleri ümitsizliğe dönüşür. Nitekim bu hususta da şu ayet nazil olmuştur: "Bu gün kafirler sizin dininizden me'yus oldular artık onlardan korkmayın benden korkun."[23]
2- En son veli ve masum vasi olan "Hz. İmam Mehdi'nin (a.f)" zuhur etmesiyle ilahi siyasetin özünü oluşturan İslam dini bütün dinlere karşı muzaffer olacaktır. "Bütün dinlere muzaffer kılsın diye; müşrikler istemeseler bile"[24] Her ne kadar sahih ve ilahi din birdir: "Allah katında din İslam'dır" Fakat din bir takım kanunlardan oluşan bir mecmua anlamına geldiğinden beşerde kendi yanından din düzenliyebilir. Firavun "Gerçekten ben onun dininizi değiştirmesinden korkuyorum"[25] dediğinde söz konusu ettiği din işte beşeri bir dindir. Bazen de beşer bu ilahi konuya karışarak tahrif oluşturuyor. "Kitabı kendi elleriyle yazıyor sonra bu Allah katındandır diyorlar."[26] ayetinde olduğu gibi sonuç olarak da hak din olan İslam dinine iman etmiyor. "Hak dine inanmıyorlar."[27] Bu yüzden ayet-i kerimede "küll" genel kelimesi gibi kesret ve teaddüdü ifade eden "ed-Din" kelimesi kullanılmıştır.
Açıktır ki bir siyaset olmaksızın müşriklerle savaşılmaz ve dinin hepsinin yalnızca ilahi din olması ve gayri ilahi dinlerin yok edilip giderilmesi ilahi önderler olmaksızın mümkün değildir. "Onları öldürün de fitne kalmasın, dinin hepsi de Allah'ın olsun."[28]
[28]-Enfal/39.