Kur’ân Perspektifinin Anlaşılmasında Tefsiru’l-Mizan’ın Katkısı
Vahdettin İNCE
Her varlık bir varoluş gayesine sahiptir ve her varlık bu varoluş gayesini gerçekleştirme amacına yönelik olarak hareket eder. Varlığın bir parçası olan insanın da bir gayesinin olması kaçınılmazdır. Bilincinde olsun olmasın her insan bu gayeyi gerçekleştirme çabası içindedir. Varlıkların, bu arada insanların varlık gayelerine ulaşmalarını “mutluluk” olarak tanımlıyoruz. Mutluluk ise: “Ancak gerçekte ve dış âlemde (objeler dünyasında) arzulanan bir şey olması durumunda mutluluk olarak nitelendirilebilir. Bu durumda doğal varlığı itibariyle bu mutluluğu arzu eden şeyin veya kimsenin de, söz konusu mutlulukla uyumlu sebepler ve araçlarla donatılmış olması gerekir. Örneğin; varlığının kalıcılık kazanması, insan açısından arzulanan bir mutluluktur. Bu mutluluğun elde edilmesi için vücudunda yok olan bir şeyin yerine yenisinin konulması gerekmektedir. Bu amaçla da insan, son derece ayrıntılı bir beslenme yeteneğiyle, bu amaca uygun araç ve gereçlerle donatılmıştır. Ayrıca dış âlemde de onun bünyesi ve mizacına uygun olan şeyler vardır. Onları bu iş için kendisine bahşedilen sebepler ve araçlar vasıtasıyla alır, sonra onları ayıklamaya tâbi tutar, onlara vücudundan ayrılan şeylere benzer nitelikler kazandırır, ardından onları vücuduna ekler. Böylece bir parçası ayrıldığı için eksilen beden yeniden tamamlanmış olur. Bu, evrensel bir düzendir. Bu düzenin hükmü, istisnasız duyu organlarımızla algıladığımız, gözlemleyebildiğimiz dış dünyadaki tüm varlık türleri için geçerlidir. Hiçbir varlık, kesinlikle bu düzenin hükmünün dışında değildir.”[2]
Varlık ile Kur’ân aynı kaynaktan geldiklerine göre, Kur’ân’ın da bir gayesinin olması ve bu gayesinin varlık âleminin gayesinden farklı olmaması gerekir. “Biz Kur’ân’ı sana, mutsuz olasın diye indirmedik.”[3] ayeti, Kur’ân’ın indiriliş gayesinin, insanın dünya ve ahirette mutluluğu elde etmesi olduğunu, dolayısıyla varlıkla aynı hedefe yönelik olduğunu ifade etmektedir.
Dünyanın imarı görevinin bir parçası olarak Âdemoğluna yüklenen hilafet misyonuna ilişkin şu ayet de, bu gayenin dünyayı ilgilendiren boyutunun delilini oluşturmaktadır: “Hatırla ki Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dedi.”[4] Buradan hareketle anlıyoruz ki Kur’ân, insana, varoluş gayesi olan mutluluğu elde etmesi için yönelttiği direktifler aracılığıyla neticede mutlu olacağı bir ümran, bir medeniyet perspektifi sunmaktadır.
Bu konumundan dolayıdır ki, “Kur’ân, ilk kuşak Müslümanlardan itibaren daha iyi anlaşılması için, araştırmalara, incelemelere, dolayısıyla akaitten tutun fıkha kadar çeşitli disiplinlere konu yapılmıştır. Elbette bu çalışmaları yapanlar, disiplinler arasındaki organik bağların da farkındaydılar. Kur’ân’ın her bir disipline malzeme oluşturan metinleri, bir bütün olarak bir perspektif kazandırmayı da amaçladığının bilincindeydiler.”[5] Geçmişin görkemli İslâm medeniyeti bu bilincin ürünüdür. Nitekim bu perspektif, bugün eğer İslâm medeniyeti diye bir olgudan söz ediyorsak, onun ana dinamiğini oluşturmaktadır. Günümüzde yeniden Kur’ân’a dönüşün büyük bir coşkuyla yaşandığı bu süreçte, Kur’ân’ın bu medeniyet kurucu perspektifinin üzerinde durularak etkin hâle getirilmesi çabası bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır.
Kur’ân’ın, tarih süreci içinde İslâm ümmetiyle temas hâlinde olan belli başlı toplumlar için de son derece önemli olduğu ayrı bir gerçektir. Çünkü bir insanın sergilediği hareketleri anlamak, gelecekte atması muhtemel adımları önceden kestirebilmek, dahası medeniyet ufkunu çözümlemek için onun zihninin çalışma şeklini anlamak gerekir. Zihni şekillendiren düşüncedir. “Zihinde üretilen dünya tasavvuru da belli bir ruh hâli içinde vücut bulur.”[6]
Bu bakımdan İslâm ümmetiyle temas hâlinde olan toplumlar, ümmetin zihnini şekillendiren düşünce kaynağı olan Kur’ân’ı, en az bizim kadar önemserler. Hatta bugün Müslümanların detaylara boğulup vakit kaybetmelerini, buna karşılık İslâm karşıtı odakların, Müslümanların ana gayeyi göz ardı etmeleri için yoğun bir çaba içinde olmalarını göz önünde bulundurursak, Kur’ân’ın önemini bizden daha iyi kavradıklarını dahi söyleyebiliriz. Bu, ümmetin hâlihazırdaki adımlarını anlamaları, gelecekte atması muhtemel adımları kestirmeleri için zaruri bir duruştur onlar açısından. Sözünü ettiğimiz bu toplumların Kur’ân’a dair çalışmaları da hatırı sayılır bir yekûn tutmaktadır.
Kur’ân’ın Müslümanlar açısından önemini kavrayan bu odakların, bir ikinci aşama olarak Müslümanlar ile Kur’ân arasında iletişim kopukluğu meydana getirme yönünde yoğun çaba sarf ettiklerini ve günümüz Müslümanlarının durumunu göz önünde bulundurursak, bu alanda büyük mesafe kat ettiklerini söylemek durumundayız.
Kur’ân’ın Müslümanlar için ne anlam ifade ettiğini bilen bu güçler, Müslümanları bu en büyük motivasyon kaynağından yoksun bırakmak için ellerindeki her imkânı kullanmaktadırlar. Kur’ân’ın çeşitli disiplinlere malzeme oluşturan direktifleri, açıklamaları, emir ve yasakları özellikle günümüzde bütün ayrıntılarıyla bilindiği hâlde, ümmete yüklenen insanlığa önderlik etme misyonu[7] açısından herhangi bir varlık gösterememesi, sözünü ettiğimiz medeniyet vizyonunun, Kur’ân’ın disiplinlere kaynaklık oluşturan direktiflerinin bir bütün olarak kazandırmayı amaçladığı perspektifin doğru algılanamamasından, diğer bir ifadeyle Kur’ân’ın amacının gözden kaçırılmasından kaynaklanmaktadır.
Kur’ân’ın ümmet için ifade ettiği önemi bilen odaklar da Müslümanların detaylara boğulup bu evrensel perspektifi görememeleri için suni gündemlerle Müslümanları asıl misyonlarından uzaklaştırmaktadırlar.
Kur’ân’ın, yukarıda işaret ettiğimiz gibi müminlerin kimliğini, kişiliğini, bireysel ve sosyal hayatını şekillendirdiği öğretileri, indiği günden itibaren Müslümanların ilmî çalışmalarının, araştırmalarının konusu olmuştur. Bu hususta gerek Şia uleması, gerekse Ehlisünnet uleması tarafından meydana getirilmiş muazzam bir kültürel miras var elimizde. Dolayısıyla bugün yapmamız gereken şey, bu kültürel mirasın bir bütün olarak hedeflediği medeniyet perspektifinin işlevsel kılınmasıdır. Eldeki malzemeden hareketle eksikliğini her alanda hissettiğimiz medeniyet kurucu o ruhun etkin kılınmasıdır.
Bu makalemizde Kur’ân’ın, çeşitli disiplinlere konu olan öğretilerinin bir bütün olarak bize kazandırmayı amaçladığı perspektif bağlamında, Merhum Allâme Tabatabaî’nin, tefsir ilminde, birçok âlimin tanıklığıyla[8] çığır açan muazzam tefsiri el-Mizan’ı ve bu tefsirin medeniyet kurucu perspektife katkılarını anlatacağız.
Bu konuya geçmeden önce, el-Mizan’la ilgili değerlendirmelerimizin daha iyi anlaşılması için bir hususa değinmek gerekir:
“Amaçlanan her hedefin, arzulanan her mutluluğun kendine özgü bir yolu vardır; onlara ancak bu özel yollarla ulaşılır. Eğer onlara, evrensel düzenin alışık olduğu sebeplerin dışındaki yolla ulaşmak istenirse, bu, sebeplerin işlevsizleşmesi ve yolların iptali anlamına gelir. Sebeplerin işlevsizliği ve yolların iptali ise, bunlarla ilintili tüm sebep ve ilgilerin, bağıntıların ifsadı demektir.”[9] Kur’ân’ın, insanın mutluluğunu amaçlayan medeniyet kurucu vizyonunun işlevsel hâle gelmesinin de araç ve amaçla uyumlu bir yolunun olması, evrensel varlık sisteminin kaçınılmaz bir gereğidir.
Kur’ân’ın medeniyet kurucu mesajının geçmişte bizim hayatımıza nüfuz edişi iki aşamada gerçekleşmiştir: Birincisi tenzil[10] aşamasıdır. Kur’ân’ın Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığıyla Resulullah’a (s.a.a) vahyedilmesi ve uygulamaya konulması. İkincisi ise tevil aşamasıdır. Bu da Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra, gerçekleşen yeni durumla Kur’ân arasındaki irtibatın kurulmasıdır. Tenzilin hayata aktarılması görevi Resul’e, Resul’ün kurumsallaştırdığı medeniyet perspektifinin yeni durumlara göre yeniden yorumlanması, güncellenmesi görevi ise, ilimde derinleşenlere verilmiştir. “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur’ân’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler de…”[11]
“Resulullah’ın, Hz. Ali’ye: “Ben Kur’ân’ın tenzili için savaştım. Sen ise tevili için savaşacaksın”[12] dediği rivayet edilmiştir. Kur’ân’ın medeniyet kurucu perspektifinin insanlığın hayatına yansımasının sözünü ettiğimiz bu iki aşamasına yönelik bir işarettir bu rivayet. İlimde derinleşenleri temsilen Ali (a.s), Müslümanlar tarafından atılan adımların ve karşılarına çıkan yeni durumların İslâm medeniyetinin ilk kaynağı olan Kur’ân’a uygunluğunun sağlanması gibi bir misyona sahipti. Resulullah’ın (s.a.a) bu sözü, kendisinden sonra Kur’ân’ın insan hayatına aktarımında izlenecek yolu, sahip olunacak perspektifi de göstermektedir. Dolayısıyla Sekaleyn Hadisi’ni[13] ve bu hadis çerçevesinde Ehlibeyt’e yüklenen tarihsel misyonu bu gözle ele almakta yarar vardır. Kanaatime göre, Sekaleyn Hadisi, Kur’ân’ın gayesi olan evrensel medeniyetin sağlıklı bir şekilde kurulması için tenzil ile tevilin ayrılmazlığını vurgulamaktadır.
Bugün tarihin bu sürecinde Kur’ân’la ilişkimiz açısından, tabir aşaması diyebileceğimiz bir üçüncü aşamayla karşı karşıya bulunuyoruz. Ve el-Mizan tefsiri; Kur’ân’ı, bizim hayatımızda tarihsel rolünü oynaması için, Nebevî tenzil ve Alevî tevil süzgecinden geçirerek bugüne, deyim yerindeyse, tabir etmek gibi üzerinde durulması gereken çok önemli bir işlev üstlenmektedir.
el-Mizan yönteminin bütün olarak göz önünde bulundurulması durumunda, Hz. Ali’nin, dolayısıyla Ehlibeyt’in, yani ilimde derinleşenlerin omuzlarına yüklenen tevil misyonunun, bir yandan tenzilin yeni gelişmelere sahih bir biçimde aktarılması, tatbik edilmesi için, öbür yandan ortaya çıkan yeni durum ve gelişmelerin, ilk örnekliğini oluşturan Kur’ân’la irtibatının kurulması için İslâm medeniyetinin sahih bir yöntemi olarak belirginleşir. Bilindiği gibi tevil, sözlükte “bir şeyin ilk örneğine döndürülmesi”[14] demektir. Yani Ali (a.s), Müslümanların, Resulullah’tan (s.a.a) sonra karşılaştıkları yeni durum muvacehesinde Kur’ân’la irtibatlarının kopmaması için, diğer bir ifadeyle Kur’ân’ın insanlık hayatına sahih bir yöntemle nüfuz etmesi için mücadele etmekle görevlendirilmişti. Tarihin akışı içinde bu yöntemin, Müslümanların geneli açısından hangi ölçülerde uygulandığı veya bu bağlamda ne tür aksaklıkların, eksikliklerin bulunduğu ayrı bir konudur.[15]Ama ilimde derinleşenlerin her devirde böyle bir görevi ifa etmekle yükümlü oldukları anlaşılmaktadır.
el-Mizan’da gördüğümüz şey, Allâme Tabatabaî’nin, bu sahih süreci izleyerek Kur’ân’ın bugüne bakan yönünü ortaya çıkarmaya çalışmasıdır.
Kur’ân’ın medeniyet kurucu perspektifini yakalayan Tabatabaî, bunun yukarıda işaret ettiğimiz sürecin izlenerek gerçekleşmesinin de bir zorunluluk olduğunun farkındaydı. Bir bütün olarak el-Mizan’ı ele alacak olursak, bu Nebevî tenzil ve Alevî tevil aşamalarından geçirilmiş metinlerin zamanın bu yakasına aktarılması çabasını gözlemliyoruz. Tabir kelimesi, sözlükte “bir hâlden başka bir hâle geçmek” anlamına gelen “el-abr” kökünden türemiştir. “Nehrin bir yakasından öbür yakasına geçmek” de bu kelimenin anlamlarındandır.[16] Dolayısıyla el-Mizan; Kur’ân’ın zihinleri ve hayatı inşa edici mesajının, tarihin bir dönemine özgü olmaktan kurtarılıp bütün zamanların medeniyet kurucu ruhu olduğunun kanıtlanması çabasından ibarettir.
Allah’ın, evrene hükmeden kevnî kanunları ile Kur’ân metninin kapsadığı münzel kanunları birlikte kullanarak vahiy perspektifini bugünün dinamik mesajı hâline getirmek isteyen, diğer bir ifadeyle zamanın öbür yakasındaki hakikati bu yakasına tabir ederek işlerlik kazandırma çabasını sergileyen Tabatabaî, yönteminin sahih olmasından, yani Nebevî tenzil ve Alevî tevil çizgisini izlemesinden dolayı başarılı sonuçlara ulaşmıştır.
Kur’ân’ın deyimiyle “eve kapısından giren”[17] ya da Resulullah’ın tanımlamasıyla, ilim şehrine “ilmin kapısından” giren Allâme Tabatabaî, “Kur’ân en doğru olana iletir”[18] ilâhî buyruğunun gerçekliğini en çarpıcı şekliyle gözler önüne sermiştir.
Tefsiru’l-Mizan’ı genel olarak şekillendiren düşünsel ve tarihsel arka plânı, Allâme’nin, tefsirini yazarken dayandığı ve kendisine yön veren, metodunun ana maddesini oluşturan çizgiyi bu şekilde özetledikten sonra, bu tefsirin, Kur’ân’ın günümüze doğru aktarılmasında ve anlaşılmasında hangi alanlara ve disiplinlere, dahası Kur’ân’ın medeniyet kurucu perspektifine ne tür katkılar sunduğunu özetlemek istiyoruz.[19]
Takdir edersiniz ki, el-Mizan’ı bütün yönleriyle ele almak bir makalenin sınırlarını aşan bir çalışmayı gerektirir. Biz de genel ve özet bir değerlendirmeyle bu değerli tefsirin İslâm dünyasında hak ettiği ilgiyi görmesi, Kur’ân’ın medeniyet perspektifinin belirginleşmesi amacına yönelik olarak vardığı sonuçların anlaşılması temennisiyle bazı hususlara değinmekle yetiniyoruz.
Aslında Kur’ân perspektifini doğru anlamak ve günümüzde işlerlik kazandırmak hususunda el-Mizan’ın ne söylediğinden çok, nasıl ve niçin söylediği önem kazanmaktadır. Biz, el-Mizan’ı ortaya çıkaran ana gayeyi önemsiyoruz. O da, Kur’ân’ın bütün zamanlara şamil evrensel bir mesaj olduğunun lafta değil, pratikte kanıtlanan bir hakikat olduğunun gözler önüne serilmiş olmasıdır.
Bir el-Mizan tanıtımı; müellifin tefsir metodunu, delilleri kullanma ve delillerden sonuçlar çıkarma yöntemini, materyali ana amaca yönelik olarak değerlendirme biçimini, olayların kronolojik dökümünü ve nasslarla bağlantılarını ortaya çıkarma tarzını, bunların tümünde diğer müfessirlerle örtüştüğü veya ayrıştığı noktaları bütün detaylarıyla ele almayı gerektirir. Ama bizim amacımız bu değildir. Bizim amacımız, Kur’ân’ın içerdiği hükümlerin, emir ve yasakların, ilâhî direktiflerin bir medeniyet binasının tuğlaları gibi işlerlik kazanmaları için gerekli olan medeniyet vizyonunun netleşmesinde el-Mizan tefsirinin katkılarını özetlemektir.
Dolayısıyla burada el-Mizan tefsiriyle ilgili can alıcı noktaları sunmaya çalışacağız.
Bu noktadan itibaren en sonunda söylenmesi gereken sözü başta söyleyelim: el-Mizan, Kur’ân’ın evrensel medeniyet perspektifinin peşinde olması nedeniyle her bakımdan farklı bir tefsirdir. Özellikle:
Kur’ân’ı Kur’ânla tefsir etmek bakımından farklıdır ve Kur’ân’ın işaret ettiğimiz perspektifini, medeniyete ruh veren mesajını zihinlerde uyandırması hususunda son derece başarılıdır.
el-Mizan’da herhangi bir ayet üzerinde durulurken, bir anda kendinizi sureler arasında bir gezintiye çıkmış gibi hissedersiniz. Birbiriyle ilgilisiz gibi ayrı yerlerde duran ayetlerin, aynı hedefe yönelik olduğunu hayretler içerisinde izlersiniz. Aynı ayetlerin bu sefer başka bir yerde başka bir bağlamda ilâhî-irfanî bir amacı gerçekleştiren işçiler gibi hayatı onarma ameliyesine bir başka zaviyeden giriştiklerini görebilirsiniz. Çünkü onları gaybî bir el, akıllara durgunluk veren bir maharetle yönlendirmektedir ve el-Mizan yazarı bu ilâhî kaynaktan ustaca yararlanma becerisini övgüye değer bir yetkinlikte gösterir. Hz. Ali’nin Kur’ân’a ilişkin şu değerlendirmesinin kelimenin tam anlamıyla hakkını verir:
“Kur’ân’ın bir kısmı bir kısmıyla konuşur, bir kısmı diğer kısmının hitaplarına tanıklık eder.”[20]
Bu bize, objeler dünyasındaki herhangi bir varlığın çok yönlülüğünü, zamana ve zemine göre yeni konumlar alışını, yeni anlamlar kazanmasını, hiçbir objenin tek bir tarif ve tek bir konumla sınırlandırılamayacağını hatırlatır.
Rivayetler bölümüne geldiğinizde, kendinizi Ehlisünnet ve Şia kaynakları arasında bir kuyumcu hassasiyetiyle mücevher arayan bir hazık edasıyla sonsuz hazlar ikliminde geziniyor göreceksiniz. Mücevherin bulunduğu yer önemli değildir; mücevher, mücevher olduğu için önemlidir. Nerede olursa olsun, değerinden bir şey kaybetmez. el-Mizan yazarı bunun bilinciyle toplar Hz. Peygamber’in ve Ehlibeyt İmamları’nın dudaklarından dökülen sözleri… Onları Kur’ân’ın mihengine vurduktan sonra, mücevherlerinin sahte olmadığından emin bir kuyumcunun özgüveniyle vitrininde teşhir eder.
Kur’ân’ın hadisle tefsir edildiği bölümlerde, Kur’ân-hadis uyumunu bütün göz kamaştırıcılığıyla seyredebilirsiniz. Hadisin Sünnî veya Şiî menşeli olması, müellif açısından önemli değildir. Önemli olan, Kur’ân mesajıyla bağdaşıyor olmasıdır. İslâm’ın ilk döneminde takındıkları siyasal tavırlarını onaylamadığı birçok sahabenin sözlerini veya Peygamber’den aktardıkları hadisleri tereddütsüz kullanması, Tabatabaî objektifliğinde evrensel medeniyet vizyonunun peşinde bir âlime yakışır güzelliktir.[21]
Bu, tenzil sürecinde Resul’ün söz ve davranışlarının, herhangi bir zaman diliminde sergilenecek anlama çabaları açısından tayin edici bir öneme sahip olduğunun da ifadesidir.
el-Mizan yazarının nazarında, Kur’ân’ın anlaşılması amacına hizmet ettiği sürece kullanılmayacak materyal yoktur. Bunların başında da, sosyoloji ilmi gelir. İnsanlar arası ilişkiler, insan-hayat ilişkisi ve insan-evren ilişkisi, Kur’ân ayetlerinin çeşitli bağlamlarda irdelenişi esnasında birer ilâhî kanıt (ayet) işlevini görecek kaideler olarak belirginleşirler. Buradan hareketle insan-Allah ilişkisinin niteliği açıklığa kavuşturulur. Kur’ân’la sosyoloji yasaları arasında çelişki olmadığı gözler önüne serilir. Çünkü aynı kaynaktan gelirler; aynı kaynaktan gelen şeyler aynı karakteristik özelliklere sahip olurlar.
el-Mizan müellifine göre evrene, bu arada insanın istem dışı, gayriiradî hayatına egemen olan yasalar kevnî şeriat, Kur’ân’ın sunduğu yasalar da münzel şeriat konumundadır. Bu iki şeriatın buluşması, aynı anda işlevsel olması, insanın dünya ve ahirette mutlu olmasının, vahiy medeniyetinin kuruluş sürecine girilmesinin yegâne garantisidir. Bu yüzden el-Mizan perspektifinden bakıldığında, insanlar birer ayet, toplumsal kümeler birer sure ve topyekûn insanlık bir canlı Kur’ân mahiyetine bürünür. Münzel ayetler ile kevnî ayetler arasında çelişki olur mu? el-Mizan, her hangi bir çelişkinin olmadığını en somut kanıtlarıyla ortaya koyan bir eserdir. Kur’ânî münzel ayet ile insanî kevnî ayetin buluşma çabasının ürünü olarak belirginleşir el-Mizan…
el-Mizan zaviyesinde akıl, vahyin muhatabı, vahyin algılayanı ve anlamlandıranıdır. Bugüne kadar yaban mecralarda kendine yakışmayan davranışlar sergileyen ve varoluş gayesine aykırı sonuçlara ulaşan akıl ve onun evreni anlama çabasının bir ürünü olması gereken felsefe, asıl mecrasına girmenin coşkusunu yaşar. Metafizik bağlamda tek kelimeyle harikalar yaratır, teoriler geliştirir, uçsuz bucaksız evrenin semalarında özgürce kanat çırpar.
Tabatabaî, sadece felsefi argümanlar kullanmakla kalmaz, kendi filozofik dehasını da konuşturur; felsefî teoriler geliştirerek, yaygın felsefî kanaatlerden farklı sonuçlara ulaşır. Mesela insanın sosyal bir varlık olması kabulünü sorgular ve bunun altında yatan olgunun istihdam (başkasını -kendi hemcinsinden tutun ulaşabildiği tüm varlıklara kadar- kullanma dürtüsü) olduğunu tespit eder, böylece Kur’ân’ın öngördüğü medeniyetin kuruluşunda insanın oynayacağı kurucu rolün altını çizer. İnsan hayatından, insanın karakteristik özelliklerinden buna dair sağlam ve tartışılmaz kanıtlar bulmakta zorlanmaz.
Yeri geldikçe çağdaş müfessirlerle, zaman zaman ilk kuşak müfessirlerle polemiğe girer. Tatlı sert bir kavgaya tutuşur. Onları incitmeden, tahkir etmeden, küçümsemeden… el-Menar[22] yazarıyla aklî çıkarsamaların temellendirilmesi hususunda diyaloga girer. Okuyucuyu alır, Mefatih’ul-Gayb[23] satırları arasında Razi ile tartışır. el-Keşşaf[24] müellifinin gramatik çözümlemelerini bazen tek satırlık bir açıklamayla boşa çıkarır. Bazen sayfalar dolusu cevaplar verir. Her satırı okunduktan sonra şimdi hangi şaşırtıcı cevabı verecek diye merakınızı yenemez ve bir an önce o satırı da su gibi içmek istersiniz. Bu yaklaşımıyla da geleceğin medeniyetinin geçmişten kopuk olamayacağını gösterir.
Salt akıl değil, duygu da insan varlığının bir parçasıdır. Dolayısıyla insanın mistik eğilimlerinin de tatmin edilmeye ihtiyacı vardır. Kur’ân, bu amaca yönelik irfanî mesajlarla doludur. Metafizik boyuttan yoksun bir medeniyet düşünülemez. Vurgulamaya çalıştığımız gibi insanı mutlu etmeyi hedefleyen bir medeniyet perspektifi sunan Kur’ân’ın irfanî boyuttan yoksun olması mümkün değildir.
Bütün fenomenleriyle hayatı bir laboratuar gibi gören el-Mizan’da da bu alanın ihmal edilmiş olması, değerlendirilmemiş olması düşünülemezdi. Erbabına hitap eden ve metafizik anlamlar içeren metinlerin kabuğunu kırıp özüne, cevherine dokunur ve öz gerçekliğinizle yüz yüze gelirsiniz. el-Mizan, anlamlar ummanı hayata ayna tutmaktadır.
İslâmî inanç, ibadet ve muamelat alanında belirginleşen iki ana ekol olan Ehlisünnet ve Şia ekollerinin birikimlerini, argümanlarını bir tefsir çalışmasında ortak payda olan Kur’ân’ın anlaşılması amacına yönelik olarak kullanması bakımından dikkat çekicidir. Ve bu özelliğiyle, tek mektebe dayanan bir tefsir çalışmasında rastlanmayacak şekilde ufuk açıcıdır. Bu yönüyle de kurumsal geleneğin, medeniyet ruhundan soluk alması durumunda oluşum aşamasından tamamen farklı ortamlarda da işlevsel olabileceğini ifade eder.
Merhum Mutahhari’nin ifadesiyle “Ansiklopedik bir tefsir” olan el-Mizan, bu saydığım ve daha saymadığım birçok hususları aynı potada eritip, yepyeni değerler üreten bir tefsir olmak bakımından ilim dünyasına büyük kazanımlar sunmuştur.
Bu özellikleriyle, el-Mizan bir medeniyet projesi sunmaktadır, diyebiliriz. Kur’ân’ın hedeflediği evrensel medeniyetin ana dinamiklerini ortaya koymaktadır. Kur’ânî bir medeniyetin teorik ve pratik olarak hangi dinamiklere dayanmak durumunda olduğunu anlatmaktadır. Yeryüzünü imar ederken varlık âleminden istifade etmek için hangi yöntemi kullanıyorsak, medeniyet projesini belirlemek için Kur’ân’dan edineceğimiz perspektifi elde etmek için de aynı yöntemi kullanmak durumunda olduğumuzu vurgulamaktadır.
Özetleyecek olursak, el-Mizan’da ilmin; bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşmak olduğunun altı çizildikten sonra, yeryüzünün imarının da; yaratılışta sunulmuş yetenekler aracılığıyla mevcut varlıklardan terkip ve tahlil suretiyle yeni sonuçlara, yeni mevcutlara ulaşmak olduğu ifade edilerek, Kur’ân’ın medeniyet kurucu perspektifinin, onun direktiflerinin gerisindeki ruhu yakalamak olduğu belirtilir. Bir anlamda Kur’ân’da anlatılanlardan hareketle anlatılmayanların anlaşılması çabası, diğer bir ifadeyle Kur’ân metinlerinin terkip ve tahlile tâbi tutarak zaman ve zeminle uyumlu yeni ve işlevsel sonuçlara ulaşmanın ürünü olarak nitelendirebiliriz el-Mizan’ı.
Allâme’nin 20 ciltlik muazzam tefsirinin can alıcı mesjı şudur: Eğer bu perspektife sahip olursak, Kur’ân’ı sadece okuyan, okuduklarını tatbik eden, ama dünya ölçeğinde edilgen “ikinci sınıf” bir tasdik ümmeti olmanın ötesinde, insanlığa vizyon kazandıran şahit ümmet olma aşamasına ulaşabiliriz.
[1]– el-Mizan Fî Tefsiri’l-Kur’ân, Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabaî, Türkçeye tercüme eden: Vahdettin İnce, Kevser Yayınları, İstanbul
[2]– el-Mizan, c.7, s.68-69
[3]– Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ Suresi, 2
[4]– Kur’ân-ı Kerim, Bakara Suresi, 30
[5]– Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları (Kur’ân Monolog Mudur Diyalog Mudur?), Dr. Bilal Aybakan (Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi kapsamında sunulan tebliğ), 2000 İstanbul, s.289
[6]– age.
[7]– “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık” (Kur’ân-ı Kerim, Bakara Suresi, 143)
[8]– Daha geniş bilgi için bk. et-Tabatabaî ve Menhecuhu Fî Tefsirihi, Ali el-Evsî, Sazman-ı Tebligat-ı İslâmî, Tahran
[9]– el-Mizan, c.7, s.69
[10]– Kur’ân’ın Resulullah’a indirilmesi ile ilgili olarak biri “tenzil” biri de “inzal” olmak üzere n.z.l kökünden türemiş iki farklı mastar kullanılmaktadır. “et-Tenzil”; peyderpey, parça parça indirilişi ifade eder. “İnzal” ise, bir kerede indiriliş anlamına gelir. (bk. el-Müfredat, Ragıp İsfahanî, n.z.l. Md. s.799, Daru’l-Kalem, Şam) Bundan da anlaşılacağı gibi Kur’ân’ın, biri bir kerede topluca, biri de peyderpey olmak üzere iki kere indirildiği söylenebilir. Dolayısıyla Kur’ân’ın ramazan ayında (Kadir Gecesi) Levh-i Mahfuz’dan bir kerede (müfessirlerin farklı kanaatlerine göre) Resulullah’ın kalbine veya dünya semasına indirildiği anlaşılıyor. bk. el-Keşşaf, Zemahşerî, c.4,s.771; Tefsiru’n-Nesefî, Ebu’l-Berekat Abdullah en-Nesefî, c.4,s.370
[11]– Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân Suresi, 7
[12]– el-Menakıb, Harezmî, s.44; Yenabiu'l-Mevedde, s.223; el-İsabe, c.1, s.25; Kifayetu't-Talib, s.334; Muntehabu Kenzi'l-Ummal, c.5, s.36; İhkaku'l-Hakk, c.6, s.37
[13]– “Size iki ağırlıklı emanet bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve ehlibeytim. Onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız.” (Sünenü’l-Kübra, Nesaî, 5/45; Müsned-i Ahmed, 3/59, 3/14, 3/14, 3/26; Müstedrek-i Hâkim, 3/118)
[14]– el-Müfredat, Ragıp İsfahanî, e.v.l Md. s.99, Daru’l-Kalem, Şam
[15]– “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.” (Kur’ân-ı Kerim, Furkan Suresi, 30) ayeti, Peygamber’den sonra ümmetin, Kur’ân’ın içeriğini değil belki, ama Kur’ân’ın medeniyet kurucu ruhuna istenen ölçülerde sarılmadığını ifade etmektedir. Bununla beraber dost-düşman herkesin kabul edeceği bir İslâm medeniyeti gerçeği de var ortada. Bu da ilk kuşak Müslümanların, bütün eksikliklerine rağmen medeniyet perspektifini göz önünde bulundurduklarının bir göstergesidir. Nitekim kendisinden önceki halifeler “rasihun”u (tevil yetkisi verilen ilimde derinleşenleri) temsilen Ali’yi yanlarından ayırmamaları, karşılarına çıkan problemlerde onun açıklamaları doğrultusunda hareket etmeleri üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntıdır.
[16]– el-Müfredat, Ragıp İsfahanî, a.b.r Md. s.543
[17]– Kur’ân-ı Kerim, Bakara Suresi, 189
[18]– Kur’ân-ı Kerim, İsrâ Suresi, 9
[19]– Bundan sonraki kısım, daha önce tarafımızdan kaleme alınıp Kıble dergisinde yayınlanan el-Mizan’a dair bir tanıtım yazısından özetlenerek alınmıştır.
[20]– el-Mizan, c.12, s.202
[21]– el-Mizan, c.7 s.62
[22]– Tefsiru’l-Kur’âni’l-Hakîm (el-Menar), Muhammed Reşid Rıza
[23]– et-Tefsiru’l-Kebir (Mefatihu’l-Gayb), Fahruddin er-Razi
[24]– el-keşşaf An Hakaiki Gavamidi’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akavil Fî Vucuhi’t-Te’vil, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer b. Muhammed ez-Zemahşerî