Kur’an’ı Anlama Üzerine, Ayetullah Marifet İle Söyleşi
Ehli Beyt Öğretisi 4
Ayetullah Marifet, Ehl-i Beyt Mektebinin tefsir ve fıkıh alanında görüş sahibi alimlerdendir. Et-Temhid fi Ulumi’l-Kur’n adlı kitabı tefsir alanında yayınlanmış olan eserlerinden biridir.
SORU: İlk olarak, Kuran’ı anlamanın mümkün olup olmadığı konusu sormak istiyoruz. Daha sonra, Kuran’ı anlamanın ölçüsü nedir? Kuran’dan çıkardığımız anlam, elde ettiğimiz mana hangi ölçü ve esasa dayanarak muteber ve gerçekli sayılır?
AYETULLAH MARİFET: Kuran sözcüklerinin anlamı ve bu konudaki ölçünün ne olduğu önemli konulardandır. Elbette bu konuyu tartışanlar, sözü dini metinler üzerine götürüyorlar ama aslında bu genel bir mevzudur. Sorulan soru şu: Cümleler ve sözcükler hangi ölçü ve esasa göre anlam ifade etmektedirler? Yani çeşitli cümleler ve terkipler halinde söylenen sözcüklerin gerçekten ifade ettikleri bir mana söz konusu mu, yoksa onlara ana anlam yükleyen biz miyiz? Eğer bir sözcük bir anlamı ifade ediyorsa, hangi ölçüye göre o anlam bu sözcüğe ait sayılıyor? Siz, ben böyle anlıyorum derseniz, bu sizin anlama tarzınızdır ve görüşünüzdür, bir başkası da başka türlü anlayabilir. İnsanların sözcükler ve tabirlerden çıkardıkları anlam kendilerine bağlıdır.
Bu anlayış dini bilimler konusunda söz konusu olunca, alınan sonuç şu oluyor ki fakihlerin, müfessirlerin ve din bilginlerinin başından beri, bu güne dek hadisler, Kuran ve sünnet hakkında anladıkları, kendi düşünceleri ve anlayışlarıdır; dini metinlerin söylediklerini ifade etmiş sayılmazlar. Sözcüklerin ve kelimelerin anlamı konusunda belirli bir delil ve ölçü olmadığı için, çıkarılan anlamlar bu şahısların idrak ve anlama tarzına bağlıdır, anladıkları onların kendileri için geçerlidir. Bizim aynı sözcükleri daha farklı ve hatta elimizde bulunan araçlarla daha güzel ve kamil anlamamız mümkündür. Demek ki filan ayeti Merhum Tabersi şöyle açıklamış da bu açıklama iyidir veya Allame Hilli (r.a) falan fıkhî hükmü istinbat etmiş de bu yanlıştır demeyeceğiz ama bizim için bunların değeri nedir?
Bu konu burada bitmiyor. Bu sözlerin ortaya atılmasının asıl hedefi, dinden anlaşılan ve ortaya konulan anlam ve sonuçları tereddüt ve şüphe altında bırakmaktır. Vaziyet böyle olursa o zaman din alimlerinin bu güne dek halka öğrettiklerinin hepsi tereddüt altına girer. Sonuçta temiz bir kalbe sahip olan Müslüman bir genci, mevcut olan dini anlayışlar hakkında kötümser kılıp veya şüpheye düşürerek ardından istedikleri her şeyi din diye ona aşılayabilirler veya hiçbir şey vermez ve dinsiz hale getirirler. Çünkü hedef, bu güne kadar mevcut olan dini inançların temelini yıkmak ve bu inançlara karşı şüphe uyandırmaktır.
Tabii dini metinlerin her türlü yoruma açık olduğu sözü, Hıristiyanlık, Yahudilik ve benzeri dinlerin tahrif edilmiş metinleri konusunda yerinde ve doğru olabilir. Çünkü bu metinler gerçektende Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olanı ortaya koymuyorlardı. Kendilerinden bir şeyler çıkarıyorlar, sonra da kendi sözlerini Tevrat böyle diyor diye sunuyorlar. Bu yüzden Kur’an onlara şöyle diyor: “Deki Tevrat’ı getiriniz,” niçin Tevrat’ın kendisini ortaya koymuyorsunuz; bunlar sizin şahsi tahlillerinizdir. Onlar kasıtlı davranıyorlardı, yani gerçekten anladıklarını söylemiyorlardı. İstediklerini gizliyor, çıkarlarına uygun olanları açıklıyorlardı. Gerçeği apaçık ortaya koymuyorlardı. Bu yöntem henüz de devam etmektedir, dünyadaki Yahudi ve Hıristiyan din büyükleri bu davranış tarzını şimdi de sürdürüyorlar. Bu yüzden onların asıl kitapları kendi yanlarında gizlidir Ortaya koydukları ve halka sundukları bir takım tercümeler, açıklamalar ve yorumlardır. Asıl olan kaynakları ise göstermiyorlar.
Ancak İslam dininin asîl kaynakları el değmemiş vaziyette herkesin gözü önünde olduğundan bu durum İslam hakkında söz konusu değildir. Çünkü din hakkındaki yorum ve sözlerin doğruluk ve yanlışlık ölçüsü her insanın ulaşabileceği Kuran ve Sünnettir. Demek ki İslam dini hakkında bu tür tereddütlerin söz konusu olma ortamı oluşmuyor.
Şimdi konumuzun aslına dönelim. Konunun aslı şu ki, Kur’an’ın kelime ve sözcüklerinin anlamı konusunda ölçü ve esas nedir? Hangi esasa göre bu sözcükler bu anlamları taşımaktadırlar? Şahısların anladığıyla bir işimiz yok. Bu insanlar, hiçbir ölçünün olmadığını, sözcüklere bizim kendimizin anlam yüklemediğimizi ve anlamı sözcüklerden çıkarmadığımızı iddia etmek istiyorlar. Biz bu sözün gerçek olmadığını ve bir esasın söz konusu olduğunu savunmak istiyoruz. Ölçü nedir?
Hangi kanun ve kurala göre biz cümlelere, sözcüklere, terkiplere bir anlam yüklemekteyiz?
Cevap bir cümledir; ölçü “vâzı” yani halkın vazetmesi ve kararlaştırmasıdır. Çünkü sözcükler, kelimeler ve tabirler hep toplumsal vazetme ve kararlaştırma vasıtasıyla anlam ifade ederler. Çünkü insanlar başından beri toplumsal hayatın gerekliliğini anladılar. Bir arada toplu olarak yaşamak ise, birbiriyle anlaşıp, fikir alışverişinde bulunabilme imkanına bağlıdır. Yani insanlar birbirilerinin ihtiyacını gidermek için bir araya geldiklerinde birbirilerini anlayabilmeli ihtiyaçlarını anlatabilmeli ve başkalarının ihtiyacını öğrenebilmelidirler. Demek ki, insanların birbirini anlaması, topluca yaşamanın bir zorunluğudur.
Bu durumda beşer, fikir alış verişi için ihtiyacı olan sözcükleri icat etti. Her anlam için bir sözcük ve isim kararlaştırıldı. Sözcük ise bir sesten ibaretti. Kararlaştırdılar ki, faraza biz bundan sonra falan anlamı ifade etmek istediğimizde şu sesi kullanacağız. Örneğin birisi şu akıcı maddeyi anlatmaya çalıştığında “su” sesini çıkaracaktı. Bu sesi çıkarmak o şahsın o belirlenmiş anlamı kastettiğini gösterir. Genel olarak ihtiyaç duydukları bütün anlam ve manalar için bir sözcük koydular; her anlama ait bir sözcük oluşuverdi.
Tabi sözcüklerin kararlaştırılmış olması, vazedilmiş anlamlarının olması yanında bir de bütün dillerde geçerli olan ve akıl sahiplerinin ittifak ettiği bazı usuller ve kaideler vardır. Bu usullere “Usul-i Lafziyye” denilmektedir. Örneğin “Asaletul Hakikat” (yani aksini gösteren karine ve ortam olmadıkça lafın gerçek anlamının murat oluşu). Örneğin size birisi “Ormanda bir aslan gördüm” dediği vakit, siz onun insan kalabalığı içersinde aslan gibi cesur bir insan gördüğünü düşünmezsiniz. Gerçi bu anlamın da kastedilme ihtimali var ama siz belirtilen hakiki anlamın esas ve asıl alınışı kaidesi gereği aksine delil ve gerekçe olmadıkça bu cümleyi olduğu gibi anlamalısınız. Bu kaideye benzer başka kaideler de vardır; “unutmamış olma ilkesi” (yani konuşan kimsenin sözün bir kısmını unuttuğu ihtimali olsa da aksine delil ve gerekçe olmadıkça onu unutmamış sayarız), “zuhur ilkesi” (yani konuşan kimsenin aksine delil ve gerekçe olmadıkça sözünü normalde anlaşılan anlama yorup onun başka bir kastı olduğunu düşünmemek).
Demek ki sözcüklere zorla anlam yüklemiyoruz, onlardan kendi istediğimiz anlamı çıkarmıyoruz. Hayır! Bir insan aklı başındaysa, sözcük için kararlaştırılmış anlamı da biliyorsa ve söylenilen usul ve esaslara da uyarsa, sözcükten herkesin çıkardığı anlamı çıkaracaktır. Akıl sahiplerinin koydukları kuralların gereği her sözcüğün bir anlamı vardır ve bunun yanında bir takım kurallar, esaslar söz konusudur. Tabi bir lafzın gerçek anlamının değil de mecazî anlamının murat edildiği ve buna bir karine olduğu zaman artık o asıl ve kaide geçerli olmaz ve lafzın mecazî anlamı geçerli kabul edilecektir. Yani söylenilen usullerin geçerliliği mümkün olduğu yerde ve konumda söz konusudur. Söylenenlerden anlaşılıyor ki her şeyin bir ölçüsü, mizanı vardır. İhtilaf baş gösteriyorsa, bu sizin ölçü ve kaideleri doğru ve yerinde kullanmamanızdan kaynaklanmıştır. Örneğin birisi sözcük için konulmuş kararlaştırılmış anlamı iyi biliyor, birisi iyi bilmiyor. İşte bu, sözcüğün anlam vermede ölçüsüz olduğunu göstermez; tersine insanlığın yaşamı, başından bu yana sözcüklerin belli ölçü ve kaideler çerçevesinde anlam vermesi üzere sürüp gelmiştir.
EHLİBEYT ÖĞRETİSİ: Acaba Kuran-ı Kerim’de de sözcüklerin bir anlamı ifade etmesi ölçü, söz konusu ilke ve kuralların çerçevesinde mi gerçekleşir; yoksa Kuran’ın kendine has bir dili mi vardır?
AYETULLAH MARİFET: Kuran apaçık buyuruyor ki: “Biz kendi kavminin dilinden başka bir dille hiçbir peygamber göndermedik”… Her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlar öğüt alsınlar, amel etsinler ve kabullensinler. “Kendi kavminin lisanıyla” yani her peygamberi kendi kavminin dilinin kuralları ve usulü ile konuşan kimselerden seçtik. Bütün peygamberler kavimlerinin üslubuna uygun konuşmakla vazifelendirilmişlerdir. Aksi taktirde hedefsizlik ve anlamsızlık söz konusu olacaktır. Çünkü bu durumda öğüt alma ve peygamberden etkilenme gerçekleşmeyecektir. Demek ki peygamberlerin birinci vazifesi, kendi halklarının dilinin kaide kurallarını ve o toplumda, o muhitteki anlatım kurallarını bilmesi ve uygulamasıdır. Böylece Allah(c.c.)’tan aldıkları mesajı halka anlatabilirler ve halk da bu yolla onları anlayıp, dediklerini yerine getirebilirler. Bu söylediklerimize göre, dinin dili özel bir dildir, anlaşılamaz bir dildir, iddiası Kuran’ın apaçık ifadesiyle ters düşmektedir, akla ve hikmete de uymaz.
Örneğin siz bir kimsenin yazdığı bir cümleyi neye dayanarak tercüme ediyorsunuz, açıklıyorsunuz? Belli ki, onun, dikkatli ve aklı başında olduğu ve anlatım kurallarına uyduğunu düşünerek bu işi yapacaksınız. Özellikle o şahıs yüksek bir bilinç ve hikmet sahibi biriyse, hikmet sahibinin kaide ve usullere daha çok dikkat ederek hedefine ulaşmaya çalıştığını düşünürsünüz.
Buna göre bazılarının, dinin dili herkes için anlaşılabilir bir dil değil, demeleri çok yanlış bir sözdür. Dinin dili örfün diliyle aynıdır. Sadece İslam dini de değil, bütün semavî dinler böyledir. Peygamberler halka kendi dilleriyle konuşmak için geldiler. Rivayette “Kuran’ı muhatabı olan anlar” denilmişse, maksat halkın kendisidir. Çünkü Kuran sözü anlayanlarla konuşmuştur. Dinin dili anlaşılabilir bir dildir. Dinin dilini anlamak için söz konusu olan ölçü, örfün ve halkın dilini anlamak için geçerli olan ölçünün aynısıdır; başka bir yöntem söz konusu değildir.
EHLİ BEYT ÖĞRETİSİ: Neden Kuran müfessirleri bazı ayetlerin tefsirinde ihtilafa düşmekteler veya fakihler fıkhî hükümlerin ispatı ve istinbatı konusunda farklı düşünüyorlar?
AYETULLAH MARİFET: Müfessirlerin bazı ayetlerin tefsirinde ihtilaflı olmaları ya da müçtehitlerin içtihatlarının farklı olmsı doğaldır. Çünkü bütün bilim adamlarının çeşitli bilim dallarında aynı görüşe sahip olmaları beklenemez. Tabii olarak görüş farklılığı bütün bilimlerde mevcuttur. Matematiksel bilimlerde bile ki en zabıtalı bilim dalıdır yine görüş farklılığı söz konusudur. Sırf, alimler ihtilafa düşüyorlar diye, ortada herhangi bir gerçeğin olmadığı, hakikatin nisbi ve göreli olduğu, alimlerin anladıkları şeylerin kendilerinden olup dinin kendisiyle alakası olmadığı düşünülemez. Müfessirler ve fakihler dini anlama uzmanlarıdırlar ancak, “Gökten yağmur yağdırır da alabildikleri miktarda akar vadilere…” ayetinden de anlaşıldığı üzere kabiliyeti, istidadı daha çok olan, gerekli ön hazırlıklar yapan kimseler Kuran’ı veya hadisleri daha iyi, daha sağlam ve daha çok anlayabilirler. Bu farklılıkların kaynağı, sabit bir hakikatin olmayışı ve gerçeğin nisbi oluşu değildir.
Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Ehli Beyt mektebi “muhattia” dır. “Muhattia’’nın mantığı şudur ki, hakikat birdir, ama bu bir olan hakikate ulaşmakta ihtilaf ortaya çıkabilir. Bu yüzden, farklı görüşlerden birisi gerçeğe ulaşamamıştır veya bazen her iki görüş de gerçekten uzak düşmüş olabilir. Ama bazı mektepler “Musavvibe” dirler ki her kim idrak gücü gereği bir şey anladıysa hakikat odur demektedirler. Fakat ben bu sözü Ehl-i Sünnet’in de demiş olacağına inanmıyorum.
Şunu da belirtmek gerekir ki Kuran’ın dili genel örfün diliyle aynıdır, özel bir dili yoktur, ancak Kuran’ın ve şeriatın kendine has terimleri vardır. Bunu inkar etmiyoruz. Fakat bu terimlerin kendisi biraz değiştirilmiş olarak örften alınmıştır, sadece biraz değiştirilmiş olarak. Bu yüzden bu terimler de yine umumî ve genel örfün dışında sayılmazlar. Açık örneği “Hac” “Zekat” ve “Salat” (namaz) ve benzeri terimlerdir. Bu terimler genel örften alınmış ve aynı örfteki anlamlarını da korumuşlardır. Ne var ki o örfteki anlamlarına bazı şart ve kayıtlar eklenmiştir. İşte bu eklemeler onları “özel” örf terimine çevirmektedir. Bu yüzden, Kuran’ın ve şeriatın dilini, muhatabı genel halk olduğu için, genel örfün dili olarak bilmekle beraber aynı zamanda Kuran’a ve şeriata ait olan ve örften alınmış terimlerin mevcut olduğunu kabullenmemizde bir tezat ortaya çıkmaz. [Şu açıklamayı yapmamızda fayda vardır ki: Arapça’da ve halkın dilinde hac (bir yeri kastetmek ve bir yere doğru yolculuğa çıkmak), salat (dua), siyam (sakınmak, kendini engellemek) bilinen kelimelerdir. İslam dini bu kelimelere bilinen anlamının dışında bir takım anlamlar yüklemiş ve örneğin “hac” kelimesinin belli bir şekilde yapılan ibadet için ad olarak seçmiştir.]
Tabi yine örfün kendisi bu tür yerleri teşhis edebiliyor ve ayetlerde, dinde bahsedilen “hacc”ın, “savm”ın özel bir anlam taşıyor olabileceğini sezip bunu peygambere soruyor: Hac nasıl yapılır? Salat nasıl yerine getirilir? Peygamber (s.a.a) de, buna bakarak bunları öğrenin buyuruyor.
Sonuçta bu tür özel terimler örfte bilinmesine rağmen, örfün kendisi bu terimlerin özel bir anlam taşıdığını sezebiliyor, terimlerin değişikliğe uğradığını anlıyor. Bu yüzden de o değişikliğin, azaltma ve eklemenin peşine gidiyor. Demek ki sonuç olarak söyleyebiliriz ki, Kuran’ın dili umumî örfün ve halkın dilidir ve bunun özel terimlerin mevcut olmasıyla çelişkisi yoktur.
SORU: Bu konuyla Kuran’ın zahiri ve batını olması arasında bir alaka var mıdır? Esasen Kuran’ın zahiri ve batını olması ne anlam taşıyor?
AYETULLAH MARİFET: Bakınız, Ebu Basir İmam Bakır (a.s)’dan Peygamber efendimiz (s.a.a)’in “Kuran’da hiçbir ayet yoktur, meğer ki zahiri ve batını olmasın” cümlesinin anlamını soruyor. İmam Bakır (a.s) şöyle buyuruyor: “Zahiri tenzili (nazil olmak) dir.” Yani ayetin zahiri, ayetin sözcükleri ve tabirlerinden anlaşılan anlamdır. Bu anlam, ayetlerin nüzul şanı derecesinde anlaşılan düzeydeki ifadesidir. Sonra imam buyuruyor: “Batını tevilidir.” Yani ayetin derininde ve gerçeğinde bulunan mesaj onun batınıdır. Ayetin dış özelliklerini anlamanın yanı sıra, onun gerçeğini ve asıl maksadını, asıl hedefi olan şeyi anlamak gerekir. Bu yüzdendir ki İmam Bakır (a.s), eğer Kuran’ın zahiriyle ve nüzul şanıyla yetinmek doğru olsa Kuran bugün ölmüş olurdu buyuruyor. Halbuki bu Kuran yaşıyor ve ebedidir, her kes için her yerde ve her zaman var olacaktır.
İlginç olan şu ki İmam, Kuran’ı güneşe ve aya benzetip, güneşle ay aydınlatıcılıklarını sürdürdükleri gibi Kuran’da aydınlatıcılığını sürdürür, buyuruyor. Bu benzetmede çok dakik ve zarif bir nokta yatmaktadır. Çünkü Peygamber (s.a.a) de Kuran hakkında şöyle buyuruyor: “Onun acayiplikleri bitmez ve gariplikleri eksilmez” Acaiplikleri bitmez, yani her ne kadar Kuran üzerinde durulsa ve derinliklerine inilse görülecektir ki insanı şaşırtan, insana heyecan veren noktalar ve anlamlar keşfediliyor. Gariplikler de yenilik ve önceden görülmemiş şeyler demektir. Yani Kuran’ın getirdiği şeyler hep yeni kalıp eskimezler. İmam Bakır (a.s) Kuran’ı güneşe ve aya benzetmiştir. Güneş varlığından kaç milyon yıl geçmesine rağmen her sabah doğduğunda taptazedir. Bugün doğan güneş dün doğan güneş kadar taze ve parlaktır ve onun kadar da yeni. Yarın da aynı doğacak, sonraki günler de. Kuran da böyledir, onun mesajları öyle bir şekilde düzenlenmiştir ki, her zaman için yepyeni bir düstur mahiyetindedir. İnsanlık toplumu ve İslam toplumu her olay için Kuran’daki bir ayete yöneldiğinde, bu ayetin hemen şimdi ve sırf bu olay için nazil olduğunu zanneder. Bu Kuran’ın özelliklerinden birisidir.
Demek ki, Peygamber (s.a.a) daha ilk baştan halkın dikkatini şu konuya çekmekteydi ki, Kuran’ın mesajı var; çeşitli münasebetlerle inen ayetlerin batınında ebedi mesajlar yatmaktadır. Onları bulabilmek gerekir ve Kuran’ın hakikati de bu mesajlardır.
Peygamber (s.a.a) bütün ayetlerin batını olduğunu buyurmuştur.
Sunulabilecek örneklerden birisi Hz. Musa (a.s)’ın sözüdür ki Allah’ın nimetlerine şükür olarak şöyle demişti: “Rabbim beni nimetlendirdiğin için mücrimlere kesin olarak arka olmayacağım.” Bu ayete dikkat edelim. Hz. Musa bünye ve fiziki yapı bakımından yetişkin güçlü bir gençti. Bu sözün delili de o Kıptî’yi vurduğunu anlatan “göğsüne bir yumruk indirdi de işini bitiriverdi” ayeti kerimesidir. Sanki o parmaklar demirdendi ve o bilek demirci balyozu idi. Vurunca Kıptî hemencecik düşüp ölmüştü. Çok büyük bir güç söz konusu. Hz. Musa (a.s)’ın kendisi de onun nasıl öldüğüne şaşırdı. Manevi olarak da “Ona Allah ilim, hikmet ve nübüvvet verdi.” Bunlar manevi nimetlerdir. Musa (a.s.) bu olağan üstü nimetlere sahipti. Hem maddi hem manevî nimetler verilmişti. Şimdi bu nimetlere şükretmek istiyor. Şükür ise sadece Elhamdülillah demek değildir. Musa (a.s) ilahi edeple edeplenmiş; şükrün ne olduğunu, nimetin şükrünün onun iyi yolda kullanılmasıyla gerçekleşeceğini biliyor. Nimeti yerinde kullanmamak nankörlüktür. Farz edin İslamî bir güç Allah’ın verdiği büyük bir nimettir. Bu nimetin şükrü onu birbirimizi ezmek üzere kullanmamaktır. Bu nankörlük ve küfran olur, nimeti bizden alır. Bu nimeti Allah, düşman karşısında birlik olmamız, dünya halkını İslam’a davet eden topluluk olalım diye vermiştir; birbirimizin şahsiyetini ayaklar altına almak için değil.
İşte Hz. Musa Allah’ım! Verdiğin nimetler karşılığında ben de zalimlerin tarafında olup onlara yardımcı olmayacağım diye taahhütte bulunuyor. Bana verdiğin gücü, akıl ve düşünceyi suiistimal etmeleri için zalimlerin hizmetine vermeyeceğim, toplumun saadet ve faydası için kullanacağım. Buraya kadarı ayetin zahiridir.
Biz şimdi bu kadarıyla yetinsek o zaman gerçekte Kuran, bir tarih kitabı olarak Musa (a.s.)’dan bir hikaye anlatmış, onun nasıl şükürde bulunduğunu bize bildirmiş olacaktır. Söylenilen bir tabire göre dinin anlatımları “tarihi” olacaktır. Yani o özel zaman parçası için geçerli olur. Tarih de ölmüşlerin hikayesi sayılır. Halbuki Kuran yaşayanların kitabı ve düsturudur, ölmüşlerin değil.
Demek ki bu hikayeyi anlatmanın hedefi bir mesaj vermektir. O mesaj şudur: Ey bilginler, bilim ve fen adamları! Siz ki bu ilahi nimete ulaştınız, sakın bu gücünüzü müstekbirlerin eline verme yolunu seçmeyin. Ey atomu yarıp onun içindeki harikulade gücü keşfeden adam! Neden onunla atom bombası yapıp Amerika’nın eline veriyorsun da Japonya halkının katledilmesine sebep oluyorsun?!
Demek ki bu ayet, bu mesajı bütün dünya bilginlerine iletmektedir. Bizim Kuran’ın batını diye peşinde koştuğumuz da budur. Kuran’ın her ayetinin batını ve zahiri var diyen hadiste de batın denilen şey budur.
Sonuçta Kuran’ın dilinin genel örf dili olduğunu inkar etmiyoruz ve özel terimleri olduğunu da kabulleniyoruz. Bir de Kuran’ın zahirde görünenin ötesinde bulunan ve Kuran’ın, şeriatın asıl gerçeği olan hedefleri (mesajları) bulunduğu meselesi de önemli bir meseledir ki dikkat edilmesi gerekir. Esasen Kuran’ın batınını masumlardan başkası anlamaz sözü doğru bir söz değildir ve delilsizdir.
SORU: Öyleyse Kuran’ın tevilini Allah’tan ve “rasihun fil ilm” (ilim kalbine yerleşenler) den başkası bilmez denilirken maksat nedir?
AYETULLAH MARİFET: Kuran’ın kendisinde Yahudi alimleri hakkında “Ve onlardan ilimde rasih olanlar” diye söz edilmiştir. İlimde “rasih” olan, yani görünüşte alim olan değil de doğru ve hakiki alimler. Yani alim olan ve ilmi asalet ve sağlamlık sahibi olan kimse. Böyle bir kimse ilimde “rasih” (ilimde derinleşmiş)tir. İmam Sadık (a.s)’ın “biz ilimde rasih olanlarız” buyruğunun anlamı da şu ki, ilimde rasih olanların en üstün ve kamil örneği Peygamber (s.a.a) ve onun Ehlibeytidir. Fakat burada sınırlamaya inanıp Kuran’ın batınını anlamayı imamlar (a.s)’a mahsus bilenler, yükün altından kaçıyorlar, çünkü Kuran’ın mesajlarını çıkaramıyorlar. Kuran hakkındaki bilgileri tercüme düzeyinde olunca Kuran’ın batınını anlamak imamlara aittir, diyorlar.
Demek ki Kuran’ın hakikatlerini keşfetme kapısı kimseye kapalı değildir. Kuran’ın herkes için olmasının da anlamı budur. Yani Kuran’ın hakikatlerine ulaşma yolu herkese açıktır.
“Ettefsir ve El-müfessirun” adlı kitapta bu bir mevzu işlemişiz ve yazmışız ki Masum İmamlar (a.s.)’ın çok önemli bir rolleri vardı. Onlar bize Kuran’ı tefsir ve tevil etmek için gelmediler; onlar bize tefsir ve tevilin yolunu, yöntemini öğretmek için geldiler. Yani biz İmam Bakır ve İmam Sadık (a.s.)’ın kılavuzluğu ve öğrettiği yöntem sayesinde Kuran’ın gerçeklerine ulaşabiliriz. Bizim Kuran’ın zor meselelerini anlamamızın yolu ayetlerin batınında gizlidir. Onu elde etmenin de yolunu imamlarımız bize öğretmişlerdir ve onlar bizim öğretmenlerimizdirler. Bizim eli boş oturup ayetin tefsiri için İmam Sadık (a.s.)’ın ne dediğine bakmamız bir cefadır. Bu, vazifeden kaçmak ve Kuran’ı anlama yolunu halkın, hatta alim insanların yüzüne kapatmaktır. [1]
[1] -Ayetullah Marifetin Kur’an’ın tenzilinden başka tevilini anlamak da herkes için mümkündür görüşü Ehl-i Beyt mektebindeki genelde kabul edilen görüşe ters düşmektedir. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından gelen onlarca sahih hadis ve bizzat İslam tarihinin gerçeği Kur’an’ın batınını yani tevilini anlamanın tek yolunun vehbi ilimlerle donanmış olan kişilere yani Ehl-i Beyt’e müracaat etmek olduğunu göstermektedir.
Eğer Kur’an’ın zahir ve batınını anlamak herkes için mümkün olsaydı en büyük ilmi yetenek ve güce sahip ve hep Kur’an eksenli düşünmeğe çalışan İslam bilginleri arasında inanç ve ahkam vb. konularda bu kadar köklü ihtilaflar meydana gelmez, değişik fikri akımlar ve mektepler oluşmaz ve en azından temel konularda ihtilaf olmazdı.
Bu da gösteriyor ki Allah Teala’nın kesin iradesi ümmetin gerçek hidayeti bulma yönünden Kur’an’ın yanı sıra masum imamlara müracaat etmeğe taaluk etmiştir, onun için Peygamber (s.a.a) sahih ve mütevatir hadisinde Kur’an ve Ehl-i Beyt’e bir arada sarılmayı vasiyet ederek bu ikisinin birbirinden kıyamete kadar ayrılmayacağını vurgulamıştır. Bu yüzde Kur’an anlatım yöntemi bir ilahi hikmet gereği bizleri sürekli Ehl-i Beyt’e müracaat etmemizi gerekli kılacak şekildedir. Bu yüzden Ehl-i Beyt Öğretisi Dergisi olarak Sayın Marifet’in görüşüne katılmadığımızı açıklamakta yarar görüyoruz.