Kur’ânı Kerim veya Ebedî Mucize
Kesin ve tartışmasız tarih, Hz. Peygamber’in (s.a.a), davetini çeşitli mucizelerle söz konusu ettiğine tanıklık etmektedir. Fakat Hz. Resulullah (s.a.a), bu mucizeler arasından, özellikle birinin üzerinde -ki gerçekte bu, O hazretin ebedî mucizesidir- durmuştur: O da Kur’ânı Kerim’dir.
Hz. Resulullah (s.a.a) bu semavî kitapla peygamberliğini ilan ederek insanlara meydan okumuş, getirebilirlerse O’nun bir benzerini ve mislini getirmeye davet etmiştir. Kur’ânı Kerim açık bir şekilde meydan okumasına rağmen, hiç kimse biset asrında onun mislini getirememiştir. Bugün de, asırlar geçmesine rağmen Kur’ânı Kerim hâlâ meydan okuyarak şöyle buyuruyor:
Andolsun eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine O’nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar).[1]
Kur’ânı Kerim burada inanmayanlara meydan okuyarak diyor ki: Ey peygamber, de ki eğer getirebilirlerse Kur’ân gibi bir kitap getirsinler. Başka bir yerde bundan azıyla da yetinerek, “De ki, eğer getirebilirlerse Kur’ân sureleri gibi on sure, hatta bir tek sure getirsinler.” buyurmaktadır.
De ki: Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin.[2]
Onun gibi bir sure getirin.[3]
Biliyoruz ki, İslâm düşmanları, bu dinin ortaya çıkmasının üzerinden geçen 15 asır boyunca, İslâm’a darbe indirmek için ellerinden gelen hiçbir şeyi esirgemediler ve hatta Hz. Peygamberi sihirbazlık ve delilikle suçlamaktan da geri kalmadılar; ancak hiçbir zaman Kur’ânı Kerim’in meydan okumasına karşılık veremediler. Nitekim günümüzde de her tür-lü fikir, düşünce ve araç-gereçlere sahip olmalarına rağmen, Kur’ân’ın bu kesin ve açık meydan okumasına karşılık verecek güce sahip değillerdir ve bu da Kur’ânı Kerim’in insan sözü olmadığını göstermektedir.
Peygamber efendimizin (a.s), tarih ve hadis kitaplarında genişçe açıklanan çeşitli mucizeleri vardır. Fakat buna rağmen o hazretin bütün dönemlerde parlayan mucizesi Kur’ân-ı Kerim’dir. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) diğer peygamberlerin aksine böyle bir mucizeye sahip olmasının nedeni, onun dininin son ve ebedî din oluşudur. Ebedî dinin, bütün asırlarda tüm nesillere kesin bir delil olması için, insanların tarih boyunca kimseye müracaat etmeden doğrudan kendisine müracaat edebilecekleri ebedî bir mucizeye ihtiyaçları vardır.
Kur’ânı Kerim çeşitli açılardan mucizedir; burada bunların tümünden bahsetmemiz mümkün olmadığından bazılarına özetle değiniyoruz:
Kur’ânı Kerim’in indiği gün, Arap dünyasının, fesahat ve belâğat bilginlerinin dikkatini çeken ilk şey; tümüne fesahat ve belâğat denilen Kur’ânı Kerim’in kelimelerinin güzelliği, terkiblerinin yeniliği ve üstün anlamlara sahip olmasıydı. Bu özelliği, o günün (ve günümüzün) Arab’ı çok iyi bir şekilde görmekteydi. İşte bu nedenle Resuli Ekrem (s.a.a) sürekli Kur’ânı Kerim ayetleriyle meydan okuyarak, fesahat ve belâğat meydanının kahramanlarını Kur’ân karşısında saygıyla eğilmek zorunda bırakıyor; Kur’ân’ın yüceliği karşısında onların hayrette kalmasına ve onun beşer üstü bir şey olduğunu itiraf etmesine neden oluyordu.
Kureyş şairi ve fesahat hocası Velid b. Muğîre, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) birkaç ayet dinledikten sonra O’nun hakkında şunları dile getirdi:
Vallahi, şimdi Muhammed’den öyle bir söz dinledik ki, ne insanların ve ne de cinlerin sözüne benzer. Bu sözlerin özel bir tatlılığı ve güzelliği var. Onun sözlerinin dalları meyve dolu, kökleri bereketlidir; öyle yüce bir sözdür ki ondan üstün ve seçkin bir söz yoktur; yani kesinlikle onunla rekabet edilemez.[4]
Kur’ânı Kerim’in zahirî güzelliği ve manevî yüceliği karşısında saygıyla ta’zîm eden tek kişi Velid b. Muğîre değildir; Utbe b. Rabîa ve Tufeyl b. Amr gibi Arab’ın diğer fasihleri de Kur’ânı Kerim’in edebî açıdan mucize olduğunu itiraf edip O’nun karşısında acizliklerini dile getirmişlerdir. Elbette câhiliye dönemi Arabı, kültürel seviyesinin düşük olması nedeniyle Kur’ânı Kerim’in bu mucizevî yönü dışında bir şey anlamıyordu. Fakat İslâm dini, tıpkı bir güneş gibi, dünyanın dörtte birine ışık saçtığı dönemde, dünya düşünürleri gururlanarak ve titizlikle bu kitabın yüce ayetleri üzerinde akıl yormuşlar; onun edebî yönleri dışında, her biri tek başına kutsal âlemle bağlantılı olduğunu gösteren diğer boyutlarından da yararlanarak her asırda, onun sonsuz gerçeklerinden yepyeni noktalar öğrenmişlerdir. Bu durum bugün de hâlâ devam etmektedir…
Bir önceki ilkede, Kur’ânı Kerim’in edebî açıdan mucize olduğunu özetle açıkladık. Şimdi kısaca Kur’ânı Kerim’in diğer mucizevî boyutlarına değinelim. Kur’ânı Kerim’in edebî açıdan mucize oluşunu, sadece Arapça’da uzman olan kimseler anlasa da, onun diğer mucizevî boyutlarını Arap olmayanlar da anlayabilirler.
a) Kur’ânı Kerim’i getiren, okuma-yazması olmayan ümmî bir kişidir; ne okula gitmiş, ne öğretmen görmüş ve ne de bir tek kitap okumuştur. Nitekim buyuruyor ki:
(Ey Muhammed) sen bundan önce herhangi bir kitab okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı o zaman inkârcılar, (senin risaletinin hakkaniyetinden) kuşkulanırlardı.[5]
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) bu ayeti, kendisini yakından tanıyan halka okudu. Eğer o hazret okur-yazar olsaydı, tabii ki onun bu iddiasını yalanlarlardı ve eğer bazılarının onu, “(Kur’ân’ı) ona bir insan öğretiyor.”[6] diye suçladıklarını görüyorsak, bu da diğer iftiralar gibi tamamen temelsizdir; nitekim Kur’ânı Kerim bu iftirayı reddederek şöyle buyuruyor:
Biz onların “(Kur’ân’ı) ona bir insan öğretiyor.” dediklerini biliyoruz. Hak’tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a’cemi (yabancı, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir.[7]
b) Kur’ânı Kerim yirmi üç yıl içinde çeşitli şartlar altında (savaşta, barışta, seferde, vatanda ve…) Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından tilavet edilmiştir. Böyle bir konuşma, sahibinin sözlerinde bir nevi ikilik ve hatta birkaç yönlülük olmasını gerektirmektedir. Kitaplarını aynı şartlarda ve yazılarının birbiriyle uyumlu olmasını gözeterek yazan yazarların, çoğu zaman yazılarında ihtilaf ve uyumsuzluk gözetlenmektedir. O hâlde bir sözü tedricen, çeşitli durum ve şartlarda söyleyen kimselerin sözlerinde ihtilaf ve uyumsuzluğun olmaması mümkün müdür?!
Kur’ânı Kerim’in ilahiyat, tarih, teşri ve yasama, ahlâk ve tabiat gibi çeşitli konulardan bahsetmiş olması ve bu mecmuada içerik ve metot bakımından tepeden tırnağa en mükemmel insicam ve uyumluluğa sahip olması, gerçekten dikkat çekicidir. Kur’ânı Kerim’in bizzat kendisi bu mucizevî yönüne değinerek şöyle buyuruyor:
Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı.[8]
c) Kur’ânı Kerim, insanın sabit fıtratını dikkate alarak o esas üzerine yasama yapmıştır. Bu temel bakış sonucu, insanın ruhu ve hayatının bütün açılarına dikkat ederek hiçbir zaman eskimeyecek ve yok olmayacak temel ilkelere değinmiştir.
İslâm’ın genel kanunlarının özelliklerinden biri de, çeşitli şartlar altında ve farklı ortamlarda icra edilebilir oluşudur ve Müslümanlar dünyanın büyük bir bölümünü ele geçirdiklerinde, bu kanunlar sayesinde, asırlar boyu nice toplumları güç ve kudretle idare etmişlerdir. İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmaktadır:
Allah Teâlâ halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi kitabında indirmiş ve onu elçisine açıklamıştır; her şey için bir sınır belirtmiş ve her sınır için de bir delil tayin etmiştir.[9]
d) Kur’ânı Kerim çeşitli ayetlerde çeşitli münasebetlerle, varlık âleminin, o günün insanının bilmediği sırlarını beyan etmiştir; hiçbir şeyden haberi olmayan bir toplumda yaşayan, okur-yazar olmayan bir kişinin bu sırları keşfetmesi ise vahiy kanalı dışında imkânsızdır. Yerçekimi kanununun keşedilmesi, günümüz biliminin iftiharlarındandır ve günümüzde varlık dünyasının ayakta durması bu esas üzerine yorumlanmaktadır. Kur’ânı Kerim çok kısa bir cümlede bu kanunu açıklayarak şöyle buyuruyor:
Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti.[10]
Genel çift kanununun keşfedilmesi de, günümüz biliminin elde ettiği şeylerden biridir. Oysa Kur’ânı Kerim bu alanda en küçük bir bilgi olmadığı bir dönemde şöyle buyurmuştur:
Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.[11]
Buna tefsir ve kelam kitaplarında veya Dairetu’l–Maarif’te nakledilen diğer örnekleri de gösterebiliriz.
e) Kur’ânı Kerim bazı olaylar vuku bulmadan önce, onlardan kesin bir şekilde haber vermiş ve verdiği haberler tüm ayrıntılarıyla vuku bulmuştur. Bunun örnekleri oldukça fazladır; bunlardan biri şöyledir: Allah’a tapan Hıristiyan Rumlar, ateşperest Sasanîlere yenik düşünce, Arap müşrikler bu olayı hayıra yorarak “Biz de Arap Yarımadası’nın Allah’a tapanlarına (Müslümanlara) galip geleceğiz” demişlerdi. Kur’ânı Kerim o dönemde kesin bir şekilde şöyle buyurmuştur:
Rum(lar) yenildi. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde. Onlar (bu) yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; birkaç (3-9) yıl içinde. (Onların) bu (yenilgileri)nden önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün müminler sevinir(ler).[12]
Çok geçmeden bu öngörü gerçekleşti ve Allah’a tapan her iki grup da (Rum Hıristiyanları ve Arabistan Müslümanları) aynı zamanda düşmanlarına (Sasanî İran ve müşrik Kureyş’e) galip geldiler. İşte bu nedenle, her iki zafer de aynı zamanda gerçekleştiği için, ayetin sonunda müminlerin sevinç ve mutluluğundan bahsedilerek buyruluyor ki:
O gün müminler sevinir(ler).
f) Kur’ânı Kerim çeşitli surelerde farklı tabirlerle peygamberlerle geçmiş ümmetlerin yaşam öyküsünü açıklamıştır. Bu konu Tevrat ve İncil’de de geçmiştir. Fakat bunları karşılaştırdığımızda Kur’ânı Kerim’in tümünün ilahî vahiy olduğunu, oysa Tevrat ve İncil’in tahriften korunmadığını görmekteyiz. Kur’ânı Kerim’in anlattığı peygamberlerin yaşam öykülerinde, akıl ve fıtrata aykırı ve peygamberlerin yüce makamına uygun olmayan en küçük bir şey yoktur; oysa Tevrat ve İncil’in kıssalarında uyumsuzluklar oldukça fazladır. Bu konuda sadece Hz. Âdem’in kıssasında, Kur’ânı Kerim’le Tevrat ve İncil’i karşılaştırmamız yeterlidir.
[1]– İsrâ, 88
[2]– Hûd, 13
[3]– Bakara, 23
[4]– Mecmau’l-Beyan, c.5, s.387.
[5]– Ankebût, 48
[6]– Nahl, 103.
[7]– Ak.
[8]– Nisâ, 82
[9]– Usûl-ü Kâfî, c.1, s.59.
[10]– Ra’d, 2
[11]– Zariyât, 49
[12]– Rûm, 2-4