Kızlar (ebeveynleri için) bâkiyâtu’s-sâlihattır(kalıcı iyiliklerdir). Vesâilu’ş-Şia, C. 15, s. 115, Hadis 17700. Hz. Muhammed (s.a.a)

Mead

 

Mead inancı, insanın hayatında cevaplamaya çalıştığı, üç temel sorudan biri olan, genel anlamda varlık âleminin ve özel anlamda biz insanların sonunun ne olacağı ve nereye varacağı sorusuna verilen bir cevaptır.

Bilindiği üzere, doğuştan insanda bulunan bilinçlenme içgüdüsü, insan zihninde aşağıda açıklayacağımız, üç temel soru oluşturmaktadır. Bu sorular, insan aklını kendine meşgul eden en temel sorulardır. Hiçbir insan, bu sorulara bir cevap bulmadıkça rahat edemez; kendini mutlu hissedemez. Dolayısıyla istisnasız her insanın, bu sorulara müspet veya menfi yönde mutlaka bir cevabı olmuş ve olmaktadır. Bu üç soru şunlardır:

1-  Genel olarak varlık âleminin ve özel olarak insanın menşei nedir, varlığı nereden kaynaklanmıştır?

2-  İnsan ve varlık âleminin mevcudiyetinde bir hedef söz konusu mudur? İnsanın şimdiki yaşamında riayet etmesi gereken belli bir yaşam biçimi var mıdır?

3-  Varlık âleminin, özellikle de insanın nihayeti nereye varacak? Acaba insan, ölmekle yok olup gidiyor mu? Yoksa ölüm, yok oluş olmayıp; aksine, farklı bir şekilde olsa bile, ölümden sonra yaşam bir şekilde devam etmekte midir?

İnsanın, cihanın bir yaratıcısı olup olmadığını araştırması, birinci soruya cevap bulmak içindir. İlahi elçilerin olup olmadığına dair yapılan incelemeler de, ikinci soruya bir cevap bulmak için yapılan incelemelerdir. Ölümün, hayatın son bulması olmadığı, insanın ölmekle yeni bir hayata giriş yaptığı ve belli bir günde dünyada yaptığından dolayı hesaba çekileceğini ifade eden, mead konusundan bahsetmek ise, üçüncü soruyu cevaplamak doğrultusunda yapılan bir araştırmadır.

Ölüm: Ebedi Âleme Giriş

Ölüm, bazıları için dehşet verici ve korkunç bir olaydır. Ama bütün ilâhi dinlerde olduğu gibi, İslami dünya görüşünde de ölüm, farklı bir şekilde değerlendirilmektedir.

İslam açısından ölüm, ebedi olan bir âleme geçiş kapısı ve köprüsü olup, aslında ikinci bir doğum demektir. Bu kapı ve köprüden herkes geçecektir. Ancak bu geçiş, bazıları için üzücü ve acı olabileceği gibi, kendileri ile bu önemli yolculuk için yeterli azık götürenlere sevindirici ve çok tatlı bir yaşantının başlangıcı olacaktır.

Kur'an-ı Kerim, Hz. Resul ve Ehl-i Beyt İmamları bu konu üzerinde fazlasıyla durmuş ve farklı tabirlerle herkes için geçerli olan bu önemli ve kesin geleceğin hakikatini açıklamışlardır.

Kur'an-ı Kerim ve Ölüm

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Her nefis ölümü tadıcıdır. Yaptıklarınızın karşılığı, ancak kıyamet günü eksiksizce ödenecektir…"[1]

Bu ayette ölümün tüm canlı varlıklar için geçerli kesin bir kural olduğundan bahsedilmektedir.

Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, ölümün inanlar için verilmiş bir söz, inanmayan ve dalalete sapanlar için ise, bir tehdit niteliğini taşıdığını vurgulamaktadır.

Allah Teala'nın: "Yaptıklarınızın karşılığını kıyamet gününde alacaksınız" buyruğu, dünyanın amel yeri olduğuna, ahiretin ise, amel yeri olmayıp hesap yeri olduğuna işaret etmektedir.

Nitekim Hz. İmam Ali /a.s/ da şöyle buyurmuştur: "Bu gün amel günüdür, hesap günü değil; yarın ise hesap günüdür, amel günü değil."[2]

Birçokları, ölümü yok oluş ve her şeyin son bulması zannettiklerinden, ölümden korkarlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, ölümün yok olup gitmek olmadığını ve yalnızca madde ötesi olan ruhun maddi bedenle olan irtibatının kesilmesi olduğunu beyan etmiştir.

Bu anlam, ölümün beyanında kullanılan -teveffa- kelimesinden anlaşılmaktadır. Bu kelime, Arapçada bir kimsenin hakkının tamamını alması anlamında kullanılır.[3]

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah, nefisleri, ölümü anında, henüz ölmemişlerin de uyudukları sırada /ruhlarını/ alır. Böylece ölümüne hükmettiklerini /kıyamete kadar/ alıkoyar. Diğerlerini /uykudakileri/, mukadder bir müddete /ecellerinin sonuna/ kadar salıverir. Şüphe yok ki; bunda, düşünen bir kavim için /Allah'ın kudret ve ilmine delalet eden/ alâmetler vardır."[4]

Allah Teala, ölüm olayının kolayca kavranılması için, bu ayet-i kerimede uyku misalini zikretmekle, uykuda olanların ruhlarının bedenleri ile ilişkilerinin azalmasının ölüme bir misal teşkil ettiğini vurgulamıştır.

Ayette geçen –enfus- kelimesinden maksat insanların bedenlerine ait olan ruhlardır. Yani; ölüm halinde ruhun bedenle alakası kesilir ve artık ruhun beden üzerinde herhangi bir idare ve tasarrufu kalmıyor.

Ayette geçen -mevtiha- kelimesinden maksat, bedenlerin ölümüdür. Kur'an-ı Kerim, uyku halinde alınan ruhlarla, ölüm anında bir daha bedene dönmemek üzere alınan ruhlar arasında fark gözetip, iki kısma ayırarak, ölüm fermanı gelmeyenlerin ruhlarının belli bir müddete kadar yaşamak için tekrar bedenlerine döndürüldüğünü belirtmiştir.

Bu ayet-i kerime, insanları uyuduktan sonra tekrar uyanmak üzerinde tefekkür ederek, bu günlük hadiseden bile ibret almaya davet etmektedir. Bilmeliyiz ki, her şeyin tedbir ve idaresi Allah'ın elindedir. Bir gün herkes nihayet onun tarafına dönüp hesaba çekilecektir.

Bu ayet-i kerimeden, insan ruhu ile bedeni arasında yakın bir bağlantı olmasıyla birlikte, ruhun müstakil bir varlık olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü ruh uyku halinde, özellikle de rüya halinde, bedenden ayrılıp müstakil yaşayabilmektedir.

Ayrıca, bu ayet-i kerimede ölüm ve uykunun her ikisi de "teveffi" olarak zikrediliyor. Bu ise, ruhun alınmasıdır. Aralarındaki önemli fark şudur ki; ölüm, ruhun bir daha bedene dönmemek üzere alınması, uyku ise, ruhun alınıp tekrar bedene dönebilmesidir.

Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Uyku halinde olan her şahsın ruhu gök âlemine yükselir, ama can bedende kalır. O halde ruh ile can arasında, güneş ile ışını arasında olan bağlantıya benzer bir bağlantı vardır. Eğer Allah Teala, ruhun alınması için izin verirse, can da ruha döner, ama eğer ruhun alınmasına izin vermezse, ruh cana doğru döner. İşte Allah Teala'nın "Ruhları ölüm anında alır…" buyruğunun anlamı budur."[5]

Demek ki, ruh bedene oranla üç özelliğe sahiptir:

1-  Tam irtibat, /uyanık halinde/

2-  Yarım irtibat, /uyku halinde/

3-  İrtibatın tamamıyla kesilmesi /ölüm halinde/.

Ehl-i Beyt'in Nazarında Ölümün Hakikati

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/'dan ölüm hakkında sorulduğunda, Hazret şöyle buyurdular: "Ölüm, size her gece gelen uyku demektir. Sadece değişen şey, ölümün uzun müddetli olmasıdır. Ölen şahıs ancak kıyamet günü ölüm uykusundan kalkacaktır. Uykuda iken sevindirici ve korkutucu şeyler görenin hali nasılsa, ölenin durumu da öyledir. O halde kendinizi kesin geleceğe hazırlayınız."[6]

Yine İmam Zeynülabidin /a.s/'a: "Ölüm nedir?" diye sorulduğunda, cevaben şöyle buyurdular: "Ölüm, mümin için kirli ve üzeri haşere dolu elbiseyi çıkarmak, ağır zincirlerden kurtulmak ve en kıymetli elbiselere, güzel kokulara, en iyi cennet bineklerine ve evlerine ulaşmak demektir. Kâfir için ise ölüm, kıymetli elbiseyi çıkarmak, çok sevdiği evlerden ayrılmak, kirli ve eziyet verici elbiselere bürünmek, dehşet verici büyük azaba yakalanmaktır."[7]

Hz. İmam Sadık /a.s/'a: "Bize ölümü anlatın denince, İmam /a.s/ şöyle buyurur: "Ölüm, mümin için en güzel bir kokuyu koklamak gibidir, onun kokusunun güzelliğinden uykuya dalar. Ölüm ondan her türlü yorgunluk ve acıyı giderir. Kâfir için ise, yılanın veya akrebin sokması gibi ve belki daha şiddetlidir."[8]

Bu arada Hazret'e: "Bazıları; "Ölüm testere ile kesilmekten, makasla doğranmaktan, taşlarla vurulmaktan ve iğneyi göz içerisinde döndürmekten daha şiddetli olduğunu söylüyorlar" dendi.

Bunun üzerine, İmam /a.s/ şöyle devam eder: "Bazı kâfirler ve fasıklar için ölüm böyledir. Onlardan bu acıları çekenlerin durumunu görmüyor musunuz? İşte o acılar bundan ve dünya azabından daha ağırdır."

Bu esnada İmam'a: "Öyleyse, niçin bazı kâfirlerin ruhlarının kolaylıkla alındığını görüyoruz? Onlardan bazıları konuşur, şaka yapar ve güle güle can verir, buna karşılık müminler içerisinde bazılarının ölümü bu kolaylıkla olurken, bazı mümin ve kâfirler ise, ölüm anında bu zorlukları görüyorlar" dendi.

İmam /a.s/ bu soruya da şu cevabı verdi: "Ölüm esnasında müminin karşılaştığı kolaylık, mükâfatının bilfiil acilen başlamasından; karşılaştığı zorluk ise, onun günahlarını temizleyerek, ahirete temiz olarak gelmesi ve hiçbir engelle karşılaşmadan ilâhi mükâfata liyakat kazanması içindir.

Kâfirlerin ölüm esnasında gördüğü kolaylık ise, dünyada iken iyiliklerinin karşılığını görüp, ahirete yalnızca azabı gerektiren sebeplerle girmeleri için iken; ölüm anında karşılaştığı zorluklar ise, iyiliklerinin mükâfatı bittiğinden dolayı Allah'ın cezasının başlamasındandır. İşte durum budur. Allah adildir, kimseye zulmetmez."[9]

Hz. İmam Musa Kazım /a.s/, üzerine ölüm ağırlığının çöküp de kimseye cevap veremez durumda olan bir hastayı ziyaret eder. Bu arada orada bulununlar: "Ey Resulullah'ın oğlu! Arkadaşımızın durumunun nasıl olduğunu ve ölümün ne olduğunu bilmek isterdik" derler.

Bunun üzerine, İmam /a.s/ şöyle buyurur: "Ölüm temizleyicidir. Müminleri günahlarından temizler. Ölüm, müminin çektiği en son acı ve üzerinde kalan en son günahlarının kefaretidir. Ölüm, kâfirler için de arındırıcıdır. Ancak onları iyiliklerinden arındırır. Dolayısıyla kolay ölüm, kâfir için tadacağı en son lezzet, en son nimet ve en son rahmettir. Kolay ölüm kâfirlere iyilikleri karşısında verilen en son mükâfattır. Bu arkadaşınıza gelince, o günahlarından arındı, suçlarından temizlendi ve bir elbisenin yıkanıp kirlerden temizlendiği gibi, tertemiz olup, ebedi evimizde biz Ehl-i Beyt'le beraber olmaya hak kazandı."[10]

Ölümden Korkmanın Nedenleri

1- Ölümü, Yokluk ve Her Şeyin Fani Olup Son Bulması Olarak Görmek

Bazı insanlar ölüme yokluk ve her şeyin fani olup son bulması olarak bakmaktadırlar. Materyalist düşünceye sahip olan bu tip insanlar, elbette ki ölümden korkacaklardır. Zira onlara göre ölüm, hayat dâhil, onların candan bağlandıkları her şeylerini bir anda yokluk âlemine götüren korkunç bir hadisedir. O halde böyle insanların ölümden korkmaları tabiidir.

Buna karşılık, insanların yoğun çoğunluğu, ölüme yok olup gitme değil, daha üstün, daha mükemmel bir hayata geçiş gözüyle bakmaktadırlar. İman ehli olan bu gruba göre, ölüm yokluk ve her şeyin son bulması değildir ve insan ölmekle fani olup gitmez.

İnsan, nasıl ölmekle yok olup gider? Oysa Allah Teala, yaratılış itibariyle insanın kalbinde ebedilik aşkı ve sevgisi koymuştur. İnsanın içinde bulunan beka ve ebediliğe olan aşk ve istek, insanın yokluk ve fena için yaratılmadığının en açık delildir. O halde ölüm, insanın fani olan dünya hayatından ebedi bir hayat olan, ahiret hayatına geçişinden başka bir şey değildir.

Hz. Resulullah /s.a.a/'in: "Sizler fena /yokluk/ için değil, beka /ebedilik/ için yaratılmışsınız ve ölümle sadece bir evden öteki bir eve taşınıyorsunuz"[11] buyruğu bunu en güzel şekilde ifade etmektedir.

Hz. Ali /a.s/ da bu hakikate işaretle şöyle buyurmuştur: "Fani dünyasını güzelleştiren, ahiretini ise unutana şaşarım! Ölüm, fani dünyadan ayrılmak, temizlenmek ve güzellik evine göç etmektir."[12]

Hz. İmam Hüseyin /a.s/'ın Aşura günü ashabına hitaben yaptığı konuşmada geçen: "Ey büyük insanların oğulları! Sabırlı olunuz. Ölüm, sadece sizleri dünya zorluklarından ve kederlerinden, ebedi nimetler ve cennet bağlarının tarafına geçişinizi sağlayan bir köprüdür. Öyleyse, sizden herhangi biriniz hapisten kurtulup saraya girmekten rahatsız olabilir mi?! Ama ölüm, düşmanlarınız /Yezidiler/ için saraydan, zindan ve azap tarafına intikal etmektir. Babam, Allah Resulü'nün /s.a.a/ şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Dünya mümine zindan, kâfire cennettir. Ölüm, müminler için cennet bağlarına, kâfirler için ise cehenneme geçiş köprüsüdür"[13] buyruğu işte bu inancın ürünüdür. Böyle bir inanca sahip olan kimse, ölümden korkmak bir yana; ölüme, kurtuluş ve saadete erme kapısı olarak bakar. Hatta Hz. Ali /a.s/'ın tabiriyle "Eğer Allah'ın onlara yazmış olduğu ecel olmasaydı, onların ilâhi mükâfata olan aşk ve ilâhi cezadan olan korkularından, bir an bile ruhları bedenlerinde istikrar bulmazdı. Onların gözlerinde Yaratan ululanmış ve O'ndan gayrı her şey küçülmüştür."[14]

2- Ölümün Hakikatini Bilmemek

İnsanın ölümün hakikatini bilmemesi, onun ölümden korkmasına yol açan etkenlerden bir diğeridir. Bu etken özellikle de ölümün hakikatini iyice bilmeyen iman ehli olan kimselerde söz konusudur.

İmam Ali Naki /a.s/ ashabından hasta olan birinin ziyaretine gider. İmam hastanın ölüm korkusundan ağladığını ve perişan bir vaziyette olduğunu görünce, ona şöyle buyurur: "Ey Allah'ın kulu! Sen ölümden korkuyorsun. Çünkü ölümün ne olduğunu /hakikatini/ bilmiyorsun.

Söyle bakalım; eğer bedenin temiz olmaz, bedenindeki kirlilik ve pislik seni rahatsız eder, vücudunu yara ve uyuz sarar ve bu arada banyoya gitmekle bedenindeki bu pisliklerin hepsinin yok olup gideceği bilincinde olursan, bu durumda banyoya giderek vücudundaki pisliklerin temizlenmesini mi, yoksa bu işi sevmeyip, öyle kalmayı mı istersin?!

Hasta: "Ey Peygamberin oğlu! Banyoya gidip temizlenmeyi tercih ederim" cevabını verir.

Bunun üzerine, İmam: "Öyleyse; bilmelisin ki, ölüm de temizliktir. Kendini pisliklerden ve günahlardan arındırmak için ölüm son fırsattır. Eğer ölümle karşılaşır ve o kapıdan geçersen, muhakkak her türlü hüzün, keder ve pislikten kurtulup, her türlü neşe ve sevince kavuşarak saadete ulaşacaksın" buyurur.

Bu arada İmam /a.s/'ın bu hikmetli sözlerinden sonra o hasta rahatlığa kavuşur. Hüzün ve kederi sevince dönüşür ve gözlerini yumarak ölüme teslim olur.[15]

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/'a: "Neden şu müslümanlar ölümden nefret edip korkuyorlar?" dendi.

İmam /a.s/ cevaben şöyle buyurdu: "Onlar, onun hakikatini bilmediklerinden ondan nefret ediyorlar. Eğer onlar, onun hakikatini iyice bilselerdi ve doğrudan Allah'ın dostlarından olsalardı, onu sever ve ahiretin onlar için dünya hayatından daha hayırlı olduğunu anlarlardı."

Sonra İmam yanlarında bulunan bir hastaya: "Ey Allah'ın kulu! Acaba çocuk ve deli bir insan, niçin ona sıhhati getirip, bedenindeki acıları gideren ilacı kullanmaktan nefret ediyor?" dedi.

Hasta: "Onlar ilacın faydasını bilmediklerinden ondan korkuyorlar" dedi.

Bunun üzerine, İmam /a.s/ şöyle buyurdu: "Muhammed'i hak olarak peygamber kılan Allah'a yemin ederim ki, kim doğru olarak ölüme hazırlanırsa, ölümün hastayı tedavi etmek için kullanılan ilaçtan daha faydalı olduğunu anlar.

Eğer onlar, ölümün onlara getireceği nimetleri bilselerdi, sabırlı ve akıllı bir insanın hastalığı giderip sıhhati kazandıran ilacı istemesinden daha fazla ölümü isterlerdi."[16]

3- İnsanın Dünya Hayatına Olan Aşırı Düşkünlüğü Neticesinde Ahiret Hayatını Unutması

İnsanın ölümden korkmasına yol açan üçüncü sebep, onun dünya hayatına karşı aşka varacak şekilde olan aşırı düşkünlüğüdür. Zira hiçbir kimse maşukundan ayrılmayı sevmez ve onu maşukundan ayıracak şeylerden de korkup nefret eder.

İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyuruyor: "Adamın biri, Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek şöyle dedi: "Ey Resulullah, ben neden ölümden korkuyorum?"

Allah Resulü, o şahsa: "Mali durumun iyi midir?" diye sordular.

O: "Ey Resulullah! Evet, mali durumum yerindedir" dedi.

Allah Peygamberi: "Ahiretini kazanmak için bir şey gönderebildin mi?" dedi.

O şahıs: "Hayır" dedi.

Hz. Resulullah: "İşte bundan dolayı ölümü sevmiyorsun" buyurdular."

Sonra da Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/: "İnsanın kalbi mal varlığı iledir, eğer onu kendisinden öne gönderirse, ona kavuşmayı ve malıyla baş başa kalmayı ister" buyurdular."[17]

4- Amel Dosyasının Günahlarla Dolu Olması

İnsanın ölümden korkmasına sebep olan bir etken de, amel dosyasının günahlarla dolu olmasıdır. Böyle bir insan, ölümü yokluk olarak görmese bile, ölümden korkar. Çünkü öldüğü takdirde yaptığı çirkinliklerden dolayı kendisini acı bir akıbetin beklediğini görmektedir. Böyle bir insanın durumu hapishaneden çıkarıldığında idam edileceğini bilen mahkûmun durumuna benzer ki, elbette böyle bir mahkûm, hapishaneden çıkmayı istemez. Çünkü çıkarıldığı takdirde, darağacına götürüleceğini bilmektedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: "Ey Yahudiler! Eğer gerçekten diğer insanlar değil de, kendinizi Allah'ın dostları sanıyorsanız ve sözünüzde samimi iseniz, haydi ölümü isteyiniz! Hâlbuki onlar önceden yaptıkları şeyler yüzünden ölümü asla istemezler. Şüphesiz Allah zalimleri iyi bilir."[18]

Bu ayet-i kerimede Allah Teala Resulü'ne, Yahudilere, iddia ettikleri şekilde, Allah'ın dostlarının yalnızca kendileri olduğu inancında iseler, ölümü isteyerek Allah'ın likasını arzulamaları gerektiğini bildirmesini buyuruyor. Çünkü Allah'ın velisi ve dostu Rabbine kavuşmayı temenni etmelidir. Sizler de, kendinizin kesin olarak Allah'ın dostları olduğunuza inanıyorsanız, o halde sizinle Allah'ın cenneti arasındaki engel sadece ölümdür ve ölümü arzu etmeniz lazımdır. Çünkü engelin ortadan kalkmasıyla Allah'a ve O'nun sonsuz nimetlerine kavuşacaksınız!

Sonra Allah Teala, onların işledikleri günahlardan dolayı asla ölümü arzu etmeyeceklerini buyurarak, onların gerçekte zalim olduklarını ve zalim olan kimsenin hiçbir zaman Allah'a kavuşmayı sevmeyeceğini belirterek, bu hakikate işaret etmiştir.[19]

Adamın biri, İmam Hasan /a.s/'a: "Bizler neden ölümü sevmiyoruz ve ondan çekiniyoruz?" diye sorduğunda, İmam /a.s/ şu cevabı vermişlerdir:

"Sizler ahiretinizi viran ettiniz, dünyanızı ise süslediniz, dolayısıyla süslediğiniz yerden harabeye gitmeyi istemiyorsunuz."[20]

Netice olarak; ölümden korkmanın esas nedenleri, ölümü yok oluş bilmek, ölümün hakikati konusunda yeterli ve doğru bilgi sahibi olmamak, amel dosyasının sevaplardan boş olup günahlarla dolu olması ve aşırı dünya sevgisidir. Tabiidir ki, bu duyguları yenmek ve Allah'ın huzuruna günahsız olarak varmak, ancak gerçek bir tevbe, kuvvetli bir iman ve imanın gereğini yerine getirmekle gerçekleşebilir.

İnsanlık Âlemi Ve Ahiret İnancı

Ahirete inanmak, bütün ilâhi dinlerin temelini oluşturmaktadır. Bir dinden ahiret inancının alınması, o dinin temelden çöküp yok olmasına eşittir. Çünkü bütün ilâhi dinler, mebde /yaratıcı/ ve mead /öldükten sonra tekrar dirilip kıyamet gününde yaptığının karşılığını bulmak/ inancı üzerine kurulmuştur.

Peygamber ve imamet inancı ise, aslında bu iki ilkeyi tebliğ edip gereğinin uygulanmasını sağlamak içindir. Bütün ilâhi peygamberler, insanoğluna; varlık âleminin, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan bir yaratıcısı olduğu, bu evrenin beyhude ve boş yere yaratılmadığı, bu birkaç günlük dünya hayatının ötesinde ahiret denen ebedi bir yurdun bulunduğu, dünyanın ise sadece bu ebedi yaşam için azık toplama yeri olduğu, insanın da burada elde ettiği iyi veya kötü kazancıyla bu geçici duraktan o kalıcı yurda göçeceği ve peygamber olarak kendilerinin, insana bu seyirde yardımcı olmak üzere evrenin yaratıcısı tarafından gönderildikleri mesajını vermişlerdir.

Sonra; ilâhi dinlerin içeriği, mead inancının dinin temel ilkelerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü bütün ilâhi dinler, insanoğlunu kemale ulaştırmak gayesiyle gönderilmiş ve bu doğrultuda bir takım ilkeler ortaya koymuş, birtakım kanunlara uyulmayı şart koşmuşlardır.

Açıktır ki, hiçbir kanun sisteminin ve uygulanması gereken hiçbir ilkenin icra garantisi olmaksızın başarıya ulaşması mümkün değildir. İnsanın zahiri yaşantısını kontrol etmeyi amaçlayan beşeri kanun sistemlerinde dahi bu gerçek göz ardı edilmemiş ve icra garantisi olarak, denetim ve yargı sistemi kurulmuştur.

Ancak din, insanın hem zahir, hem de batınını kontrol etmek ve belli bir düzene sokmak peşindedir. Dolayısıyla onun kontrol sistemi insanın her iki boyutuna yönelik olmalıdır. İşte mead inancı, başlı başına varlık âleminin gerçek olan bir diğer boyutunu ifade etmekle birlikte, aynı zamanda dinin kontrol mekanizmasıdır. Bu inanca sahip olan insan, ne açıktan, ne de gizli olarak, hiçbir şekilde dinin ortaya koyduğu kanun ve ilkeleri çiğnemeye kalkmaz; hatta böyle bir şeyi fikrinden bile geçirmez. Çünkü o, iç ve dışının her halükarda hatası olmayan, güçlü bir makam tarafından kontrol altında olduğunu ve bir gün ister açık, ister gizli olsun, bütün yaptıklarından dolayı hesaba çekilip, hak ettiği karşılığı alacağını çok iyi bilmektedir.

Bu nedenledir ki, bütün semavi dinlerin temelini, mebde /yaratıcı/ ve mead /ahiret/ inancına çağrı oluşturmaktadır. Her ne kadar İslam dini dışındaki ilâhi dinler, zaman süreci içerisinde tahriften masun kalamamışlardır. Ama yine de ahiret inancı korunmuş ve hatta bu dinlerin bugünkü bozulmuş hallerinde bile, onların temel inançlarının başında olagelmeye devam etmiştir.

Bu yüzden biz, kitabımızın bu bölümünde, her şeyden önce semavi dinlerin en önemlileri olan Mecusilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerindeki mead inancına kısaca bir işarette bulunduktan sonra, Kur'an-ı Kerim'in ortaya koyduğu mead öğretisine değinmenin, aziz okurların genel bir fikir edinmeleri açısından, daha yararlı olacağı kanaatindeyiz. 

Mecusilik Dininde Ahiret İnancı

Semavi dinlerin en eskilerinden olan Mecusilik dininde ahiret inancı, o dinin en temel inanç ilkelerinden biridir.

Mecusilik dininin peygamberi olan Zerdüşt, kendine tabi olanlara şöyle talim ederdi: "Bu cihanın ömrü sona erdiğinde genel kıyamet günü olacak. O günde iyileri ve kötüleri sayacaklar. İyileri ve kötüleri imtihan etmek için ateş ve kızgın demirlerle dolu bir dere icat olacak, kötüler ateş ve kızgın demirlerle dolu olan o dereye atılacak, onlar ebedi olarak orada azap göreceklerdir."[21]

Yine Zerdüşt Peygamber şöyle derdi: "Ölümden az sonra her ruhun muhakemesi başlar ve akıbeti belirlenir. Ancak kıyamet günü olduğunda; ister iyi, ister kötü bütün insanlar, iyileri kötülerden ayıran köprünün üzerinden geçeceklerdir. Bu köprü cehennemin üzerinde kurulmuş ve cennetin kapısına varmaktadır. Bu köprü üzerinde her ruhun yaptıkları ameller okunacak ve bütün amelleri tartılacaktır. Eğer kulun iyilikleri kötülüklerinden fazla olursa, o, köprü üzerinden kolaylıkla geçip cennete varacaktır. Ama eğer, kötülükleri ağır gelirse, onu cehennemin derin kuyusuna atacaklardır.

İyiler o köprü üzerinden selametle geçecekler; kötüler için ise, cehennem kuyusuna düşmekten başka bir çare yoktur."[22]

Görüldüğü üzere, mead inancı Mecusilik dininin temel inançlarından biridir. Mecusilik dini üzerinde inceleme yapan hiçbir bilgin, mead inancının, Mecusilik dininin temel inançlarından biri olduğundan şüphe etmemiştir.

Hatta dinler üzerinde araştırma yapan bazı materyalist düşünceli bilginler, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin, mead inancını Mecusilik dininden aldığını ileri sürmüşlerdir.

Ancak bu, çok yanlış bir düşünce tarzıdır. Zira semavi dinlerin temelde birbirleriyle ortak yönlerinin bulunması, onlardan sonra geleninin, o ilkeyi öncekinden aldığını ispatlamaz. Çünkü bütün ilâhi dinlerinin temel konularda ortak olmaları semavi din olmalarının gerektirdiği bir zorunluluktur.

Gerçekte bu tip bilginler, ilâhi dinlerin de, herhangi bir felsefi düşünce gibi, beşerin kendi ürettiği bir düşünce olduğu önyargısına sahip olduklarından böyle varsayımları öne sürmekteler. Oysa ilâhi dinler, beşeri düşüncenin mahsulü olmayıp, ilâhi vahye dayalıdır, ilâhi vahiyden kaynaklanmaktadır. Bütün ilâhi dinler, öğretilerini Cenab-ı Hak'tan alırlar. Varlık âleminin gerçeklerini ifade eden temel öğretiler değişmeyeceğine göre, elbette ki, onlar temel öğretilerinde ortak olacaklardır. Onları birbirlerinden ayıran, temel ilkeler dışında kalan şeriat farklılıklarıdır.

Yahudilik Dininde Ahiret İnancı

Her ne kadar Yahudilik dininin temelini oluşturan Eski Ahitler diye adlandırılan Tevrat kitabında açıkça kıyamet gününden bahsedilmemişse de, onda da mead ve kıyamet günü inancına işaret eden cümleler mevcuttur. Biz örnek olarak onlardan birkaçına işaret ediyoruz:

"Allah'ın gazap edeceği günde ne gümüş, ne de altın onları /insanları/ kurtaramayacaktır. Çünkü o gün yeryüzünün tamamı Allah'ın gayret ateşiyle yanacaktır ve O, pek yakında bütün yeryüzü sakinlerini sona erdirecektir."[23]

"Senin ölülerin diriltilecektir, bizim ölülerimiz de kalkacaklardır. Ey toprakta sükûnet eden kimseler! Uyanın ve hareket edin. Zira ki, senin de şebnemin, bitkilerin şebnemi gibidir ve yakında yerküre ölüleri dışarı atacaktır."[24]

"Senin ölülerin bedenlerin kalkacağı günde diriltilecektir. Öyleyse, ey Toprak sakinleri! Uyanın ve hareket edin."[25]

İşte bu cümleler, kıyamet gününün olacağına ve o günde ölülerin tekrar diriltileceğine işaret etmekteler. Elbette Yahudilik dininin zaman süreci içerisinde pek çok tahriflere maruz kaldığına göre, onun temel inanç esaslarının da bu tahriflerden uzak kalamayacağı kesindir. Dolayısıyla Yahudilik dininde bu konuda az açıklama bulunmasını doğal karşılamak gerekir.

Hıristiyanlık Dininde Ahiret İnancı

Her ne kadar Hıristiyanlık dini de, kendinden önceki ilâhi dinler gibi, tahriflerden kurtulamayarak asaletini kaybetmiştir. Hatta ilâhi vahyi içeren İncil'in aslı kaybolmuş ve sonradan, Hz. İsa'nın öğrencilerinden olan yahut Hz. İsa'nın talebelerinin talebeleri olan kişiler, İncil ismini verdikleri birtakım kitaplar yazmışlar ve nihayet Hıristiyanlık âlemi, dört İncil üzerinde ittifak etmişse de, Mead inancının tahrife uğramış bu dinde bile, belirgin bir şekilde işlenmiş olduğunu görmekteyiz. Şimdi isterseniz bu İncil'lerin ahiretle ilgili bazı açıklamalarını görelim:

"Yakında İnsanoğlu, /Hz. İsa/ babasının /Allah'ın/[26] azametinde melekleriyle gelecek, işte o gün herkes ameline göre cezalandırılacaktır."[27]

"İşte âlem sona erdiğinde böyle olacaktır. Melekler çıkıp, kötüleri iyilerin arasından seçerek ateş fırınlarına atacaklardır. İşte orada ağlamaktan ve korkudan dişlerin birbirine değmesinden başka bir şey olmayacaktır."[28]

"Eğer ayağın seni saptırırsa, onu kes. Zira sakat olarak hayata girmen, iki ayağın olup da, sönmeyen ateşe atılmandan senin için daha hayırlıdır. Çünkü onların /cehennemlerin/ böcekleri ölmez ve ateşi de sönmez. Eğer gözün seni saptırırsa, onu çıkar. Zira tek gözlü olarak Allah'ın melekûtuna girmen, iki gözün olup da, cehennem ateşine atılmandan senin için daha hayırlıdır. Çünkü onların böcekleri ölmez ve ateşi de sönmez."[29]

"İşte bu, beni gönderen Pederin iradesidir. Kim, bana bir şey verirse, ben onun hiçbir şeyini zayi etmeyeceğim ve onu kıyamet günü ortaya çıkaracağım. Çünkü bu, beni gönderenin iradesidir ki, kim oğlu görür ve ona iman getirirse, ebedi hayat onun olacaktır ve ben onu kıyamet günü ortaya koyacağım."[30]

Görüldüğü üzere, tahrif edilmiş şekliyle de olsa, kıyamet günü inancı, Hıristiyanlıkta daha açık bir şekilde ortaya konmuştur. Bizim bu örnekleri zikretmekten maksadımız, bütün ilâhi dinlerde mead inancının temel ilke olduğunu göstermektir. Yoksa bu dinlerdeki mead inancını ele alıp derinlemesine incelemek istemiyoruz.

İslam Dininde Ahiret İnancı

İlahi dinlerin sonuncusu ve tamamlayıcısı olan İslam dininde hiçbir şeye mead ve kıyamete inanmak meselesi kadar önem verilmemiştir. Hemen hemen Kur'an-ı Kerim'in her sayfasında bir veya birkaç ayet doğrudan veya dolaylı olarak kıyamet gününe değinmiştir. Yaklaşık altı bin küsur ayetten oluşan Kur'an-ı Kerim'in, iki bine yakın ayeti doğrudan veya dolaylı olarak mead konusu ile ilgilidir.

Kur'an-ı Kerim çeşitli açılardan ahiret meselesini ele alıyor. Bir kısım ayetlerinde mead konusunun akıl açısından mümkün olduğunu vurguluyor, bir kısım ayetlerinde onu zorunlu kılan delilleri zikrediyor, diğer bir kısım ayetlerinde ahireti inkâr edenlerin herhangi bir burhan ve delile dayanmaksızın sırf kendi heva ve heveslerine meydan bulmak gayesiyle onu inkâr ettiklerinden söz ediyor ve bilahare bir kısım ayetlerinde de mead inancının bütün ilâhi dinlerin temel inanç esası olduğunu ortaya koyuyor.

Yine Kur'an-ı Kerim, birçok ayetinde kıyamet gününün vuku bulacağından şüphe etmenin imkânsız olduğunu bildiriyor ve: "Kıyamet vakti gelecektir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Ve muhakkak Allah, kabirdekileri diriltecektir"[31] buyuruyor.

Yine Kur'an-ı Kerim, yeryüzünün ilk insanı ve aynı zamanda Allah Teala'nın ilk peygamberi olan Hz. Âdem'i, yasaklanan ağaçtan yemesi sonucu dünya hayatına gönderirken, ona olan ilk hitabında; insanların dünya sürecinde yaptıklarından dolayı ahirette hesaba çekileceğini ona bildirdiğini açıklıyor.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin!" dedik. Tarafımdan size bir yol gösteren gelecektir. Kim, benim yo­luma uyarsa, ona ne korku vardır, ne de üzülecektir. İnkâr eden kimseler ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır."[32]

Yine Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bütün Âdemoğullarına şöyle hitap ediyor: "Ey İnsanoğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldi­ğinde, kim, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar cehen­nemliklerdir, orada temelli kalacaklardır."[33]

Yine Kur'an-ı Kerim, ilâhi elçilerin şeyhi unvanını alan Hz. Nuh /a.s/'ın ümmetine olan en önemli mesajının, Allah Teala'nın onları bitki gibi topraktan yeşerttiği, sonra tekrar ona döndüreceği, sonra da ondan çıkararak hesaba çekeceği olduğunu bildirir.

Kur'an-ı Kerim Hz. Nuh'un kavmine şöyle seslendiğini haber veriyor: "Ve Allah sizi topraktan ot /bitirir / gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine ona iade edecek ve bir daha oradan çıkaracaktır."[34]

Kur'an-ı Kerim, tevhit kahramanı Hz. İbrahim /a.s/'ın kavmine hitaben: "Siz Allah'ı bırakıp sadece bir takım putlara tapıyor, aslı ol­mayan sözler uyduruyorsunuz. Doğrusu, Allah'tan başka taptıklarınız size rızk vermezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin. O'na şükredin ki, sonunda O'na döndürüleceksiniz"[35] buyurduğunu bildiriyor.

Yine Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'in Kâbe'yi inşa ettiği sırada Mekke şehri sakinleri için: "…Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızklandır" şeklinde dua ettiğini, Allah Teala'nın da: "İnkâr edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu cehennem ateşine sürüklerim, ne kötü varılacak yerdir orası!"[36] cevabını verdiğini bildirir.

Yine Kur'an-ı Kerim, Hak Teala'nın Hz. Musa'yı peygamberlikle görevlendirirken ona: "Ey Musa! Ben risaletimle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim; sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol. Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık. /Ve dedik ki/; onlara sıkıca sarıl, milletine onun en güzelini almalarını emret. Yakında size Allah'a karşı gelenlerin yurdunu göstereceğim. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimden yüz çevirtece­ğim. Onlar bütün ayetleri görseler, yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol ola­rak benimsemezler; azgınlık yolunu görseler, hemen onu yol edinirler. Bu, onların mucizelerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmalarından ileri gelir. Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayan kimselerin işleri boşa gitmiş­tir. Onlar işlediklerinin karşılığından başka bir şeyle mi cezalanırlar?"[37] buyurduğunu ve Hz. Musa'nın hakka davet etmesine karşılık, Firavun'un: "Beni bırakın da Musa'yı öldüreyim, o, Rabbine yalvara dursun. Ben onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunluk çıkaracağından korkuyo­rum" dediğini ve buna karşılık olarak da, Hz. Musa'nın ona: "Doğrusu ben, hesap görülecek güne inanmayan her böbürlenenden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım"[38] buyurduğunu haber verir.

Bu arada Kur'an-ı Kerim, Hz. Musa ile Firavun arasında geçen bu tartışma esnasında Firavun'un ailesinden bir kişinin Hz. Musa'ya gizlice iman ettiğinden söz ediyor ve onun kavmine nasihat ederken: "Ey milletim! Bana uyun, sizi doğru yola eriştireyim. Ey milletim! Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir, ama ahiret, doğrusu işte o, asıl kalınacak yurttur. Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim de, inanarak salih amelde bulunursa, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar. Ey milletim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye, bilmediğim bir şeyi O'na ortak koşmaya çağı­rıyorsunuz; ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum. Gerçek şu ki, beni kendisine çağırdığınızın, bu dünyada da ahirette de davete değer bir yanı yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır. /İşte o zaman/, aşırı gidenler ateşlikler olacaklardır. Yakında size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Doğrusu Allah, kulları çok iyi görür"[39] dediğinden bahsediyor.

Yine Cenab-ı Hakk'ın, Hz. İsa /a.s/'a: "Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim, seni kendime yük­selteceğim, inkâr edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, kıyamet gü­nüne kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır. İnanıp salih amellerde bulunanların ecirleri ise tastamam verilecektir. Allah zalimleri sevmez"[40] buyurduğunu haber veriyor.

Velhasıl Kur'an-ı Kerim, bütün ilâhi peygamberlerin davetlerinin, mebde ve mead olmak üzere iki temel üzere kurulduğunu beyan buyurmaktadır.

Sonra Kur'an-ı Kerim, bizzat kendi davetini de bu iki ilke üzerine temellendirerek, mead konusuna bütün ilâhi kitaplardan daha fazla ehemmiyet veriyor. Şimdi Kur'an-ı Kerim'in kendi muhataplarına mead konusunda verdiği mesajlardan bazı örnekler verelim.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları hak olarak yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. O halde /şimdilik onlara/ yumuşak ve iyi davran."[41]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının; doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı müthiş bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her gebe kadın çocu­ğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün; oysa onlar sarhoş değildirler, fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir."[42]

Yine Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun ve kayırmanın olmayacağı günün gelme­sinden önce, size verdiğimiz rızktan hayır yolda harcayın. İnkâr edenler varya, işte onlar zalim kimselerdir."[43]

Bu ayetler, Kur'an-ı Kerim'in mead konusuna değindiği onlarca ayetlerden sadece birkaçıdır. Bütün bu ayetler İslam dininin mead konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Ancak ilâhi elçilerin meadın gerçekleşeceği hususundaki bu ısrarlarına karşılık, genellikle müstekbirlerden oluşan materyalist düşünceli bir grup, meadın gerçekleşmesinin bilim açısından imkânsız olduğunu ileri sürerek, böyle bir iddianın ortaya atılmasının, ya çıkar amaçlı bir iftira olduğunu, ya da bu iddiada bulunan kimsenin aklını yitiren deli bir kimse olduğunu ortaya atmışlardır.

Kur'an-ı Kerim onların bu iddialarına değinerek, ilk yaratılış, tabiatın öldükten sonra tekrar dirilmesi, insanın yaratılış süreci ve bilahare ilâhi kudretin sonsuzluğu ilkesine dayanarak, meadın gerçekleşmesinin mümkün olduğunu ispatlamıştır. Şimdi meadı inkâr eden materyalist düşünceli insanların görüşlerine ve Kur'an-ı Kerim'in onlara verdiği cevaplara kısacaca bir göz atalım.

Kur'an ve Meadı İnkâr Eden Materyalistler

Yukarıda bir grup materyalist düşünceli insanların meadı inkâr ettiklerini söylemiştik.

Kur'an-ı Kerim, onların: "Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz bir daha dirilecek değiliz"[44] veya: "Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak za­manın geçişi yokluğa sürükler"[45] dediklerini hatırlattıktan sonra, onların hiçbir ilmi kanıta dayanmadan böyle bir iddiada bulunduklarına işaret ederek; "Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar"[46] buyurur.

Sonra Kur'an-ı Kerim, onların meadın gerçekleşeceğini ortaya koyan ilâhi peygamberler hakkında olan: "İnkâr edenler, /kendi aralarında/ derler ki: "Size, çürüyüp paramparça olduktan sonra yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi? Allah'a karşı yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde delilik mi vardır?"[47] şeklindeki düşüncelerine işaret ettikten sonra, cevap olarak hemen: "Hayır; /aslında/ ahirete inanmayanlar, azapta ve derin bir sapıklık içindedirler"[48] buyurarak, ilâhi elçilerin onların bu isnatlarından müberra olduklarını ve asıl onların kendilerinin derin bir sapıklık içinde olduklarını vurguluyor.

Demek ki, materyalist düşünceli bu tip insanlara göre, ilâhi elçiler, ya çıkar peşinde olan iftiracı kimselerdir, ya da aklını yitirmiş deli.

Peki; onlar, peygamberler hakkında niçin böyle düşünüyorlar? Niçin peygamberlerin deli olduğu kanısına varıyorlar? Onlara göre, peygamberler hakkında böyle düşünmelerinin sebebi, onların kendilerince, akıl almaz çok uzak bir ihtimal gördükleri, belki de imkânsız saydıkları bir şeyi, peygamberlerin gerçek gibi göstermeye çalışmalarıdır.

Kur'an-ı Kerim, onların bu düşüncelerini şöyle naklediyor: "Sizi, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra tekrar dirilmenizle mi tehdit ediyor? Oysa tehdit edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak! Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız; bir daha diriltilecek değiliz. Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız."[49]

Peki, onlar mead konusunun akıl dışı uzak bir ihtimal ve belki de imkânsız olduğunu neye bağlıyorlar?

Kur'an-ı Kerim, onların mead konusunu ortaya koyan ilâhi elçilere güldüklerini ve çürüyüp toprağa karışan insan kemiklerinin tekrar diriltilmesini imkânsız görüp bu görüşlerine: "Biz kemik ve ufalanmış toprak olmuşken, yepyeni bir hilkatte mi diriltileceğiz?"[50] "…Şu çürümüş kemikleri kim canlandırabilir?…"[51] şeklinde delil getirdiklerini bildiriyor.

O halde materyalist düşünceli bu tip insanların, meadı inkâr etmeye getirdikleri delilleri, sadece ölerek çürüyüp toz toprak olan insan bedeninin tekrar canlanmasının imkânsız olduğu iddialarıdır.

Kur'an-ı Kerim'in Meadı İnkâr Eden

Materyalistlere Cevabı

Önce de işaret ettiğimiz üzere, Kur'an-ı Kerim, meadın imkânsız olduğunu ileri sürerek, inkâr yolunu seçen materyalistlerin cevabında; ilk yaratılışa, tabiatın öldükten sonra tekrar dirilmesine, insanın yaratılış sürecine ve bilahare ilâhi kudretin sonsuzluğuna dikkat çekerek, onların zannının aksine meadın pekâlâ mümkün olduğunu ispatlamaktadır. Şimdi isterseniz Kur'an-ı Kerim'in, meadın mümkün olduğuna dair getirdiği delillere kısaca bir göz atalım.

Meadın İmkânını İspatlayan Deliller

1- İlk Yaratılış Meadın Mümkün Olduğunu Gösterir

Materyalistlerin meadı inkâr ederken delil olarak, çürüyüp toz toprak olan insan bedeninin tekrar dirilmesinin akıl almaz, çok uzak bir ihtimal ve hatta imkânsız olduğunu ileri sürdüklerini görmüştük.

Kur'an-ı Kerim, mantıksal bir ilkeyle onlara cevap veriyor. Şöyle ki, mantık açısından bir şeyin mümkün olmasının en sağlam delili, o şeyin vuku bulmasıdır.

Yine mantık açısından, birbirinin emsali olan şeyler, mümkün ve muhal olma bakımından aynı hükme tabidirler. Eğer bir şey mümkün olursa, onun misli olan şey de mümkün olur. Bir şey muhal olursa da, onun misli olan şey de muhal olur.

Kur'an-ı Kerim bu ilkeye dayanarak, tekrar diriltme ile ilk diriltme olayının arasında bağlantı kurar. Kuşkusuz bu ikili birbirlerinin emsalidirler. Çünkü her ikisi de yaratış, her ikisi de icat etmedir. Hatta bir bakıma birincisi ikincisinden daha çetindir. Zira birincisi hiç olmayan bir şeyi var etme iken; ikincisi, var olup daha sonra başa bir şekil alan bir nesneyi tekrar ilk haline benzer bir hale getirmedir. Açıktır ki, birincisi ikincisinden daha çetin ve zor bir şeydir.

Kur'an-ı Kerim, meadı /tekrar diriltmeyi/ inkâr eden materyalistlere şu cevabı veriyor: "Siz; "çürüyüp toz toprak olan kemikleri tekrar kim diriltecektir?" diyerek, meadın imkânsız olduğunu iddia ediyorsunuz. Oysa eğer tekrar diriltmek imkânsız olursa, ilk yaratılış olan, ilk diriltmenin de imkânsız olması gerekirdi. Zira bunların her ikisi de yaratılış olup birbirlerinin emsalidirler. Mümkün ve muhal olma açısından aynı hükme tabidirler. Hâlbuki ilk yaratılışın vuku bulduğunu görmektesiniz. O halde ikinci yaratılış da mümkündür ve onu inkâr etmek mantıksızlıktır.

Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim, onların: "Bizi tekrar /hayata/ kim döndürecek?"[52] sorusuna: "Sizi ilk /gül goncası gibi açıp/ yaratan, "[53] cevabını verir. Yani eğer tekrar diriltmek imkânsız olsaydı, ilk yaratılış da imkânsız olurdu. Çünkü bunlar birbirlerinin esmalıdırlar. Oysa ilk yaratılışın gerçekleştiğini görüyoruz. O halde ikinci yaratılış da imkân dâhilindedir.

Yine, Allah Teala'nın: "İlk yaratış bize zor mu geldi ki /onlar, ikinci yaratılıştan şüphe ediyorlar/. Doğrusu onlar, yeni yaratılış konusunda şaşkınlık içindedirler"[54] ayeti de aynı istidlale işaret etmektedir.

Yine, Allah Teala'nın: "Ölümü aranızda takdir eden biziz; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi de bilmediğiniz bir şekilde var etmeyi dilesek, kimse önümüze geçemez. Andolsun ki, siz ilk yaratılışı bildiniz, yine de düşünmez misiniz?"[55] ayetleri de beşerin dikkatini aynı hususa çekiyor.

Keza; Allah Teala, meadı imkânsız görüp inkâr edenlerin deliline, Yasin Suresi'nde değinip, aynı metotla cevap vermiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnsan kendisini bir meniden yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da: "Çürümüş kemiklere kim hayat verecek?" diyerek, bize karşı misal getirmeye kalkışır. De ki: "Onları, ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilendir."[56]

Bu ayeti kerimede de Allah Teala, insana ilk yaratılışını hatırlatarak; insanın, ikinci yaratılışını da birinci yaratılışına kıyas etmesi gerektiğini ve birinci yaratılışının, ikinci yaratılışının da mümkün olduğunu gösterdiğini hatırlatmaktadır.

Hadis kitaplarında bu ayetin nüzul sebebi şöyle açıklanmıştır: "Müşrik olan bir Arap, çürümüş bir kemik parçasını yerden bulup: "İşte bununla Muhammed'le tartışıp, onun öldükten sonra tekrar dirilme haktır, sözünü çürüteceğim" dedi.

Sonra o Arap, Hz. Resulullah'ın yanına gelerek, elinde bulundurduğu o kemiği ufalayıp, Peygamberimizin huzurunda yere dökerek şöyle dedi: "Kim bu çürümüş kemiğin tozlarını tekrar toplayıp insan yapabilir?" İşte bu olaydan sonra yukarıda zikredilen ayet inerek müşriklerin cevabını verdi.

Sonra Allah Teala, insanların mantıklı düşündükleri takdirde, aslında ikinci yaratılışın daha kolay olduğu hükmüne varacaklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor: "Yaratmayı başlatan da, sonra onu tekrarlayan da O'dur. Bu /tekrar yaratma/, O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir."[57]

Gerçekten de ikinci yaratmanın birinci yaratmadan daha kolay olması gerekir. Çünkü birinci yaratma, ortada bir madde ve örnek olmaksızın gerçekleşmiştir. İkinci yaratmada ise, hem madde vardır, hem de örnek mevcuttur. O halde ikinci yaratma daha kolaydır. Ancak inkârcılığına bahane arayan materyalist düşünceli insan bunu görmezlikten gelir.

2- Tabiatın Öldükten Sonra Tekrar Dirilmesi

Meadın Mümkün Olduğunu Kanıtlıyor

Kur'an-ı Kerim, mead konusunu yadırgayanların dikkatini, her yıl gözleri önünde cereyan eden tabiatın öldükten sonra tekrar canlanması olayına çekerek, meadın mümkün olduğunu kanıtlıyor.

Gerçekten de her sene sonbahar ve kış mevsiminde yemyeşil olan tabiat cansız bir hal alıyor. Ama bahar gelip yağmurlar yağmaya başlayınca, kuruyup cansız olan bu tabiatın birden canlanıp yeşerdiğini görmekteyiz.

Acaba bu, ölerek cansız olan insanın ve diğer canlı varlıkların da ahiret baharında tekrar canlanabileceğine bir örnek teşkil etmez mi?

Çünkü cansız hale gelen bir varlığın tekrar canlanması mümkün olmasaydı, tabiatın da tekrar canlanmaması gerekirdi. Oysa her sene tabiatın öldükten sonra canlandığına şahit oluyoruz. O halde tabiatta bunu gördüğümüz halde, niçin insan ve diğer canlılar için aynı olayı mümkün görmüyoruz?

Akli ilkelerde istisna olamaz. Eğer canını yitiren bir şeyin tekrar canlanması imkân dışı ise, hiçbir şeyin canını yitirdikten sonra canlanmaması gerekir. Eğer bazı canlılarda bu oluyor ve mümkün ise, o halde her canlı için aynı kural geçerlidir ve her canlı için aynı şey mümkündür. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde insanın dikkatini bu hakikate çekmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Yeri de kupkuru sönük olarak görürsün; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten /veya çiftten/ iç açıcı güzel bitkiler yeşertir. Bütün bunlar, Allah'ın hakkın /gerçeğin/ ta kendisi olduğunun, ölüleri dirilttiğinin, gücünün her şeye yettiğinin, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğinin ve Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğinin delilidir."[58]

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Rahmetinin /yağmurun/ önünde, müjdeci olarak rüzgârları gönderen O'dur /Allah'tır/. Onlar /rüzgârlar/, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete sevk ederiz, orada suyu indirir ve onunla her türlü üründen yetiştiririz; işte ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkaracağız; belki bun­dan ibret alırsınız."[59]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızk olmak üzere, onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, birbirine girmiş küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiş­tirdik. O su ile ölü yere can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir."[60]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz onu ölü bir beldeye sü­rüp de, onunla toprağı ölümünden sonra tekrar diriltiriz. Ölülerin yeniden diriltilmesi de işte böyle olacaktır."[61]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O can­landırır. İşte siz de böyle diriltileceksiniz."[62]

Görüldüğü üzere, Allah Teala; tabiatın her yıl öldükten sonra tekrar dirilmesini, insanın mead konusu için bir örnek alması ve bundan insanın da öldükten sonra tekrar diriltilmesinin mümkün olduğunu çıkarması gerektiğini vurgulamaktadır.

Tabiatın Öldükten Sonra Diriltilme

Deliline Yapılan İtiraz

Ancak burada bazıları şöyle bir itirazda bulunabilirler ki; yer kürenin öldükten sonra diriltilmesi mead ve ahiret yaşantısının mümkün olduğuna delil olamaz.

Zira sonbahar ve kış mevsiminde ne ağaçlar, ne de yerde bulunan tohumlar gerçekten ölmüyorlar. Sonbahar ve kış mevsiminde olan, sadece ağaçların ve yerde bulunan tohumların bir süre için hayatsal faaliyetlerini tatil etmelerinden ibarettir.

Başka bir deyimle onlar, bir çeşit uyku dönemine girerler. Yoksa hayatlarını tamamıyla kaybetmiyorlar. Bahar gelip, onların hayati faaliyetlerini başlatmaları için ortam müsait olunca, onlar tekrar çalışmalarını başlatıyor ve biz onların öldükten sonra tekrar canlandığını sanıyoruz. Ama gerçek böyle değildir. O halde mead konusunu tabiatın canlanmasına kıyas etmek doğru değildir.

Cevap: İlk önce; insanın öldüğünde, yok olup gidecek şekilde hayatını tamamıyla kaybettiğine dair hiçbir ilmi kanıt yoktur. Aksine, bütün ilmi kanıtlar insan ruhunun öldükten sonra da hayatını sürdürdüğünü ispatlamaktadır. Zaten bizim inancımız da budur. Nitekim ölümün hakikati bölümünde Ehl-i Beyt İmamları'nın ölümü uzun süreli bir rüyaya benzettiklerini görmüştük. O halde insan, öldükten sonra ruhi hayatını devam ettirmektedir ve hayatını sürdürmekte olan insan ruhu, Allah Teala'nın dilediği bir zamanda tekrar bedensel yaşamına dönebilir. Bu durumda Allah Teala'nın mead konusunu uyku dönemine girmiş olan bitkilerin tekrar canlanmasına benzetmesi yerinde bir benzetmedir.

Sonra; ileride de açıklanacağı üzere, aslında insan ruhu hiçbir zaman bedenini yitirmemektedir. Dünya hayatındayken dünyadaki bedeniyle hayatını sürdürür. Öldüğünde de kıyamet gününe kadar berzah bedeniyle hayatını sürdürür. Kıyamet olunca da kıyamet bedeniyle hayatını sürdürecektir.

Bu üç beden birbirinden ayrı bedenler olmayıp, her biri, diğerinin özü ve devamıdır. Aralarındaki farklılık, sadece bir bedenin tekâmül sürecinden geçerek bulunduğu âleme layık durumu almasıdır.

Nasıl ki, bir insanın ilk dünyaya geldiği sıradaki bedeniyle ömrünün sonundaki bedeni, bir beden olmasıyla birlikte, bulunduğu döneme göre, tekâmül sürecinden geçip değişikliklere uğraması, onun ayniyetine bir halel getirmiyorsa, insan bedeninin dünya, berzah ve kıyamet sürecinde geçirdiği tekâmül kademeleri de onun ayniyetini bozmamaktadır.

Bu durumda mead, şimdi içinde bulunduğumuz dünya hayatına tekrar dönüş değildir. Aksine mead, dünya ve berzah hayatının sona erip, ahiret hayatının başlamasıdır. Yani mead hayatında, dünya hayatında olan her şey, berzah hayatını aşarak mead hayatına ulaşacaktır.

Bu, bir varlığın tekâmül süreçlerini kat etmesi demektir. Bir varlığın yok olduktan sonra tekrar var edilmesi değildir. Dolayısıyla meadı, bitkilerin uyku döneminden sonra tekrar canlanmalarıyla kıyas etmek yerinde bir kıyastır.

Bu durumda bitkilerin uyku dönemi, dünya varlıklarının berzah dönemi yerindedir. Nasıl ki; bitkiler, uyku dönemlerini aştıktan sonra, tekrar canlanma dönemlerine ulaşırlarsa, dünya varlıkları da, berzah dönemini aştıktan sonra, berzah hayatına göre daha canlılık sayılan mead hayatlarına ulaşıyorlar.

İşte bunun içindir ki, Allah Teala, asıl canlılığın ahiret hayatında olduğunu bildirerek; "Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!"[63] buyurmuştur.

İlaveten; Allah Teala, bu ayetlerde meadı bitkilerin tekrar canlanmasıyla kıyas etmiyor. Allah Teala meada, toprağın tekrar canlanmasını misal getiriyor.

Bilindiği üzere, toprak her türlü hayattan yoksun cansız bir varlıktır. Ama bahar gelip yağmur yağmaya başlayınca, bitki tohumları ve ağaçlar, Allah Teala'nın izniyle bu cansız varlığı canlı varlığa dönüştürür.

İşte Allah Teala bu misali zikretmekle bize, kıyamet günü gelince, berzah âleminde bulunan ruhlarımızın Allah Teala'nın izniyle bu cansız toprak haline dönüşmüş olan bedenlerimizi ahiret âlemine uygun canlı varlıklara dönüştüreceğini hatırlatmak istiyor. Dolayısıyla bu mukayese, yerinde bir mukayese olup, yapılan bu itiraz da mesnetsiz bir itirazdan başka bir şey değildir.

Nitekim Allah Teala'nın, yukarıda değindiğimiz, Rum Suresi'nin 19. ayetinde ölüden diri, diriden de ölü çıkardığından söz etmesi de, bu hakikate işaret etmektedir. Yani, bizim bedenimiz önceleri cansız bir varlıktı. Allah Teala'nın, zatı itibariyle hayat olan ruhu ona vermesiyle canlılık kazandı. Sonra; Allah Teala'nın ruhu bedenden almasıyla, beden tekrar cansız hale gelir ve kıyamet günü, ruhu tekrar ona döndürmesiyle o, yeniden ahiret yaşamına uygun bir canlılık kazanacaktır.

 

3- İnsanın Yaratılış Süreci

Meadın Mümkün Olduğunu İspatlıyor

Kur'an-ı Kerim, mead konusunda tereddüt edenlerin, yersiz olarak tereddüt ettiklerini ve meadın pekâlâ mümkün bir olay olduğunu göstermek için insanı, kendi yaratılış süreci üzerinde düşünmeye davet ediyor.

Şöyle ki, her gün gözümüz önünde cereyan eden, bir insan veya bir hayvan yavrusunun dünya hayatına ayak basmasına defalarca şahit olduğumuzdan bu olay, bizler için güncel ve önemsiz bir hadise halini almıştır. Oysa bir canlı yavrunun oluşup dünya hayatına ayak basması olayı, o kadar önemli ve ince bir konudur ki, onun sadece bilinen yönlerini anlatmaya kalkışmak, bilim adamlarının ciltlerce kitap yazmalarını gerektirir.

Küçük bir toprak zerresinden ibaret olan, gözle görülemez küçük bir canlı hücre, anne rahminde kendisi gibi olan başka bir canlı hücreyle birleşir. Sonra, tek hücreli olan bu canlı varlık, akıl almaz bir süratle aldığı cansız besinleri birkaç ay içerisinde milyarlarca canlı hücreler haline getirir. Sanki o karanlık yerde onlarca mühendis, teknisyen, kimyacı, fizikçi ve ressam çalışmaktadır. Nihayet, tek hücreli bu varlık, kısa bir süre içerisinde bütün mühendislerin, teknisyenlerin, fizikçilerin, kimyacıların ve ressamların akıllarını hayran bırakan bir varlık olarak belli bir günde karşımıza dikiliverir.

Acaba birkaç gram demir, fosfor, kalsiyum, karbon ve bir miktar su ile böyle akılları hayran bırakan bir varlığın oluşmasını sağlayan ve bunu yapmaya gücü yeten bir varlığın, canlı varlıkları öldükten sonra tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?

İşte Kur'an-ı Kerim, bu nükte üzerine el koyarak, küçük bir su damlasını kâmil bir insan haline getiren yaratıcının, elbette ki, öldükten sonra bir varlığı tekrar diriltmeye gücünün yeteceğine dikkatleri çekiyor.

Kur'an-ı Kerim, ölen canlı varlıkların kıyamet gününde tekrar diriltilmelerinin bundan ağır ve zor olan bir olay olmadığını vurguluyor ve biz insanlara hitaben: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar diriltilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne oldu­ğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra meniden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli belirsiz bir parça etten yaratmışızdır. Dilediğimizi de belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi bebek olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena za­manına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeri de kupkuru sönük olarak görürsün; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten /veya çiftten/ iç açıcı güzel bitkiler yeşertir. Bütün bunlar, Allah'ın hakkın /gerçeğin/ ta kendisi olduğunun, ölüleri dirilttiğinin, gücünün her şeye yettiğinin, şüphe götürmeyen kıyamet saatinin geleceğinin ve Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğinin delilidir."[64] buyuruyor.

Evet, mead olayı, insanın ve diğer canlıların yaratılış sürecinde geçirdikleri evrimlerden daha ağır ve daha zor bir olay değildir. Buna kadir olan, elbette ki, ona da kadirdir. Ancak bunu görmek için, gözün kör olmaması ve bunu kavramak için de aklın selim olması gerekir.

4- İlahi Kudretin Sonsuzluğu

Meadın Mümkün Olduğunu Belgeliyor

Kur'an-ı Kerim bazı ayetlerinde; meadı, "Ölüp toprak olduktan sonra mı /diriltileceğiz/? Bu, /akla/ çok uzak bir dönüştür"[65] diyerek, mümkün görmeyen inkârcılara, Allah Teala'nın sonsuz kudretini hatırlatarak, bunun Allah'ın kudreti karşısında pekâlâ mümkün ve kolay bir iş olduğunu vurguluyor.

Şöyle ki; bazı şeyler, zatları itibarıyla muhal olan şeyler sınıfına girer. Zatı itibarıyla muhal olan şey elbette ki, gerçekleşemez. Zatı itibariyle muhal olan şeyin gerçekleşmemesi, kudret sahiplerinin onun karşısında aciz kaldığından olmayıp, böyle bir şeyin aslında kudret dışı kalmasındandır.

Başka bir deyişle; kudret, her zaman zatı itibarıyla mümkün olan şeye nispet verilir ve onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olup olmadığı ölçülür. Zatı itibarıyla imkânsız olan şey ise, ilk baştan kudret dışı kabul edilip, onun gerçekleşmesinin imkânsız olduğuna hükmedilir. Bu, kudret sahiplerinin ona güçlerinin yetmediğinden veya güçlerinin azlığından değil, o şeyin zatı itibarıyla var olma imkân ve liyakati olmadığındandır.

Bazı şeyler de, zatları itibarıyla mümkün şeyler sınıfına girdiği halde gerçekleşmiyor. Zatı itibarıyla mümkün olduğu halde bir şeyin gerçekleşmemesi; bazen, onun gerçekleşmesi için yeterli gücün olmamasından kaynaklanır. Bazen de, hikmete aykırı olduğu için imkân dâhilinde olduğu halde, ilim ve hikmet sahibi bir fail onu gerçekleştirmez.

Örneğin; aya gitmek, zatı itibarıyla mümkün olduğu halde; beşer, eski zamanlarda aya gidecek güce sahip olmadığından bunu gerçekleştiremiyordu. Fakat bu gün, bu güce sahip olduğundan bunu gerçekleştirmiş ve zatı itibarıyla mümkün olan aya gitmek, beşerin bilfiil gücü dâhiline girmiştir.

Zatı itibarıyla mümkün olup da, mantık ve hikmete aykırı olduğundan yapılmayan bir işe de, insan eylemlerinden, aklıselim sahibi bir insanın kendi canına kıymamasını misal olarak zikredebiliriz. İnsanın kendi canına kıyması olayı, zatı itibarıyla mümkün olan bir eylemdir. Ancak, hiçbir aklıselim sahibi bunu yapmaz. Çünkü bu, mantık ve hikmete aykırıdır. Buna, tekvin âleminden de bir misal getirmek istersek; insanın gözünün elinin içinde veya ayaklarının altında yaratılmamasını, örnek olarak zikredebiliriz. Allah Teala'nın hilkatinde, böyle hikmet ve mantığa aykırı bir yaratık bulunmamaktadır. "O ki, yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak yedi kat halinde yaratmıştır. Rahman'ın yaratmasında, hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak! Bir bozukluk bulabilecek misin? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak! Göz, /bir kusur bulamadan/ yorgun ve bitkin bir halde sana dönecektir."[66]

Mead olayına gelince; onun, zatı itibarıyla muhal olan olaylar sınıfına girmediğinde bir şüphe yoktur. Ancak şu var ki, zatı itibarıyla mümkün olan bu olayın gerçekleşmesi, onu gerçekleştirebilecek bir gücün varlığını ve hikmet ve mantığa aykırı olmamasını gerektirir. O halde sorun zatı itibarıyla mümkün olan mead olayını gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığı ve mantık ve hikmete aykırı olup olmadığıdır.

Meadın hikmet ve mantığa aykırı olup olmadığı konusuna gelince; ileride ispatlayacağımız üzere, meadın tahakkuk bulması, hikmet ve mantığa aykırı olmadığı gibi, aslında hikmet ve mantık onun varlığını zorunlu kılmaktadır. O halde mantık ve hikmet açısından meadın olmasında bir sorun yoktur.

Gelelim, meadı gerçekleştirebilecek bir gücün olup olmadığına; inkârcılar, Allah Teala'nın kudreti hakkında yanlış düşünceye sahip olduklarından, Allah'ın kudretinin buna yetmeyeceğini sanarak, onu inkâr etmişlerdir. Buna karşılık Allah Teala, Kur'an-ı Kerim'de kendi sonsuz kudretini ve bu kudretiyle yarattığı varlıkları örnek gösterip, mead olayının Allah Teala için göz kapayıp açmaktan bile kolay olduğunu hatırlatarak, onların ne kadar yanlış düşündüklerini ortaya koymuştur.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendirmediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O'nun avucundadır; gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir"[67]

Allah Teala bu ayet-i kerimede mead konusunu inkâr edenlerin gerçekte, Allah'ı iyi tanımadıklarından ve O'nun kudretini kendi kudretleriyle kıyas ettiklerinden, böyle bir şüpheye kapıldıklarını belirtiyor. Yoksa onlar Allah Teala'yı doğru tanısaydılar, asla böyle bir şüpheye kapılmaz ve meadın, Allah için pek kolay bir hadise olduğunu anlarlardı.

Daha sonra Allah Teala, konuya daha da açıklık getirerek, Allah'ın kudreti karşısında meadı inkâr edenlerin şüphelerinin yersiz olduğunu, yeri ve gökleri yaratanın kudretine nispet ölüleri tekrar diriltmenin pek kolay olduğunu ve bu azamete sahip yer ve gökleri yaratanın ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu belirtmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah'ın, ölüleri di­riltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet; O, her şeye kadirdir."[68]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir?" Onlar için şüphe götürmeyen bir süre de tayin etmiştir. Ama zalimler, ancak inkârcılıkta direniyorlar."[69]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette ki kadirdir. O, her şeyi yaratandır; bilendir."[70]

Allah Teala bu ayetlerinde, gökleri ve yeri yaratmaya kudreti yeten yaratıcının kudretinin, mead olayını da gerçekleştirmeye yeteceğinden şüphe etmenin yersiz olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Zira sadece şimdiye kadar keşfedilen bölümü, milyonlarca ışık yılı genişliğinde olan bu sonsuz evreni, içindeki bütün bu azametli galaksileri ve akılları hayran bırakan çeşitli varlıklarıyla yaratan kudret için, ölüleri diriltmek; elbette ki, zor bir olay sayılamaz. Gerçekten de bu azametli fezayı sonsuz varlıklarıyla yaratarak kudretinin azametini sergileyen Allah Teala'ya, ölüleri tekrar diriltmek, hiç de zor olamaz.

İşte bunun içindir ki, Allah Teala, mead olayının kendisi için kolay olduğundan bahsederek şöyle buyurmuştur: "Bir çağrıcının yakın bir yerden çağıracağı güne kulak ver. O gün, çığlığı gerçekten duyarlar; işte o, /kabirden/ çıkış günüdür. Doğrusu, Biz diriltiriz; biz öldürürüz; dönüş de ancak bizedir. O gün, yer yarılır onların üzerinden çabucak ayrılır; bu, bize göre kolay bir toplanmadır."[71]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnkâr edenler, kesinlikle tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: "Hayır; Rabbime andolsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz; sonra da, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a kolaydır." Öyleyse; Allah'a, Peygamberi'ne ve indirdiğimiz nura, /Kur'an'a/ inanın; Allah iş­lediklerinizden haberdardır. Toplanma günü için, sizi bir araya getirdiği zaman, işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür; kim Allah'a inanmış ve salih amelde bulunmuşsa, Allah onun kötülüklerini örter; onu, içinde temelli ve sonsuz kalacağı, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar; büyük kurtuluş işte budur."[72]

Bütün bu açıklamalardan sonra, meadın olabileceğinden şüphe edenlerin ne kadar büyük bir sapıklık içerisinde olduklarını kestirmeyi, siz aziz okurların takdirine bırakıyoruz.

Ayrıca; Kur'an-ı Kerim, mead olayının mümkün bir olay olduğunu kanıtlamak gayesiyle, geçmiş ümmetlere, bazı ölmüş insan veya hayvanları tekrar diriltmek suretiyle, ölen bir canlının diriltilmesini bizzat gösterdiğinden de bahsetmektedir.

Hz. İbrahim /a.s/'ın, öldürüp parça parça doğrayarak birbirine karıştırdığı kuşları Allah Teala'nın izniyle tekrar diriltmesi,[73] Hz. Uzeyr Peygamber'in yüz sene ölü yattıktan ve merkebinin ölüp kemiklerinin çöle dağıldığından sonra tekrar dirilmesi,[74] İsrailoğulları'ndan bir grubun, ölüm korkusuyla şehirlerini terk ettikten sonra, ölüp tekrar diriltilmeleri,[75] yine İsrailoğulları'ndan bir kişinin, öldürülüp suçunun başkasının üzerine atıldığında, kendi katilini göstermek üzere tekrar diriltilmesi,[76] yine İsrailoğulları'nın: "Allah'a, görmedikçe inanmayız" dediklerinde, onların kendilerinin ve onlardan temsilci olarak seçilen yetmiş kişinin, Allah Teala'nın azamet tecellisini gördüklerinde öldükten sonra diriltilmeleri,[77] Mağara Ashabı'nın, bir çeşit ölüm olan, üç yüz sene boyunca uyuduktan sonra Allah'ın vaatlerinin hak olduğunu görmeleri üzere, tekrar uyandırılmaları[78] ve bilahare, Hz. İsa'nın, halkın gözü önünde ölüleri diriltmesi ve çamurdan kuş şekli yapıp, ona üflediğinde onun kuş olup uçması[79] bu doğrultuda gösterilen örneklerdir.

Ancak bu olayları bizzat bizim kendimiz yaşamadığımız için; bunlar, bizler için sadece bir iman konusu olur. Yani, Kur'an-ı Kerim'e inanan kimseler olan bizler, elbette ki, Kur'an'ın bütün haberlerinin de doğru olduğuna inanmaktayız.

Fakat böyle bir iman sahibi olmayan kimseler için, Kur'an-ı Kerim'in bu haberleriyle delil getiremeyiz. Onlara, Kur'an-ı Kerim'in yukarıda zikrettiğimiz, akli istidlal yöntemiyle delil getirmemiz gerekir.

Buraya kadar zikrettiğimiz deliller, meadın aklen mümkün olup, Allah Teala'nın kudretine nispet kolay sayılan bir olay olduğunu ispatlamakla birlikte, bir taraftan bu delillerin ve meadın gerçekleşeceği vaadinin, Kur'an-ı Kerim'de yer alması, diğer taraftan da önceden Allah Teala'nın varlığına ilaveten, Kur'an-ı Kerim'in Allah Teala'nın kitabı olduğu, kesin akli delillerle ispatlandığı nazara alınınca; bu deliller, aynı zamanda meadın kesin olarak vaki olacağını da ispatlamış olurlar. Ancak buna rağmen, İslam uleması tarafından meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlayan akli deliller de zikredilmiştir. Şimdi bu delilere kısaca bir göz atalım.

Meadı Gerektiren Akli Deliller

1- Allah'ın Adaleti Meadı Gerektirir

Kitabımızın "Adalet" bölümünde, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli İlkesi"nin, her akıl, ilim ve irade sahibi failin, adalet gereğince hareket edip, zulmetmekten sakınmasını iktiza ettiğini belirtmiştik. Çünkü akıl açısından adalet gereğince hareket etmek hasen /güzel/, zulmetmek ise, kabihtir. Akıl ise, her akıl, ilim ve irade sahibinin, hasen olanı yapması ve kabihten de çekinmesi gerektiğini emrediyor. Allah Teala da; ilim, hikmet ve irade sahibi bir fail olduğundan, O'nun fiilleri de aynı hükme tabidir. Yani, insan aklı, bu ilke gereğince, Allah Teala'nın da, bütün fiillerinde adil olup, asla zulüm etmediğine ve etmeyeceğine hükmetmektedir.

"Hüsn-ü Kubh-ü Akli İlkesi"ni kabul etmeyen Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubu da, Allah'ın, adalet gereğince hareket edip, asla zulmetmediğine ve zulmetmeyeceğine inanmaktadır. Aradaki fark, sadece bu inanışın dayanağı konusundadır. "Adliyye Grubu" olarak isim alan biz Ehl-i Beyt Mektebi izcileri /İmamiyye/ ile Ehl-i Sünnet'in "Mutezile Grubu", bu inanışlarında öncelikle yukarıda işaret ettiğimiz, aklın hükmüne istinat ederken; onların bu konudaki dayanakları, ilâhi vahyin bu doğrultuda olmasıdır. Yani, onlar da bizim gibi Allah'ın adil olduğunu ve asla zulmetmeyeceğini kabul ediyorlar. Fakat onların buna delilleri, aklın hükmü değil, şeriatın hükmünün, adalete uymanın ve zulümden kaçınmanın gerekliliği doğrultusunda olmasıdır.

Demek ki, bütün müslümanlar ve hatta bütün insanlık âlemi, Allah Teala'nın adil olduğunda ittifak etmişlerdir.

Öte yandan, adalet sıfatına sahip olan Hak Teala'nın, yaratıklarından akıl ve hür irade sahibi olan biz insanları ve cinleri mükellef kıldığı ve bir takım yükümlülüklerden sorumlu tuttuğunu görmekteyiz.

Bu arada biz yükümlü yaratıkların içerisinde, Allah Teala'nın, yükümlü kıldığı vazifelere itaat edenler olduğu gibi, yükümlülüklerini yerine getirmeyip isyan edenlerin de olduğu şüphe götürmeyen bir gerçektir

Yine; hür irade sahibi olmanın bize sağladığı imkân sayesinde, bizlerin içerisinde, diğerlerinin hak ve hukukuna riayet edenlerin bulunduğu gibi, başkalarının hak ve hukukuna riayet etmeyerek, onların can, mal ve ırzlarına tecavüz edenler de bulunmaktadır.

Bu arada; yine insan aklı, her itaat edenin, itaat edilen üzerinde mükâfat ve ücret hakkını kazandığına da hükmetmektedir. Yaratıkların akıl sahibi hür iradeli bireyleri arasındaki ilişkilerde aklın bu hükmü kesin ve şüphe götürmeyen bir husustur. Yani yaratıklar arasında akıl ve hür irade sahibi bir fert, aynı özellikteki diğer bir ferdin emrine itaat ettiğinde; itaat edenin, itaat edilen üzerinde ücret ve mükâfat hakkı kazandığında bir şüphe yoktur. 

Ancak ne var ki akıl, yaratıkların; canları, malları ve iradeleri de dâhil olmak üzere, her şeylerinin yaratana ait olması hesabiyle, yaratanın, kendisine itaat edenleri mükâfatlandırmasının, onun bir ihsan ve inayeti olduğunu ve yaratıkların, itaatlerinden dolayı yaratana karşı hiçbir hak kazanmadıklarını da kabul ediyor.

Çünkü yaratıkların neyi varsa yaratan tarafından kaynaklandığına göre, aslında yaratıkların itaatleri de, yaratanın, onların varlıklarını ve varlıklarına ait bütün kemallerin idamesine müsaade edip onlara olan feyzini sürdürmesi demek olduğundan, Rablerinin onlara olan yeni bir inayeti, nimeti ve ihsanı sayılır. Hiçbir kimse de, efendisinin kendisine verdiği ihsan ve nimetten dolayı ona karşı bir hak sahibi olamaz. Aksine, efendisinin onun üzerinde teşekkür hakkı doğar.

Fakat Cenab-ı Hak, itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağını vaat etmiştir. Dolayısıyla bu mükâfatlandırma, Allah Teala'nın, yaratılış nimet ve ihsanından sonra, kullarına inayet edeceği ikinci bir nimet ve ihsanıdır.

İsyankâr kullara gelince; elbette ki onlar, Rablerinin onlara inayet ettiği nimeti kötüye kullandıklarından dolayı cezalandırılmayı hak ediyorlar. Ancak akıl, onları cezalandırma veya affetme hakkının, Allah Teala'ya ait olduğuna hükmetmektedir. Gerçi Allah Teala'dan beklenen, isyankâr kulları affedip bağışlamaktır. Bu O'nun yüce şanına daha layıktır.

Bireylerin birbirlerine karşı ihlal ettikleri hak ve hukuklara veya zayi edilen toplumsal hak ve hukuklara gelince; akıl, zayi edilen bu tür hak ve hukukların istifa edilme /alınma/ veya affedilme hakkının hak ve hukuk sahibi olan birey ve topluma ait olduğunu kabul etmektedir.

Aklın bu hükümleri ışığında, eğer yükümlü yaratıkların tamamı Allah'a karşı aynı düzeyde itaatkâr, ya da isyankâr olsalardı, akıl; itaatkâr kulların itaatleriyle Hak Teala üzerinde bir hak kazanmadıklarından dolayı, onların tamamının mükâfatlandırılmamasının adalet ilkesiyle çelişmediğine ve keza isyankârların tamamının affedilmesinin de bir sakıncası olmadığına hükmetmektedir.

Ancak ne var ki, yükümlü kulların tamamı, aynı derecede itaatkâr olmadığı gibi, tamamı; aynı derecede isyankâr da değildir. İçlerinde, çeşitli düzeylerde itaatkârların bulunduğu gibi, çeşitli düzeylerde isyankârlar da vardır.

Durum böyle olunca; akıl, yaratılış düzeninden mükâfatlandırma ve cezalandırma sisteminin tamamıyla kaldırılıp, isyankârlarla itaatkârların aynı kategoride değerlendirmeye tabi tutulmasının ve hepsine aynı muamele yapılmasının adalet ilkesiyle bağdaşmadığına hükmediyor.

Çünkü akıl, itaatkârla isyankâra ve iyilik yapanla kötülük yapana eşit muamele yapılmasının, çirkin bir hareket olduğundan şüphe etmemektedir. Bu arada aklın açık hükmü veya bizzat Allah Teala'nın kendi bildirmesi gereğince; Hak Teala, çirkin işler yapmaktan münezzehtir. O halde Allah Teala'nın, itaatkâr olup iyilik yapanları mükâfatlandırmaması veya isyankâr olup kötülük yapanları cezalandırmaması ve her iki grubu da aynı muameleye tabi tutması muhaldir.

Öte yandan; dünya hayatında, itaatkârların tam anlamıyla mükâfatlarına ve isyankârların da tam anlamıyla cezalarına ulaşmadıklarını görüyoruz.

Dünya hayatında öyle zalimler vardır ki, işledikleri cinayetlerin ve isyanların karşısında en küçük bir ceza almadan ve öyle iyilik ve ihsan ehli de vardır ki, yaptıkları iyiliklerin karşısında en küçük bir mükâfat almadan göçüp gidiyorlar.

Bu durumda eğer, her iyilik ehlinin iyiliğinin mükâfatına, her kötülük ehlinin de kötülüğünün cezasına ulaşacağı bir hesap günü ve adalet mahkemesi olmazsa, bundan iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit olması lazım gelir. Böyle bir eşitlik de Allah'ın adil olma sıfatıyla çelişmekte olup, bu düzeni Kur'an Hak Teala'nın çirkin iş yapmasını gerektirir. Allah Teala da çirkin işlerden münezzeh olduğuna göre akıl, mutlaka Allah Teala'nın her şahsın kendi hakkına ulaşacağı bir hesap günü yaratıp, adalet mahkemesini kuracağına hükmediyor. İşte adalet mahkemesinin kurulacağı o hesap günü meaddır.

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Hak Teala'nın da bu metotla meadın kesin olarak vaki olacağını ispatladığını görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Hiç teslimiyet gösterenleri suçlu günahkâr olanlar gibi tutar mıyız? Ne oluyor size? Nasıl yargılıyorsunuz?"[80]

Yine şöyle buyuruyor: "Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne de kötü hüküm veriyorlar! Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı ki, her nefis kazandığının karşılığını görsün. Ve onlara zulmedilmez."[81]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin sanısıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline! Biz hiç, inanıp salih amellerde bulunanlarla, yeryüzünde, bozgunculuk yapanları bir tutar mıyız? Hiç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarla yoldan çıkanları bir tutar mıyız?"[82]

Görüldüğü üzere; Cenab-ı Hak, bu ayetlerde iyilik ehli ile kötülük ehlinin eşit muamele görmesinin aklen çirkin olduğu ilkesine dayanarak, meadın kesin olarak vaki olacağını ispatlamış ve insanların kendi akıl ve vicdanlarına müracaat ettikleri takdirde, sağduyu sahibi her insanın aynı sonuca varacağını gözler önüne sermiştir.

2- Evrendeki Genel Hareket Meadı Zorunlu Kılıyor

Evrenin genel hareketi meadı zorunlu kılmaktadır. Zira bir taraftan evrenin, bütün varlıklarıyla birlikte, uzuvları birbiriyle uyum içinde olan, bir birey konumunda olduğunu görmekteyiz.

Diğer taraftan ise; tek bir şahsiyeti oluşturan bu evrenin devamlı olarak hareket halinde olduğuna şahit olmaktayız. Devamlı olarak, hem tek şahsiyeti oluşturan evrenin tamamı, hem de ona nispetle uzuv ve organ niteliğinde bulunan içinde bulundurduğu her bir varlık güç halinden fiil /edim/ ve kemal haline doğru hareket etmektedir.

Bundan, hiçbir hareketin hedefsiz olmadığı anlaşılmaktadır. Aslında hedefsiz bir hareketin olması imkânsızdır. Çünkü mutlaka her hareket, bir fiile /edime/ yöneliktir. Bu hüküm, hareket türünün değişmesiyle değişmez. Yani, ister hareket türü, bir elmanın renginin yeşillikten kırmızılaşmaya doğru olan hareketi gibi, nitelikte olan bir hareket olsun, ister yine bir elmanın hacminin küçüklükten büyüklüğe doğru olan hareketi gibi, nicelikte olan bir hareket olsun, ister bir kişinin evinden işine gitmesi gibi veya ağır bir cismin yukarıdan aşağıya doğru düşmesi gibi, intikali bir hareket olsun ve isterse de maddi bir varlığın mücerret varlık olmaya doğru olan hareketi gibi, tözde olan bir hareket olsun, bütün hareketler illa de bir hedefe ve fiile /edime/ yöneliktir. Hiçbir hareket hedefsiz olamaz.

Bu durumda eğer, ilk hedefin /edimin/ kendisi, ikinci bir hedefe /edime/ ulaşmak için bir basamak mesabesinde /niteliğinde/ olursa, ilk hedefin /edimin/ son maksat olmadığı ve onun sadece bir geçiş menzili olduğu anlaşılır. Zira son maksat, hareketin ona ulaştığında sebata dönüştüğü hedefe denir.

Bundan, bir bütün olarak hareket halinde olan evrenin tamamının, ulaşmak istediği, hareketinin son bulacağı bir son hedefinin /edimin/ olduğu ortaya çıkıyor.

Zira eğer, bir bütün olarak cihanın hareketinin sebata dönüşeceği bir son hedefi /edimi/ olmaz ve her hedefe ulaştığında, onun kendisi, başka bir hedef için geçici bir durak niteliğinde olur ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bundan aslında bir bütün olarak cihanın hareketinin, ulaşmak istediği bir hedefi /edimi/ olmadığı ortaya çıkar. Oysa hiçbir hareketin hedefsiz olamayacağı açıktır.

Yani nasıl ki, her sebep ve failden önce bir sebep ve failin olması ve bunun bir ilk sebep ve faile varmadan sonsuz olarak devam etmesi, gerçekte fiilin bir fail ve sebebi olmadığını gerektirirse, hedef konusu da aynıdır. Eğer, her hedeften sonra başka bir hedef olur ve hareketin, vardığında sebata dönüşeceği bir son hedefi söz konusu olmaz ve bu sonsuz olarak böyle devam ederse, bunun gereği aslında o hareketin hedeften yoksun olmasıdır. Oysa hedefsiz hareketin olamayacağı ortadadır.

Zira sebep ve faili olmayan bir fiil ve hareket meydana gelemeyeceği gibi, hedefi olmayan bir fiil ve hareket de meydana gelemez.

Başlangıç ile sonucun farkı sadece şudur ki, bir sebep ve fail tarafından icat edilen bir hareket ve fiilin herhangi bir engelle karşılaşarak son hedefine ulaşmaması mümkündür. Ama fail ve sebepsiz hiçbir fiil ve hareket meydana gelemez.

Ancak engelle karşılaşmak ihtimalî sadece evrenin içindeki cüz-i varlıklar için söz konusu olabilir, evrenin bütünü için değil. Zira evrenin bütünü tek bir şahsiyeti oluşturduğuna göre, onu hedefine varmaktan engelleyecek başka bir şey farz edilemez. O halde, hareket halinde olan evren hiçbir engelle karşılaşmadan kendisine tayin edilen nihai hedefe vararak istikrar bulacaktır.

İşte evrenin istikrar bulacağı o hedefe, ahiret âlemi ve mead denir. Hak Teala'nın, ahiret yurdunu istikrar yurdu veya gemilerin demir attığı liman olarak adlandırması da bu yüzdendir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir, ama ahiret, doğrusu işte o, kalınacak yurttur."[83]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sana, şu kıyametin ne zaman limana varacağını soruyorlar, de ki: "Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır, onun vaktini, O'ndan başkası açıklayamaz. Göklerin ve ye­rin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir." Sanki sen onu biliyormuşsun gibi, onu sana soruyorlar, de ki: "Onu bilmek, ancak Allah'a mahsustur, ama in­sanların çoğu bu gerçeği bilmezler."[84]

Evet, ahiret yurdu, hareket halinde olan bu evrenin hareketinin son bulacağı nihai maksat ve varlık gemisinin uzun bir yolculuktan sonra demir atıp duracağı son limandır. Başka bir tabirle de, her hareketin bir nihai hedefi olması zorunluluğu, bir bütün olarak sürekli hareket halinde olan bu evren gemisinin varıp da demirleyeceği, mead denen bir son limanın ve artık her şeyin sükûna kavuşup koşuşturma ve çabadan kurtulacağı ahiret denen, nihai bir yurdun olmasını zorunlu kılmaktadır.

3- İlahi Hikmet Meadı Gerektirir

Kitabımızın "Tevhit" bölümünde bu cihanın, vacip bizatihi olup, bütün kemal sıfatlarına sahip olan, her şeyden müstağni ve sonsuz kudret, hikmet ve ilim sahibi bir yaratıcısının olduğunu ispatlamıştık. O halde bu cihan, vacip bizatihi olup bütün kemallere sahip olan Hak Teala'nın fiilidir.

Öte yandan akıl, hikmet sahibi olan her failin fiilinin bir hedefi olması gerektiğine ve hikmet sahibi olan varlığın hedefsiz ve boş yere iş yapmasının muhal olduğuna hükmediyor. Yani, hikmet sahibi olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olduğunu söylemek, onun hikmet sıfatıyla çelişmek olur. O halde, hikmet sıfatına sahip olan bir varlığın fiilinin hedefsiz olması düşünülemez.

Ancak akıl, mutlak kemal olup hiçbir şeye muhtaç olmayan hikmet sahibi bir failin fiilinin hedefsiz ve boş yere olmasının muhal olduğuna hükmetmekle birlikte, onun herhangi bir hedefe ulaşmak gayesiyle iş yaptığını söylemenin de muhal olduğuna hükmediyor. Bu konuyu biraz açalım.

Eğer, bir işi yapmak isteyen hikmet sahibi bir failin kendisi mutlak olarak ihtiyaçsız olmaz ve herhangi bir yönden bir ihtiyacı söz konusu olursa, mutlaka o yaptığı işinde ihtiyacını gidermeyi ve arzulanan kemale ulaşmayı gaye edinir.

Fakat mutlak olarak müstağni olup, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan hikmet sahibi bir varlık için böyle bir şeyi söylemek mümkün değildir.

Zira mutlak kemal olan böyle bir varlık için herhangi bir ihtiyaç veya eksiklik olduğu düşünülemez ki, yaptığı işte o ihtiyacı gidermeyi veya o kemale ulaşmayı gaye edinmiş olsun. O halde mutlak kemal olan bir varlık, hiçbir zaman bir ihtiyacı gidermek veya bir kemale ulaşmak gayesiyle iş yapmaz.

Hatta böyle bir failin, başkasına yarar ulaştırma gayesiyle de iş yaptığını söylemek olmaz. Çünkü bu takdirde, o failin başkasına hayır ulaştırma hususunda, iş yapmak zorunda olduğu ortaya çıkar ki, bu onun mutlak olarak müstağni oluşuyla çelişir. O halde, mutlak olarak müstağni olan bir fail, ister işin yararı kendine yönelik olsun, ister başkasına yönelik olsun bir faydaya ulaşmak gayesiyle iş görmez.

Ancak buna rağmen, onun fiilinin hedefsiz ve boş yere olduğunu söylemek de olmaz. Çünkü bu, onun hikmet sıfatıyla çelişkiye düşmek olur ve onun hikmet sıfatı böyle bir şeye meydan vermez.

Demek ki, mutlak olarak müstağni olan bir failin, kendi zatı dışında bir hedefi ve gayesi olduğu söylenemez.

Fakat hikmet sahibi olan bir failin fiilinin hedefsiz olması da muhal olduğundan, mutlaka onun fiilinin de bir hedefi olmalıdır. Yani, gerçi mutlak olarak müstağni olan failin, fail olarak kendi zatı dışında bir gayesi olması imkânsızdır. Ama mutlaka fiilinin, fiil olma açısından, o fiilin kendisinden üstün bir hedefi olmalıdır. Aksi takdirde, hedefsiz bir fiil olup hikmete aykırı olur. Hikmete aykırı bir fiilin de, hikmet sahibi bir failden meydana gelmesi muhaldir.

Kısacası, mutlak olarak müstağni olan bir failde, failin hedefi ile fiilin hedefi farklıdır. Mutlak kemal olan failin kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez. Çünkü onun için kendi zatı dışında kalan, kazanılabilecek bir kemalin varlığı söz konusu olamaz ki, doğrudan veya dolaylı olarak o kemali elde etmek, onun hedefi olabilsin. Ama onun fiili hikmet çeşmesinden kaynaklandığından dolayı, mutlaka o fiilin, kendisinden üstün olan bir hedefi olmalıdır.

Kur'an-ı Kerim de, bir fail olarak mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın hedefi ile fiillerinin hedefinin farklı olduğunu ortaya koymuştur.

Kur'an-ı Kerim: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım"[85] buyurarak, Allah Teala'nın fiillerinin fiil olma açısından hedefsiz olmadığını belirtmiştir. Çünkü aksi takdirde o fiil, hikmete aykırı bir fiil olur. Allah Teala'nın hikmete aykırı bir fiili yapması ise imkânsızdır.

Buna karşılık, fiilin hedefi olan bu hedefin Allah Teala'nın hedefi olmadığı ve mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Allah Teala'nın kendi zatı dışında bir hedefi olmadığı hususunu da: "…Eğer siz ve yeryüzünde olanlar, topyekun hepiniz nankörlük etseniz dahi, Allah yine de müstağni ve bütün övgülere layık olandır"[86] ve: "…. Kim nankörlük ederse, bilsin ki, Allah âlemlerden müstağnidir"[87] ayetleriyle açıklamıştır.

O halde, kulluk etmek yaratanın kendisi için olan hedefi değil, yaratıkların hedefidir. Eğer kulluk edilmezse, yaratık hedefine ulaşmaz, yaratan değil. Çünkü mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan yaratanın kendi zatı dışında bir hedefi olduğu düşünülemez ve zatın kendisi, kendi hedefi olunca da, hiçbir zaman bu hedefin aksaması söz konusu olamaz.

Demek ki, mutlak kemal ve sonsuz hikmet sahibi bir failin fiili olan bu cihanın, fiil olarak kendinden üstün bir hedefi vardır ki, o hedefe ulaşmakla kemaline ermiş olacaktır.

Ayrıca, cihanın bu hedefe ulaşmaması da söz konusu olamaz. Çünkü cihanın bu hedefine ulaşmaması için bir engelin olması gerekir. Bir bütün olan bu cihanı hedefine ulaşmaktan engelleyecek içsel bir engelin olması düşünülemez. Cihanın dışında kalan ise, sadece mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan Hak Teala olduğundan, dışsal bir engelin olması da söz konusu olamaz.

Zira Hak Teala'nın cihanı hedefinden engellemesi, O'nun mutlak kemal oluşu ve sonsuz hikmetiyle bağdaşamaz. O halde cihan, mutlaka kendi için tayin edilen hedefine ulaşacaktır.

Peki, cihanı kemale ulaştıracak bu hedef nedir? Açıktır ki, bu hedef, cihanın kendisinden üstün olmalıdır. Yani, dünya hayatının hedefi dünya hayatı olamaz. O halde dünya hayatında vaki olan hiçbir şey, dünya hayatının hedefi olamaz.

Dünya hayatının hedefi dünya hayatından üstün olmalıdır ki, dünya hayatı için kazanılacak bir kemal olabilsin. Bu ise, ahiret hayatından başka bir şey değildir. O halde, ahiret hayatı yani, meadın gerçekleşeceği kesindir. İşte bunun içindir ki, Allah Teala birçok ayetinde meaddan bahsederken, mead hakkında şüphesiz gerçekleşecek bir gerçek tabirini kullanmıştır.[88]

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın aynı metotla meadın zorunlu olarak gerçekleşeceğini ispatladığını görüyoruz. Yani, Allah Tela; bir taraftan, dünya hayatı olarak nitelenen bu cihanın hikmet sahibi bir yaratıcının eseri olarak batıl ve hedefsiz olamayacağını vurgulamış, diğer taraftan da, mutlak kemal ve her şeyden müstağni olan kendisinin kendi zatı dışında bir hedefi olmayacağını belirterek, cihanın hedefinin, cihanın ulaşması gereken bir hedef olduğunu belirtmiştir. Sonra da bu hedefin daha üstün bir kemal olan mead hayatından başka bir şey olamayacağını ortaya koymuştur.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin sanısıdır."[89]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak hakikat üzere yarattık, ama insanların çoğu bunu bilmez­ler."[90]

Yine şöyle buyurmuştur: "Biz; gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları hakikat üzere yarattık. Kıyamet günü şüphesiz gelecektir. O halde /şimdilik onlara/ yumuşak ve iyi davran."[91]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve Bize bir daha dönmeyeceğinizi mi sandınız? Her şeyin hak ve mutlak sahibi olan Allah, böyle şeyden çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, yüce Arşın sahibidir."[92]

Görüldüğü üzere; Allah Teala, ilk olarak bu ayetlerde yaratıkların hedefsiz ve boş yere yaratılmalarının, mutlak kemal ve hak olup sonsuz hikmet sahibi olan Allah Teala hakkında düşünülemeyeceğini, sonra da yaratık âleminin hedefinin tekrar Hak Teala'ya dönüşten ibaret olan mead olayından başka bir şey olamayacağını ortaya koymakla birlikte, kendisinin mutlak mülk sahibi olarak yaratık âlemi ve hedefinden müstağni olduğuna işaret etmiştir. O halde, Allah Teala'nın hikmeti, yaratık âleminin ulaşacağı bir hedef ve kemal olarak meadı zorunlu kılmaktadır.

4- Allah Teala'nın Vaadi

Meadın Olmasını Muhakkak Kılıyor

Önceki bahislerimizde aklın, kulların itaat etmekle Allah Teala üzerinde mükâfat ve ücret talep etme hakkını kazanmadıklarına, isyan ettikleri takdirde ise, kendilerine verilen nimetleri hür iradeleriyle bilinçli olarak kötüye kullandıklarından, cezayı hak ettiklerine ve doğrudan Allah Teala'ya ait konularda cezalandırma veya affetme yetkisinin Allah Teala'ya ait olduğuna hükmettiğini belirtmiştik.

Ancak, burada aklın başka bir hükmü de söz konusudur. O da şu ki: İtaat etmekle mükâfatın hak edilemediği yerlerde; eğer itaat edilen taraf, ona itaat eden kimselere, kendisine itaat ettikleri takdirde, onları mükâfatlandıracağına dair söz vermiş olursa, her ne kadar akıl, onları mükâfatlandırmayı, itaat sebebiyle kazanılmış olan zorunlu bir hak olarak görmese de, ama verilen sözün yerine getirilmesini, zorunlu görmektedir. Çünkü akıl, bunun aksini, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir makama yakışmayan çirkin bir eylem olarak kabul etmektedir.

Yani, eğer; keramet, hikmet ve şahsiyet sahibi bir kimse, başka birine mükâfat ve bahşişe dair bir şey vaat ederse; akıl, o kimsenin kesinlikle sözünde durarak vaat ettiği şeyi yerine getirmesi gerektiğine, bunu yapmadığı takdirde de onun kınanmaya layık olduğuna hükmeder. Zira akıl, verilen sözde durulmamasını, ahde vefasızlık ve yalancılık kabul edip, kerem sahibi kimseye yakışmayan bir sıfat olarak görür.

Ancak aklın bu hükmü, mükâfat ve bahşişe dair verilen sözler konusundadır. Ama eğer verilen söz, cezalandırmaya dair olur, örneğin; "bana karşı şu suçu işlersen, seni şu şekilde cezalandırırım" derse, akıl; bu sözün yerine getirilmesi gerektiğine hükmetmez.

Hatta akıl, cezalandırmaya dair olan sözlerde, o sözün yerine getirilmeyip, karşı tarafın affedilmesinin kerem ve şahsiyet sahibi birinin büyüklüğünün nişanesi olarak kabul edip; bunun, onun yüce şahsiyetine daha layık olduğuna hükmeder.

Bu arada Allah Teala'nın, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağına ve isyankâr kullarını ise cezalandıracağına dair söz vermiş olduğunu görmekteyiz.

Allah Teala'nın: "Cennet de muttakiler için uzak olmayacak bir şekilde yakınlaştırılır. İşte size vaat edilen cennet! O, Allah'a yönelen, emirlerini muhafaza eden, görmediği halde Rahman'dan çekinen ve hakka yönelen bir kalple gelen içindir. "[93] ayetleriyle; "Bırak onları, kendilerine vaat edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynasınlar"[94], "Kendilerine vaat edilen o günden dolayı, o kâfirlere yazıklar olsun!"[95], "Allah şöyle dedi: "İşte bana varan dosdoğru yol budur; "kullarımın üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Muhakkak Cehennem onların hepsine vaat edilen yerdir. Onun yedi kapısı vardır, her kapı için ayrılmış bir grup vardır.

Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. Oraya güven içinde, esenlikle girin," denir. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlar orada bir yorgunluk hissetmezler. Oradan çıkarılacak da değillerdir. Kullarıma Benim bağışlayan, pek merhamet eden olduğumu, azabımın ise can yakıcı bir azap olduğunu haber ver"[96] ayetleri Allah Teala'nın bu sözünü içeren ayetlerden bazı örneklerdir.

Ancak ne var ki akıl, Allah Teala'nın, cezalandırmaya dair olan sözünü yerine getirip de isyankâr kullarını cezalandırmasının, adaletle çelişmediğine ve Allah Teala'nın buna hakkı olduğuna hükmetmesinin yanı sıra, aynı zamanda Allah Teala'ya, daha çok yakışanın isyankâr kullarını affetmesi, onların kusurlarını görmezlikten gelmek olduğuna da hükmediyor.

O halde Cenab-ı Hakk'ın kendisine yönelik olan suçlara karşı ceza uygulayacağına dair sözünü yerine getirmeyip, suçluları affetmesi hiçbir mahzur doğurmadığı gibi, akıl açısından beğenilen bir davranış olup, övgüye layık kabul edilmektedir.

Allah Teala'nın, itaatkâr kullarını mükâfatlandıracağına dair sözüne gelince; akıl, Allah Teala'nın bu sözünü yerine getirmesi gerektiğine hükmediyor. Zira bunun aksi, akıl açısından ahde vefasızlık, verilen sözde durmamak ve yalancılık olur. Akıl, böyle bir şeyi; hikmet, kerem ve şahsiyet sahibi birinin uzak durması gereken çirkin bir eylem kabul eder.

Allah Teala da hikmet ve keramet açısından en yüce makam sahibi olduğundan; akıl, böyle bir vefasızlığın Allah Teala için en çirkin bir eylem olduğuna hükmedip, mutlaka Allah Teala'nın sözünde durarak, itaatkâr kullarına vaat ettiği mükâfatları yerine getireceğini söyler.

Binaenaleyh, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına olan mükâfat vaadi, meadın tahakkukunu zorunlu kılmaktadır.

Ehl-i Beyt ekolu düşünürlerinden Hace Nasiruddin Tusi de, meadın zorunlu olduğuna bir delil olarak, Allah Teala'nın itaatkâr kullarına verdiği mükâfat sözünü gündeme getirmiştir. O, kelam ilminde yazdığı "Et-Tecrid" isimli kitabında şöyle demiştir: "Vaade vefa etmenin zorunluluğu meadı zorunlu kılmaktadır."[97]

Evet; vaade vefa etmek aklın zorunlu gördüğü bir husustur. Allah Teala da kıyamet günü gerçekleştireceği birçok vaatlerde bulunduğuna göre, mutlaka vaadine vefa etmek açısından onu gerçekleştirip vaatlerine vefa edecektir.

Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teala'nın da aynı metotla kıyametin muhakkak gerçekleşeceğine istidlal ettiğini görmekteyiz.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İnanıp salih amellerde bulunanları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu Allah'ın hak olan vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"[98]

Görüldüğü üzere; Allah Teala, bu ayetinde müminlere vaat ettiği vaadin kesin olarak gerçekleşeceğine, kendisinin yalan konuşmasının imkânsızlığını delil getirmiştir.

Yine Allah Teala, ilimde kökleşmiş kullarının dilinden şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Mutlaka sen geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları bir araya toplayacaksın. Kesinlikle, Allah verdiği sözden caymaz."[99]

Yine Cenab-ı Hak akıl sahibi kullarının: "Ey Rabbimiz! Resullerin vasıtasıyla bize söz verdiklerini ver, kıyamet günü bizi rezil-rüsva eyleme! Hiç şüphesiz sen, sözünde duransın"[100] şeklinde dua ettiklerini belirtmiştir.

Görüldüğü üzere; bu ayetlerde de Allah Teala'nın, akıl sahibi ve ilimde kökleşmiş kimseler olarak nitelediği insanlar, meadın mutlaka gerçekleşeceğine, Allah Teala'nın verdiği sözü bozmasının imkânsız olduğunu delil getirmişlerdir.

Aslında Allah Teala'yı tanıyan bir kimsenin mead hususunda şüpheye düşmesi imkânsızdır. Mead konusunda şüpheye düşenler ise, Allah Teala'nın tabiriyle, gerçekte hakkıyla Allah Teala'yı tanımadıklarından böyle bir şüpheye kapılmışlardır.[101] Yoksa Allah'ı tanıyan birisinin böyle bir şüpheye düşmesi imkânsızdır. Zira meadı zorunlu kılan sadece bu saydığımız hususlar değildir. Allah Teala'nın zat ve sıfatlarının tamamı, meadı zorunlu kılmaktadır. Ancak, bizim maksadımız ihtisar olduğundan, bu konuya burada son verip, daha fazla bilgi edinmek isteyen kardeşlerimize, geniş kitaplara müracaat etmelerini tavsiye ederken, meadle ilgili diğer bahislere geçiyoruz.

Berzah Âlemine Giriş

İnsanın öldükten sonra ilk ayak bastığı âlem, berzah âlemidir. Kıyamet kopuncaya kadar bu âlemde kalacaktır.

Berzah kelimesi, Arapça bir kelime olup sözlükte, iki şeyin arasında vaki olarak, onların birbirlerine kavuşmalarına mani olan perde gibi engele denir.

İbn-i Manzur, berzahı şöyle açıklıyor: "Berzah, iki şeyin arasında olan şeye denir. "Sihah" kitabında berzah iki şeyin arasını ayıran şey olarak açıklanmıştır. Ayrıca berzah, dünya ile ahiret âlemi arasında kalan, öldükten mahşer gününe kadar olan duruma denir. O halde kim ölürse, berzah âlemine girer."[102]

Kur'an-ı Kerim, Rahman Suresi'nde tatlı su ile acı suyun yan yana olup da birbirine karışmamalarını berzah kelimesiyle beyan etmiştir.

Allah Teala bu hususta şöyle buyuruyor: "İki denizi, birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel /berzah/ vardır; birbirinin sınırını aşamazlar."[103]

Bizim burada bahis konusu yapmak istediğimiz berzahtan maksat, insan ruhunun öldükten sonra kıyamete kadar içinde bulunduğu, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında yer alan bir âlemdir. İnsan ruhunun öldükten sonra ilk ayak bastığı menzil, işte bu âlemdir. Kıyamete kadar, bu âlemde kendisine layık bir hayatla hayatını sürdürüp, büyük kıyamet gününün gelmesini bekleyecektir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "…Onların gerisinde ise, tekrar diriltilecekleri güne kadar süren bir berzah vardır."[104]

Bütün İslam ümmeti, berzah âleminin varlığı ve insan ruhunun ölümden sonra kıyamete kadar bu âlemde kendisine layık bir hayat sürdüreceği hususunda ittifak etmişlerdir.

Ruhu, maddenin bir çeşit kimyasal özelliği olarak gören materyalist düşünceli pek azınlık bir grup dışında, bütün düşünür ve filozoflar da, insan ruhunun ölmekle yok olup gitmediği ve hayatını sürdürdüğü konusunu akli metotlarla ispatlamışlardır.

İslam uleması, bu konuyu kabir suali, kabir azabı bölümünde ele almış ve bütün İslam ümmetinin bu konuda ittifak ettiğini belirtmişlerdir.

Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanbeli mezhebinin kurucusu olan Ahmet bin Hanbel şöyle diyor: "Kabir azabı haktır, kula kabirde dini ve Rabbi sorulacak, cennet ve cehennemdeki yeri gösterilecektir."[105]

Yine Ehl-i Sünnet'in önde gelen liderlerinden olan, Kadı Abdulcebbar, kabir azabı bölümünde şöyle diyor: "Velhasıl ümmet arasında bu konuda bir ihtilaf yoktur. Sadece Zırar bin Amir'in bu konuda tereddüt ettiği nakledilmektedir. O, ilk önceleri Mutezile mezhebini benimsiyordu. Fakat daha sonra cebir mezhebini benimseyenlere katıldı."[106]

Ehl-i Beyt mektebine gelince; aşağıda göreceğimiz üzere; Ehl-i Beyt mektebinde bu konu en açık şekilde ortaya konmuştur.

Ehl-i Beyt ulemasının önde gelenlerinden olan Şeyh Saduk "Akait" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Kabir suali konusundaki inancımız, onun şüphesiz hak olduğudur. Kim, o suallere doğru cevap verirse, kabrinde neşe ve rahatlığa, ahirette ise cennet nimetine ulaşacaktır. Kim de, doğru cevap veremezse, kabrinde kaynar su ve yakıcı ateş ile karşılaşacak, ahirette ise, cehennem ateşiyle yakılacaktır."[107]

Yine Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Müfit, Şeyh Saduk'un bu sözünün açıklamasında şunları yazıyor: "Hz. Resulullah /s.a.a/'dan gelen sahih hadislerde, mezara defnedilmiş insanlara meleklerin nazil olup dinleri hakkında soru sordukları yer almıştır.

Bu konuda gelen hadislerin tabirleri birbirine yakındır. Bazı hadislerde, Allah Teala'nın Nekir ve Münkir isminde iki meleği olduğu ve bunların ölen kimseye nazil olarak ona, Rabbi, dini, peygamberi ve imamı hakkında soru sordukları; eğer doğru cevap verirse, onu nimet meleklerine ve eğer dili tutulur ve doğru cevap veremezse; onu azap meleklerine teslim ettikleri yer almıştır.

Bazı hadislerde de, kâfirlere nazil olan iki meleğin isimlerinin Nekir ve Münkir, müminlere inen iki meleğin isimlerinin ise, Beşir ve Mübeşşir olduğu geçmektedir."[108]

Şeyh Müfit daha sonra şöyle devam ediyor: "Açıktır ki, o iki melek ancak, hayatı devam eden kimseye nazil olabilir ve ancak soruyu anlayıp kavrayan kimseye soru yöneltebilir. Bu, ölen kulun hayatını; hak ettiyse, nimetlerden yararlanması veya hak ettiyse, azabını çekmesi için devam ettirdiğine delalet etmektedir."[109]

Büyük Ehl-i Beyt fakihi Allame Meclisi ise şöyle yazıyor: "Bil ki, berzah azabı ve mükâfatı, önceki ve sonraki bütün İslam ümmetinin ittifak ettiği bir konudur. Diğer ilâhi dinlerin çoğu da bunu kabul etmektedir. müslümanlardan itina edilmeyen bir azınlık dışında, kimse buna karşı çıkmamış ve hem önceki müslümanlar, hem de sonraki müslümanlar onların görüşünün doğru olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

Ayrıca, berzah âlemiyle ilgili, hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kanalından muhteva açısından mütevatir olan hadisler nakledilmiştir."[110]

Görüldüğü üzere; İslam ümmeti, öldükten sonra kişinin hayatının sürdüğü ve kıyamet gününe kadar durumuna göre, nimet veya azap içerisinde olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İşte ölümden sonra başlayıp, kıyamet gününe kadar süren bu hayat sürecine berzah hayatı denir.

Kur'an-ı Kerim'de Berzah

Kur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde açıkça, bir kısmında ise ima yoluyla, insanın ölümüyle başlayıp kıyamette mahşere getirilinceye kadar sürecek olan berzah hayatına değinilmiştir. Şimdi bu ayetlerden bazılarına kısaca bir göz atalım.

1-  Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlardan birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! Beni geri çevir, belki, geride bıraktığımda iyi iş işlerim" der. Hayır; bu, onun söylediği bir /boş/ laftır. Onların gerisinde tekrar diriltilecekleri güne kadar /sürecek olan/ bir berzah vardır."[111]

Her ne kadar, İslam müfessirleri içerisinde bu ayette geçen berzah kelimesini, sadece ölen insanın tekrar dünya hayatına dönmesine, ya da mahşer gününden önce kıyamet âlemine intikal etmesine mani olan bir engel olarak tefsir edenler olmuşsa da, ancak İslam müfessirlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetin ölümden sonra başlayıp mahşer gününe kadar devam edecek olan berzah hayatına delalet ettiğini savunmuşlardır.

Birinci grup müfessirlere; Zemahşeri'yi, Fahri Razi'yi ve Ebu-s Suud El- İmadi'yi örnek olarak zikredebiliriz.

Zemahşeri bu konuda şöyle yazıyor: "Bu ayette geçen berzah kelimesinden maksat, mahşer gününe kadar, insanın dünya hayatına geri dönmesine mani olan engeldir."[112]

Ebu-s Suud ise şöyle diyor: "Berzah, kıyamet gününe kadar, ölen insanların geri dönmelerine mani olan engeldir. Bu, insanları tekrar dünya hayatına dönmekten büsbütün meyus kılmak demektir. Kıyamet günü ise, dönüş dünya hayatına değil, ahiret hayatına olacaktır."[113]

İkinci gurup müfessirlere ise, Ehl-i Beyt mektebi müfessirlerinden Allame Seyit Muhammed Hüseyin Tabatabai'yi, /El-Mizan tefsirinde/ Tabersi'yi, /Mecme-ül Beyan tefsirinde/ Ali bin İbrahim El- Kummi'yi, /Tefsir-ül Kummi'de/ El Huveyzi'yi, /Nur-üs Sakaleyn tefsirinde/ Ehl-i Sünnet müfessirlerinden ise, İbn-i Kesir'i, /Tefsir-ül Kur'an-ul Azim'de/ Şevkani'yi, /Feth-ül Kadir tefsirinde/ İbn-ül Kayyim'i, /Er-Ruh adlı kitabında/ Ebu Hayyan Endulusi'yi /Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde/ vs. örnek olarak zikredebiliriz.

Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai bu konuda şunları yazıyor: "Berzahtan maksat, kabir âlemidir. O, insanın öldükten sonra kıyamet gününe kadar yaşadığı "Misal Âlemi" denilen âlemdir. Ayetin söz akışından bu anlaşılır. Şia kanalıyla Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen mütevatir niteliğindeki hadisler ile Ehl-i Sünnet kanalından gelen bir kısım hadisler de buna delalet ediyor."[114]

Ebu Hayyan Endulusi ise bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak şunları yazıyor: "İnsanın ölümüyle kıyamet günü tekrar diriltilmesi arasında geçen sürece istiare olarak, berzah ismi verilmiştir."[115]

İbn-ül Kayyim ise konu hakkında şöyle yazmıştır: "Kabir azabı ve mükâfatı berzah azabı ve mükâfatının ismidir. Bu ise dünya ile ahiret arasında olacaktır. Allah Teala: "…Onların gerisinde tekrar diriltilecekleri güne kadar /sürecek olan/ bir berzah vardır"[116] buyurmuştur.

Ancak şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar Allame Tabatabai'nin belirttiği gibi, ayetin söz akışı berzah âlemine delalet ettiğini açıkça ortaya koyuyorsa da, hatta biz birinci grup müfessirlerin görüşünü kabul edip ve ayette geçen berzah kelimesinin sadece engel manasını ifade ettiğini benimsesek bile, bu ayetin insan ruhunun ölümden sonra tekrar dünyaya dönmesine mani olan bir engel yüzünden dünyaya dönemediğine delalet etmesinden, insan ruhunun öldükten sonra yok olup gitmediği ve varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Zaten berzah âleminden maksat bundan gayri bir şey değildir. O halde bu ayet, her iki takdirde de berzah âleminin varlığına delalet etmektedir.

2-  Allah Teala şöyle buyuruyor: "Onlar: "Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?" derler."[117]

İslam uleması, Allah Teala'nın kâfirlerin kıyamet gününde söyleyeceklerini buyurduğu bu ayette geçen tabirin berzah hayatına işaret ettiğini belirtmişlerdir.

Zira bu ayette, iki defa öldürülme ve iki defa diriltilmeden bahsedilmektedir. O halde, birinci öldürülme ile birinci diriltilme dünya hayatındaki öldürülme ile berzah hayatındaki diriltilmeye ve ikinci öldürülme ve diriltilme ise berzah hayatındaki öldürülme ile kıyamet hayatındaki diriltilmeye işaret etmektedir.

3-  Allah Teala Nuh peygamberin kavmi hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte günahlarından dolayı suda boğuldular da, ateşe sokuldular ve Allah'a karşı kendilerine hiçbir yardımcı bulamadılar."[118]

İslam uleması, bu ayetin berzah azabına delalet ettiğini belirtmişlerdir. Zira bu ayet, Nuh kavminin boğulmalarından hemen sonra ateşe sokulduklarını belirtmektedir. Bunu, ayette geçen boğulmayla ateşe sokulma arasında kullanılan "fe" harfinden ve ateşe sokulmanın muhakkak gerçekleştiğini gösteren geçmiş zaman kipinin kullanılmasından anlıyoruz.

Zira boğulduktan hemen sonra ateşe sokulmasaydılar, ilk önce; "fe" harfi yerine sonra gerçekleşeceğini ifade eden "sümme" kelimesi kullanılırdı.

Saniyen; işin muhakkak olduğunu gösteren geçmiş zaman kipi yerine gelecekte gerçekleşeceğini belirten gelecek zaman kipi seçilirdi. O halde bu ayette geçen ateş kıyamet ateşi değildir. Kıyamet ateşinden önce olan ateş ise, berzah ateşinden başka bir ateş değildir.

4-  Allah Teala Firavun kavmi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun'un ailesini azabın en ağırına sokun" denir."[119]

Bu ayet, berzah âleminin varlığını gösteren ayetlerden bir diğeridir. Zira Allah Teala bu ayette Firavun kavminin sabah ve akşam ateşle cezalandırdıklarını kıyamet gününde ise, daha ağır bir azaba sokulacaklarını belirtmektedir.

O halde, onların sabah akşam cezalandırıldıkları ateş, kıyamet ateşinden önce olan bir ateş olup, kıyamet ateşi ve azabına oranla daha hafif olan bir azap ve ateş türüdür.

Sonra; bu ayette sabah ve akşamdan söz ediliyor. Oysa kıyamet gününde bunların bir anlamı yoktur. Bu da, bu azabın kıyamet gününden önce olan bir azap olduğunu göstermektedir.

5-  Yine Allah Teala, gönderilen ilâhi elçileri yalanlayan kavmine karşı çıkarak: "Ey kavmim! dedi, bu elçilere uyunuz. Sizden bir ücret istemeyen bu kimselere tabi olun, çünkü onlar doğru yoldadırlar. Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim ki? Hâlbuki siz de O'na döndürüleceksiniz. O'nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Oysa eğer o çok esirgeyici olan Allah, bana bir zarar vermek isterse, o ilâhların /putların/ şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. Doğrusu, o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum. Şüphesiz, ben Rabbinize inandım, beni dinleyin" diyerek, onları ikaz eden Al-i Yasin'in mümin kişisinin kavmi tarafından şehit edildiğinde; Allah Teala'nın onu: "Gir cennete" buyurarak mükâfatlandırmasını ve onun ilâhi nimetleri görünce: "Keşke kavmim da Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!"[120] diyerek, öldükten hemen sonra sevincini ortaya koyması, bu mükâfatlandırmanın kıyamet mükâfatından önce olduğunu ve bu ayette geçen cennetin kıyamet cennetinden önce olan berzah cenneti olduğunu göstermektedir. Evet, bu ayet de, berzah hayatını ispatlayan ayetlerden bir diğeridir.

6-  Allah Teala'nın, Allah yolunda cihad ederken şehit düşenler hakkında nazil etmiş olduğu ayetler, açıkça berzah hayatının olduğunu kanıtlamaktadır.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın, bilakis onlar, Rableri katında diridir­ler. Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerle sevinç içinde Rableri katında rızklanırlar. Arka­larından gelecek ve henüz kendilerine ulaşamayan kimseler için de hiçbir korku olmadığı ve üzülmeyecekleri müjdesini /vermenin/ sevincini yaşıyorlar."[121]

Yine Allah Teala şehitler hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz."[122]

Bu ayetler, ölümden sonra başlayan berzah hayatını ve o hayatta mükâfatların olabileceğini açıkça belgelemektedir. Zira bu ayetlerde, şehitlerin Allah Teala'nın katında ilâhi nimetlerden yararlanmakta olduklarını ve henüz dünya hayatında olan mümin kardeşlerine, kendileri için bir korku ve hüznün söz konusu olmayacağını müjdelediklerini, ancak henüz dünya hayatında olan bizlerin bu hayatı algılamak imkânına sahip olmadığımızı ortaya koymaktadır.

Berzah hayatını ispatlayan başka ayetler de vardır. Ancak biz bu kadarıyla yetinip, berzah hayatına değinen hadislere de kısaca bir göz atmak istiyoruz.

Hadisler Işığında Berzah Hayatı

Berzah hayatıyla ilgili olarak, ister Ehl-i Beyt kanalından, ister Ehl-i Sünnet kanalından birçok hadis nakledilmiştir. Onların tamamına burada yer vermemiz imkânsızdır. Biz konuya ışık tutmak açısından sadece birkaç hadise değineceğiz.

Hadisler, berzah âlemindeki hayatı, çeşitli eziyetler, hüzünler, lezzetler ve sevinçlerle karşılaştığımız uyku âlemine benzetmişlerdir. İnsan berzahta dünyadaki bedenine benzer bir bedenle hayata devam edecektir. Eğer iyi amel sahibi ise çeşitli lezzetlerle karşılaşacak, aksi halde azap görecektir.

Bu hususta İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Allah Teala birinin ruhunu aldığı zaman, onu dünyada bulunduğu bedene benzer bir bedene koyar. Onlar orada yerler, içerler, aralarına yeni biri geldiğinde, onu dünyadaki şeklinden tanırlar."[123]

Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Müminlerin ruhları birbirleriyle görüşüp konuşurlar. Öyle ki insan, o Misali bedeni görürse; "İşte o falan şahıstır" der."[124]

Yine Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a: "Berzah nedir?" diye sorulduğunda, İmam: "Berzah ölümden kıyamete kadar devam eden bildiğiniz kabir âlemidir"[125] cevabını vermişlerdir.

İshak El-Cevzi diyor: "Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a: "Müminlerin ruhları nerededir?" diye sordum. İmam /a.s/: "Müminlerin ruhları cennet evlerindedir. Cennetin yemeklerinden yer, içeceklerinden de içerler. Birbirlerini ziyaret eder ve: "Rabbimiz! Kıyameti getirip de bize vaat ettiğini gerçekleştir" derler" buyurdu.

Ben: "Peki, kâfirlerin ruhları nerededir?" dedim. İmam /a.s/: "Onların ruhları da cehennem odalarındadır. Onlar da onun yemeklerinden yer ve içeceklerinden içerler, birbirlerini ziyaret edip: "Rabbimiz! Kıyameti getirerek bize vaat ettiklerini gerçekleştirme" diye yalvarırlar" buyurdu.[126]

Yine Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/ berzah âleminin önemini şöyle beyan etmiştir: "Andolsun Allah'a ki, sizin için korktuğum, sadece berzah âleminde meydana gelen olaylardır. Ama mahşer günü bizim şefaatimiz size ulaşacaktır."[127]

Hz. İmam Ali /a.s/'dan nakledilen uzunca bir hadiste Hazret, berzah âlemi hakkında şöyle buyurmuştur:

"İnsan ömrünün son günü ve ahiret hayatının ilk günü yetiştiğinde, kişi ihtizar /can çekişme/ halinde iken, o kimsenin malı, evlatları ve ameli tecessüm bularak gözünün önüne gelir. İhtizar halinde olan bu şahıs malına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, seni kazanmak için çok çaba sarf ettim; şimdi söyle senden bana ne hayır vardır" der. Mal cevabında: "Kefenini benden al ve git" der. Sonra evlatlarına dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, sizin seveniniz ve koruyanınız idim; şimdi söyleyin bakayım bana ne hayrınız olacak" der. Onlar: "Biz seni mezara kadar uğurlar ve gömeriz" derler. Sonra ameline dönerek: "Allah'a yemin olsun ki, senden yüz çevirirdim, sen bana çok yorucu ve ağır gelirdin. Şimdi senden bana gelecek hayır nedir?" diye sorar. Amel onun cevabında: "Sen ve ben Rabbine sunuluncaya kadar, kabirde ve kıyamet gününde seninle arkadaş olup yanında bulunacağım" der.

Eğer dünyadan göçen insan, Allah'ın dostlarından olur ise, ameli onun yanına, en güzel kıyafette olan güzel yüzlü, güzel kokulu bir insan şeklinde gelerek: "Seni bütün üzüntü ve tehlikelerden kurtulmak ve cennet nimetleriyle müjdeliyorum. Hoş sefa geldin" der.

İhtizar halindeki o kişi ona: "Sen kimsin?" diye sorar. O, cevabında: "Ben senin güzel ve salih amellerinim" der.

Sonra böylece o insan dünyadan cennete göçer. O, kendine gusül vereni tanır ve acele etmesi için ona yemin verir.

O cenaze mezara gömüldüğü zaman, onun yanına iki melek gelir. Onlar kabir melekleridir. Tüyleri yerde sürünür ayakları ise yere gömülür, sesleri şimşeğin sesi gibi korkunç, gözleri ise, yıldırımdan çıkan ışık gibidir. Ondan "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" diye sorarlar. O, cevaplarında: "Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed /s.a.a/ ve dinim İslam'dır" der.

Bunun üzerine, o melekler ona dua ederek, Allah'tan onu sevdiği ve istediği şeyler üzere sabit kılmasını isterler. İşte Allah Teala'nın; "Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında, hem de ahirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise, saptırır. Allah dilediğini yapar"[128] ayetinin anlamı budur.

Sonra, o kimsenin kabrini göz alabildiğine genişletir ve onun için cennetten bir kapı açarlar ve ona: "Rahat bir şekilde, bir gencin bol nimet içerisinde uyuduğu gibi uyu" derler. İşte bu, Allah'ın şu vaadidir: "O gün cennettekilerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir."[129]

Ama eğer ölen kimse, Allah'ın düşmanı olur ise, ameli onun yanına en kötü kokular içerisinde Allah'ın en çirkin bir yaratığı kılığında gelir ve: "Seni cehennem ateşiyle müjdelerim" der.

O adam da ona gusül verenleri tanır. Ancak onu mezara götürenlere onu geciktirmeleri için yemin vermeye başlar.

Sonra o adam kabre bırakılınca, kabir melekleri gelerek onun kefenini açarlar ve ona: "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?" sorularını yöneltirler. O, cevaplarında "Bilmiyorum" der. Bunun üzerine melekler ona: "Öğrenmedin ve hidayet olmadın ha!" diye hitap ederler ve demir bir topuzla ona öyle bir şekilde vururlar ki, yeryüzünde cinler ve insanlar dışındaki bütün canlılar bundan korkar.

Sonra onun yüzüne ateşten bir kapı açarlar ve ona "En kötü bir şekilde uyu" derler. O, öyle bir darlık içine düşer ki, kabrinin onu sıkması sonucu, o bir mızrak ve mızrak ucu gibi erir ve incelir. Bu sıkma sonucu beyni kulak ve tırnak kısmından dışarı fışkırır.

Sonra Allah yerdeki yılan, akrep ve haşereleri ona musallat eder. Kıyamet kopuncaya kadar bedenini ısırıp kopararak ona azap ederler. Bu dönem o kadar zorlu bir dönem olur ki, kıyametin bir an önce koparak, bu zorluktan kurtulmasını arzu eder."[130]

İmam Zeynulabidin /a.s/ ise şöyle buyurmuştur: "Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur."[131]

Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Sizden biri öldüğünde sabah akşam kalacağı yerden ona sunulur. Eğer cennet ehli ise cennetten, eğer cehennem ehli ise cehennemden ona sunulur ve ona: "Bu Allah seni kıyamette tekrar diriltenciye kadar kalacağın yerdir" denilir."[132]

Buna göre berzah âlemi, insanın ölümden sonra kıyamete kadar dünyadaki bedenine benzer bir bedenle içinde bulduğu ve durumuna göre, zevk-ü safa veya çeşitli eziyetler çektiği bir âlemdir.

Kabir Suali

Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan rivayetlere göre, insanoğlu kabre konduğu zaman, Nekir ve Münkir isminde iki sorgu meleği gelerek ona, akidesinden, Ehl-i Beyt'in velayet ve sevgisinden, hatta bazı rivayetlerde olduğu gibi, ömrünü hangi yolda tükettiğinden, mal varlığını nasıl kazanıp ve nerede harcadığından, soracaklardır. Eğer o kimse gerçek inananlardan ise, Allah'ın izniyle sorulara doğru cevap vererek, O'nun rahmet ve nimetine kavuşacaktır. Aksi takdirde ise, sorulanlara cevap veremeyecek ve azaba duçar olacaktır.

Kabir sualinin kesin olacağı ile ilgili İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur:

"Kim üç şeyi inkâr ederse bizim şialarımızdan /takipçilerimizden/ değildir:

1-  Peygamber efendimizin Miraca gitmesini

2-  Kabir sualini

3-  Biz Ehl-i Beyt'in kıyamet günündeki şefaatini."[133]

Kabirde /Berzahta/ Nelerden Sorulacağız?

İmam Zeynulabidin /a.s/ Cuma günleri Medine'de Allah Resulü'nün Mescidinde, insanoğlunun kabirde nelerden sorgulanacağına değinerek, halka şöyle nasihat ederlerdi:

"Ey insanlar! Takvayı seçin çünkü dönüşünüz Allah'adır. Burada iyilik edin ki, herkes orada iyiliği kendi karşısında bulacaktır. Kötü amel işlemiş olan kimse de, orada kötülüğü kendi karşısında bulacak ve kendisi ile ameli arasında çok uzun bir mesafenin olmasını dileyecektir.

Allah sizleri çetin bir azapla uyarıyor. Ey insanoğlu! Ne yazık ki sen gaflettesin, ama senden gafil değiller; ölüm her şeyden daha hızlı varıp seni arayacak ve nihayet seni bulacaktır. Sanki o an gelip çatmış, ölüm meleği senin ruhunu almış, tek başına kabir evine gelmiş ve soru melekleri zor bir sorgulama ve imtihan için yanına varmışlardır.

Onlar; ilk olarak taptığın Allah, sana gönderilen peygamber, bağlandığın din, okuduğun kitap, velayetini seçip emrine uyduğun imam hakkında, daha sonra da ömrünü hangi yolda tükettiğinden ve mal varlığını nasıl kazanıp, nerede harcadığından soracaklar.

O halde sorgulanmadan önce dikkatli ol, cevaplamaya hazırlan. Eğer imanlı ve takva ehli isen, kendi dinini iyi tanımış, gerçek ve hak imamlara uymuş isen, Allah dostlarını sevmiş isen, Allah, dilini hakkı söylemeye açacak, seni cennetle ve kendi rızasıyla müjdeleyecek, melekler nimet ve rızk ile seni karşılamaya gelecekler. Aksi halde dilin tutulacak cevap veremeyeceksin ve ateş sözünü sana verecekler, azap melekleri seni konuklamak için ateşle sana doğru gelecekler."[134]

İmam Cafer Sadık /a.s/ ise bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kabirde beş şeyden soracaklar: "Namaz, zekât, hac, oruç ve biz Ehl-i Beyt'in velayetinden."[135]

Berzahta Kimler Sorguya Çekilecekler?

Ehl-i Beyt'ten gelen hadisler ışığında, kabir âleminde sorguya çekilecek olan guruplar şunlardır:

1-  İman ehli olanlar

2-  Kâfir olanlar

Bu iki grubun arasında yer alan mustazafların durumunu belirlemek ise kıyamet gününde Allah Teala'ya aittir.

Ebu Bekir Hazremi diyor ki; "Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/: "Kabirde sırf iman ve sırf küfr sahipleri sorguya çekilecektir" buyurdu. Ben: "Peki, diğer insanların durumu ne olacaktır?" deyince, İmam /a.s/: "Onlardan geçilir" buyurdu."[136]

Kabirdeki sorgu ve sualden sonra, ehli takva olanlar cennet müjdesi, kâfir olanlar ise azapla karşılaşacaklar.

Nitekim Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Eğer o /ölen kişi/, yakın kılınanlardan /mukarreb olan/ ise, bu durumda rahatlık, güzel rızk ve nimetlerle donatılmış cennet onundur. Ve eğer ashab-ı yeminden /amel defterleri sağ ellerine verilenlerden/ ise, artık ashab-ı yeminden selam sana. Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise, artık onun için de alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da."[137]

Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, Allah Teala inkârcıları ve hakikati yalanlayanları cehennem ateşine sokacaktır. İslam dininin önemli bir gerçeği olan Ehl-i Beyt İmamlarını inkâra kalkışanlar da aynı akıbete duçar olacaklardır.

Yunus isminde bir ravi şöyle diyor: "İmam Rıza /a.s/'ın huzuruna vardığımda, Hazret bana dönerek: "Ali bin Hamza vefat etti" dedi. Ben: "Ey Peygamber oğlu! Evet, öyledir" dedim. İmam: "O cehenneme dâhil oldu" buyurunca, ben irkildim ve korktum. İmam nedenini şöyle açıkladı: "Kabir âleminde ona İmam Musa Kazım /a.s/'dan sonra imamından sorduklarında "tanımıyorum" deyip inkâra kalkıştı, dolayısıyla kabri ateşle doldu."[138]

Ali bin Hamza İmam Rıza /a.s/'ın imametini kabul etmeden dünyadan giden bir şahıstır.

Hz. Resul /s.a.a/ şöyle buyurdular: "Allah'ın Nekir ve Münkir isminde iki meleği vardır. Kabirde, ölen kimseye, Rabbinden, Peygamber ve imamından soracaklar. Hakkıyla cevap verebildiyse cennet meleklerine teslim olunacaktır. Ama eğer o ölen şahıs dili tutulup cevap vermezse azap meleklerine teslim edeceklerdir."[139]

Ehl-i Beyt ekolu müfessirlerinden olan Kummi, tefsirinde Zureysi Kennasi'ye istinaden şöyle yazıyor: "Zureysi şöyle rivayet etti: İmam Muhammed Bakır /a.s/'a: "Canım sana feda olsun, bana, Allah'ı ve Peygamberi'ni tanıyan, ama günahkâr olan ve sizin velayet ve imametinizden haberdar olamayanların durumlarını, açıklar mısınız?" dedim. İmam şöyle buyurdular: "Bu durumda olanlar kabirlerinde kalacaklar. İşlerinde salih amel sahibi olup da biz Ehl-i Beyt'e düşmanlık etmeyenler için, cennetin kapılarından bir kapı yüzlerine açılacaktır, oradan Rablerine kavuşana kadar, bir çeşit rahatlık esintisinden istifade edeceklerdir. Allah onları iyi ve kötü amellerine göre hesaba çekecektir. Ve bunlar hesapları Allah'a ait olan guruplardandır. mustazafların, akılsızların, çocukların, buluğ çağına girmeyen müslüman çocuklarının durumları da Allah'a aittir."[140]

İmam /a.s/'ın; "bunların durumları Allah'a aittir" buyruğu, Allah Teala'nın şu buyruğuna işarettir ki buyuruyor: "Diğer bir grup da, Allah'ın emrine bırakılmışlardır. Ya, azap eder veya tevbelerini kabul buyurur, Allah âlim ve hekimdir."[141]

Kabir Sıkması

Berzah âleminde karşılaşacağımız ikinci bir husus da kabir azabı ve sıkmasıdır. Bu konu Ehl-i Beyt İmamları'nca birçok hadislerde beyan olunmuştur.

Ebu Besir diyor, Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a: "Hiç kabir sıkmasından kurtulan olur mu?" diye sordum. İmam /a.s/: "Ondan Allah'a sığınırım, çok az kimse ondan kurtulur"[142] buyurdu.

Kabir sıkması ve azabı bazıları için yaptıklarının cezası olarak şiddetli olabilir. Ama bazıları için hafif olacaktır. Bu onların günahlarına oranla değişecektir.

İmam Cafer Sadık /a.s/ Allah'ın Resulünden naklen şöyle buyurdular: "Kabir sıkması, imanlı kişiler için, israf ettikleri ilâhi nimetlere karşılıktır."[143]

Kabir Sıkmasının Nedenleri

Ehl-i Beyt kanalından ulaşan hadislerden anlaşılıyor ki, kabir sıkması, en çok şu aşağıda saydığımız amellerden dolayıdır:

1-  Namazı hafife almak

2-  Zor durumda kalan mazlumun /çağırdığı halde/ yardımına koşmamak

3-  Gıybet etmek

4-  Söz dolandırmak

5- Ayaküstü idrar etmek ve idrarın sıçrayan damlalarından kaçınmamak

6-  Kendi helâlının /hanımının/ doğal isteklerine olumlu cevap vermemek

7-  Aile fertlerine karşı iyi ahlaka sahip olmamak

8-  İlahi nimetleri israf etmek.[144]

Ders Verici Bir Öykü

Peygamberi Ekrem /s.a.a/'in büyük ashabından biri olan Sa'd bin Muaz vefat ettiğinde Allah'ın Resulü /s.a.a/, Sa'd'ın cenazesine gusül verilince, bizzat kendi mübarek elleriyle cenazenin bir tarafından tuttular ve gömüleceği yere kadar geldiler. Sa'd'ın bedenini kabre koyup, ashabın yardımıyla bizzat kendisi kabrin üzerini örtüp düzenleyerek sağlamlaştırdılar ve ashabın, Allah Resulü'nün böylesi itinasını görüp de şaşırarak: "Bu, bir mezardır" demeleri üzerine onlara: "Sa'd'ın kefen ve bedeninin çürüyeceğini biliyorum. Ama Allah, işini güzel ve sağlam yapan kulunu sever, bunun için ben de kabrin üzerini ve içini sağlamlaştırmaya çalıştım" cevabını verdiler.

Bu arada Sa'd'ın annesi, Hazret'in oğlunun cenazesine gösterdiği, fazla ilgi ve yakınlığı görüp de: "Ey oğlum! Cennet sana afiyet olsun" deyince; Peygamberi Ekrem /s.a.a/ ona: "Ey Sa'd'ın annesi! Oğlun hakkında cennet hususunda öyle kesin konuşma! Senin oğlun aile içerisinde haşin bir ahlaka sahip olduğu için bu anda kabir sıkmasına duçar olmuştur"[145] buyurdular.

Ruhun Bu Dünya İle Olan Bağlantısı

İslam Peygamberi ve Ehl-i Beyt'inden bize ulaşan rivayetlere göre, ölen kimsenin ruhu, tamamen bu dünyadan alakasını kesmiyor ve bazen yaşadığı eve dönerek aile fertlerini izliyor.

İmam Cafer Sadık /a.s/ bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her mümin ve kâfirin ruhu öğle üzeri kendi dünyadaki ailesinin yanına geliverir. Mümin olan ruh kendi ev halkının iyi amellerle baş başa olduğunu görünce, Allah'a şükreder. Kâfir ise kendi ev halkının iyi amele yöneldiklerini gördüğünde, hasret duyar."[146]

İshak bin Ammar'dan dedi ki; "Hz. İmam Musa Kazım /a.s/'a: "Ölen insan ailesini ziyaret eder mi?" diye sordum. İmam /a.s/: "Evet, ziyaret eder" buyurdu.

Ben: "Ne kadar bir sürede ziyaret eder?" dedim.

İmam /a.s/: "Derecelerine göre, cuma günleri, ayda bir veya senede bir ziyaret eden olur. Ölen insan bu ziyaretinde eğer ailesinin hayır amel yaptıklarını ve ferah içinde olduklarını görürse sevinir, ama eğer onları kötü amel üzere bulur veya zorluklar içinde olduklarını görürse üzülür" buyurdu.[147]

Ölen İçin Yapılan Hayırlı Amel

Şüphe yok ki, insan yaptığının karşılığını görecektir. Eğer yaptığı amel hayır olursa, mutlaka onun karşılığı da hayır olacaktır. Hem akıl buna hükmediyor, hem ilâhi hükümler. Allah Teala: "İyiliğin karşılığı, iyilikten başka bir şey mi olur?"[148] buyururken, aklın bu açık hükmünü bize hatırlatıp teyit etmektedir.

Ayrıca bu, Allah'ın vaadidir. Vaade vefasızlık akıl açısından çirkin olduğundan, elbette ki, bütün çirkinliklerden münezzeh olan Hak Teala'nın vaadine vefasızlık edebileceği düşünülemez. "İnanıp salih amellerde bulunanlar ise, Biz onları içinde temelli ve ebedi kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Bu, Allah'ın hak olan vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?"[149]

Ama eğer insanın ameli şer doğrultusunda olursa, her ne kadar onun doğal karşılığının şer olması gerekirse de, şerre ve isyana yönelik amellerde bağışlanma ve affedilme olanağı da söz konusu olduğundan, şer nitelikli amellerin şer olan karşılığının insana ulaşacağı, kesin ve mutlak değildir.

Zira isyan nitelikli amellerin, en azından doğrudan Allah Teala'ya ait olan kısmının, Allah Teala tarafından affedilmesi muhtemeldir.

Allah Teala: "Allah kendisine şirk koşmayı bağışlamaz, bundan başkasını diledi­ğine bağışlar."[150] buyuruyor.

Hz. Resulullah /s.a.a/'dan nakledilen: "Kime Allah yaptığı bir amelden dolayı bir mükâfat vaat etmişse, mutlaka onu yerine getirecektir. Kime de yaptığı bir amelden dolayı bir ceza tehdidinde bulunmuşsa, ihtiyar o konuda Allah'a aittir"[151] hadis-i şerifi de bunu teyit etmektedir.

O halde insanın yaptığı şer ve isyan nitelikli amellerinin şer olan karşılığının insana mutlaka ulaşacağı iddia edilmez. Zira onların tamamının veya en azından bazısının affa uğraması muhtemeldir.

Ancak burada bahis konusu olan konu, birinin, ister hayatta olsun, ister ölmüş olsun başka birinin yaptığı hayır amelden yararlanıp yararlanamayacağı veya yaptığı şer amelden zarar görüp göremeyeceği konusudur.

Şu kesindir ki insan, doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir dehaleti olmadığı ve kalben de razı olmadığı başka birinin yaptığı şer amelden dolayı, adaletin tahakkuk edeceği gün olan kıyamet günü sorumlu tutulmayacak ve ondan dolayı cezalandırılmayacaktır.

Nitekim aynı şartlara haiz olan, bir kimsenin yaptığı hayırdan da onun kendi izni olmadan başka birinin yararlandırılması da söz konusu olamaz. Zira bunun aksi zulüm olup, Allah Teala'nın adaletiyle çelişmektedir. Sonsuz rahmet, hikmet ve adalet sahibi olan Hak Teala'nın bir kimseyi başka birinin suçundan sorumlu tutup cezalandırması veya başka birinin yapmış olduğu hayrı onun izni olmadan başka birine vermesi, aklın hükmü gereğince imkânsız olduğu gibi, bizzat Hak Teala'nın kendisi, Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde böyle bir şey olmayacağını açıkça bildirmiştir. "Kim doğru yolu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiç günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez…"[152]

Burada kesin olan bir husus da, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olduğu başka birinin yaptığı iyi veya kötü amelde ortaklık payının olduğu konusudur. Bu hususta aklın da hükmü aynı doğrultuda olduğu gibi, Kur'an-ı Kerim, Hz. Resulullah /s.a.a/ ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler de aklın bu hükmünü onaylamışlardır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir."[153]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "/Bu/ kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını da kısmen yüklenmeleri içindir. Bak ki, yüklenecekleri yük ne de kötü­dür!"[154]

Görüldüğü üzere, bu ayeti kerimelerde, insanın kendisinin doğrudan mübaşeret etmediği, ancak dolaylı olarak sebebiyet ve dehaleti olduğu hayır ve şerlerde payı olduğu vurgulanmıştır.

Hz. Resulullah /s.a.a/ da şöyle buyurmuştur: "Kim İslam'da iyi bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin sevabı kadar bir sevap, o geleneğe amel edenlerin sevabından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır. Kim de İslam'da kötü bir gelenek bırakırsa, o geleneğin ve o geleneğe amel edenlerin günahı kadar bir günah, o geleneğe amel edenlerin günahından bir şey eksilmeksizin ona ulaşır."[155]

Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan nakledilen, müminin öldükten sonra amel defterinin kapandığı ve sadece kendisinin sebebiyet konumunda olduğu, baki hayır, yararlanılan ilim, ona dua eden hayırlı evlat ve benzeri hayırlar açısından amel defterinin açık olduğunu bildiren hadisler de aynı hükmü teyit etmektedirler.

İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyurdular: "Mümin kula öldükten sonra sürekli ona yararı ulaşan altı şey vardır:

1-  Babası için istiğfar eden hayırlı evlat

2-  Halkın arasında koyup gittiği Kur'an

3-  Halk yararına, kazdığı su kuyusu

4-  Diktiği ağaç

5-  Hazırladığı akarsu

6-  Kendisinden sonra bıraktığı amel olunan iyi bir gelenek."[156]

Ayrı bir hadiste de İmam Cafer Sadık /a.s/ Allah Resulü'nden naklen şöyle buyurmuştur: "Bir gün Hz. İsa /a.s/ bir kabrin yanından geçiyordu, kabir sahibinin azap içerisinde olduğunu gördü. Dönüşte aynı kabrin yanından geçerken azabın o adamdan kaldırılmış olduğunu müşahede etti ve bunun sırını Cenab-ı Hak'tan niyaz ettiğinde, şu cevap geldi: "Ey Peygamberim! Onun salih ve kabiliyetli oğlu babasının hayrına yol yaptı ve bir yetime kanat gerdi. İşte oğlunun bu amelinin hatırına onu affettim."[157]

Açıktır ki, insanın doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olup sebebiyet konumunda olduğu şerler de yukarıda işaret ettiğimiz ayet-i kerime ve Hz. Resulullah'ın hadis-i şerifinde yer aldığı üzere, aynı hükme tabidir.

Ancak insanın bizzat kendisinin doğrudan işlediği günahlarda olduğu gibi, doğrudan veya dolaylı olarak dehaleti olan günahlar da af kapsamına dâhildir. Onları affedip etmemek Allah Teala'ya ait olan bir konudur. Dilerse, rahmetinin gereği ihsan edip affeder, dilerse de adaletinin gereğini yerine getirip cezalandırır.

Bizim burada varmak istediğimiz sonuç, bu gibi suçlardan dolayı insanın sorumlu tutulmasının, ne akla ne de Allah Teala'nın adaletine hiçbir aykırılığı olmadığı ve ilâhi açıklamaların bu doğrultuda olduğudur.

Ama insanın doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir dehaleti olmadan bir başkasının yaptığı hayırdan yararlanıp yararlanamayacağı konusuna gelince, bazıları, özellikle de son zamanlarda Arabistan'da yaygınlaşan Vehhabi mezhebi mensupları ve onların etkisi altında kalanların, Allah Teala'nın "İnsan için çalıştığından başkası yoktur."[158] ayetine istinaden ölen bir insanın başka birinin yaptığı hayır amelden, onun kendisi, kendi gönül rızasıyla ona hediye etse bile, bir fayda görmeyeceğini, dolayısıyla da hayatta olan insanların, ölen insanların hayrına yapıp sevabını hediye ettikleri hayır amellerin, ölenlere hiçbir fayda vermeyeceğini ve abes bir iş olduğunu savunuyor ve özellikle de ölen insandan zayi olmuş olan namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin hayatta olanlar tarafından yerine getirilmesinin, ölen insana hiçbir fayda sağlamayacağını ileri sürüyorlar.

Biz bu konuyu ilk önce akıl açısından, sonra da Kur'an ve hadis açısından ele alıp doğru olup olmadığını gözden geçireceğiz.

Bir kimsenin yaptığı şer nitelikli amelin zararının başka birine dokunması ve birinin başka birinin yaptığı şer nitelikli amelden sorumlu tutulmasının aksine; akıl, bir kimsenin yaptığı hayır nitelikli amelin yararının, hayır amel sahibinin gönül rızası olduğu takdirde, ister hayatta olsun, ister ölmüş olsun başka birine ulaşmasında hiçbir engel ve mahzur görmemektedir.

Zira insan emeğinin malikidir. Dolayısıyla onu istediği yerde ve istediği şekilde kullanması onun en doğal hakkıdır. Onu kendi yararına istifade edebileceği gibi, başka birine hediye etmesinde de hiçbir mahzur söz konusu değildir.

Ama yukarıda işaret ettiğimiz üzere, bir kimsenin yaptığı şer nitelikli amelin zararının, doğrudan veya dolaylı olarak hiçbir katkısı olmayan başka birine dokunması veya onun bu şer amelden sorumlu tutulması önünde akli engel vardır. O da böyle bir şeyin zulüm olmasıdır. Yani akıl, bir kimsenin doğrudan veya dolaylı yoldan hiçbir katkısı olmadığı başka birinin yapmış olduğu şer nitelikli amelden dolayı sorumlu tutulmasını veya zararının ona dokundurulmasını zulüm etmek olarak görür.

Öte yandan akıl, sonsuz adalet, rahmet ve hikmet sahibi Hak Teala'nın adalete aykırı davranarak, birine zulmetmesini imkânsız görmekle birlikte, bizzat Hak Teala'nın kendisi de hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapmayacağını bildirmiştir. O halde Allah Teala, bir kimsenin yaptığı şerrin zararını başka birine ulaştırmaz ve bir kimsenin yaptığı şerden dolayı başka birini sorumlu tutmaz.

Ama bir kimsenin yaptığı bir hayrın yararının, onun kendi gönül rızasıyla başka birine ulaştırılması, Allah Teala'nın hiçbir sıfatıyla çelişmemekte ve akıl bunda hiçbir sorun görmemektedir. O halde akıl açısından bunun önünde hiçbir engel ve mahzur bulunmamaktadır.

Kur'an ve Sünnet'e gelince, Kur'an ve Sünnet'in böyle bir şeyi reddetmediği gibi aksine, Kur'an ve Sünnet'in bunun tahakkuk bulacağını ortaya koyduğunu görmekteyiz. Biz Kur'an ve Sünnet'in bu doğrultuda olan açıklamalarını daha sonra ele alacağız.

Ondan önce Vehabbi zihniyetli insanların, bunu reddettiğini sandıkları, Allah Teala'nın: "İnsan için çalıştığından başkası yoktur."[159] ayetini kısaca gözden geçirmek istiyoruz.

Vehhabi Zihniyetlilerin İtirazı

Onlar, Allah Teala'nın bu ayet-i kerimede insanın ancak kendi yaptığı hayır amelden fayda göreceğini beyan ettiğini, dolayısıyla da başka birinin yaptığı hayır amelden, onun kendi hediye etse bile, insana bir yarar gelmeyeceğini iddia ediyorlar. Onlar bu anlamı, ayette bağlaç olarak kullanılan "lam" harfinden çıkarıyorlar. Şöyle ki, ayette geçen "lam" harfi yarar anlamını ifade ediyor. Ayet-i kerime de yararı yalnızca insanın kendi ameliyle sınırladığına göre, insana yararı ve faydası dokunacak olan ancak insanın kendi amelidir. Bunun ters anlamı, başkasının yaptığı hayır amelden insana bir yarar gelmeyeceğidir. O halde başkasının yaptığı hayır amelden insana bir fayda gelmeyecektir.

Cevap: Bu ayetin manası hakkında yapılan bu yorumun doğru olup olmadığını bilmek için, ilk önce bu ayette bağlaç olarak kullanılan "lam" harfinin Arap dilinde ne anlam ifade ettiğini bilmek zorundayız.

Her ne kadar Arap dilinde bağlaç olarak kullanılan "lam" harfi; mülkiyet, ihtisaslık, neden ve yemin anlamlarını ifade etmek için kullanılmış ise de, mezkûr ayette geçen anlama en uygun olanı, onlardan sadece mülkiyet ve ihtisaslık anlamlarıdır.

Meselâ, Arap dilinde "El-malu li Zeyd'in" denildiğinde, bu cümlede kullanılan "lam" harfi mal Zeyd'in mülküdür, anlamını ifade ediyor. Benzeri kullanma tarzı Kur'an-ı Kerim'de de çok gelmiştir. Allah Teala'nın: "Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Ve bütün işler sonunda Allah'a döner."[160] ayetinde geçen "lam" harfi göklerde ve yerde olan her şeyin mülkiyetinin Allah Teala'ya ait olduğu anlamını ifade etmektedir.

Yine Arap dilinde "El- Cüllu lil Feres" /Semer ata aittir/ denildiğinde, bu cümle içerisinde bağlaç olarak kullanılan "lam" harfi semerin ata mahsus olduğu anlamını ifade ediyor. Yani ihtisas anlamı, cümlede kullanılan lam harfinden çıkarılıyor. Buna göre mezkûr ayetin anlamı, ya "İnsan ancak kendi çabasına maliktir" olur, ya da "İnsana ait ve mahsus olan ancak kendi çabasıdır" olur. Bundan insanın sadece kendi çabasına malik olduğu veya insana ait ve mahsus olanın sadece kendi çabası olduğu anlamı çıkar.

Ama insanın maliki olduğu veya kendine ait olduğu çabasını kendi gönül rızasıyla başka birine devredip devredemeyeceği hususu, bu ayetin anlamı dâhiline girmemektedir. Yani bu ayet, bu konuya ispat veya reddetme açısından açıklama getirme konumunda değildir. O halde bu ayet insanın maliki olduğu veya kendine ait olan çabasını başka birine devretme yetki ve tasarruf hakkını reddetmemektedir. Zaten aklın hükmü de bu doğrultudadır. Yani akıl insanın malik olduğu veya kendine ait olan bir şeyde makul ölçüler dâhilinde, istediği şekilde tasarruf etme hak ve yetkisinin olduğuna hükmediyor.

Buna göre, insan mülkiyetini elinde bulundurduğu veya kendine ait olan bir şeyi kendi yararına kullanma yetki ve hakkına sahip olduğu gibi, onu hibe ve hediye etmek suretiyle, başka birinin yararına kullanma hak ve yetkisine de sahiptir. Akıl ve din bu açıdan birinin, hayatta olmasıyla ölmüş olması arasında, hiçbir fark görmemektedir. Aksine, akıl ve din, insanın mülkiyetini bulundurduğu ve kendine ait olan şeylerde tasarruf yetkisinin, makul ve meşru ölçüler dâhilinde olmak kaydıyla mutlak olduğuna hükmediyor. Bunun önünde ilâhi bir engel de söz konusu olmadığına göre, insan maliki olduğu veya kendine ait olan şeyleri hayatta bulunan başka birine hibe ve hediye edebileceği gibi, ölen birisine de hibe ve hediye edebilir.

Başka bir tabirle bu ayet insanın bizzat ancak kendi amelini bulacağını ifade etmektedir. Gerçekte bu ayet Allah Teala'nın "Herkes kazandığına karşı bir rehindir."[161] ayetinden farklı bir anlam ifade etmiyor. Buna göre her insan bizzat ancak kendi amelini bulacak ve hayrıyla şerriyle sonucuna katlanacaktır.

Ama bir insanın hayır amelinin sevabını kendi gönül rızasıyla başka birine hediye edip edemeyeceği konusu, bu ayetin anlamı dışındadır. Bu ayetin ne müspet ne de menfi açıdan bu konuya herhangi bir işareti yoktur.

Nasıl ki, bir babanın oğluna; "Oğlum, herkes ancak kendi için çalışır ve kendi çabasından yarar görür, gözünü ona buna dikme" diye nasihat etmesinden, oğlunun başka birinin herhangi bir niyetle ona hediye ettiği şeylerden yarar görmeyeceği ve oğlunun hiçbir kimseden herhangi bir hayır görmeyeceği anlamına gelmiyorsa, bu ayet de aynı konumdadır.

Acaba böyle bir durumda başka birinin hediyesinden yararlanan bu çocuk babasına; "Baba, sen bana ancak kendi çabamdan hayır göreceğimi demiştin, oysa ben arkadaşımın hediyesinden de yarar gördüm" diye itiraz etme hakkı olabilir mi?

Eğer böyle bir itirazda bulunursa, babası ona; "Oğlum ben her insanın bizzat ancak kendi çabasına sahip olduğunu ve asıl yarar sağlayacak şeyin insanın kendi çabası olduğunu söylemiştim. Benim bu sözüm başka birinin sana hediyede bulunamayacağı anlamına gelmiyordu" demez mi?

Sonra faraza bu ayetin insanın yalnızca kendi çabasından yararlanabileceğini ifade ettiğini kabul etsek bile, bu ayet insanın başkasının kendi gönül rızasıyla hediye ettiği hayırdan yarar görmeyeceğini ifade etmemektedir.

Zira başkasının insana hediye ettiği hayırlar da, doğrudan olmasa bile, dolaylı yoldan insanın dünya hayatında yapmış olduğu kendi çabasının ürünüdür. Açıktır ki, dünya hayatında iken kimseye bir hayrı dokunmayan kendinden kötülükten başka bir hatıra bırakmayan birini, kimse hayırla anmaz ve bir hayrı ona hediye etmez.

Buna karşılık yaşadığı sürece, hep insanlara hayrı dokunan, toplumda iyi izlenim bırakan ve örnek hayırlı hayatıyla insanların beğenisini kazanan birini ise, ölümünden sonra insanlar hep hayırla anacak, hakkında hayırlı duada bulunacak ve çeşitli hayırlarla onu anıp sevabını ona hediye edeceklerdir. Bu durumda başkalarının bir insana ölümünden sonra hediye ettikleri hayır ameller de onun dolaylı yoldan kendi çabasıyla kazanmış olduğu hayırlar olup bu ayetin kapsamı dâhiline girmektedir.

Ehl-i Sünnet ulemasından da bu hakikatin farkına varanlar olmuştur. Ehl-i Sünnet ulemasının önde gelenlerinden olan Ebu-l Vefa bin Akil bu konuda şöyle yazıyor: "İnsan kendi çabasıyla ve güzel muaşeretiyle dostlar kazanır, evlenip evlat sahibi olur, ailesine ve diğer insanlara yaptığı iyiliklerle onların sevgisini kazanır. Bu da onların ona karşı şefkat duymalarını ve hayırlı amellerin ve ibadetlerin sevabını ona hediye etmelerini sağlar. Dolayısıyla bu hediyeler de onun kendi çabasının ürünlerindendir.

Nitekim Hz. Resulullah /s.a.a/'in: "Kişinin yediği en temiz yemek kendi kazancından olandır" hadisi ile "Kul ölünce, şu üç şey dışında ameli kesilir: Baki hayır, yararlanılan ilim ve ona dua eden salih evlat"[162] hadisi de buna delalet etmektedir."[163]

Ancak bir noktayı gözden kaçırmamalıyız ki, İslam dini insanlara hayatta bulundukları sürece, namaz, oruç ve hac gibi bir takım kişisel yükümlülükler getirmiştir. Öyle ki, insanın kendisi hayatta bulunduğu sürece, kişisel olarak sorumlu olduğu bu görevleri başka birisi onun tarafından yerine getiremez ve başka birisinin onun tarafından yerine getirdiği bu ameller onun sorumluluğunu boynundan kaldırmaz.

Ancak bu durum, insanın hayatta bulunduğu döneme aittir. Bunun içinde insanın ölümünden sonra bunların kazasının başka biri tarafından yerine getirilemeyeceği kaydı yoktur. Aksine, ileride göreceğimiz üzere, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde bunun mümkün olduğu ve hatta gerekli olduğu yer almıştır.

Burada şu noktayı da belirtmeliyiz ki, bir insanın kişisel olarak sorumlu olduğu görevlerin onun ölümünden sonra başkası tarafından kaza edilmesi, artık onun kendisinin hiçbir sorumluluğu kalmadığı ve boynunda olan yükümlülüğün tamamıyla kalktığı anlamını ifade etmiyor.

Nitekim insanın kendisi hayatta iken zamanında yerine getirmediği bu gibi görevlerini sonradan kaza etmesi de, onun bütün sorumluluktan kurtulduğu anlamına gelmemektedir.

Ancak bu kaza etmenin hiçbir faydası olmadığı ve boş bir iş olduğu da iddia edilemez. Bizzat Allah Resulü ve ilâhi önderler olan Ehl-i Beyt İmamları, bunu emrettiğine göre, elbette ki, bunun bir faydası vardır. Bu gibi amellerden ölen insanın faydalandığı gibi, bizzat bu ameli yapan insan da faydalanmaktadır. Nitekim ileride nakledeceğimiz hadislerde bu hususa bizzat işaret edilerek, bu amellerin sevabının, hem ölen insana, hem de bu ameli yapan hayatta bulunan insana ulaştığı yer almıştır.

Sonra bizim bahsimiz, insanların kişisel olarak sorumlu olduğu namaz, oruç ve hac gibi konularla sınırlı değildir. Biz hayatta bulunan bir insanın kişisel olarak farz olmayan, sadaka vermek ve Kur'an tilaveti gibi, herhangi bir hayır ameli yapıp sevabını ölen bir insana hediye edip edemeyeceği konusunu tartışıyoruz. Vehabbi zihniyetli insanlar bunu bile inkâr ediyorlar.

Konunun Kitap ve Sünnetteki Yeri

Yukarıda işaret ettiğimiz üzere, Kitap ve Sünnet insanın, ister ölmüş olsun, ister hayatta olsun başka birinin hayır amelinden yararlanabileceğini tasdik etmektedir. Biz ilk önce Kur'an-ı Kerim'in konuya işaret eden ayetlerini, daha sonra da konuya işaret eden hadisleri özet olarak ele alacağız.

Kur'an-ı Kerim ve Ölen İnsan İçin Yapılan Hayır Amel

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan sonra gelenler: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeş­lerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkatli, çok merhametlisin" derler."[164]

Görüldüğü üzere, Allah Teala bu ayeti kerimede sonradan iman etmiş olan müminleri, kendilerinden önce gelen müminlerin bağışlanması için dua ettiklerinden dolayı överek iman ehlini böyle amel yapmaya teşvik etmektedir. Demek ki, sonradan gelen müminlerin dualarının kendilerinden önce iman ehli olarak vefat etmiş olan müminlere faydası vardır. Yoksa Allah Teala'nın müminlerin bu amelini överek iman ehlini böyle amel yapmaya teşvik etmesinin bir anlamı kalmaz.

Yine Allah Teala meleklerin, ister hayatta olsun, ister vefat etmiş olsun, iman ehlinin bağışlanması için dua ettiklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek tespih ederler; O'na inanırlar. Müminler için de: "Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla; onları cehennemin azabından koru" diye bağışlanma dilerler."[165]

Yine şöyle buyurmuştur: "…Melekler ise Rablerini överek tespih eder ve yeryüzünde bulunanlar için O'ndan bağışlanma dilerler. Bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[166]

Görüldüğü üzere, Allah Teala bu ayetlerinde de meleklerin iman ehlinin bağışlanması için dua ettiklerini bildirmiştir. Açıktır ki, eğer Vehhabi zihniyetlilerin, insanın ancak kendi çabasından fayda göreceği ve başkasının hayır amelinden kendi gönül rızalarıyla insana hediye etse bile, ona hiçbir fayda gelmeyeceği iddiaları doğru olsaydı, iman ehline meleklerin duasından hiçbir fayda gelmemesi lazım gelirdi. Bunun anlamı ise, meleklerin abes bir işe yeltenmeleri, Allah Teala'nın da abes bir iş olan meleklerin bu eylemini onaylaması olur ki, böyle bir şeyi Allah Teala'nın meleklerine ve daha önemlisi bütün çirkinliklerden münezzeh olan Cenab-ı Hakk'a yakıştırmak, bilinçli olduğu takdirde, insanı küfre bile götürür. O halde Kur'an-ı Kerim açısından insanın yarar göreceği şey, asıl kendi çabası olmakla birlikte, sadece onunla sınırlı değildir. İnsan başkasının hayır duasından ve kendi gönül rızasıyla ona hediye ettiği hayır amelden de yarar görebilir.

Ölen İnsanın Hayatta Olan İnsanların Yaptığı Hayır Amellerden Yarar Göreceğine Delalet Eden Hadisler

Ölen insanın, hayatta bulunan insanların ona hediye ettiği hayır amelinden yarar göreceğini belirten hadisler tevatür haddini aşmıştır. Özellikle de Ehl-i Beyt İmamları bu konuya tam manasıyla açıklık getirmişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ulemasının aksine, Ehl-i Beyt uleması arasında buna karşı çıkan bir kişi bile bulunmamaktadır.

Biz burada konumuzla ilgili olarak, buna karşı çıkan Ehl-i Sünnet'in bazı Vehhabi zihniyetli âlimlerinin de aydınlanması gayesiyle, daha çok Ehl-i Sünnet kaynaklarında konu hakkında nakledilen hadislerden bazı örnekler vereceğiz.

Ölen İnsanın Kendine Verilen Selamı Duyup Cevapladığını ve Ölen İnsanın Hayatta Bulunanların Duasından Yararlandığını Bildiren Hadisler

Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Müslümanlardan kim dünya hayatındayken tanıdığı kardeşinin mezarı başına gelir ve ona selam verirse, Allah Teala onun selamını cevaplaması için o ölen kimseye ruhunu gönderir."[167]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Kim kardeşinin mezarını ziyaret eder ve orada oturursa, oradan ayrılıncaya kadar mezar sahibi onunla menus olup sözlerinin cevaplar." [168]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Ölen kişi mezarına konup arkadaşları oradan ayrılınca, o onların ayakkabılarının çıkardığı sesi duyar"[169]

Hz. Resulullah /s.a.a/'in kendisi bizzat mezarlığı ziyaret eder, mezarda olanlara dua eder, müslümanlara mezarlığı ziyaret etme ve ölülere dua etme şeklini öğretir, Allah Teala'nın kendisine bunu emrettiğini buyuruyordu.

Aişe diyor ki; "Hz. Resulullah: "Rabbim bana Baki mezarlığına gitmemi ve onlara af dilememi emretti" buyurdu. Ben Hazret'e: "Ey Resulullah! Ben mezarlığı ziyaret ettiğimde ne söyleyeyim?" dedim. Hazret: "Mümin ve müslüman mezarlık sakinlerine selam olsun. Allah bizden önce ölenlere de sonradan öleceklere de rahmet eylesin. Biz de inşallah size kavuşacağız" söyle buyurdu."[170]

Başka bir hadiste de Hz. Resulullah /s.a.a/'in Baki mezarlığını ziyaret ettiğinde: "Ey mümin ve müslüman mezarlık ehli selam olsun size. İnşaallah biz de size kavuşacağız. Siz bizlerin öncülleri biz de sizlerin takipçileriyiz. Allah Teala'dan size ve bize afiyet inayet etmesini niyaz ediyorum"[171] buyurduğu yer almıştır.

Yine Aişe diyor; "Hz. Resulullah /s.a.a/'in Baki mezarlığını ziyaret etme gecesi geldiğinde, gecenin geç vakitlerinde Baki mezarlığına gider ve onlara: "Selam olsun size, ey mümin kavmin evinde olanlar. Vaat edildiğiniz şey gelip size çattı. Yarın için ise vaktiniz belirlenmiştir. İnşaallah biz de size kavuşacağız. Allah'ım! Baki ehlini bağışla"[172] diye seslenirdi.

Afv bin Malik diyor; Hz. Resulullah bir cenazenin namazını kıldıktan sonra ona dua etti. Ben Hazretin duasından şunları hıfzettim: "Allah'ım! Onu mağfiret et, ona rahmet, onun suçundan geç, onu affeyle, onun menzilini yüce kıl, onun yerini geniş eyle, beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi, onu serin suyla yıkayıp günahlardan temizle, onun evine karşı daha hayırlı bir ev, ailesine karşı daha hayırlı bir aile ve hanımına karşı daha hayırlı bir hanım ona inayet eyle, onu cennet mekân eyle ve kabir ve ateş azabından onu koru."[173]

Osman bin Afvan şöyle demiştir: "Hz. Resulullah /s.a.a/ bir cenazenin defninden sonra orada durur ve: "Kardeşiniz için mağfiret dileyin ve onun için sebat dileyin. Çünkü o şimdi sorgulanmaktadır"[174] buyururdu.

Hz. Emir'ül Müminin Ali /a.s/ da Hz. Resulullah /s.a.a/'in bir cenazeyi defnettikten sonra şöyle dua ettiğini rivayet etmiştir: "Allah'ım! Bu senin kulundur. Sana gelmiştir. Sen gelinenlerin en hayırlısısın. Öyleyse onu bağışla ve yerini geniş kıl."[175]

Abdullah bin Aclan diyor; "Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ Ehl-i Beyt dostu bir kişinin mezarı başında durdu ve şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen onun yalızlığını ve korkusunu gider ve ona senden gayrisinin rahminden müstağni kılacak rahmetini indir."[176]

Muhammed bin Müslim diyor; Hz. Ebu Abdullah İmam Cafer Sadık /a.s/'a: "Ölüleri ziyaret edelim mi?"diye sordum. İmam /a.s/: "Evet" buyurdu. Ben: "Onları ziyaret ettiğimizde ne diyelim?" dedim. İmam /a.s/: "Allah'ım! Yeri onların etrafından genişlet, ruhlarını kendine yükselt, rıdvanını onlara inayet buyur ve kendi rahmetinden onların yalnızlıklarını ve korkularını giderecek rahmetini onlara nazil et" de buyurdu."[177]

Hem Ehl-i Sünnet, hem de Ehl-i Beyt kaynaklarından naklettiğimiz bu hadisler, bu konuda gelen hadislerden sadece birkaç örnekti. Konuyla ilgili onlarca hadis rivayet edilmiştir. İsteyen ilgili kaynaklarda daha fazlasını görebilir.

Peki, eğer insan sadece kendi amelinden yarar görecekse, Hz. Resulullah /s.a.a/'in, Ehl-i Beyt İmamları'nın ve Hz. Resulullah'ın ashabının, mezarlığı ziyaret edip, ölen insanlara selam verip, onlara dua etmeleri ve Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın diğer insanlara da aynı ameli yapmayı emretmeleri ne anlam taşıyor? Acaba Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın boş ve faydasız bir iş yapıp, diğer müslümanlara da, bu boş işi yapmayı emretmeleri mümkün müdür? Böyle bir şeyi savunmak ne anlam taşır? O halde ölen bir insan başkalarının hayır dualarından da fayda görmektedir. Bunun aksini savunmak Kur'an ve Sünnet'e açıkça karşı çıkmaktır.

Ölen İnsanların, Hayatta Bulunanların Onlar için Okuduğu Kur'an'dan Yararlandıklarını Bildiren Hadisler

Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Yasin Kur'an'ın kalbidir. Kim onu yalnızca Allah Tebareke ve Teala ve ahiret niyetiyle okursa, günahları bağışlanır. Onu ölüleriniz için de okuyunuz."[178]

Yine Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Kim mezarlıktan geçtiğinde on bir defa İhlâs Suresi'ni okur ve onun sevabını orada bulunan ölülere hediye ederse, orada bulunan ölülerin sayısınca ona mükâfat verilir."[179]

Yine Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Yasin Suresi'ni ölülerinize okuyun."[180]

Yine Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Kim mezarlığa gider sonra Fatihe, İhlâs ve Tekasür Sureleri'ni okur ve: "Rabbim! Kelamından okuduğum Surelerin sevabını mezarlık ehlinden mümin ve müminlere hediye ettim" derse, onlar onun için Allah katında şefaatçi olacaklardır."[181]

Hz. İmam Rıza /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Eğer bir mümin, mümin kardeşinin kabrini ziyaret edip, yedi defa Kadir Suresi'ni ona okursa, Allah onu ve kabir sahibini affeder."[182]

Hz. Muhammed Bakır /a.s/ ise şöyle buyurmuştur: "Mümin bir kimse, Ayet-ül Kürsi'yi okuyup sevabını mezarlık ehline hediye ederse, Allah Teala onun her bir harfinden bir melek yaratır. O melekler kıyamet gününe kadar onun için Allah Teala'yı tespih ederler."[183]

Görüldüğü üzere, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt kaynaklarından örnek olarak naklettiğimiz bu hadislerde ölen insanlar için Kur'an okumanın, özellikle de Kur'an-ı Kerim'in bazı Sure ve ayetlerinin okunmasının, hem okuyan insan için, hem de ölen insan için büyük sevabı olduğundan bahsedilmiştir. O halde, ölen insana Kur'an okumak bidattir, şeklinde çıkış yaparak bunları reddedenler, gerçekte tevatür haddine ulaşmış olan Hz. Resulullah /s.a.a/ ve Ehl-i Beyt İmamları'nın hadisleri ile asr-i saadetten şimdiye kadar bütün müslümanların amelen kabul ettiği bir İslami ilkeyi reddetmektedirler.

Ölen İnsanların, Hayatta Bulunanların Onlar İçin Yaptığı Namaz, Oruç Gibi Hayır Amellerden Yararlandığını Belirten Hadisler

Ölen insanların hayatta bulunanların onlar için yaptığı namaz oruç gibi hayır amellerden yararlandıklarını belirten hadislere gelince, bu doğrultudaki hadisler hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i Beyt kaynaklarında tevatür haddine ulaşacak, belki de tevatür haddini aşacak kadar fazladır. Biz burada örnek olma açısından bu hadislerden sadece birkaçına işaret edip bu konudaki bahsimizi bitirmeye çalışacağız.

1-  İbn-i Abbas diyor ki; "Bir kişi Hz. Resulullah'ın yanına gelerek: "Ey Resulullah! Annem vefat etmiştir. Boynunda bir ay oruç borcu da vardı. Ben onun yerine kaza edeyim mi?" diye sordu. Hz. Resulullah /s.a.a/ ona: "Eğer annenin bir kimseye borcu olsaydı, onu vermez miydin?" buyurdu. O adam: "Elbette verirdim" dedi. Hazret: "Öyleyse Allah'ın borcu ödenmeye daha layıktır" buyurdu."[184]

2-  Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek; "Ey Resulullah, annem vefat etmiştir. Boynunda nezir orucu da vardı. Ben onun yerine onu tutayım mı?" dedi. Hz. Resulullah /s.a.a/ ona: "Eğer annenin bir kimseye borcu olurdu ve sen onun yerine bu borcu ödeseydin, acaba bu annenin borcunu boynundan kaldırmaz mıydı?" buyurdu. Kadın: "Evet kaldırırdı" dedi. Bunun üzerine Hazret ona: "Öyleyse annenin yerine oruç tut" buyurdu."[185]

3-  Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek; "Ey Resulullah! Annem ansızın vefat etti, sanıyorum ki, eğer konuşma imkânı olsaydı, sadaka vermeye vasiyet edecekti. Ben onun yerine sadaka vereyim mi?" diye sordu. Hazret: "Evet annenin yerine sadaka ver" buyurdu."[186]

4-  Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: Bir kişi Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek; "Annem vefat etmiştir. Acaba onun yerine sadaka verirsem, ona bir faydası olur mu?" diye sordu. Hazret: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine, o adam: "Benim bir bostanım vardır. Siz de şahit olun ki, onu annemin adına sadaka verdim" dedi."[187]

5-  Ebu Hureyre şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek; "Babam vefat etmiş, bir miktar mal bırakmış, vasiyet de etmemiştir. Acaba onun tarafından sadaka verirsem, bu onun bağışlanmasına sebep olur mu?" dedi. Hazret: "Evet" buyurdu."[188]

6-  Bureyde şöyle rivayet etmiştir: "Ben Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzurunda oturduğum bir sırada bir kadın Hazret'e gelerek: "Ey Resulullah! Annemin boynunda bir ay oruç borcu vardı. Ben onu tutayım mı?" diye sordu. Hazret: "Evet, annenin yerine o orucu tut" buyurdu. O kadın: "Annem asla hacca gitmemiştir. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" dedi. Hazret: "Onun yerine hacca git" buyurdu."[189]

7-  Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Sa'd'ın annesi, Sa'd'ın yolculukta olduğu bir vakitte vefat etti. Sa'd gelince, Hz. Resulullah /s.a.a/'in huzuruna gelerek: "Annem benim hazır olmadığım bir vakitte vefat etmiştir. Acaba ben onun yerine sadaka verirsem, ona bir yararı olur mu?" diye sordu. Hazret: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine, Sa'd Hazret'e: "Sizi şahit tutuyorum ki, Mihraf bostanım annemin tarafından sadakadır" dedi."[190]

8-  Yine Abdullah bin Abbas şöyle rivayet etmiştir: Sa'd bin Ubade Hz. Resulullah /s.a.a/'dan annesinin boynunda olup da yerine getirmeden öldüğü bir nezrin hükmünü sordu. Hazret: "Annenin yerine onu kaza et" buyurdu."[191]

9-  Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın deniz yolculuğuna çıkmıştı. O, Allah Teala'nın onu bu yolculuktan selametle kurtardığı takdirde, bir ay oruç tutmayı nezir etti. Allah Teala onu kurtardı, ama o orucu tutmadan öldü. Bunun üzerine onun kızı veya kız kardeşi Hz. Resulullah /s.a.a/'a gelerek, durumu arz etti. Hazret, ona, onun yerine o orucu tutmasını emretti."[192]

10- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: Cuheyni kabilesinden bir kadın Nebiyy-i Ekrem'e gelerek: "Annem hacca gitmeyi nezir etmişti. Hacca gitmeden önce vefat etti. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" dedi. Hazret: "Onun yerine hacca git, acaba annenin boynunda borcu olsaydı, onu ödemez miydin?" buyurdu. Kadın: "Evet öderdim" dedi. Hazret: "Öyleyse, onun için olanı da kaza et. Çünkü Allah vefa etmek için daha layıktır" buyurdu."[193]

11- Aişe şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Resulullah şöyle buyurdu: "Kim ölür ve boynunda oruç borcu olursa, velisi onun yerine o orucu tutmalıdır."[194]

12- Abdullah bin Ömer şöyle rivayet etmiştir: "As bin Vail cahiliye döneminde yüz deve kesmeyi nezir etmişti. Oğlu Hişam, babası tarafından kendi payı olan elli deveyi kesmişti. Diğer oğlu Amir konuyu Hz. Resulullah'a arz etti. Bunun üzerine Hazret şöyle buyurdu: "Eğer baban tevhide ikrar etmiş olsaydı, onun yerine oruç tutsan veya sadaka verseydin ona yararı dokunurdu." /Ebu Davud'un naklinde ise, "Baban İslam dinini kabul etmiş olsaydı, onun tarafından köle azat etsen, hacca gitsen veya sadaka verseydin, ona yararı dokunurdu" ibaresi yer almıştır."[195]

13- İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah /s.a.a/'a: "Babam hacca gitmeden vefat etmiştir. Ben onun yerine hacca gideyim mi?" diye sordu. Hazret ona: "Baban tarafından hacca git" buyurdu." [196]

14- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kişi Hz. Resulullah /s.a.a/'a gelerek: "Kız kardeşim hacca gitmeyi nezretmişti. Ama hacca gidemeden öldü" dedi. Bunun üzerine, Hazret: "Eğer kız kardeşinin bir borcu olsaydı, onu öder miydin?" buyurdu. O adam: "Evet" dedi. Hazret: "Öyleyse, Allah vefa edilmeye daha layıktır" buyurdu."[197]

15- Yine İbn-i Abbas şöyle rivayet etmiştir: "Bir kadın Hz. Resulullah /s.a.a/'a gelerek: "Kız kardeşim vefat etmiştir. Boynunda da peş peşe iki ay oruç tutma borcu vardı" dedi. Hazret ona: "Acaba kız kardeşinin boynunda bir borç olsaydı, onu ödemez miydin?" buyurdu. O kadın: "Evet, öderdim" dedi. Bunun üzerine, Hazret ona: "Öyleyse, Allah'ın hakkını ödemek daha layıktır" buyurdu."[198]

Bu zikrettiğimiz hadisler bu konuda Ehl-i Sünnet kaynaklarında zikredilmiş olan onlarca hadislerden sadece birkaç örnekti.

Bu konuda Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislere gelince, konu hakkında en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak kadar fazladır. Bunun içindir ki, Ehl-i Beyt ulemasından konu hakkında en küçük bir tereddüde düşen tek bir fert bile bulunmamaktadır. Dolayısıyla burada Ehl-i Beyt kanalından bu konuda gelen hadislere de değinmeye gerek duymuyoruz. Zaten bizim burada özellikle Ehl-i Sünnet kaynaklarından gelen hadislere yer vermemiz, onlardan bazı Vehhabi zihniyetlilerin ortaya atmış oldukları bu düşüncenin Kur'an ve Sünnet'e ne kadar aykırı olduğunu ortaya koymak içindi.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, bu hadislerde geçen, ölen kimse için sadaka vermek, oruç tutmak, hacca gitmek ve köle azat etmek gibi hayır ameller, ölen kimse için yapılacak hayır amellere bir sınırlama getirmek için zikredilmemişlerdir. Bunlar sadece ihtiyaç gereği olarak ortaya konulan birer konu ve söz gelişi olarak zikredilmiş misal niteliğini taşımaktadır. Yoksa ölen insan için yapılacak her hayır amel aynı hükme tabidir. Hz. Resulullah /s.a.a/'in, bu hadislerde zikredilen örneklerin bazısını, insanın boynunda olan maddi borca benzeterek; "Nasıl ki, maddi borcun ödenmesi gerekirse, Allah hakkının da yerine getirilmesi gerekir" şeklinde delil getirmesi, bu hükmün her borç niteliğini taşıyan konuyu kapsadığını göstermektedir. O halde ister oruç olsun, ister namaz olsun, ister hac olsun, insanın yükümlü olduğu her ilâhi hak aynı hükme tabidir.

O halde bu dünyadan göçenler için, yapılan hayırlı ameller hediye şeklinde onlara ulaşır, eğer günah ehli iseler onların azaplarının hafiflemesine ve eğer hayır ehli iseler makamlarının daha yücelmesine sebep olur.

Kıyametin Kopuşu

Kıyametin kopuşu ile ilgili Kur'an-ı Kerim ayetleri, keza konu hakkında Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, kıyamet koptuğu zaman, mevcut dünya düzeninin büsbütün yıkılacağını, onun yerine yeni bir oluşumla yeni bir düzenin kurulacağı ve bu yeni düzen içerisinde özellikle insan ve cinlerin tekrar hayata döndürülerek, ince bir hesap kitaptan sonra herkesin hak ettiği karşılığa kavuşacağını, kesin bir dil ile bildiriyorlar.

Biz, kendi yanımızdan karşılaşacağımız o yeni âlem hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız gibi, kıyametin koptuğu anda vaki olacak olaylar hakkında da bir bilgimiz yoktur. Kur'an-ı Kerim kıyamet koptuğu zaman meydana gelecek bazı olaylara şöyle değinmiştir:

Yerkürenin Durumu

"Ey insanlar! Rabbinizden sakının; doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı müthiş bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her gebe kadın çocu­ğunu düşürür, insanları da sarhoş bir halde görürsün; oysa onlar sarhoş değildirler, fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir."[199]

"Yer, şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı; yer, ağırlıklarını /içindekileri/ dışarı çıkardığı ve insan: "Ona ne oluyor?" dediği zaman…"[200]

"Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından da tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp paramparça edildiği zaman…"[201]

"Denizler fışkırtılıp taşırıldığı zaman…"[202]

Göklerin Ve Yıldızların Durumu

"Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulanıklaşıp döküldüğü zaman,…"[203]

"Ay karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman, o gün insan: "Kaçacak yer nerede?" der."[204]

"Gök, erimiş maden gibi olacağı gün; dağlar da atılmış yün gibi olduğu zaman, dost dostu sormaz…."[205]

"Sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle; o duman insanları sarıp kuşatıverir. İşte bu acıklı bir azaptır"[206]

Sûr'a Üfleme

Kur'an-ı Kerim iki Sûr'a üfleme olayından bahsediyor. Birincisi Allah Teala'nın istisna ettiği kimseler dışında bütün canlıları öldürecektir. Ansızın meydana gelecek olan bu korkunç olayın ilki kıyamet koptuğu an olacaktır. İkincisi ise, ölen canlıları dirilterek mahşere toplama özelliğine sahiptir ve mahşer günü gerçekleşecektir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde ve yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar."[207]

Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Onlar çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar. O zaman, artık ne vasiyet edebilirler, ne de ailelerine dönebilirler. Sur'a /ikinci defa/ üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vay hâlimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "Bu, Rahman olan Allah'ın vaat ettiğidir, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir."[208]

Zikredilen bu ayetlerden ve Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları'nın sözlerinden, Sûr'a üfleme olayının, öldürücü ve diriltici olmak üzere iki özelliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Bilindiği gibi, şiddetli ses dalgaları çok yıkıcı olabilmektedir. Dolayısıyla İsrafil ismindeki meleğin Allah'ın emriyle Sûr'a üfürmesiyle ortaya çıkan şiddetli ses dalgalarının, az bir zaman içerisinde bütün bu evrenin yıkımına ve bütün canlıların ölümüne sebebiyet vermesi, kesinlikle hayret edilecek bir şey değildir.

Hz. Ali /a.s/ Sûr'dan çıkan sesin gücünü şöyle beyan buyurmuştur: "Sûr'a üfürüldüğü zaman, kalpler durur, diller tutulur, yüksek dağlar ve kayalar öyle birbirine çarpar ki toz duman olur. Yerleri sanki önceden orda dağ ve kaya yokmuş gibi dümdüz olur."[209]

Hz. İmam Zeynulabidin /a.s/ bu korkunç olayı açıklayan uzunca bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah /c.c/, İsrafil'e Sûr'u ile yeryüzüne inmesi için emir verir. O da Beyt-ul Mukaddes'e iner, kıbleye doğru yönelip, bir defa Sûr'a üfler, İsrafil'in kendi dışında göklerde ve yerde olan canlılar; büyük bir ıstırap yaşadıktan sonra ölürler. Sonra Allah'ın dilediği bir süreden sonra hesap günü tekrar dirilirler." Ravi diyor, İmam /a.s/'ın, sözleri buraya varınca, ağladığını gördüm.[210]

Meadın Niteliği

İnsanlık tarihi boyunca insanlar, meadın gerçekleşeceğini kabul edenler, meadı reddedenler ve mead konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır.

Meadı reddedenler, insan ruhunu maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olarak görmekle birlikte, herhangi bir ilâhi dini de kabul etmeyen materyalist düşünceli filozoflardır. Bu düşünceye sahip olan filozoflar, insan ruhunun madde ötesi /mücerret/ bir varlık olduğunu kabul etmediklerinden, tabii olarak insanın ölmekle yok olup gittiğine de inanmaktalar. Öte yandan evrenin ve insanın ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısının olduğuna da inanmadıklarından ve herhangi bir ilâhi dini de kabul etmediklerinden, öldükten sonra çürüyerek yok olup giden insanın tekrar iade edilmesini de kabul etmemekteler. Sonuç olarak meadın olacağını da kabul etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in tabiriyle onların mantığı şudur ki: "Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız; bir daha diriltilecek değiliz."[211] "Hayat, ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak za­manın geçişi yok etmektedir."[212]

Meadın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda tereddüt ve şüphe içinde olanlar ise, insan ruhunun hakikatinin ne olduğunda tereddüt içinde olan filozoflardır. Onlar, ne bir takım ilâhiyatçı filozoflar gibi insan ruhunun ölüm ile yok olmayan madde ötesi /mücerret/ bir varlık olduğunu söyleyebiliyorlar, ne de materyalist filozoflar gibi, insan ruhunun yalnızca maddenin bir çeşit kimyasal ürünü olduğunu ileri sürebiliyorlar. Aksine, bu konuda tereddüt ve şüphe içinde olduklarını ve insan ruhunun hakikatinin ne olduğunu bilmediklerini açıklıyorlar. Dolayısıyla da insanın öldükten sonra bedeninin çürüyüp dağılmasıyla tamamıyla yok olup gittiği, yoksa çürüyüp gidenin sadece insanın bedeni olup, ruhunun varlığını sürdürdüğünü kestiremiyorlar.

Öte yandan herhangi bir ilâhi dine de mensup olmadıklarından, onları meadın olacağına inandıran bir dini inanç da söz konusu olmadığı için, bu konuda şüphe ve tereddüt içinde olmaktan başka bir yolları kalmıyor. Eski Yunan filozoflarından Calinos'un bu görüşte olduğu kaydedilmektedir.

Meadın gerçekleşeceğine inanlar ise, bu konuda üç ayrı görüş ortaya atmışlardır:

1-  Mead, sadece insan nefsi ve ruhu içindir. Yani, insan ruhu öldükten sonra herhangi bir bedeni olmaksızın varlığını sürdürecek, dünya hayatında ihsan ehli olan iyi ruhlardan olursa, bedensel olmayan akli mükâfatlar alacak, dünya hayatında kötülük ehli olan bedbaht ruhlardan olursa da, bedensel olmayan cezalarla cezalandırılacaktır.

Bu görüşü savunanlar, insan ruhunun ölmekle yok olmayan madde ötesi /mücerret/ bir varlık olduğuna inanan herhangi bir ilâhi din mensubu olmayan ilâhiyatçı filozoflarla, herhangi bir ilâhi din mensubu olmakla birlikte, aynı felsefi görüşü paylaşan bazı dindar filozoflardır.

Ancak bir ilâhi dini kabul etmekle birlikte felsefi düşüncelerini öne çıkaran bu tip filozoflar, Kur'an-ı Kerim gibi ilâhi kitaplarda ve ilâhi din önderlerinin açıklamalarında yer alan kıyametteki cismani mükâfat ve cezaların da, bizlere anlaşılır olması için o tabirlerle açıklandığını, yoksa asıl maksadın akli mükâfatlar ve cezalar olduğunu kaydediyorlar. İslam dünyasından Meşşai felsefesini savunan filozofların bir kısmı ile bazı kelamcılar bu görüşü savunmaktalar.

2-  Mead sadece insanın bu dünyada olan bedeni içindir. Bu görüşü, insan nefsinin mücerret oluşunu kabul etmeyen ilâhi din mensubu bazı kelamcılar ortaya atmıştır.

Bu kelamcılara göre, insan ruhu, öldükten sonra bedensiz olarak varlığını sürdürebilecek mücerret bir varlık değildir. Dolayısıyla da insan ruhunun bedensiz olarak varlığını sürdürdüğünü ileri süren filozofların akli mükâfat ve cezalandırmaya dair olan görüşleri, doğru değildir. Öte yandan ilâhi din, kıyamet gününün geleceğini ve o günde insanların tekrar diriltilip hesaba çekilerek, iyi ve kötülerin hak ettikleri mükâfat veya cezanın kendilerine verileceğini bildirdiğine göre, kesinlikle bu bedensel bir diriliş şeklinde olacaktır. Yani onlar; insanın ölerek dağılıp giden bedeninin zerrelerinin, kıyamet gününde dizilerek tekrar eski haline getirileceğini ve o günde vaki olacağı vaat edilen, mükâfat veya cezaya dair hadiselerin bu beden üzerinde gerçekleşeceğini savunuyorlar.

3-  Mead, insanın hem nefsi hem de bedeni içindir. Herhangi bir ilâhi dine mensup olup olmadığı bilinmeyen eski Yunan felsefesinin bazı ilâhiyatçı filozoflarıyla, İslam dini mensubu olan filozof ve kelamcılarının büyük bir çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir.

Büyük filozof Sadr'ül Müteallihin şöyle diyor: "Tahkik ehli filozoflarla şeriat ehli meadın hak oluşunda ittifak etmişlerdir. Ancak meadın niteliği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

a/   Müslümanların büyük bir çoğunluğu ile, fakihlerin ve hadisçilerin geneli meadın sadece cismani /bedensel/ olacağını kabul etmişlerdir. Zira onlara göre ruh, daha ince bir madde olup, suyun çiçek içerisinde ve zeytinyağının zeytin içerisinde yayıldığı gibi beden içerisinde yayılmıştır. Dolayısıyla da mead sadece bedensel olacaktır. Zira insanın hakikatinde cisim ve madde dışında başka bir şey yoktur ki, kıyamet günü onun da iade edilmesi söz konusu edilsin.

b/  Filozofların büyük bir çoğunluğu ile, Meşşai felsefesinin takipçileri meadın sadece ruhani yani, akli olacağını benimsemişlerdir. Onlara göre beden, cevher ve ilinekleriyle birlikte, ruhun ondan ilişkisini kesmesinden sonra yok olup gidiyor. Bu yüzden artık bedenin kendi bizzat iade olunamaz. Çünkü yok olanının iade edilmesi imkânsızdır. Ruha gelince, ruh mücerret bir varlıktır. Onun yok olması veya fani olması imkânsızdır. O halde ruh, ölüm ile bedenden ilişkisi kesilince tecerrüt âlemine /soyutluk haline/ döner. Dolayısıyla da mead sadece mücerret olan ruh içindir.

c/   Filozofların büyüklerinden büyük bir çoğunluk, irfan büyükleri ve Hüccet-ül İslam Gazali, Ka'bi, Hâlimi, Rağib İsfahani gibi kelam ehlinin büyükleriyle, Şeyh Müfit, Ebu Cafer Tusi, Seyit Murtaza, Allame Hilli ve Muhakkik Tusi gibi, Ehl-i Beyt Mektebi'nin önde gelen uleması, meadın hem cismani, hem de ruhani olacağına kail olmuşlardır. Zira ruh mücerret bir varlıktır ve onun tekrar bedene dönmesinde hiçbir mahzur görülmemektedir.

Ancak meadın hem cismani hem de ruhani olacağını kabul eden bu grup, kıyamet günü ruhun taalluk bulacağı bedenin, işbu dünyadaki bedenin kendisi mi, yoksa misli mi olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Yine bedenin dünyadaki bedenin kendisi veya misli olacağını savunanlar, o bedenin dünyadaki bedenin bütün organ, şekil ve çizgiler açısından aynı veya misli olup olmayacağı hususunda da ihtilafa düşmüşlerdir.

Zahir olan şudur ki; hiçbir kimse, ahiretteki bedenin dünyadaki bedenin her açıdan aynı veya misli olacağını gerekli görmemiştir. Hatta müslümanların büyük bir çoğunluğunun sözü, kıyametteki bedenin şekil açısından dünyadaki bedenden farklı olacağı doğrultusundadır. Bazıları buna, cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarıyla ilgili olarak; cennet ehlinin on sekiz yaşında gençler olacağı, cehennem ehlinin ise Uhud dağı gibi kocaman dişleri olacağına dair olan hadisleri ve Allah Teala'nın; "…Derileri kızardıkça, azabı tatsınlar diye derilerini tazeleriz…"[213] ayeti ile, "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya muktedir olmaz mı? Evet, elbette ki, muktedirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır"[214] ayetini de delil getirmişlerdir.

Eğer; "Bu durumda kıyamet günü, cismi lezzetlerle mükâfatlanan ve cismi acılarla cezalandırılan bedenin, itaat veya isyan eden bedenin kendisi olmaması gerekir" derseniz; cevabında denir ki; bu hususta önemli olan idraktir. İdrak ise araç aracılığıyla olsa bile ruha aittir. Ruh da aynen bakidir. İşte bunun içindir ki, çocukluk döneminden ihtiyarlık dönemine kadar kişinin şekli, miktarı, ilineği, organ ve güçlerinin birçoğu değişmesine rağmen, onun aynı şahıs olduğunda tereddüt edilmez. Keza gençlik döneminde bir suç işleyen kimse, ihtiyarlık döneminde cezalandırılırsa, bu suçsuz olanı cezalandırmak sayılmaz.

Mead konusundaki görüşler bundan ibarettir. Ancak ileride de göreceğiniz üzere, hak görüş; kıyamet günü hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisinin geleceğidir. Nefsi işbu dünyadaki nefsinin kendisi, bedeni de işbu dünyadaki bedeninin aynı olacaktır. Öyle ki, eğer onu görürsen, /gerçi birine demir diğerine altın denecek kadar, birçok değişimler ve evrimlerden geçmiş olsa bile/, dünyadaki o kişinin kendisini gördüğünü söylersin. Kim bunu inkâr ederse, şeriatı ve Kur'an-ı Kerim'in birçok nas olan ayetlerini inkâr etmekle birlikte, hikmet açısından da eksik olduğu anlaşılır."[215]

Burada şunu belirtmeliyiz ki, ruhani meadı savunan müslüman Meşşai filozoflar, cismani meadı da inkâr etmemektedirler. Aksine, cismanî meadın olacağına da kesin olarak inanıyorlar. Ancak onlar diyorlar ki; biz şimdilik mevcut hikmet ilkeleri ile sadece ruhani meadı ispat edebiliyoruz. Cismani meada gelince, her ne kadar biz mevcut hikmet bilgileriyle onu bilimsel olarak ispatlayamıyorsak bile, başlarında mukaddes İslam dini olmak üzere, hak şeriat olan ilahi dinler onun olacağını bildirdiği için, hiç şüphe duymadan ona da inanıyoruz.

İslam âleminde Meşşai felsefesinin en büyük liderlerinden olan büyük hekim ve filozof İbn-i Sina, büyük eserlerinden biri olan "Eş-Şifa" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Şu bilinmelidir ki, meadın bir kısmı ancak şeriatın bildirmesiyle kabul edilen meaddır. Onun ispatı için şeriat ve nübüvvet haberini tasdik etmekten başka bir yol yoktur. O, kıyamet günü bedenin haşrine dair olan meaddır. Bedene ait hayır ve şerler ise açıktır; onların ayrıca açıklanmasına bir gerek yoktur. Zaten efendimiz Hz. Muhammed /s.a.a/'in getirdiği hak şeriat, bedenin saadet ve bedbahtlığı hususunda yeterli açıklamada bulunmuştur.

Meadın diğer bir kısmı ise, akli burhanlarla idrak edilmekle birlikte, nübüvvetin de tasdik ettiği kısmıdır. O ise burhanı metotlarla ispatlanan ruhların saadet ve bedbahtlığıdır. Gerçi şimdilik bizim aklımız bunun niteliğini idrak etmekten de acizdir.

İlahi filozofların bu tür saadete ulaşma arzuları bedeni saadete ulaşmaktan daha fazladır. Hatta onlar, bedeni saadet kendilerine verilse bile, ona iltifat etmez ve Hak Teala'nın yakınlığından ibaret olan bu saadet karşısında onu büyüksemezler. Öyleyse, bu saadet ve karşıtı olan bedbahtlığının açıklamasını yapalım. Çünkü bedeni saadet ve bedbahtlık şeriat açısından kesin olup fazla bir açıklamayı gerektirmez."[216]

Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, mead hususunda, onu mutlaka inkâr eden, onun olup olmayacağında şüphe eden, meadın sadece cismani olacağına inanan, meadın sadece ruhani olacağını savunan ve meadın hem cismani hem de ruhani olacağına inanan olmak üzere, beş ayrı görüş mevcuttur. Şimdi bu görüşleri özet olarak gözden geçirelim.

Meadı mutlak olarak inkâr eden materyalistlere gelince, biz, kitabımızın tevhit bölümünde, evrenin ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcısı olduğunu ispatlamakla onların maddeci dünya görüşlerinin batıl olduğunu ispatladık. Buna ilaveten, kitabımızın mead bölümünün başlangıcında, insan ruhunun ölmekle yok olmadığını ve meadın mümkün olduğunu, hatta daha ötesi, meadın zorunlu olduğunu ispatlamakla onların büyük bir yanılgı içinde olduklarını açıkça ortaya koyduk. O halde bu görüş devreden çıkmıştır.

Meadın vuku bulup bulmayacağı konusunda şüphe içinde olan bazı Yunan filozoflarına gelince, kitabımızın başlangıcında ortaya koyduğumuz meadın mümkün ve daha ötesi zorunlu olduğunu gösteren delillerimiz, aynı zamanda onların da cevabıdır.

Ayrıca ilgili felsefe kitaplarında insan ruhunun madde ötesi /mücerret/ bir varlık olduğu kesin felsefi ve ilmi kanıtlarla ispatlandığına göre, onların bu görüşlerinin temelsiz bir görüş olduğu ve şüphelerinin de yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır.

Meadın sadece cismani olacağına inanlara gelince, onlar insan ruhunu mücerret /soyut/ bir varlık olarak görmediklerinden bu görüşü benimsemişlerdir. İlgili felsefe kitaplarında kesin burhanlarla ruhun mücerret olduğu ispatlandığına göre, bu görüşü savunmanın da bir dayanağı kalmıyor.

Meadın sadece ruhani /akli/ olacağını savunanlar ise, bu görüşlerine, insan ruhunun madde ötesi /mücerret/ bir varlık olmasına karşın, bedeninin öldükten sonra tamamıyla yok olup gittiğini, yok olup giden bir şeyin de aynen iade edilmesinin imkânsız olduğunu, insan ruhunun başka bir bedene taalluk bulmasının ise, tenasüh /reenkarnasyon/ olacağını, onun da muhal olduğunu gerekçe göstermişlerdir.

Bu görüşün de cevabı şudur ki; insan ruhu, ne dünya hayatında, ne de öldükten sonra hiçbir zaman bedensiz kalmıyor ki, öldükten sonraki hayatı yalnızca akli bir hayat olsun. İnsan ruhu öldükten sonra bulunduğu berzah âleminde de kendi bedeniyle birliktedir. Kıyamet âleminde de yine kendi bedeniyle birlikte olacaktır. Ancak her âlemdeki bedeni o âleme uygun bir bedendir. O halde insan ruhu kıyamette başka bir bedene taalluk bulmuyor ki, bu reenkarnasyon sayılsın veya kıyamet günü iade edilen, insanın zaman süreci içerisinde tahlil olup giden ve insan bedeni olmaktan çıkarak başka bir varlığın bedeni olan madde parçaları değildir ki, bunun bir takım mahzurları olduğu iddia edilsin. Kıyamet günü insan ruhu bizzat kendi bedeniyle haşrolunacaktır.

Ancak açıktır ki, insanın kıyamet günündeki bedeni, kıyamet âlemine uygun olacaktır. Nitekim insanın kıyametteki beden özelliğini açıklayan ilâhi açıklamalar da bunu göstermektedir. Keza insanın berzah âlemindeki beden özelliklerini belirten ilâhi açıklamalar da bunu kanıtlıyor.

Kısacası, Kur'an-ı Kerim'de geçen meadla ilgili ayetlerden, keza Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın mead hususundaki sözlerinden, Allah Teala'nın kıyamet günü insanı bizzat kendi bedeniyle mahşere getirerek, ona yaptığının karşılığını vereceği anlaşılmaktadır. Burada başka bir beden söz konusu değildir ki, bu reenkarnasyon olarak telakki edilsin veya başka mahzurlardan söz edilsin.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "İnsan, bizim onun kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet; bizim onun parmak uçlarını dahi derleyip /yeniden/ düzene koymaya gücümüz yeter."[217]

Yine şöyle buyurmuştur: "Kendi yaratılışını unutarak bizim için misal kalkışıyor ve: "Çürümüş, bozulmuşken bu kemikleri kim diriltecekmiş?" diyor. /Ey Resulüm!/ De ki: "Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek. O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilendir."[218]

Allah Teala'nın; çürüyen kemiklere tekrar hayat vereceğini, kıyamet günü insanların kabirlerinden kalkacaklarını, insanın topraktan yaratılıp tekrar toprağa dönüşeceğini ve özellikle de insanın uzuvlarının yaptıklarına şahitlik edeceğini içeren ayetleri göz önüne aldığımızda, insanın bizzat kendi bedeniyle mahşere geleceği kesinlik kazanmaktadır.

Hz. Ali /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Allah Teala; ölüleri kabirlerinden, kuşların, yırtıcı hayvanların yuvalarından /onlara yem oldukları takdirde/ ve savaş meydanlarından aktarıp yeniden hayat verecektir."[219]

Yine Hazret başka bir hutbede şöyle buyurmuştur: "Allah yerde gömülü olanları dışarı aktaracaktır. Onları çürüyüp dağınık oldukları halde yeniden bir araya getirip hayat verecektir."[220]

Demek ki, mead konusunda hak görüş, insanın hem ruhani, hem de cismani meadı olacağıdır. Ancak insanın berzahtaki bedeni bulunduğu o âleme uygun bir beden olduğu gibi, ahiretteki bedeni de o âleme uygun bir beden olacaktır.

İbn-i Sina'nın "Felsefi ilkelerle cismani meadı ispatlayamadığı" sözüne gelince, bu husus İbn-i Sina için zor gelmiştir. Ama İslam âleminde öyle filozoflar olagelmiştir ki, hem ruhani meadı, hem de cismani meadı felsefi ve akli ilkelerle ispatlamıştır. Bu filozoflardan biri, Ehl-i Beyt mektebinin büyük filozoflarından Sadr'ül Müteallihin'dir.

Sadr'ül Müteallihin, hem en büyük felsefi eseri olan "Esfar-ül Erbaa" adlı kitabının, mead bahsine ayırdığı dokuzuncu cildinde, hem de diğer birçok eserlerinde, cismani ve ruhani meadı felsefi metotlarla ispatlamıştır.

Biz, bu büyük düşünürün, "Şevahid-ür Rübubiye" isimli kitabında takrir ettiği, cismani ve ruhani mead ispat metodunu özetleyerek buraya aktarıyoruz.

Sadr'ül Müteallihin cismani meadı ispatlamak amacıyla ilk önce bir takım ilkeler beyan etmiştir. Onlardan bazıları şöyledir:

1.   İlke: Her tabii varlığın asıl içeriği ve hakikatini oluşturan şey, onun sureti /biçim/ ve en son faslının menşeidir. Cinsleri ve üstün ve orta fasıllarına gelince, onlar ancak o şeyin levazımından /zorunlu sıfatlarından/ sayılırlar.

Keza her tabii bileşimin varlığı, onun kemal yönünü oluşturan suretinin /biçiminin/ varlığıyla tahakkuk bulur. Maddeye /özdeğe/ muhtaç oluşu ise, sadece varlığını tek başına sürdürmekten aciz kaldığından dolayıdır. Yoksa varlığının hakikati, tabii bileşime bağlı değildir. Çünkü madde, sırf bir şeyin hakikatini taşıyan güçten ibarettir. Madde /özdek/ ve madde yerinde olan şeyler ise, maddi varlıklarda belirsiz olarak /gayri muayyen olarak/ gereklidir. Bir insan bireyinin organları ve bedeni devamlı olarak değişim halinde olup her gün yenilendiği halde, suretinin /biçiminin/ tamamı olan nefsi baki olup bedeninin hüviyetini koruduğu için, ömrünün başından sonuna kadar o insan bireyi, hem beden, hem de ruh açısından aynen bakidir.

/Yani, bedendeki birliği ve bağlantıyı koruyan ruh, insan ömrünün başlangıcından sonuna kadar baki kaldığı için, bedenin maddesinde meydana gelen değişim ve yenilenme onun ayniyetini ortadan kaldırmamaktadır./

2.   İlke: İster maddi bir varlık olsun, ister mücerret /soyut/ varlık, her şeyin teşahhus bulması,  ona ait olan varlıkla gerçekleşir. Şeyin /bireyin/ ilineklerine gelince, o bireyin levazımındandır; hakikatini teşkil eden içeriklerinden değil. Dolayısıyla da ilineklerin hem nicelik hem de niteliğinin değişmesi mümkündür. Bu değişim bireyin ayniyetini değiştirmez.

3.   İlke: Cevheri varlığa sahip olan bir şahsın varlığının tekâmül ederek daha üstün bir varlık niteliğini alması mümkündür. Bu değişim ve tekâmül onun birlik ve şahsiyetinin bekasına bir halel getirmez. Onu başka bir birey kılmaz.

Bu ilkeler bilindikten sonra anlaşılıyor ki, kıyamet günü mahşere gelecek olan birey; hem ruh, hem de beden açısından kişinin kendisidir. Bedeninde meydana gelen; hacim, renk ve benzeri açıdan değişikler ise, onun şahsiyetinin baki olmasına bir halel getirmemektedir. Çünkü bedenin teşahhusu, maddeye bağlı olan ruh iledir. Ruh ise, bedenin özellikleri değişse bile bakidir. Dolayısıyla kişinin şahsiyeti ve ayniyeti bakidir. Meselâ, sen önceden gördüğün bir insanı uzun bir aradan sonra gördüğünde, mutlaka onun cismi özellikleri değişip yenilenmiş olacaktır. Buna rağmen sen o insanın önce gördüğün insanın aynı olduğundan şüphe etmezsin. Bunun sırrı şudur ki, ruh baki kaldığı sürece, bedenin bir takım değişimlere uğraması, hatta yenilenmesi, o insanın birliğine ve ayniyetine bir zarar getirmemektedir.

İşte kıyamet günü haşrolunacak insanın hali de böyledir. Onun bedeninde bir takım değişim ve tekâmülün olması, onun ayniyetini ne beden, ne de ruh açısından bozmamaktadır. O kişi, işbu dünyadaki kişinin ta kendisidir. Ruhu da o ruhtur, bedeni de o bedendir. Yani, her ne kadar /kıyamette/ meydana gelen değişim, /faraza/ dünyadaki beden demir ise, onu altın kılacak kadar bir farklılık getirmişse de; hem ruh, hem de beden, o kişinin kendi ruh ve bedenidir. Bu farklılık, onun ayniyetini bozmamaktadır. Söz gelimi /kıyamette/ altına dönüşen şey, işbu dünyadaki demirin kendisi, ruh da o ruhun kendisidir."[221]

Ebedi Hayata Doğru

Kur'an-ı Kerim ebedi hayatın başlangıcını şöyle beyan etmektedir: "Yer başka bir yer, gökler de /başka gökler/ haline getirildiği ve onlar /yaratıklar/ her şeye hâkim olan tek Allah'ın huzuruna çıktıkları gün"[222] "Sur'a /ikinci defa/ üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar. Vah hâlimize! Bizi kabrimizden kim kaldırdı?" derler. /Onlara/: "İşte Rahman olan Allah'ın vaat ettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir."[223]

"Allah sizi çağıracağı gün, kendisini överek çağrısına uyarsınız ve zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az bir müddet kaldınız."[224]

Mahşer Âleminde İnsanların Durumu

Kur'an-ı Kerim mahşer günü ve o günde insanların durumu hakkında şöyle buyurmaktadır: "O gün, hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün buy­ruk, yalnız Allah'ındır."[225]

"O gün, hiçbir tarafa sapmadan bir davetçiye uyarlar. Sesler Rahman'ın heybetinden kısıl­mıştır; artık fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin."[226]

"O gün kişi kendi kardeşinden, anasından ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birisinin kendine yetip artacak bir derdi vardır."[227]

"Yine o gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Ve o gün bir takım yüzler de keder bürünmüş, hüzünden kapkara kesilmiştir."[228]

"O gün, takva ehli olanlar hariç, bütün dostlar birbirlerine düşman kesilirler."[229]

"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Nihayet kendilerine kıyamet ansızın geldiği zaman, ağırlıklarını sırtlarında taşıyarak: "Onda /dünyada/ sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı vah bize yazıklar olsun!" derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür."[230]

Hz. Ali /a.s/ ise kıyamet gününde meydana gelen dehşet verici olayları şöyle beyan buyurmaktadır:

"O gün insanlar niyaz ve huşu içerisinde aceleyle mahşere doğru yol alacak, sessiz olarak saflara dizilecek. Hepsi göz önünde olup, nida eden sesini onlara duyuracaktır. Hepsi teslim olup zilletini kabul edecektir. O günde hile ve bahane kapıları kapalıdır. Ümitler kesilir, kalpler gamlı sesler kısılır, yüzlerinden ter dökülür, ıstırap ve korku onları sarar. Hak ve batılın bir birinden ayırt edilmesi ve amellerin karşılığının verilmesi için bir nida eden tarafından yükselen sesin azametinden kulaklar çınlar."[231]

Amel Dosyasının Sahibine Verilmesi

Kur'an-ı Kerim kıyamet günü herkes mahşerde toplanınca, amel defterlerinin dağıtılarak herkesin amel defterinin kendine verileceğini belirtiyor. "Amel defterleri dağıtıldığı zaman…"[232]

Bu arada salih amel sahibi iyi insanların amel defterleri sağ tarafından, kötü eylem sahibi olan kötülük ehlinin amel defteri ise sol tarafından verilecektir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın işlediklerini boynuna dolamışız. Kıyamet günü de onun için, önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız."[233]

"Her kişinin yaptığı iyililikleri de, kötülükleri de karşısında hazır bulduğu günde, kötülükleriyle kendisi arasında uzun bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah, kendisine karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir."[234]

"Amel defteri ortaya konur, suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün, "Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl deftermiş! Küçük büyük hiçbir şey bı­rakmadan hepsini sayıp dökmüş!" derler. Böylece işlediklerini önlerinde hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez."[235]

"Kitabı sağından verilen: "Alın, kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der."[236]

"Kitabı sol eline verilmiş olan ise: "Eyvahlar bana keşke kitabım bana verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim" der"[237]

Hz. İmam Caferi Sadık /a.s/ ise bu hususta şöyle buyurmuşlardır: "Kıyamet koptuğu zaman insanın amel defteri kendine verilecek ve okuması için emir olunacaktır." Ravi diyor: İmam'a: "Acaba o insan amel defterinde bulunanları /dünyadaki yaptıklarını/ tanıyabilecek midir?" dedim. İmam /a.s/ şöyle buyurdular: "Allah, ona sanki şimdi yapmış gibi her an konuştuğunu, attığı her adımı, yaptığı her şeyi hatırlatacaktır. Dolayısıyla amel defterini alanlar: "Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl deftermiş! Küçük büyük hiçbir şey bı­rakmadan hepsini sayıp dökmüş!" diyecektir."[238]

İlahi Adalet Mahkemesi

Bütün canlıların mahşer alanına toplanıp amel defterleri insanlara dağıtıldıktan sonra ilâhi mahkeme kurulacaktır. Herkesin amel defteri açılıp okunacak ve hakkında hak ettiği hüküm verilecektir. Kıyamette kurulacak ilâhi mahkeme bir açıdan dünya mahkemelerine benzemektedir. O büyük mahkemenin de hâkimi, amellerin ölçüleceği ölçeği, dinlenecek şahitleri vardır. O mahkemenin dünya mahkemelerinden farkı ise şudur ki, o mahkemenin hâkiminin yanılması, taraf tutması veya birine haksızlık etmesi söz konusu olmadığı gibi, şahitlerinin hata etmesi de imkânsızdır.

Ayrıca o mahkemede kullanılacak ölçeğin dakik olduğu gibi, verilen hüküm kesin, hükmü uygulayanlar da kararlıdır. O mahkemede Allah'ın kendilerine konuşma izni verdiği doğru konuşanlar hariç, kimsenin konuşma hakkı olmayacak ve her şeyden haberdar olan sonsuz adalet sahibi Hak Teala ile insanın kendi vicdanı hâkimliğini yapacaktır.

Kimler Şahitlik Yapacaktır?

Kur'an-ı Kerim, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, kıyamet gününde on iki şahidin dinleneceğini bildirmektedir. Bu şahitler; Allah Teala, her ümmetin peygamberi, Hz. Resulullah, Ehl-i Beyt İmamları, Kur'an-ı Kerim, kişinin kendi organları, kişinin derisi, melekler, amel defterleri, yer küre, zaman dilimleri ve insanın kendi amelinin tecessüm etmesidir.

Birinci Şahit Hak Teala

Kur'an-ı Kerim kıyamet günü Hak Teala'nın kulların gizli ve açık bütün amellerine tanıklık edeceğini belirtiyor.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "…İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi, Allah onların gizlediklerini de, aşikâr ettiklerini de bilir. Çünkü o bütün kalplerin özünü bilendir." [239]

"De ki: Ey kitap ehli, Allah yapmakta olduklarınıza şahit iken ne diye Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"[240]

"İman edenler, Yahudiler, Sabiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve müşrik olanlar hakkında muhakkak ki Allah, kıyamet günü hükmünü verecek, hak ve batılı ayıracaktır; doğrusu Allah, her şeye şahittir."[241]

Hz. Ali /a.s/ ise şöyle buyurmuştur: "Gizli hallerde de Allah'a isyan etmekten sakının. Zira kıyamet günü hüküm verecek olan, hiçbir şeyin gizli kalmadığı şahidin kendisidir."[242]

İkinci Şahit Her Ümmetin Kendi Peygamberi

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü her ümmetin peygamberinin kendi ümmetinin yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtiyor.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndeririz. Seni de onların hepsinin üzerine şahit getireceğiz…."[243]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "O gün her ümmetten bir şahit çıkarır ve /kendilerine/: "kesin delilinizi ortaya koyun" deriz. O za­man, gerçeğin Allah'a ait olduğunu, uydurduklarının ise kendilerini bırakıp kaybolduğunu anlarlar."[244]

Gerçi bu ayetlerde her ümmetten getirileceği belirtilen şahitlerin o ümmetlerin peygamberleri olduğu açıklanmamışsa da, bu şahitlerin o ümmetlerin peygamberleri olduğu açıktır. Zira ilâhi mahkemede tanıklık yapabilecek şahidin, ilk olarak şahidi olacağı kimselerin, ister açık, ister gizli, her durumlarından haberdar olması gerekir.

Sonra şahitlik edeceği olayı, ister açıkta yapılmış olsun, ister gizlide, dış görünümüyle değil, asıl sahip olduğu hakiki yönüyle bilmesi şarttır. Yani hem bilgisi, ister gizli, ister açık olsun, bütün amelleri ve hatta kulun kalbinden geçeni bile bilecek kabiliyette olmalıdır, hem de şahitlik edeceği konularda hata yapmaması ve hıyanet etmemesi için masum olmalıdır.

Açıktır ki, bu sıfatlar ancak ilâhi peygamberlerde ve masum imamlarda olabilir. O halde her ümmetten getirileceği belirtilen şahitten maksat, her ümmetin kendi peygamberidir. Nitekim Allah Teala ilâhi bir peygamber olan Hz. İsa'nın şahitliğini şöyle açıklamıştır: "…Ben onların içinde olduğum müddetçe, onların üzerine gözetleyici idim. Beni yanına aldığında artık onları gözetleyen sen oldun."[245]

Üçüncü Şahit Hz. Resulullah /s.a.a/

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü Hz. Resulullah /s.a.a/'in hem kendi ümmetine, hem de diğer ilâhi peygamberlere şahitlik yapacağını belirtmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olacak!"[246]

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Peygamber: "Ey Rabbim! Doğrusu kavmim, bu Kur'an'ı büsbütün terk etti" der."[247]

Hz. Ali /a.s/, Hz. Resul /s.a.a/'in kendi ümmetine ve diğer peygamberlere yapacağı şahitliği konusunda şöyle buyurmuşlardır:

"O gün peygamberler Allah'ın huzuruna varacaklar. Allah, onlardan görevlerini nasıl yerine getirdiklerini soracak. Peygamberler: "Biz, ilahi mesajı ümmetimize ilettik" diye cevap verecekler. Sonra ümmetlerden, peygamberlerin risaleti hususunda sorulacaktır. Onlar, risaleti ve peygamberlerin ilâhi mesajı ilettiklerini inkâr edeceklerdir. Nitekim Allah Teala: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen elçilere de soracağız"[248] buyuruyor.

Ümmetler: "Bize bir uyarıcı ve müjdeleyici gelmedi" dediklerinde, peygamberler, Hz. Muhammed /s.a.a/'i şahitliğe davet edecekler. Hazret, peygamberleri tebliğlerinde tasdik edip, inkârcıları yalanlayacak ve her ümmete hitaben şöyle buyuracaktır: "Evet sizlere uyarıcı ve müjdeleyici gelmiştir. Allah her şeye kadirdir." Nitekim Allah Teala: "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olacak!"[249] buyurmaktadır. Allah Resulü /s.a.a/'ın bu şahadetinden sonra artık inkârcılar mahkûm ve mağlup olacaklardır.

Yine Allah Resulü /s.a.a/ ümmetinin, /kendilerine emanet edip itaat etmelerini emrettiği/ Ehl-i Beyt'ine karşı çıktıklarına, kendilerine itaat etmediklerine ve onlara neler yaptıklarına da şahitlik edecektir."[250]

Dördüncü Şahit Ehl-i Beyt İmamları

Kıyamet gününde insanların yaptıklarına şahitlik yapacak dördüncü gurup imamlardır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Böylece sizin insanlara şahitler olmanız, Resul'ün de size şahit olması için, sizi mutedil ümmet kıldık…"[251]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin. O, sizi seçmiştir. Babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk koymamıştır. Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce, /önceki kitaplarda/ gerekse bunda /Kur'an'da/ size müslümanlar adını vermiştir. Öyleyse, namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlanızdır. Ne güzel mevla, ne güzel yardımcıdır O!"[252]

Gerçi bu ayeti kerimelerde ümmetin tamamına hitap edilmiştir. Ama açıktır ki; maksat, ümmetin tüm fertleri değildir. Zira kıyamet gününde şahitlik yapacak kişi, şahitlik yapacağı insanın fiillerinin dış görünüşüne değil, hakikatinin ne olduğuna ve tarafın his yoluyla algılanması imkânsız olan iman küfür, riya, sadakat gibi kalple kazanılan manevi durumlarına da tanıklık edecektir. Oysa ümmetin çoğunluğu, bu gibi hakikatleri algılama imkânına sahip değillerdir.

Sonra şahitlik yapacak kimsenin en azından adil, takvalı sadık ve emin olması gerekir. Oysa ümmetin bütün fertlerinin bu özelliklere sahip olmadığı açıktır. Öyle ki, bir kilo buğday veya bir kilo meyvenin kime ait olduğu gibi küçük konularda bile onlardan bazılarının tanıklığına itimat edilemez.

O halde kıyametteki tanıklığın, fiillerin hakikatine ve kişinin iman, takva nifak ve küfür gibi manevi hallerine olacağından ve bunun da tanıklık yapacak kişinin basiret güzünün açık olmasını gerektirdiğinden ve yine şahitlik yapacak kimsenin adil, sadık ve emin olması gerektiğinden, ayetlerde geçen ümmet kelimesinden ümmetin bütün fertlerinin kastedilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü ümmetin fertlerinin tamamının böyle olmadığı ve ancak pek azınlık bir grubunun bu özelliğe sahip olduğu açıktır. Demek ki, zikredilen ayetlerde ümmet kelimesi çoğulu ifade etse de, maksat ümmetten bir guruptur.

Peki, o grup kimdir? Acaba o grup, Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Resulullah'ın paklığına, masumluğuna, ilmine, imanına ve takvasına tanıklık ettiği, Kur'an'ın eşi olarak ümmete emanet buyurduğu, Ehl-i Beyt İmamları'ndan gayri kim olabilir? Zaten Ehl-i Beyt İmamları'ndan gayri ümmetin hiçbir ferdi böyle bir makama sahip olduğunu da iddia etmemektedir.

Sadece Ehl-i Beyt İmamları'dır ki, bu ayetlerden kendilerinin kastedildiğini buyurmuşlardır.

Usul-u Kâfi kitabının imamet bölümünde nakledilen bir hadiste şöyle yazıyor: "Bureyd-il İcli dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık /a.s/'a: "Ve böylece insanlara şahit olasınız ve Resul da size şahit olsun diye, sizi orta ümmet kıldık"[253] ayeti hakkında sordum. İmam /a.s/ şöyle buyurdu: "Orta ümmet biziz ve biz, Allah'ın yaratıklarına olan şahitleri ve yeryüzündeki hüccetleriyiz." Ben: "Babanız İbrahim'in dini..."[254] ayeti hususunda ne dersin?" dedim. İmam şöyle buyurdu: "Bu ayette yalnızca bizler kastedilmişiz. "O sizi önceden müslüman olarak adlandırmıştır." Yani, önceki kitaplarda "Ve bunda" Yani, Kur'an'da "Resul size şahit olsun diye"[255] Resulullah /s.a.a/ Allah'tan, bize iblağ ettiği hususlarda bize şahittir. Biz ise, insanlara şahidiz. Her kim bizi tasdik ederse, biz de onu kıyamet günü tasdik ederiz, her kim de bizi tekzip ederse, biz de onu kıyamet günü tekzip ederiz."[256]

Yine Zübeyri Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'ın Allah Teala'nın: "Ve böylece insanlara şahit olasınız ve Resul da size şahit olsun diye, sizi orta ümmet kıldık" ayeti hakkında şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Teala'nın bu ayetten bütün kıble ehli olan tevhit ehlini mi kastettiğini sanıyorsun? Acaba Allah Teala dünyada iken üç kilo hurma için tanıklığı kabul edilmeyen birinden kıyamet günü tanıklık yapmayı isteyip, bütün geçmiş ümmetler önünde onun tanıklığını mı kabul edecek? Asla böyle değildir. Allah Teala yaratıklarından böyle bir şey istememiştir"[257]

Kıyamet gününde Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'nın tanıklık edeceğine delalet eden diğer bir ayet de Allah Teala'nın: "De ki: ""De ki: Yapacağınızı yapın. Allah, Resulü ve müminler işlediklerinizi görecektir. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz; O, size işlediklerinizi bildirecektir."[258]  ayetidir. Bu ayette geçen müminlerden maksat da Ehl-i Beyt imamlarıdır.

Bu hususta Ehl-i Beyt İmamları kanalıyla bize ulaşan hadislerden, Allah Teala'nın, özel bir yöntem ve vasıtayla İslam ümmetinin yaptıklarını, Resulü ve Ehl-i Beyt'ine, gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu hadislerden bazılarına aşağıda işaret ediyoruz.

Ebu Besir dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık /a.s/ şöyle buyurdu: "Her sabah, iyileriyle kötüleriyle ameller, yani kulların amelleri, Hz. Resulullah /s.a.a/'a sunulmaktadır. O halde sakının. İşte Allah Teala'nın: "…Yapacağınızı yapın. Allah, Resulü ve müminler işlediklerinizi görecektir… "[259] ayetinin anlamı budur" dedi ve sustu."[260]

Yakup bin Şuayb dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık /a.s/'dan Allah Azze ve Celle'nin: "…Yapacağınızı yapın. Allah, Resulü ve müminler işlediklerinizi görecektir…  [261] ayetini sordum. İmam /a.s/: "Onlar /müminler/ İmamlar'dır" buyurdu."[262]

Sümaa dedi ki: "Hz. Ebu Abdullah İmam Sadık /a.s/'ın şöyle buyurduğunu duydum. "Ne olmuş size, niçin Resulullah /s.a.a/'ı üzüyorsunuz?" Bu arada adamın biri, "Nasıl Hz. Resulullah'ı üzüyoruz?" dedi. Bunun üzerine İmam /a.s/: "Amelinizin o Hazret'e sunulduğunu bilmiyor musunuz? Amelleriniz içerisinde bir isyan gördü mü üzülüyor. O halde Resulullah'ı üzmeyin ve onu sevindirin" buyurdu."[263]

O halde bu ayetlerde geçen ümmet ve müminlerden maksat, ümmetin tamamı olmayıp sadece Allah Teala'nın özel inayetine mazhar olan Ehl-i Beyt İmamları'dır. Bu, ayetlerde belirtilen görevin mahiyeti Ehl-i Beyt İmamları'nın tefsirinden anlaşılmaktadır. Bu lafızların çoğul anlamının, aksine özel delil olduğu yerde, belli kişilere tahsis edilmesinde bir sakınca yoktur.

Zira Kur'an-ı Kerim'de bu tür kullanışlar çoktur. Yani, çoğulu ifade eden lafız kullanıldığı halde, özelin kastedildiği tabirler Kur'an-ı Kerim'in beyan üsluplarından biridir.

Örneğin, "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. Bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekinci­lerin hoşuna giden bir ekine benzerler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, onlardan inanıp salih amellerde bulunanlara, bağışlama ve bü­yük ecir vaat etmiştir"[264] ayetinde geçen "Beraberinde olanlar" lafzı ilk bakışta hazretin ashabının tamamını içerdiği halde, ashaptan bir kısmının kastedildiği açıktır. Çünkü Hazret'in yanında olup da nifak sıfatına bürünenlerin sayısı da az değildi.

Yine Kur'an-ı Kerim'in İsrailoğulları'na hitaben "… Sizi hükümdar kıldı…"[265] buyurduğunu görüyoruz. Açıktır ki, hükümdar olan onların sadece bazılarıydı. O halde ilk bakışta çoğulu içeren lafızlardan özel bir kitlenin kastedilmesi, Kur'an-ı Kerim'in beyan üsluplarındandır. Yukarıda zikrettiğimiz ayetler de bu numunedendir.

Beşinci Şahit Kur'an-ı Kerim

Kıyamet günü şahitlik yapacaklardan biri de Kur'an-ı Kerim'dir. Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu hesaba çağrılırken Kur'an-ı Kerim en güzel bir şekilde onun önünde gelecek ve: "Ey Rabbim! Ben Kur'an'ım; bu ise senin kulundur. O beni tilavet etmekte kendini yorar, geceleyin uzun uzadıya beni tilavet eder ve ağlardı. Rabbim! O beni razı ettiği gibi sen de onu razı et" diyecektir.

Bunun üzerine, Allah Azze ve Celle o kula sağ elini uzat diyecek ve onun sağını kendi rızası, solunu ise kendi rahmetiyle dolduracak, sonra da ona: "İşte bu cennet sana mubah kılınmıştır, oku ve yüksel" denilecektir. O ise okuduğu her ayetle bir derce yukarı çıkacaktır."[266]

Altıncı Şahit Bedenin Organları

Kur'an-ı Kerim, kıyamet günü insanın dil, el, ayak gibi organlarının Allah Teala'nın izniyle konuşma imkânını bularak insanın yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtiyor.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "O gün, dilleri, elleri ve ayakları onların yaptıklarına şahitlik edecektir."[267]

Yine şöyle buyurmuştur: "O gün onların ağızlarını mühürleriz, Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıkla­rına şahitlik eder."[268]

Yedinci Şahit Bedenin Derisi

Kur'an-ı Kerim, kişinin bedeninin derisinin de onun yaptıklarına tanıklık edeceğini belirtmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Nihayet oraya vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında on­ların aleyhinde şahitlik edecektir. Derilerine: "Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?" derler. Onlar da: "Bizi, her şeyi konuştu­ran Allah konuşturdu. Sizi önce yaratan O'dur ve O'na döndürülüyorsunuz" ceva­bını verirler."[269]

Şunu belirtmeliyiz ki, beden organlarının ve derisinin kıyamet gününde tanıklık etmesinin niteliği bizce bilinmemektedir. Bu gün bile parmak izleriyle suçluların ortaya çıkarıldığı nazara alınınca, Allah Teala'nın sonsuz kudreti karşısında bunun garipsenecek bir şey olmadığı açıktır.

Ancak Ehl-i Beyt İmamları, kıyamet günü aleyhte tanıklık edecek olan organların inkârcıların organları olduğunu, müminlerin organlarının ise böyle bir tanıklık etmeyeceklerini belirtmişlerdir.

Bu hususta İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Bedenin organları müminin aleyhine şahitlik etmeyecektir. Bu sadece ilâhi azaba müstahak olanlar için geçerlidir. Müminin amel defteri sağ eline verildiğinde onu okuyacak ve zerre kadar haksızlık görmeyeceklerdir.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Bütün insanları önderleriyle beraber çağıracağımız o günde kitabı sağından verilenler var ya işte onlar kitaplarını okurlar ve kendilerine en küçük bir haksızlık edilmez."[270]

Sekizinci Şahit Melekler

Kur'an-ı Kerim, insanın bulûğ çağına erdiğinden itibaren yaptıklarını gözetleyip kaydetmekle görevli olan meleklerin, devamlı olarak onunla beraber olduğunu ve kıyamet günü olunca da yaptıklarına tanıklık edeceklerini belirtmektedir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır bi­rer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler."[271]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Ve herkes beraberinde bir sevk eden ve bir şahit ile gelir."[272]

 

Dokuzuncu Şahit Amel Defteri

Kur'an-ı Kerim insanın küçük büyük bütün eylemlerinin yazıldığı bir kitabın olduğu, kıyamet günü olunca da o kitabın ortaya konup okunacağını buyurmaktadır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Şüphesiz elçilerimiz, yaptığınız hileleri yazmaktadırlar."[273]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yaptıkları her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır."[274]

Yine Hak Teala şöyle buyuruyor: "Her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağrılır. /Ve kendilerine denir ki/: "Bugün, size işlediğinizin karşılığı verilecektir. Bu kitabımız, yüzünüze karşı gerçeği söyler. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk."[275]

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: ""Her insanın işlediklerini boynuna dolamışız. Kıyamet günü de onun için, önünde açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. Kitabını oku, bugün sana, hesap görücü olarak kendi nefsin yeter."[276]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Ve kitap /amel defteri/ ortaya konulur, suçluların onda olanlardan korku içinde olduklarını görürsün. "Vay hâlimize derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük, hiçbir şey bırakmaksızın, hepsini sayıp dökmüş!" böylece yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."[277]

Onuncu Şahit Yeryüzü

Kur'an-ı Kerim, yeryüzünün Allah Teala'nın izniyle kıyamet günü konuşarak üzerinde olup bitenleri anlatacağını belirtmektedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle kendi haberlerini anlatır."[278]

Bir hadiste şöyle yazıyor: "Hz. Resulullah /s.a.a/ Zelzele Suresi'ni okurken "İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır" ayetine gelince; "Yerin neleri anlatacağını biliyor musunuz? Cebrail bana kıyamet günü olduğunda yerin üzerinde vaki olan bütün olup bitenleri anlatacağını bildirdi" buyurdu." [279]

Yine hadislerde, Hz. Resulullah /s.a.a/'in bulunduğu bir yerden orada iki rekât namaz kılmadan ayrılmadığı ve: "Yerin benim namaz kılmama tanıklık etmesi için böyle yapıyorum" buyurduğu nakledilmiştir.[280]

Yine Ebu Kahmas diyor: "Hz. İmam Sadık /a.s/'a: "Kişi, nafile namazlarını bir yerde mi kılmalı, yoksa değişik yerlerde mi?" diye sordum. İmam /a.s/: "Hayır, değişik yerlerde kılmalı. Zira yer ona tanıklık edecektir" buyurdu." [281]

On Birinci Şahit Zaman Dilimleri

Hz. Resulullah /s.a.a/ ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde, insanın ömrü süresince geçirdiği ay ve gün gibi zaman dilimlerinin de insanın yaptıklarına şahitlik yapacağı bildirilmiştir.

Hz. İmam Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Âdemoğluna gelen her yeni gün, ona şöyle seslenir: "Ey Âdemoğlu! Ben yeni bir günüm, ben sana şahitlik edeceğim. Öyleyse, bende hayır amel işle ki, kıyamet günü senin hayrına tanıklık edeyim. Çünkü sen bir daha beni asla bulamayacaksın."[282]

Yine o Hazret şöyle buyurmuştur: "Gece olunca; nida eder, onun sesini insan ve cinlerden başka bütün yaratıklar işitir. O, şöyle der: "Ey Âdemoğlu! Ben, bende olan her şeyle birlikte şahitlik edeceğim. Öyleyse, benden bir şey almaya çalış. Çünkü eğer güneş doğarsa, artık bende hayrını artıramaz, yaptığın bir günah için de af dileyemezsin."[283]

Yine Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Bilin ki; nasıl ki, Allah Teala sizlere, adil şahit tutarak; canınız, dininiz ve malınız için ihtiyatlı olmanızı emretmişse, öylece kendisi de kulları hakkında ihtiyat ederek onlara şahitler tayin etmiştir. O halde kendinizle ilgili işlerde şahit tutunuz. Allah Teala'nın da her kuluna bütün yaratıklarından şahitleri ve takipçileri vardır. Onlar, o kulu önünden ve arkasından korur ve onun yaptığı amelleri, konuştuğu sözleri ve bakışlarını kaydederler. Onun bulunduğu yer parçası da Rabbinin onun leh veya aleyhine olan şahitlerindendir. Geceler, gündüzler ve aylar da Allah'ın onun leh veya aleyhine tanıklık yapacak şahitleridir. Kulun amellerini kaydeden melekler de Allah'ın kulunun leh veya aleyhine tanıklık edecek şahitleridir. Nice saadetli kişiler var ki, kıyamet günü bunların tanıklığı ile saadete ererler, nice de bedbaht kişiler var ki, kıyamet günü bunların tanıklığıyla bedbaht olurlar. Kıyamet günü olunca Allah Azze ve Celle bütün yaratıklarını bir vadide toplayacak, onların tamamı göz önünde olup, nida edenin sesini duyacaklardır. Geceleri, gündüzleri mahşere getirip, yer parçalarını ve ayları kulların amellerine tanıklık etmeye davet edecektir. Kim, salih amel yapmış olursa, organları, üzerinde yaşadığı yer parçacıkları, ömrünü geçirdiği, ayları, yılları, günleri, geceleri ve bütün saatleri onun lehine tanıklık edecek ve böylece o ebedi saadete kavuşacaktır. Kim de kötü amel sahibi olursa, organları, üzerinde yaşadığı yer parçaları, ömrünü geçirdiği ayları, yılları, gündüzleri, geceleri ve bütün saatleri onun aleyhine tanıklık yapacak, böylece o ebedi bedbahtlığa ulaşacaktır. Öyleyse, kıyamet günü için amel edin, feryad-u figan günü olup herkesin bir araya toplanacağı gün için azık hazırlayın. İlahi takvayla isyanlardan kaçının ki, kurtuluş beklenilsin. Bilin ki, kim Recep ve Şaban aylarının hürmetini korur ve Allah'ın en büyük ayı olan Ramazan ayına oruç tutarak kavuşturursa, bu aylar kıyamet günü onun lehine tanıklık edip, kendilerinin ihtiramını koruduğunu bildirecekler. O gün bir nida eden: "Ey Receb, ey Şaban, ey Ramazan bu kulun sizde yaptığı ameli nasıldı? Nasıl Allah'a itaat ederdi?" diye nida edecektir. Bunun üzerine, Recep, Şaban ve Ramazan ayları: "Ey Rabbimiz! Bu kulun bizden sana itaat etmek için yardım almaktan başka bir şey yapmadı. Senin fazlına hazırlanmaktan başka bir şey talep etmedi. Senin rızanı ve muhabbetini kazanmak için çaba harcayıp durdu" diye cevap verecekler. Bunun üzerine, Allah Teala bu ayların yönetimiyle görevli olan meleklere: "Siz bu tanıklık için ne dersiniz?" buyuracaktır. Onlar da: "Ey Rabbimiz! Recep, Şaban ve Ramazan ayları doğru söylüyorlar. Bu kulunu, sana itaat etmekte ciddi, senin rızanı kazanmakta çaba gösteren, iyilik ve ihsan işinde koşan biri olarak gördük. O, bu ayları peş peşe oruç tutmaktan sevinç ve neşe duyardı. Onlarda senin rahmetini ve affını arzu ederdi. Senin yasaklarından sakınır, senin teşvik ettiğin şeylere de koşardı. O; karnıyla, şehvetiyle, gözüyle, kulağıyla ve bütün organlarıyla oruç tutardı. O, bu aylarda gündüzleri susuz kalıp oruç tutar, geceleri de uyanık kalıp ibadet ederdi. O, bu aylarda fakirlere ve öksüzlere çok yardım ederdi. Onun, senin kullarına çok ihsan ve iyiliği dokunurdu. O, bu aylara güzel arkadaşlık eder, onlardan ayrılırken de güzel ayrılırdı. O, bu aylar sona erdikten sonra senin haramlarına yaklaşmazdı. Bu kulun ne güzel bir kul idi!" cevabını verirler. İşte o zaman, Cenab-ı Hak o kulun cennete götürülmesini emreder. Melekler onu hediyeler ve ikramla karşılarlar. Onu nur bineğine bindirip, bitişi olmayan nimetlere, eskimeyen ve sakinleri çıkarılmayan, gençleri ve hizmetçileri ihtiyarlamayan, neşesi kesilmeyen, yenileri eskinmeyen ve neşesine bulut çökmeyen, eve /cennete/ götürürler. Orada onlara ne bir zahmet, ne de bir yorgunluk dokunur. Onlar orada azaptan eman bulurlar, kötü muhasebeden korunurlar. Onların yeri ne de yüce, ne de kerametli bir yerdir."[284]

On İkinci Şahit Amelin Kendi Tecessümü

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resul ile Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerden istifade ettiğimiz diğer bir konu da insanın öldükten sonra berzah âleminde ve kıyamet günü dünyada yaptığı amellerinin tecessüm ederek karşısına dikileceği konusudur. Amelin tecessüm etmesi gerçekte bizzat amelin kendisinin insanın yaptıklarına tanıklık etmesidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Herkes, yaptığı iyiliği de kötülüğü de karşısında hazır bulacağı o günde, kendisiyle yaptığı kötülük arasında uzun bir mesafenin olmasını arzulayacaktır…"[285]

Bu ayeti kerime kıyamet günü bizzat insanın yaptığı iyilik ve kötülüğün tecessüm ederek insanın önünde hazır olacağını ve kötülük işleyenin kendisiyle yaptığı kötülüğün arasında uzun bir mesafe olmasını arzulayacağını buyurmaktadır.

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır."[286]

Bu ayeti kerime de, haksız yere yenen yetim malının, kıyamet günü karna tıkınmış ateş şeklinde tecessüm edeceğini beyan buyurmaktadır.

Yine Hak Teala şöyle buyuruyor: "Bugün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada işlediklerinizden başka­sıyla karşılık görmezsiniz."[287]

Bu ayeti kerimeden insanın kıyamet günü amelinden gayri bir şeyi bulamayacağı anlaşılmaktadır. Bu da insanın amelinin kıyamet günü tecessüm ederek ona döneceğini kanıtlamaktadır.

Hadislere gelince, bu konu daha açık bir şekilde ortaya konmuştur. Hz. Resulullah Kays bin Asim'e şöyle buyurmuştur: "Ey Kays! Şüphesiz seninle beraber defnedilecek bir arkadaşın olacak. Seninle beraber defnedilecek o arkadaşın canlıdır, sen ise ölüsün. Eğer o arkadaşın kerim olursa, sana ikram edecek ve eğer alçak tabiatlı ve cimri olursa sana acı çektirecektir. Sonra o seninle mahşere gelecek, sen de onunla beraber mahşere geleceksin ve sen ondan gayri kimseden sorulmayacaksın. Öyleyse, o arkadaşının salih olmasına çalış ki, eğer salih olursa, onunla arkadaş olursun, ama eğer fasit olursa, ondan gayri kimseden korkmazsın. İşte o senin kendi amelindir."[288]

Biz berzah âleminden bahsederken bu anlamı ifade eden birçok hadise işaret ettik. İsteyen o bölüme müracaat edebilir.

Görüldüğü üzere, bu hadiste insanın amelinin tecessüm edip tanıklık yapacağı açık bir şekilde beyan edilmiştir.

Amellerin tecessüm etmesi mantığa aykırı bir olay değildir. Günümüzde, dünyada hiçbir şeyin yok olmadığı sabit olmuştur. Hatta amellerimiz bile çeşitli enerjilere dönüşmektedir. Konuştuklarımız özel ses dalgaları şeklinde havada dağılmaktadır. Dağılan ses dalgaları bir takım engellere, /etraftaki duvarlara ve bizlerin bedenlerine/ çarptıktan sonra başka bir enerjiye dönüşmektedir. O enerjinin de defalarca başka şeylere dönüşmesi mümkündür. O halde yapılan ameller yok olup gitmemektedir.

Yine bilim adamlarının yaptıkları deneylere göre, madde ve enerji arasında yakın bir ilişki vardır. Başka bir deyimle, aslında madde ve enerji bir gerçeğin farklı tecellileridirler. Madde yoğunlaşarak cisme dönüşen enerjidir. Enerji ise onun dağılışıdır. Dolayısıyla belli şartlar altında birbirlerine dönüşmeleri mümkündür. Bu değerlendirmeye göre, sözlerimiz ve yaptıklarımız ortadan kaybolmamaktadır ve kâinatı var edenin emri ile tekrar bir araya toplanıp cisme dönüşmesi hiçte akıl almaz bir şey değildir.

O halde insanların yaptıkları çeşitli şekillerde zahir olabilirler. İyi ameller nimetlere, kötülükler ise azaba dönüşebilir.

İşte bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim: "Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar ve yakında alevli bir ateşe atılacaklardır."[289] buyurarak, yetim malını haksız yere yemenin, görünürde lezzetli bir yemeği yemek gibi görünse bile, kıyamet günü ateş yemeğe dönüşeceğine işaret etmektedir.

Hz. Resulullah /s.a.a/'dan naklettiğimiz hadis ise bu gerçeği daha açık olarak ortaya koymuştur.

O halde amellerimizin dış görünüşünün haricinde bir de gerçek yüzü vardır. Amellerin bu gerçek yüzü bu dünyada gizli kalsa da ahirette meydana çıkarak kişinin leh veya aleyhine şahitlik edecektir.

Hesap

Kıyamet günü tüm mahlûkat, dünyada büyük ve küçük yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, peygamberlere de…"[290]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "…Mutlaka yapmakta olduğunuz şeylerden sorguya çekileceksiniz."[291]

Yine Allah Teala Hz. Lokman'ın oğluna şöyle nasihat ettiğini buyuruyor: "Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da, yine Allah onu ge­tirip meydana kor. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilendir ve her şeyden haberdardır."[292]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da saklasanız da Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Sonra istediğini bağışlar, istediğine de azap verir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir."[293]

Kim Sorgulayacaktır?

Şüphe yok ki, yaratıkları bizzat sorgulayacak olan Allah Teala'dır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Doğrusu onların dönüşü Bize'dir. Şüphesiz sonra onların sorguya çekilmesi de yine Bize düşmektedir"[294]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratıl­maz. /Yapılan iş/ hardal tanesi kadar olsa bile onu getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz."[295]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnkâr edenlere gelince, onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir."[296]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "O, kulların üstünde yegâne Hâkim'dir, size koruyucular gönderir. Nihayet bi­rinize ölüm gelince elçilerimiz, bir eksiklik yapmaksızın onun canını alırlar, sonra gerçek mevlalarına döndürürler. Bilesiniz ki, hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir."[297]

Bir hadis-i şerifte şöyle yazıyor: "Bedevi bir Arap Hz. Resul-ü Ekrem'e gelerek: "Yaratıkların muhasebesini kim üstlenecektir?" diye sordu. Hazret: "Allah Teala muhasebe edecektir" buyurdular. Bedevi Arap: "Bizzat kendi mi sorgulayacak?" dedi. Hazret: "Evet" buyurdular. Bunun üzerine o bedevi Arap gülmeye başladı. Hazret ona: "Ey Arap! Niçin gülüyorsun?" dediler. O Arap: "Çünkü büyük makam sahibi, kudret bulunca af eder ve muhasebe edince de müsamaha gösterip çok incelemez" dedi.[298]

Hz. Emir'ül Müminin Ali /a.s/'a: "Allah bunca yaratıkları nasıl sorgulayacaktır?" diye soruldu. Hazret: "Onca varlığa nasıl rızk veriyorsa, öylece de hesaba çekecektir" cevabını verdi. Bu arada Hazret'e: "Yaratıklar O'nu görmezken nasıl onları sorgulayabilir?" şeklinde soruldu. Hazret: "Nasıl ki, onlar O'nu görmezken onlara rızk veriyorsa, öylece de onları sorgulayacaktır"[299] buyurdu.

Ancak Kur'an-ı Kerim bir de insanın kendi kendini sorgulayacağını buyurmaktadır. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her insanın boynuna işlediklerini dolarız ve kıyamet günü açılmış bulacağı bir kitap olarak önüne çıkarırız. "Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin" deriz."[300]

O halde kıyamet günü bir de insanın kendisi kendini, kendi vicdanında muhasebe edip kendi hakkında hüküm verecektir.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, Ehl-i Beyt İmamları'ndan bize ulaşan hadislerde kulların sorgulamasına katılacak üçüncü makamın, her ümmetin peygamberi ile Allah Teala'nın her peygamberden sonra kulları arasında hüccet olarak tayin ettiği imamlar olacağı belirtilmiştir. Hatta bazı müfessirler "Doğrusu onların dönüşü Bize'dir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize düşmektedir"[301] ayetinde ve benzeri ayetlerde Allah Teala'nın tekil kip yerine çoğul kipini kullanmasının buna işaret ettiğini yazmışlardır.

Fakat biz bahsin uzamaması için bu hadislere değinmiyoruz. İsteyenler ilgili kitaplarda bu hadisleri görebilirler.

Kıyamet Günü Nelerden Sorgulanacağız?

Gerçi yukarıda işaret ettiğimiz ayetlerden insanın bütün amel ve durumlarından sorgulanacağı anlaşılıyorsa da, hem Kur'an-ı Kerim'den, hem de hadislerden bazı şeylerin önem arzettiğini ve onlardan özellikle sorgulanacağı belirtilmiştir.

Bunlardan biri Allah Teala'nın insana verdiği nimetleridir. Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz."[302]

Allah Teala'nın insana bahşettiği, insanın yararına olup, tekâmül ve mutluluğuna sebep olan her şey nimettir, ister zahiri /aşikâr/ nimet olsun; hayat, sağlık vb. gibi, ister batini /gizli/ nimet olsun, idrak ve akıl gibi. İnsan nimetlerden dolayı sorgulanırken bu nimetleri gerektiği gibi, gerektiği yerlerde kullanıp kullanmadığından sorgulanacaktır. Yoksa yüce kerem sahibi Hak Teala verdiği ekmek ve suyu sormaktan çok yücedir. Allah Teala'nın insana bahşettiği manevi nimetlerin başında beşeri hidayet için gönderdiği peygamberler ve insanlara önder tayin ettiği imamlar gelmektedir. İşte Ehl-i Beyt İmamları'nın; "Kıyamet günü insanlar, biz Ehl-i Beyt'in velayet ve sevgisinden sorguya çekilecekler" buyruğu bu kategoriye girmektedir.

Cemil diyor; Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a Allah Teala'nın "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz"[303] ayetini sorduğumda, İmam /a.s/ şöyle buyurdular: "Bu ümmet kendilerine verilen iki nimetten sorgulanacaklardır. İlk olarak Resulullah /s.a.a/'den sonra onun Ehl-i Beyt'inden."[304]

İbrahim bin Abbas es- Suli şöyle diyor: "Hz. İmam Rıza /a.s/'ın huzurunda bulunduğumuz bir gün, Hazret: "Dünyada hakiki bir nimet yoktur" buyurdu.

Bu arada orada bulunan fakihlerden bazıları Allah Teala'nın "Sonra o gün, nimetlerden muhakkak sorguya çekileceksiniz" ayetini okuyarak, bu nimetin soğuk su olduğunu söyledi.

Bunun üzerine, Hz. İmam Rıza yüksek sesle; "Bu sizin tefsirinizdir. Siz ayeti böyle tefsir edip çeşitli anlamlara yorumluyorsunuz" buyurdu.

Bu sırada fakihlerin bazıları nimetten maksadın soğuk su, bazıları güzel yemekler, diğer bazıları ise uygu lezzeti olduğunu ileri sürdüler.

Bunun üzerine İmam /a.s/ şöyle buyurdu: "Babam babası aracılığıyla bana şunu nakletti ki, Allah Teala'nın bu ayetiyle ilgili sizin bu görüşleriniz Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a söylendiğinde Hazret sinirlenerek şöyle buyurdu: "Allah Azze ve Celle kullarına ihsan ettiği şeyden dolayı onları sorgulayarak minnet vurmaz. Nimetten dolayı minnet vurmak yaratıklara yakışmayan bir eylemdir. O halde nasıl kullara yakıştırılamayan böyle bir şey yüce yaratıcıya isnat edilebilir? Nimetten maksat biz Ehl-i Beyt'in sevgisi ve velayetidir. Allah Teala tevhit ve nübüvvetten sonra onu soracaktır. Zira kul gereğince ona vefa ederse, bu onu nimetleri bol olan cennete götürür."[305]

Bir hadiste yer aldığı üzere Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ şöyle buyurmuşlardır: "Kıyamet günü kul adımını atmadan dört şeyden sorgulanacaktır:

1-  Ömrünü nasıl tükettiğinden

2-  Gençliğini nasıl geçirdiğinden

3-  Mal varlığını nasıl kazanıp nerede harcadığından

4-  Biz Ehl-i Beyt'in sevgisinden"[306]

Allah Teala, insanın uzuvlarına yaptıkları sorulacağını bildiriyor. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp /akıl/, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur."[307]

Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/ bu ayetle ilgili olarak: "Kulak işittiği şeylerden, göz bakıp gördüğü şeylerden, kalp de itikat ettiği şeylerden sorgulanacaktır" buyurdu.

Bazı hadislerde kıyamet günü kula sorulacak ilk amelin namaz olacağı, eğer namazı kabul edilirse, diğer amellerinin de muhasebe edileceği, aksi takdirde diğer amellerinin hesabına bakılmayacağı yer almıştır.

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Kulun ilk muhasebe edilecek ameli namazıdır. Eğer namazı kabul edilirse, diğer amelleri de kabul olacaktır ve eğer namazı kabul edilmezse, diğer amelleri de reddedilecektir."[308]

Hesabı Kolay Olanlar

Kolay bir hesaptan geçenler, iman sahibi olup amel defterleri sağ ellerine verilenlerdir. Onların küçük günahları ve sürçmeleri olsa da, Allah Teala onların hatalarından geçip hesaplarını kolaylaştıracaklardır.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kimin amel defteri sağından verilirse, o, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçle ailesine dönecektir."[309]

Hz. Resulullah /s.a.a/'a: "Kolay hesap nedir?" diye sorulunca, Hazret: "Kişinin amel defterine bakılır ve geçilir" buyurdu.

Yine Resul-i Ekrem /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Üç sıfat kimde olursa, Allah onun hesabını kolay tutup cennetine götürecektir.

1-  Sana vermeyen ve mahrum bırakana ihsan edip verenlerden olasın

2-  Senden akrabalık ve dostluk bağını kesenle irtibat kurasın

3-  Sana zulüm edeni affedesin."[310]

Hesabı Zor olanlar

Allah Teala kıyamet günü bazılarının zor hesaptan geçirileceklerini bildiriyor. Allah Teala şöyle buyuruyor: "…Ve kötü muhasebeden korkarlar"[311]

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Allah Teala kıyamet günü kuluna verdiği akıl oranında onun hesabı üzerinde dikkat edecektir."[312]

Hammad bin Osman diyor: "Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/, bazı mümin kardeşlerinin şikâyette bulunduğu bir kişiye: "Niçin falan kardeşin senden şikâyet ediyor?" dedi. O adam: "Hakkımı incesiyle hesap edip almamın da mı şikâyeti olur?" dedi. Bunun üzerine İmam /a.s/ sinirli bir vaziyette oturarak şöyle buyurdu: "Sanki sen inceden inceye hesap ettiğinde kötülük etmediğini mi sanıyorsun? Acaba Allah Teala'nın müminlerden hikâye ettiği "Onlar kötü muhasebeden korkarlar" sözlerinde müminlerin Allah Teala'nın onlara zulüm etmesinden mi korktuklarını nakletmek istiyor? Hayır, andolsun Allah'a ki, onların korktuğu Allah Teala'nın hesapta dikkat edip ince hesaba tutmasıdır. İşte Allah Teala hesapta dikkat edip incelemeyi kötü hesap saymıştır. O halde kim hesabında inceden inceye dikkat ederse kötülük yapmıştır."[313]

Bu hadisten kıyamet gününde zor hesaba tutulacakların, bu dünyada kardeşlerinin hatalarını bağışlamayan, onlara zorluk çıkaran borçlu olan kardeşlerinin durumlarını gözetmeyen kimseler olacağı anlaşılmaktadır.

Muhasebesiz Cennete Gidecekler

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah ve Ehl- Beyt İmamları'ndan gelen hadislerden, kıyamet günü bir kısım insanların amellerinin muhasebe edilmesine gerek duyulmaksızın cennete girecekleri anlaşılmaktadır

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ babaları aracığıyla Hz. Resulullah /s.a.a/'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Kıyamet günü olunca, Allah Teala bütün yaratıkları bir meydanda toplayacak. Sonra Allah tarafından bir münadi: "Sabır ehli nerededir?" diye seslenecektir. Onun sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar da önünde bulunanlar gibi duyacaklardır. Bunun üzerine, bir grup insan ayağa kalkacaktır. Onları bir grup melek istikbal edecek ve onlara: "Sizi sabır ehli kılan sabrettiğiniz şey neydi?" diyecekler. Onlar: "Biz nefsimizi Allah'a itaat etmek ve isyan etmek konusunda sabrettirdik" cevabını vereceklerdir. Bunun üzerine Allah Teala tarafından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, yol açın onlar muhasebesiz cennete girsinler" diye seslenecektir. Sonra yine Allah tarafından bir münadi: "Fazl ve ihsan ehli nerededir?" diye seslenecektir. Onun bu sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar ön saflarda bulunanlar gibi duyacaktır. Bu arada bir grup ayağa kalkacaktır. Melekler onların önüne gelip; "Sizi fazl ve ihsan ehli kılan fazlınız neydi?" diyeceklerdir. Onlar: "Dünyada iken bize saygısızlık yapıldığında onu tahammül eder ve kötülük yapıldığında onu af ederdik" cevabını verirler. Bunun üzerine, Allah katından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, önlerini açın muhasebesiz cennete girsinler" diyecektir. Sonra Allah tarafından bir münadi: "Allah'ın evindeki komşuları nerededir?" diye seslenecektir. Bu münadinin sesini orada bulunanların en sonunda bulunanlar, ön saflarda bulunanların duyduğu gibi duyacaktır. Bu arada bir grup insan ayağa kalkacaktır. Onları da melekler istikbal edip; "Sizi bu gün Allah'ın evinde komşusu kılan, dünyada yaptığınız ameliniz neydi?" diye soracaklar. Onlar: "Biz Allah için birbirimizi sever, Allah için birbirimize bahşiş eder, Allah için birbirimizi ziyaret ederdik" cevabını verirler. Bunun üzerine, Allah katından bir münadi: "Kullarım doğru söylüyor, önlerini açın onlar muhasebesiz olarak cennette Allah'ın komşuluğuna gitsinler" diye seslenecektir." Sonra İmam /a.s/ şöyle devam etti: "İşte bunlar Allah'ın evinde O'nun komşularıdır. İnsanlar korkarlar, ama onlar korkmazlar. İnsanlar muhasebeye çekilirler, ama onlar muhasebeye çekilmezler."[314]

Muhasebesiz Cehenneme Gidecekler

Kur'an-ı Kerim ve Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerden kâfir ve müşriklerin kıyamet günü muhasebesiz cehenneme gidecekleri anlaşılmaktadır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: "Size, amelce en çok kayıpta bulunanları haber verelim mi?" Onlar ki; dünya hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. Bunlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü Biz onlar için tartı koymayacağız."[315]

Hz. İmam Rıza /a.s/ babaları aracılığıyla Hz. Resulullah /s.a.a/'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Azze ve Celle, Allah'a şirk koşanlar hariç bütün yaratıkları muhasebe edecektir. Şirk koşanları ise, muhasebe etmeksizin cehennem ateşine atılmalarını emredecektir."[316]

Hz. İmam Zeynülabidin /a.s/ şöyle buyurmuştur: "…Allah'ın kulları! Bilin ki, şirk ehli için terazi kurulmayacak ve amel defterleri açılmayacaktır."[317]

Kul Hakkı

Hz. Resulullah /s.a.a/ ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, Allah Teala'nın kıyamet gününde, insanların birbirlerinin haklarına olan tecavüz ve zulümlerini bağışlamayacağı belirtiyor.

Hz. Ali /a.s/ bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "Ey insanlar! Günahlar; bağışlanacak olan, bağışlanmayacak olan ve ümit ve korku içinde olduğumuz olmak üzere üç kısımdır.

Bağışlanacak olan günah, Allah Teala'nın kulun dünyada iken cezalandırdığı günahıdır. Zira Allah Teala kulunu günahından dolayı iki defa cezalandırmaktan daha adil, daha yücedir.

Bağışlanmayacak günah ise, kulların birbirlerine karşı olan zulümleridir. Çünkü yaratıklar kıyamet günü Allah Teala'nın huzuruna çıktıklarında kendi izzetine yemin ederek şöyle buyuracaktır: "Andolsun kendi izzet ve celâlime ki, hiçbir zalimin zulmü benden geçmeyecektir. Velev ki, o zulüm, el ile ele vurmak veya tırnaklamak, ya da boynuzlu bir koyunun boynuzsuz bir koyunla dövüşmesi olsun.

Böylece Allah Teala hiçbir kimsenin kimse üzerinde bir hakkı kalmayıncaya kadar kulların bazısının bazısına karşı yaptığı zulmü kısas edecek, sonra onları muhasebeye tutacaktır.

Korku ve ümit içinde olduğumuz üçüncü kısım günaha gelince, Allah Teala'nın kulunun gizleyip tevbe etmeyi inayet ettiği günahıdır. Böylece o kul günahından dolayı korku içinde olup, Rabbinin rahmetini ümit etmektedir. Biz de onun hakkında onun kendi hakkında taşıdığı duyguları aynen taşıyor, onun için rahmeti ümit edip azap gelmesinden de korkuyoruz."[318]

Yine Hz. Emir'ül Müminin Ali /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Mahşer günü Cenab-ı Hak kullarına hitaben şöyle buyuracaktır: "Bu gün, aranızda adaletle hükmedeceğim. Bu gün, katımda kimseye zulmedilmeyecektir. Bu gün, zayıfın hakkını zorbadan alacağım. Bu gün, mazlumun yararına, zalimden sevaplarını /varsa/ alıp mazlumun amel defterine yazmakla, ya da mazlumun günahını zalime ilave etmekle intikam alacağım. Bu gün, sadece mazlumun kendi hakkından geçip bağışladığı kimseler hariç, kimse bu sarp yoldan geçemeyecektir."[319]

Mizan ve Terazi

Kur'an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler, Allah Teala'nın kıyamet günü, insanların hayır ve şer amellerini tartmak için adalet terazisini kuracağını belirtmektedir.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratıl­maz. /Yapılan iş/ hardal tanesi kadar olsa bile onu getiririz. Hesap gören olarak Biz yeteriz."[320]

Yine şöyle buyuruyor: "Kimin tartıları /iyilikleri/ ağır gelirse, işte o hoşnut edici bir hayat içinde olur. Kimin de tartıları /iyilikleri/ hafif kalırsa, artık onun yeri Haviye /çukur/dir. Nedir o /Haviye/ bilir misin? O çok kızgın bir ateştir."[321]

Yine şöyle buyuruyor: "O gün, tartı gerçekten hak olacaktır. Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtulanlar­dır. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar ayetlerimizi yalanladıklarından ötürü gerçekten zarar edenlerdir."[322]

Terazi bildiğimiz tartı aletidir. Ancak tartı aleti tartılacak şeylere ve hatta zamana göre değişebilir. Dolayısıyla Allah Teala'nın kıyamet günü tartıların kurulacağını bildirmesinden kıyamet günü bu gün nesnelerin ağırlığını tartmakta kullandığımız bir tartı ile insanların amellerini tartacağı anlamı çıkmaz. Elbette kıyamet günü insanların hayır ve şerlerini ölçecek tartı aleti, tartacağı şeye uygun bir tartı aleti olacaktır.

Büyük filozof Sadr'ül Müteallihin kıyamet günü kullanılacak olan tartı aleti konusunda şöyle yazıyor: "Tartıların Kur'an-ı Kerim'de çoğul lafzı ile ifade edilmesi, tartı aletlerinin çok çeşide sahip olduğuna işaret etmek içindir. Bazı tartılar ilimleri tartmak, bazıları da amelleri tartmak içindir.

İlimlerin ölçeğine gelince; bil ki, Allah Teala gökten doğru ve açık bir mizan indirmiştir. Onunla manevi rızkların ölçüsü ve manevi gıdaların ağırlığı bütün çeşitleriyle bilinir, hakkı batılından ayrılır. Onunla akli cevherlerin hakikat ile ilmi suretlerin nakitleri ölçülüp, ahiret pazarından geçerli olanı geçerli olmayanından, halisi katışığından ayrılır. Biz Allah'ın melekleri ve elçilerinin öğretileriyle bu ölçekle ölçme tarzını öğrenmiş bulunmaktayız. Allah Teala "Doğru bir terazi ile tartın"[323] buyuruyor. Dolayısıyla kim Allah Teala'nın kitabında Resulü'ne indirdiği ölçekleri öğrenirse, hidayet bulur, kim de ondan yüz çevirir ve rey ve tahmin ile hareket ederse, sapar, kayar ve cehenneme düşer. Allah Teala'nın: "O, göğü yükseltmiş; tartıyı koymuştur. Sakın tartıda tecavüz etmeyin. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın"[324] buyruğunu ve keza: "Andolsun ki biz peygamberlerimizi belgelerle gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için onlarla birlikte Kitabı ve ölçüyü indirdik;"[325] ayetini duymamış mısın?

Ey akıl sahibi düşünür! Acaba Allah katından indirilen kitap ve gönderilen elçilerle birlikte nazil ettiği ölçeğin buğday, arpa, pirinç hurma ve benzerlerinin tartıldığı terazi olduğunu mu sanıyorsun? Acaba göğün yükseltilmesiyle beraber konan terazinin, kantar türünden olduğunu mu hayal ediyorsun? Böyle bir sanı, böyle bir hayal ne de uzak bir sanı ve hayal ve ne de büyük ve kötü bir iftiradır.

Ey araştırmacı kardeş! Allah'ın kitabının anlamı hususunda dikkatli ol, olur olmaz teviller yaparak, inat ve cehalet yolunu tutma. Ben sana nasihat ediyorum. Sakın cahillerden olma! Bil ki, bazı zahircilerin ve Hanbeliler'in Kitap ve sünnette gelen lafızları avamsal manalara hamletmeleri gerçekte onların zihinlerinin cisim ve cisimsel kavramlardan öteye geçmediğindendir.

Oysa eğer onlar, dış özelliklerden tecrit ederek bizzat terazinin kendi anlamı üzerinde biraz teemmül etmiş olsalardı, terazinin hakikatinin belli bir şekil veya cismani bir yapısı olması gerekmediğini anlarlardı.

Zira terazinin hakikati ve özü bir şeyin ölçüldüğü alettir. Ölçülen şey cismani olmaktan daha geniş olabileceği gibi, ölçü aleti de daha geniş bir kavramı ifade etmektedir.

Nasıl ki, kantar ve benzeri tartı aletleri, ağırlığı ölçmek için; usturlap, yükseklikleri ve vakitleri ölçmek için; şakul, duvar ve direklerin dikeyliklerini ölçmek için ve cetvel satırın düzlüğünü ölçmek için bir ölçek ve mizan ise; aynı şekilde mantık ilmi, nazari ilimde doğru düşünceyi yanlış düşünceden ayıran; nahiv ilmi, kelimelerin yapısını belirleyen; aruz ilmi, şiirin yapısını ölçen; duyu organları, bazı hissedilenleri ölçen ve bilahare kâmil akıl, her şeyi ölçen bir ölçek ve mizandır.

Kısacası her şeyin ölçeği kendi türünden olur. O halde ölçekler farklıdır. Kur'an'da zikredilen bir ölçeği ise, ölçeklerin en şereflisine hamletmek lazımdır. O ise kıyamet günü konacak olan ölçektir. Allah Teala: "Kıyamet günü Biz, doğru adalet terazileri kurarız…" ayetinde işte bu ölçeğe işaret etmiştir. O ölçekle hem ilimler ölçülecek hem de kalbi ve bedensel amellerin doğurduğu sonuçlar."[326]

O halde ahirette söz konusu olacak terazinin, bildiğimiz ağırlığın ölçüldüğü kantar türü terazilerden olacağını sanmayalım. Ahiretteki ölçekler her şeyin özünü ortaya koyuyor. Ahiretteki terazi, ister amelde olsun, ister düşüncede olsun, ister ahlak ve sıfatta olsun, hak ve batılı, güzel ve çirkini birbirinden ayırıp, herkese hak ettiği notu veriyor. İşte ilâhi elçilerin, ilâhi hüccetlerin, ilâhi kitapların ölçek olması bu yüzdendir.

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyuruyor: "Nefsini, Allah'ın kitabında olanlara sun. Eğer onun yolundan gidiyor, onun sakındırdığı şeylerden sakınıyor, onun rağbet ettirdiği şeylere rağbet duyuyor ve onun korkuttuğu şeylerden korkuyorsan, sebatlı ve sevinçli ol. Zira bu durumda senin hakkında söylenen hiçbir şey sana zarar veremez ve eğer Kur'an'dan kopmuş durumda isen, seni neyin aldattığına bakmalısın"[327]

Bunun içindir ki Hz. İmam Cafer Sadık /a.s/'a: "Kıyamet günü Biz, doğru adalet terazileri kurarız…" ayetinde geçen mizandan maksat nedir?" diye sorulduğunda, İmam /a.s/: "Peygamberler ve onların vasi ve halifeleridir, onlar ümmet için ölçü ve terazidirler" [328] cevabını vermiştir.

Başka bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Hz. Ali /a.s/ ve evlatları, ümmet için terazi ve ölçüdürler. Çünkü onların amelleri Allah'ın rızasına uygundur. Onların amellerine, ahlakına, kulluk ve diğer vasıflarına benzeyen ameller, vasıflar ve kulluklar tartıya gelip değer kazanabilecektir."

Sırat Köprüsü

Kur'an-ı Kerim ayetlerinden ve özellikle de hadislerden, kıyamet gününde insanların hesaplarının görüldükten sonra, cehennem üzerinde kurulu olan bir köprüden geçecekleri anlaşılmaktadır. Müminler; hadislerde kıldan ince ve kılıçtan keskin olarak tanımlanan ve Sırat ismi verilen bu köprüden selametle geçip cennete ulaşırken; kâfir, münafık ve isyan ehli, bu köprüden geçmeyi başaramayacak ve cehenneme yuvarlanacaklardır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "İçinizden oraya /cehenneme/ uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Biz, Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız."[329]

Hadislerde ise Sırat köprüsü daha açık bir şekilde açıklanmıştır. Hadisler, biri dünyada, diğeri ahirette olmak üzere iki Sırat'ın olduğunu ve insanların dünyadaki Sırat'ı izleme durumu aynen ahiretteki Sırat'tan geçişine de yansıyacağını bildiriyorlar. Hadisler, dünyadaki Sırat'ı şaşmadan ilâhi elçilerin önderliğinde kat edenlerin ahiretteki Sırat'ı da yine onların önderliğinde kolaylıkla geçeceklerini, şeytana uyarak dünyadaki Sırat'tan sapanların ise, ahiretteki Sırat'ı geçmekte de şaşkınlık ve sapmalara kapılarak cehenneme yuvarlanacaklarını açıklıyorlar. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onun /Şeytanın/ hakkında şöyle yazılmıştır: Kim onu dost edinirse bilsin ki o kendisini saptırır ve alevli azaba götürür."[330]

Buna karşılık ilâhi elçilerin önderliğini kabul etmek ise, hem dünyada hem de ahirette insanı selamete ve kurtuluşa götürür.

Hz. İmam Cafer sadık /a.s/'a Sırat'ın ne olduğu sorulunca Hazret şu cevabı verir: "Sırat ilâhi marifete doğru giden yol ve Allah'ı tanımaktır. Sırat iki tanedir, dünyadaki sırat ve ahiretteki sırat. Dünyadaki sırat, itaati vacip olan Masum İmam'dır. Kim dünyada iken onu tanıyıp, ona iktida ederse, ahirette de ateş üzerinde kurulan köprüden geçecektir. Kim de dünyada iken imamını tanımayıp, itaatinde olmazsa, ahirette de sırat köprüsünden geçerken ayakları titreyip ateşe yuvarlanacaktır."[331]

Başka bir hadiste ise, Hz. İmam Hasan Askeri /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Sırat-ı müstakim /doğru yol/ iki sırattır. Dünyadaki sırat ve ahiretteki sırat, dünyadaki sırat ifrat ve tefritten uzak olup, istikamet gösterilen ve hiçbir batıla meyledilmeyen sırattır. Ahiretteki sırat ise, müminleri cennete götüren doğru yoldur. O yol onları ne ateşe ne de cennet dışı başka bir şeye götürmez."[332]

Sonra hadisler, ahiretteki sıratın kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu belirterek, ondan geçmenin zorluğuna işaret etmişlerdir. Bunun sırrı da dünyadaki sıratı kat etmenin zorluğunda yatmaktadır.

Nasıl ki, insanın, dünyada hem inanç, hem de amel açısından doğru yol üzerinde istikamet etmesi zor olup, kıldan ince ve kılıçtan keskinse, ahiretteki sırat da böyledir. Hz. Resulullah, istikamet emri gelen Hud Suresi'nin saçlarını ağarttığını buyururken, işte bu zorluğa işaret etmiştir. Bu zorluk yüzündendir ki, ancak pek az insan, hem inanç, hem de amel açısından tam olarak doğru yol üzerinde istikamet edebilmektedirler.

Büyük filozof Sadr'ül Müteallihin Sırat'ın kıldan ince ve kılıçtan keskin olma sırrını şöyle açıklıyor: "İnsanın kemale ermesi iki gücünü kullanmasına bağlıdır. O iki gücünden ilki fikirsel ve düşünsel gücüdür. İnsanın bu gücü ile hak ve yakini bulması, ince fikirsel çalışmayı gerektirir ki, temessül ederse dikkat ve letafet açısından kıldan ince olarak temessül eder.

İkinci gücü olan ameli gücünü kullanmak ise, ancak nefsinin ifrat ve tefritten uzaklaşıp itidal halini bulmasıyla sağlanır. Bu ise ancak sahip olduğu şehvet, gazap ve fikir güçlerinin çalışmalarında itidal halini bulmasıyla mümkündür. Zira ifrat ve tefrit olan bütün uç noktalar kınanmış olup insanın ateşe düşmesine ve bedbahtların yurdunu menzil edinmesine vesile olur.

Birbirinin zıddı olan bu uç noktaların tam anlamında ortasını bulmak ise, bunlardan hali olmak menzilesinde olup, adalet hali olarak nitelenen bu hal ateşten kurtulma menşeidir. Bu ise kılıçtan keskindir. O halde sıratın iki yüzü vardır. Bir yüzüyle kıldan ince, ikinci yüzüyle de kılıçtan keskindir."[333]

O halde sıratın kıldan ince olması, fikrin ıslah edilmesinin inceliği ve kılıçtan keskin olması ise, ameli gücün ıslah edilmesinin keskinliğindendir. Ahiretteki Sırat ise dünyadaki Sırat'ın incelik ve keskinliğinin tecessümünden ibarettir.

Sıratla ilgili olan bir başka konu da sırattan geçenlerin geçiş şeklidir. Hadisler, bazılarının sırattan suratla ve kolaylıkla geçerken bazılarının zorluklarla geçeceğini bildiriyor.

Hz. İmam Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "İnsanlar sırattan tabakalar halinde geçeceklerdir. Sırat ise kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Bazısı şimşek gibi hızlı geçecek, bazısı at koştururcasına geçecek, bazısı sürünerek geçecek, bazısı yürüyerek geçecek, bazısı ise ona asılı olarak geçecek ve ateş onun bazı yerlerini yakacak bazı yerlerini de yakmayacaktır."[334]

Açıktır ki, insanların bu ahiretteki sırattan geçiş şekli de, onların dünyadaki sırattan geçiş şekillerinden kaynaklanmaktadır. Zira insanların bir kısmı, dünyada iken, hem inanç hem de amel açısından ihlâs ehli olup, her halde Allah'ı görüp, Allah için hareket ederken; diğer bir kısmı, hem inanç, hem de amel açısından bunun tam aksi durumunda olabiliyor; başka bir kısmı ise, bu iki uç tarafın ortasında olan derecelere girmekteler.

Şefaat

Mead bölümünde bahis konusu edilen önemli konulardan biri de şefaat konusudur. Lügatte yama anlamını ifade eden şefaat, ıstılahta birinin günahlarının bağışlanması için yapılan aracılık anlamını ifade etmektedir.

Kur'an-ı Kerim ayetlerinde şefaat konusuna işaret edildiği gibi, Hz. Resulullah /s.a.a/ ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadislerde konu daha detaylı olarak açıklanmıştır.

Bizim burada şefaat konusunu detaylı olarak incelememiz olanaksızdır. Biz sadece konunun ana hatlarına özet olarak değinmekle yetineceğiz. Bu hususta daha geniş bilgi edinmek için, konu hakkında yazılan geniş kitaplara müracaat edilmelidir.

Her ne kadar yüzeysel bir bakışla, Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetleri şefaati reddeder gibi görünüyorsa da, Kur'an-ı Kerim'in şefaatle ilgili olan ayetleri bir araya getirilip, birlikte değerlendirildiğinde, Kur'an-ı Kerim'in mutlak olarak şefaati reddetmediği ve sadece Allah'ın izni olmadan yapılacağı düşünülen şefaati veya bazı kâfirlerin itikadı olan putların şefaati gibi, şefaatin bazı türlerini reddettiğini görmekteyiz.

Kur'an-ı Kerim'in: "O gün Rahman'ın kendisine izin verdiğinden ve sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez."[335] "…İzni olmadan, kim O'nun yanında şefaat edebilir?…."[336] "…O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez…."[337] "Rahman olan Allah'tan bir söz alan hariç, hiç kimse o gün şefaate sahip olmaz"[338] ayetleri ve benzeri diğer ayetler Allah Teala'nın izniyle şefaat olunacağını açıkça ortaya koymaktadır.

Ayrıca, Allah Teala kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati makbul olacaklardan örnekler vererek şöyle buyurmuştur: "Rahman çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilakis /melekler/ şerefli kılınmış kullar­dır. O'ndan önce söz söyleyemezler; ancak O'nun emri üzerine iş yaparlar. Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler; O'nun korkusundan titrerler."[339]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, Allah'ın dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesi dışında, bir işe yaramaz." [340]

Bu ayetler kıyamet günü meleklerin Allah Teala'nın izniyle şefaat edeceklerini ve Allah Teala'nın razı olduğu kimseler üzerinde onların şefaatinin makbul olacağını göstermektedir.

Keza İslam müfessirleri Hz. Resulullah /s.a.a/ hakkında nazil olan: "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Belki de Rabbin seni /Makam-ı Mahmud'a/ övülecek makama yükseltir"[341] ayetinde geçen övülecek makamdan maksadın şefaat makamı olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.

O halde bu ayet-i kerime Hz. Resulullah için de şefaat makamını ispat etmektedir.

Görüldüğü üzere bu ayetler Kur'an-ı Kerim'in, şefaati mutlak olarak reddetmediğini ve Allah Teala'nın izniyle bazı mukaddes insan ve meleklerin şefaat edeceklerini ortaya koyuyor.

Hadislerde Şefaat

Hz. Resulullah /s.a.a/, ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan şefaat konusunda gelen hadisler, konuya daha bir açıklık getirmiştir. Tevatür haddini aşan bu hadislerde kimlerin şefaat edebileceği ve kimlere şefaat olunabileceği genişçe beyan edilmiş ve şefaatin İslam dininin temel ilkelerinden biri olduğu açıkça gözler önüne serilmiştir. Bu hadislerin bazıları şöyledir:

Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Her peygamberin müstecab duası vardır. Her peygamber o duasını acilen etmiştir. Ancak ben duamı, ümmetime şefaat için kıyamet gününe saklamışım. Benim şefaatim ümmetimden Allah'a ortak koşmadan ölenlere nail olacaktır."[342]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verildi…. Onlardan biri şefaat etmektir. Ben onu ümmetime saklamışım. O, Allah'a şirk koşmayanlar içindir."[343]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. İhsan ehline gelince onlar için bir sorun yoktur"[344]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Üç taife Allah katında şefaat edecektir: Peygamberler, âlimler ve şehitler."[345]

Yine Hazret şöyle buyurmuştur: "Ben ümmetimin yarısını cennete götürmekle şefaati seçmek arasında muhayyer kılındım. Ben şefaati seçtim. Çünkü şefaat daha kapsamlı daha yeterlidir. Şefaatin takva ehli için mi olduğunu sanıyorsunuz? Hayır, o günahla kendini lekeleyen günah ehli içindir."[346]

Hz. İmam Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Üç şeyi inkâr eden bizim şiamız değildir: Miracı, kabir sualini ve şefaati."[347]

Bu hadislere benzer onlarca hadis vardır. Bütün bu hadisler ve yukarıda işaret ettiğimiz ayetlere rağmen, bazılarının şefaat konusunda tereddüt etmesi, doğrusu tevcih edilecek bir konu değildir.

Kimlere Şefaat Olunacak?

Yukarıda naklettiğimiz ayet ve hadislerden şefaatin meşruiyeti anlaşıldığı gibi, şefaatin şartlarından bazıları da anlaşılmaktadır.

Bir kere bir kimsenin şefaat kapsamına girebilmesi için ilk şart, şefaat edilecek kişinin tevhit ehli olup Allah Teala'ya şirk koşmamasıdır. Bu konu, Hz. Resulullah /s.a.a/'in hadisinde açıkça belirtilmesiyle birlikte, Allah Teala'nın, meleklerin sadece Allah'ın razı olacağı kimselere şefaat edeceklerini bildiren ayetinden de anlaşılmaktadır.

Şefaate nail olmanın ikinci şartı, halisane bir kalple Allah Teala'ya inanmaktadır.

Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim, kalbi dilini ve dili de kalbini onaylayacak bir şekilde halisane bir kalple Allah'ın birliğine ikrar edenler içindir."[348]

Şefaate nail olmanın üçüncü şartı, Ehl-i Beyt'e karşı kin ve düşmanlık beslememektir.

Hz. İmam Sadık /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Mümin kimse arkadaşına şefaat edecektir. Meğerki arkadaşı Ehl-i Beyt'e karşı kin ve düşmanlık besleyen ola. Eğer böyle olursa, ona bütün mürsel peygamber ve mukarreb melekler şefaat etseler dahi, şefaatin ona bir faydası olmayacaktır."[349]

Şefaatin dördüncü şartı, namazı hafife almamaktır. Hz. İmam Musa Kazım /a.s/ şöyle buyuruyor: "Babam /İmam Sadık/ vefat edeceği sırada yanına gittim. Babam bana şöyle buyurdu: "Ey oğlum namazını hafife alana bizim şefaatimiz nail olmayacaktır."[350]

Şefaatin beşinci şartı, Hz. Resulullah'ın şefaat edeceğini yalanlamamaktır. Hz. İmam Rıza, Hz. Ali /a.s/'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim, Hz. Resulullah /s.a.a/'in şefaatini yalanlarsa, ona nail olmayacaktır."[351]

Yine Hz. Resul-ü Ekrem /s.a.a/ şöyle buyurmuştur: "Kim, benim havuzuma /Havz-u Kevser'e/ inanmazsa, Allah onu oraya dâhil etmeyecektir. Kim de, benim şefaatime inanmazsa, o günde Allah onu benim şefaatimden mahrum koyacaktır."[352]

Kısacası, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, şefaat kelimesinin lügatteki anlamının yama olduğunu görmüştük. Zaten kıyamet günü olacak şefaate de şefaat denilmenin şefaat edecek olan kimsenin, şefaat edeceği insanın eksik kalan yönlerini kendi şefaatiyle tekmil etmesinden dolayıdır. Nasıl ki, beyaz bir elbiseye siyah bir kumaştan yama vurulmaz ve o elbisenin kendi renginden olmasa da, onun rengine uygun bir kumaştan olmasına dikkat edilirse, bizler de, Hz. Resulullah, Ehl-i Beyt İmamları ve diğer şefaat edecek kimselerin şefaatlerine nail olabilmemiz için, amel ve özellik yönünden onların rengine yakın olmaya çalışmalıyız. Aksi takdirde onların şefaati bizleri kapsamı dâhiline almayacaktır.

Hz. Ali /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Peygamberlerin davetlerini kabul ediniz, onların emirlerine teslim olunuz. Amellerinizle onların dediklerine uygun olun. Eğer böyle olursanız onların şefaatleri size nasip olacaktır."[353]

Kimlere şefaat olunmayacak?

Yukarıda şefaat olunabileceklerle ilgili zikrettiğimiz ayet ve hadislerden aynı zamanda kimlere şefaat edilmeyeceği de anlaşılmakla birlikte, Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de cehenneme giden bir grubun şefaate nail olmama sebebini şöyle açıklamıştır: "Ancak sağdakiler hariç; onlar cennetler içindedirler ve günahkârlara: "Sizi şu cehenneme sürükleyen nedir?" diye sorarlar. Onlar da diyecekler ki: "Biz namaz kılanlardan olmadık, yoksula da yedirmezdik, batıla dalanlarla beraber de dalıyorduk, hesap gününü de yalanlardık, sonunda yakin /ölüm/ gelip bize çattı." Artık şefaatçilerin şefaati de onlara bir fayda vermedi."[354]

Görüldüğü üzere; bu ayet-i kerimeler, o insanların yukarıda işaret ettiğimiz şefaat olunmanın şartlarından yoksun olduklarından dolayı şefaatten mahrum kaldıklarını açıkça gözler önüne sermektedir.

Kimler Şefaat Edecekler?

Yukarıda işaret ettiğimiz hadislerden de anlaşılacağı üzere, kıyamet gününün en büyük şefaatçisi Hz. Resul-i Ekrem /s.a.a/'dir.

Hazret şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü ben, Allah'ın izniyle Allah katında ümmetimin günahkârları için şefaat edeceğim ve benim şefaatim kabul olacaktır. Benim Ehl-i Beyt'im de o günde şefaat edecektir ve onların şefaatleri de Allah katında kabul olacaktır."[355]

Diğer peygamberler onların vasileri ve müminler de şefaat edeceklerdir.

Peygamber-i Ekrem /s.a.a/ şöyle buyurmuşlardır: "Peygamberler, ihlâsla Allah'ın birliğine inananlara şefaat edip onları ateşten kurtaracaklardır."[356]

Melekler, âlimler, şehitler ve Kur'an-ı Kerim de şefaat edecektir. Meleklerin şefaat edeceğine dair ayeti yukarıda görmüştük. Kur'an-ı Kerim, âlimler ve şehitlere gelince, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamları'ndan gelen hadisler bu konuya açıklık getirmiştir.

Hz. Ali /a.s/ şöyle buyurmuşlardır: "Biliniz ki, Kur'an-ı Kerim mahşer günü şefaati kabul gören bir şefaatçidir."[357]

Yine Hz. Resulullah /s.a.a/ şöyle buyurmuşlardır: "Üç taife Allah katında şefaat edecektir: Peygamberler, âlimler ve şehitler."[358]

Cennet

Cennet, Allah Teala'nın, iman ve iyi amel sahiplerine mükâfat olarak vereceği ebedi bir makamdır. Orada her türlü nimetler, rahatlık, refah ve ferahlık vesileleri, kısacası ehlinin arzuladığı her şey vardır.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, cennetlerde, pınar başlarındadırlar. "Oraya güven içinde, esenlikle girin" /denir/. Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşı­lıklı oturan kardeşlerdir. Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecektir. Oradan çıkarılacak da değillerdir."[359]

"İman edip salih ameller işleyenleri müjdele. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızk olarak verilirse, "Bu daha önce de rızklandığımızdandır" derler; bu birbirinin benzeri olarak sunulur. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır ve onlar o cennette ebedi olarak kalıcıdırlar."[360]

"Rabbine huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu iki cennet türlü ağaçlarla doludur. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de her türlü meyveden çift çift vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Orada, örtüleri parlak atlastan yataklara yaslanırlar; iki cennetin meyvelerini de kolayca toplarlar. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? O cennetlerde, gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen hanımlar vardır ki, kocalarından önce kendilerine ne bir insan dokunmuştur ne de bir cin. Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsanız? Onlar sanki yakut ve mercan gibidirler. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir? Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Renkleri koyu yeşildir. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? İkisinde de türlü türlü meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Oralarda iyi huylu güzel kadınlar vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Çadırlar içinde ceylan gözlüler vardır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bunlara onlardan önce ne bir insan dokunmuştur, ne de bir cin. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Cennetlikler orada yeşil yastıklara ve harikulade işlemeli döşeklere yaslanır­lar. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Büyük ve pek cömert olan Rabbinin adı ne de yücedir!"[361]

"/İyilik yapmakta/ önde olanlar, /ecirde de/ öndedirler. İşte bunlar, nimetler cennetinde /Allah'a/ en yakın olanlardır. /Onların/ çoğu eski ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir. Murassa tahtlar üzerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar. Çevrelerinde ölümsüz gençler; baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, canlarının çektiği kuş eti ile dolaşır. Sedefteki inciler gibi ceylan gözlü huriler işlediklerine karşılık olarak /verilir/. Orada boş bir söz ve günaha sokacak bir laf duymazlar. Sadece selama karşılık selam sözü işitirler.

Sağdakiler; ne mutlu o sağdakilere! Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler. Biz ceylan gözlü hurileri, yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır. Bütün bunlar sağdakiler içindir. Bunların birçoğu eski ümmetlerden, birçoğu da sonrakilerdendir."[362]

Cehennem

Cehennem kâfirlerin ve günahkârların işledikleri suçlara bir ceza olarak, varacakları yerdir. Kur'an-ı Kerim, cehennemden insanı dehşete düşüren korkunç bir tasvir sergilemektedir:

"Doğrusu, ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; onların derileri piştikçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, Hâkim'dir."[363]

"İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O'nu inkâr edenlere, ateşten elbiseler kesilmiştir. Başlarına da kaynar su dökülür de bununla karınların­dakiler ve derileri eritilir. Onlar için bir de demirden kamçılar vardır. Istıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve onlara: "Haydi tadın bu yakıcı azabı" denir."[364]

"Ateşte olanlar, cehennemin bekçilerine: "Rabbinize yalvarın da hiç değilse bir gün, azabımızı hafifletsin" derler. Bekçiler: "Size, belgelerle peygamberleriniz gelmiş miydi?" derler. Onlar da: "Evet, gelmişti" derler. Bekçiler: "O halde kendiniz yalvarın" derler. Fakat inkârcıların yalvarışı şüphesiz boşunadır."[365]

"Şüphe yok ki, cehennem pusudadır. Azanların dönüp varacakları yerdir, yıllar boyunca kalırlar orada. Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de içilecek bir şey! İşledikleri amellere uygun olarak kaynar sudan ve irinden başka. Onlar hesaba çekileceklerini hiç ummuyorlardı. Ayetlerimizi da hep yalan sayıp dururlardı."[366]

"Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden kişinin vay haline ki, o mal biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Malının kendisini ebedi kılacağını sanır. Hayır, andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır. Hutame'nin ne olduğunu sen bilir misin? Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki o, kalplere kadar girer, o dikilip yükseltilmez sütunlarda onların üzerine kilitlenecektir."[367]

"İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkarlar; güçsüzler, büyüklük taslayanlara: "Doğrusu biz size uymuştuk, az da olsa Allah'ın azabından bir şey bizden giderebilir misiniz?" derler. Onlar: "Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi eriştirirdik. Artık sızlan­sak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur" derler. "[368]

"O gün kâfirleri birbirine bağlanıp kelepçelenmiş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır ve yüzlerini de ateş kaplar."[369]

"Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar ise alay ediyorlar. Kendilerine öğüt verildiğinde dinlemezler. Bir mucize gördüklerinde onu alaya alırlar. "Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı diriltileceğiz? Ön­ceki babalarımız da mı /diriltilecek/?" derler. De ki: "Evet hem de zelil ve hakir olarak." Tek bir çığlık olacak o anda hemen bakıp kalacaklar. Ve : "Vay bize! İşte bu ceza günüdür" diyecekler. Onlara: "İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür" /denir/. /İlgililere şöyle emredilir/: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun. Onları durdurun; çünkü kendilerinden daha da sorulacaktır." Onlara: "Size ne oldu ki, birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?" /denir/. Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır. Birbirlerine dönüp sorarlar. İleri gelenlerine: "Doğrusu siz bize sağdan /güveneceğimiz taraftan/ sokuldunuz" derler. Onlar da: "Hayır; zaten siz inanmış kimseler değildiniz. Bizim sizin üstünüzde bir egemenliğimiz yoktu. Bilakis, sizin kendiniz azgın bir toplundunuz." "Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. Şüphesiz azabı tada­cağız." "Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz de azgındık" derler. O gün hepsi azapta ortaktırlar. Doğrusu suçlulara böyle yaparız. Onlara: "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiği zaman şüphesiz büyüklenirler. "Deli bir şair yüzünden ilâhlarımızı mı bırakalım?" derlerdi. Hayır; o, gerçeği getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı. Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız. Çektiğiniz ceza yaptıklarınızdan başkası değildir."[370]

"Doğrusu biz, inkârcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli bir ateş ha­zırladık. "[371]

"Ama yoldan çıkanların, işte onların varacağı yer ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde geri çevrilirler ve kendilerine: "Yalanlayıp, durduğunuz ateşin azabını tadın" denir."[372]

"Fakat onlar, kıyametin kopacağını yalanladılar. Biz de kıyameti yalanlayan­lara çılgın alevli bir ateş hazırladık. Bu ateş, uzak bir yerden kendilerini görünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, o ateşin dar bir yerine atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler. /Kendilerine/ "Bir kere yok olmayı değil, birçok defa yok olmayı isteyin" /denir/."[373]

"Bedbahtlar ateştedir, onlar için orada /kahırla ve acıyla/ nefes alıp vermeler vardır."[374]

Hz. Ali /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Ey Allah'ın kulları! Hastalanmadan önce, sağlığınızda fırsatınız ve gücünüz varken, darlığa düşmemişken Allah'ı anın! Kurtuluş yolu kapatılmamışken kendinizi cehennemin ateşinden kurtarmaya çalışın. Allah uğrunda gözlerinizi uykusuzluğa, karınlarınızı açlığa /oruç tutmaya/ alıştırınız. Allah yolunda adım atın ve mülkünüzü, servetinizi onun yolunda bağışlayın. Vücudunuzdan ruhunuz ve canınız için faydalanın ve bunu yapmaktan kaçınmayın."[375]

CENNETİ KAZANMANIN YOLLARI

1- İman ve Salih Amel

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet ehlidirler, onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar."[376]

Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "İman edip salih ameller işleyenleri müjdele. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine ne zaman onlardan bir meyve rızk olarak verilirse, "Bu daha önce de rızklandığımızdandır" derler; bu birbirinin benzeri olarak sunulur. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır ve onlar o cennette ebedi olarak kalıcıdırlar."[377]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnanıp salih amellerde bulunanları, muhakkak altlarından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştiririz. Onlar orada ebedi kalacaklardır, çalışanların ecri ne güzeldir!"[378]

İman ile salih amelin arasında, meyve ağacıyla meyvesi gibi, şaşmaz bir bağlantı vardır. Nasıl ki, sağlam bir meyve ağacı meyvesiz kalmazsa, iman da salih amelsiz olamaz. İmam Cafer Sadık /a.s/'dan imanın hakikati nedir diye sorulduğunda Hazret şöyle buyurmuşlardır: "İman, Allah'a itaat etmek ve ona isyandan kaçınmaktır."[379]

Demek ki salih amel kalpteki imanın tecelli ve ortaya çıkışıdır. Dolayısıyla salih ameli peşinde getirmeyen bir imanın hakiki iman olmadığı ortaya çıkıyor ve böyle bir imanla saadeti kazanmak olanaksızdır.

2- Takva /Haramdan Sakınmak/

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kullarımızdan takva sahibi olanları mirasçı kılacağımız cennet işte budur."[380]

Takva, insani haramlardan sakındıran nefsanî bir haldir. Takva, zahirde tüm uzuvların günahlardan kaçınmasıyla, batında ise tüm kötü sıfatları kalpten söküp atmakla gerçekleşir.

3- Güzel Ahlak

İlahi nimetlere kavuşmanın bir önemli etkeni de geniş manasıyla güzel ahlaka sahip olmaktır.

Hz. Resul-i Ekrem /s.a.a/ şöyle buyurmuşlardır: "Kim Rabbine üç sıfatla kavuşursa istediği kapıdan cennete girebilecektir:

1-  Güzel ahlak sahibi olmak

2-  Gizlide ve aşikârda günah işlememek

3-  Haklı olsa da mantıksız tartışmadan kaçınmak."[381]

4- Cihad ve Şahadet

İslam yolunda canlarını feda eden mücahitlerin makamları çok yüksektir. Kur'an-ı Kerim onların makamlarına şöyle işaret etmektedir: "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur'an'da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır."[382]

5- Heva ve Hevese Uymamak

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi de heva /istek ve tutkular/'dan sakındırırsa, şüphesiz onun barınağı cennettir."[383]

Hz. Ali /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Sizler için en fazla şu iki şeyden korkuyorum:

1-  Nefsi isteklere uymak

2-  Uzun arzulara tutulmak

Nefsi isteklere uymak, sizi haktan alıkoyar; uzun ve gerçekleşmesi güç arzular ise, size ahireti unutturur."[384]

Nefsi isteklere uymak kötü şeylerin insanın gözünde güzel görünmesine ve teşhis gücünün zayıflamasına sebep olur. Nitekim Hz. Yakup /a.s/, oğullarının Hz. Yusuf'a ait kanlı gömleği babalarına; "Yusuf'u kurt yedi" diye sunduklarında: "Bilakis, nefisleriniz size /kötü/ bir işi güzel göstermiştir. Artık bana düşen, yalnız güzelce sabretmektir…"[385] buyurarak, onların bu hastalığa kapıldıklarından böyle bir hileye kalkıştıklarını ortaya koymuştur.

Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyurmuştur: "Cennet sabır ve zorluklarla kaplıdır. Kim bu dünyada zorluklara sabır ederse, cennete, girer. Cehennem ise lezzetler ve nefsi isteklerle kaplıdır, kim nefsi isteklere yenik düşerse, ateşe girer."[386]

Kısacası, cehennem ateşi nefsi isteklere uymanın doğurduğu bir sonuç olduğu gibi, hatta dünyadaki cehennemi yaşam, düzensizlikler, zulümler, savaşlar da heva ve hevese uymaktan kaynaklanmaktadır. Buna karşılık, cennet nefsanî arzu ve isteklere karşı koymakla kazanılan bir nimet olduğu gibi, dünyadaki huzurlu ve mutlu yaşam da ona bağlıdır.

6- Zorluklar Ve Nefsanî Baskılar

Karşısında Sabır Ve Sebat

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Muhakkak biz sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz" derler. İşte Rablerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır. O'nun yolunda olanlar da onlardır."[387]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar ki, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler, namazı kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızktan, gizlice ve açıkça sarf ederler; iyilikle kötülüğü ortadan kaldırırlar; işte son yurt olarak, girecekleri Adn cennetleri onlarındır; babalarının, eşlerinin, çocuklarının iyi olanları da oraya girerler. Melekler her kapı­dan yanlarına girip: "Sabrettiğinizden dolayı size selam olsun; burası son yurt olarak ne güzeldir!" derler."[388]

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfat­landırılırlar. Orada tebrik ve esenlik dilekleriyle karşılanırlar. Orada ebedi kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir!"[389]

Yine Hak Teala şöyle buyurmuştur: "Sabretmelerine karşılık onları cennet ve oradaki ipeklerle mükâfatlandırır. Orada tahtlara yaslanırlar; orada yakıcı sıcak ve dondurucu soğuk görme­zler. Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve ürünlerinin koparılması kolay­laştırılmıştır. Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kâseler dolaştırılır. Billurları gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar. Orada, zencefil karışık bir tasla içirilirler. O pınara "Selsebil", denir. Yanlarında ölümsüz gençler dolaşır; onları gördüğünde, etrafa saçılmış inciler sa­nırsın. Oranın neresine baksan, nimet ve büyük bir saltanat görürsün. Üzerlerinde ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bilezik­lerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz içecekler içirir. Kendilerine "İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer" denir."[390]

İnsan Suresi'nden naklettiğimiz bu ayetler, üç gün peş peşe oruç tutarak, iftar vaktinde kendi iftariyelerini yoksula, yetime, esire vermekle sabır edenlere öncülük eden; Hz. Ali, Hz. Fatime, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin /a.s/ hakkında nazil olmuştur. Allah Teala, insanlık âlemine güzel örnekler olan Ehl-i Beyt'in ortaya koyduğu bu sabır örneğini de takdirle anarak insanlık, âlemine, sabır yönünden de Ehl-i Beyt'i kendilerine örnek edinmelerini emretmektedir.

Demek ki, musibetler, nefsin diretmeleri ve Allah'ın emirlerine itaatin zorlukları karşısında sabretmek çok önemli bir konudur. Kim bu konuda başarı gösterirse, mutlaka büyük ilâhi mükâfatı kazanacaktır. Kim de tahammülsüzlük gösterirse, mutlaka kaybedenlerden olacaktır.

Bunun içindir ki, Hz. Ali /a.s/ sabrın önemine işaretle şöyle buyurmuştur: "Baş bedende nasıl ise, sabır da imana oranla öyledir. Başsız bedenin bekası olmadığı gibi, sabırsız imanın da bir değeri yoktur."[391]

Sonuç olarak; nefsin gayri meşru istekleri karşısında yılmamak, dünyadaki çeşitli musibetlerin ve Allah'a itaatin doğurduğu zorlukları yenecek sabır, cennet anahtarlarından biridir.

7- Doğru Yolda İstikamet Göstermek

Allah Teala şöyle buyuruyor: ""Rabbimiz Allah'tır" deyip de, istikamet gösterenler, ne bir korku görecekler ne de bir üzüntü. İşte onlar, cennet ehlidirler; işlediklerine karşılık olarak, orada ebedi kalacaklardır."[392]

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz Allah'tır" deyip de doğrulukta istikamet edenlere me­lekler inerek: "Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevi­nin, biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Gafur ve rahim olan Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır" derler."[393]

Hz. Ali /a.s/ da doğru yolda istikamet etmenin önemine işaretle şöyle buyurmuştur: "Siz ki, Rabbimiz Allah'tır dediniz, öyleyse O'nun ve gönderdiği kitabın emirlerine uyunuz. O'na itaat ve tapmak olan en güzel yolda sabır ve istikamet gösteriniz, dediğinden çıkmayınız, dinde bidat koymayınız ve hak yoldan sapmayınız."[394]

8- Tevellâ ve Teberrâ

Tevellâ, Allah'ın sevdiklerini sevip dost edinmek; teberrâ ise, Allah düşmanlarına düşman olup onlardan uzak durmaktır.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin; -babaları, oğul­ları, kar­deşleri yahut akrabaları dahi olsa- Allah'a ve Resulüne karşı düşmanlık edenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı onların kalplerine yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiş­tir. Allah onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde te­melli kalacak­ları cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut ol­muşlar. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar da, sadece Allah'ın tarafında olanlardır."[395]

Bu zamanda gerçek bir tevellâ ve teberrâ ise, ancak Ehl-i Beyt'i sevmek ve onlara karşı gelenlerden teberri edip uzak durmakla gerçekleşir. Çünkü Kur'an-ı Kerim ve Allah Resulü'nün emri gereği, Ehl-i Beyt'i sevmek iman ve cennete girme vesilesi olduğu gibi, onların velayet ve muhabbetinden uzak durmak ise, Hak ve hakikatten uzak durmak, demektir.

9- Namaza Önem Vermek

Allah Teala, Mearic Suresi'nde namaz kılanlar için bir takım sıfatlar beyan etmekte ve o sıfatlarla süslenmiş olanları cennetle müjdelemektedir. O sıfatlar şunlardır:

1-  Namazlarında sürekli olanlar

2-  Mallarında mahrumlar için belirli bir hak gözetenler

3-  Ahiret gününe inananlar

4-  Rablerinin azabından korkanlar

5-  Örtülü ve İffetli olanlar

6-  Emanetlerine riayet edenler

7-  Verdikleri sözlere vefalı olanlar

8-  Şahitliklerinde hak üzere olanlar

9-  Namazlarına, şartlarına uygun olarak riayet edenler."[396]

Görüldüğü üzere bu sıfatlar, namaza önem vermek ve ona devam etmekle başlamış, şartlarına riayet etmekle sona ermiştir. Bu arada namazın kabul olunmasında etkin olan sıfatlara da işaret edilmiştir. Demek ki, hayırlı amellerin başında da sonunda da namaz yer almaktadır. Namaz olmadan hiçbir hayır amel asıl kemaline ulaşamaz.

Nitekim Hz. İmam Muhammed Bakır /a.s/ şöyle buyurmuşlardır: "Kulun ilk muhasebe edilecek olan ameli namazıdır. Eğer namazı kabul edilirse, diğer amelleri de kabul edilecektir ve eğer namazı kabul edilmezse, diğer amelleri de reddedilecektir."[397]

Hz. Resul-ü Ekrem /s.a.a/ de şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetim için beş vakit namaz, bir kimsenin evinin önünden geçen ırmağa benzer. Nasıl ki, o ırmakta her gün beş defa yıkananın vücudunda pislik kalmazsa, beş vakit kılınan namaz da öyledir /insanın manevi temizliğini sağlar/"[398]

Cehennemde Ebedi Kalınacak mı?

Dünya hayatının aksine, ahiret hayatının ebedi hayat, ahiret yurdunun da beka yurdu olduğunu bilmekteyiz. Dolayısıyla iman ehlinin mükâfatlandırılacağı, ilahi rahmet mazharı cennet ile isyan ehlinin cezalandırılacağı, ilahi gazap mazharı cehennem de ebedilik yurdudurlar.

Cennet ehlinin cennette ebedi kalmasında hiçbir mahzur yoktur. Hatta aslında Allah Teala'nın sonsuz rahmeti bunu iktiza etmektedir. Sorun cehennem ehlinin cehennemde ebedi olarak cezalandırılmalarındadır.

Bazıları, bunun Allah'ın adalet ve sonsuz rahmetiyle bağdaşmadığını düşünerek cehennem ehlinin cehennemde ebedi olarak kalmayacağını ya da ebedi olarak acı çekmeyeceklerini savunmuşlardır.

Gerçi Allah Resulü, bu dünyada günah işlemiş olup da tevbe etmeye muvaffak olmayanlardan, belli bir süre cezalarını çektikten sonra Allah'ın rahmetine kavuşanların olacağını bildirmiştir. Fakat Kur'an-ı Kerim, birçok ayetinde bazı grupların cehennemde ebedi olarak kalacaklarını açıklamaktadır.

Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Küfre sapıp ayetlerimizi yalanlayalar ise, ateş ehlidirler, onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar."[399]

Yine şöyle buyuruyor: "İnkâr eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar ateş ehlidirler, onlar orada temellidirler."[400]

Yine şöyle buyuruyor: "İnkâr etmiş ve kâfir olarak ölenlere gelince, işte, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lâneti onlaradır. Onlar lanette temellidirler. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır."[401]

Yine şöyle buyuruyor: "Allah, münafık erkek ve kadınlara ve inkârcılara, ebedi kalacakları cehennem ateşini vaat etmiştir. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Ve onlara kalıcı bir azab vardır."[402]

Yine şöyle buyuruyor: "İnkâr edenler, bölük bölük cehenneme doğru sürülür. Nihayet oraya vardıklarında kapıları açılır; bekçileri onlara: "Size içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne ka­vuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi" derler. Onlar: "Evet geldi, lakin azab sözü inkârcılara hak olmuştur" derler. Onlara: "Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!" denir."[403]

Yine şöyle buyuruyor: "Allah'ın ayetleri üzerinde tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyor­lar? Kitabı ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette yakında anlayacaklardır. Boyunlarında halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürülecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır. Sonra onlara: "Allah'ı bırakıp da arkasında koştuğunuz ortaklar nerededir?" denilecek. Onlar da: "Bizden uzaklaştılar; hayır; zaten biz önceleri hiç bir şeye kulluk etmiyorduk" diyeceklerdir. İşte Allah inkârcıları böyle saptırır. /Onlara/: "İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Temelli kalacağınız cehenneme kapılarından girin" /denecektir/. Büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!"[404]

Yine şöyle buyuruyor: "/Benim yaptığım/ ancak, Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğden ibarettir. Kim, Allah'a ve peygamberine karşı gelirse ona, içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır."[405]

Yine şöyle buyuruyor: "Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennem­dir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."[406]

Yine şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve sınırlarını aşarsa, Allah onu, temelli kalacağı ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır."[407]

Yine şöyle buyuruyor: "Onlar, Allah'ın yanında başka ilâh tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa, cezasını bulur. Kıyamet günü azabı kat kat artırılır ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır."[408]

Bu zikrettiğimiz veya zikretmediğimiz benzeri ayetler İslam uleması arasında iki önemli bahsi doğurmuştur:

1-  Bu ayetlerin, bazı grupların cehennemde ebedi kalacağına delalet edip etmediği konusu;

2-  Bu ayetlerin, bazı grupların cehennemde ebedi olarak kalacağına delalet ettikleri kabul edilse bile, acaba cehennemde ebedi olarak kalacak olanların azabı da mı ebedi olarak devam edecektir? Yoksa bir süreden sonra cehennem, onlar için rahmet olup nimet halini mi alacaktır?

Birinci konuyla ilgili olarak hemen şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar İslam ulemasından azınlık bir grup, bu ayetlerde geçen "Hulud ve Halidin" kelimelerinin uzun süre kalmak anlamını ifade ettiğini ve bu nedenle de bu kelimelerin ebedi olarak kalmak anlamını ifade etmediğini savunmuşlarsa da, bizzat bu ayetlerin bazısında ebedi olarak kalmak anlamını ifade eden "Ebeden" kelimesi açıkça zikredildiğinden, onların bu görüşüne katılmamız mümkün değildir. Dolayısıyla İslam ulemasının pek azınlık bir grubu dışında, tamamı bazı grupların ebedi olarak cehennemde kalacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Asıl ihtilaf mevzuu, ikinci husus olan, cehennemde ebedi kalacakların, azabının da ebedi olarak devam edip etmeyeceği konusudur.

Ehl-i Beyt ulemasının önde gelenlerinden olan Allame Hilli kelam ilminde kaleme aldığı; "Şerh-i Tecrit" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Müslümanların tamamı, kâfirin azabının ebedi olup kesilmeyeceği hususunda ittifak etmekle birlikte, müslüman olup da büyük günah ehli olanların hususunda ihtilaf etmişlerdir. Müslümanlardan Vaidiye[409] mezhebi mensupları onların da aynı konumda olduğunu savunurken, İmamiyye /Ehl-i Beyt/ mezhebini kabul edenlerle, Mutezile mezhebine mensup olanların çoğunluğu, keza Eş'ariye mezhebini kabul edenler, onların azabının bir süreden sonra kesileceğini kabul etmişlerdir. Bize göre hak görüş, müslümanlardan büyük günah ehlinin azabının bir süreden sonra kesileceğidir. Buna iki delilimiz vardır:

1-  Büyük günah ehli olan iman ehli aynı zamanda imanından dolayı mükâfata da müstahaktır. Çünkü Allah Teala: "Kim mıskal zerre kadar hayır işlerse onu görecektir"[410] buyurmaktadır. İman ise hayır amellerin en büyüğüdür. Bu durumda günahından dolayı cezalandırılmayı hak ettiğine göre, ya mükâfatlandırılması cezalandırılmasından önce olacaktır ki, icma-ı ümmet bunun batıl olduğuna dairdir. Zira önceki bahislerimizde iman ile kazanılan mükâfatın ebedi olacağını ispatlamışızdır. Ya da bunun aksi olacaktır. Zaten biz de bunu savunuyoruz. Mükâfatlandırılma ile cezalandırılmanın birlikte olması ise muhaldir.

2-  Bu görüşe göre, ömrü boyunca çeşitli ibadetlerle Allah Teala'ya kulluk eden birinin imanını kaybetmeden ömrünün sonunda bir büyük günah işlemekle ömrü boyunca Allah'a şirk koşan gibi cehennemde ebedi kalması gerekir. Bu ise muhaldir. Zira akıl sahipleri bunu çirkin kabul etmekteler. Allah Teala ise bütün çirkinliklerden münezzehtir."[411]

Yine Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Müfit şöyle diyor: "İmamiyye /Ehl-i Beyt/ mezhebine mensup olanlar cehennem ateşinde ebedi kalacakların yalnızca kâfirler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kıble ehli olup, Allah'ın farzlarına ikrar eden Allah'a marifeti olanlardan günah işleyenler ise cehennemde ebedi kalmayacaklardır."[412]

Ehl-i Sünnet ulemasının önde gelenlerinden olan Teftazani ise şöyle yazıyor: "İslam ümmeti, iman ehlinden büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen kimsenin durumu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bize göre, onun hakkında ne af edileceğine, ne de cezalandırılacağına kesin gözüyle bakılamaz. Aksine, her ikisi de Allah'ın meşiyetine bağlıdır.

Ancak şu kesindir ki, cezaya tabi tutulduğu takdirde, ebedi olarak cehennemde kalmayacak ve elbette ki çıkacaktır. Biz bu hükmü verirken, bunun Allah'a zorunlu olduğunu söylemek istemiyoruz. Biz, Allah Teala'nın bu yönde vaadi olduğundan böyle hükmediyoruz.

Nitekim cennet ehlinin cennette ebedi kalacağına hükmetmemiz de, Allah Teala'nın cennet ehlinin cennette ebedi kalacaklarını vaat ettiğinden dolayıdır.

Mutezile mezhebine göre ise, onların af edilmeksizin ateşten çıkmayacakları ve daim azap çekecekleri kesindir. Bazılarının sözlerinde yer alan, "Mutezile mezhebi büyük günah ehlinin ne cennette ne de cehennemde olacağına inanıyor" görüşünün yanlış olduğu ortadadır. Bu yanlışlık Mutezile mezhebinin büyük günah işleyeni iki menzilin /iman ve küfr menzilleri/ arasında bir menzilde /fasıklık menzili/ görmesinden kaynaklanmıştır.[413]

Mukatil bin Süleyman ve Murcie mezhebine mensup bazılarına isnat edilen, Allah Teala'nın: "Doğrusu bize vahyedildi ki, azap yalanlayıp sırt çevirenindir"[414] ve "…İşte bu gün rezalet ve kötülük inkâr edenlere aittir"[415] gibi ayetlerine istinaden isyankâr müminlerin asla azap görmeyecekleri ve cehennem ateşinin kâfirlere mahsus olduğu görüşüne gelince, cevabı şudur ki: Anılan azabın ebedi olacak şekilde mahsus kılınması kâfirlere aittir.

Onların, Hz. Resulullah /s.a.a/'in: "Kim la ilâhe illallah derse, zina etse veya hırsızlık yapsa dahi cennete girecektir" sözüne istinat etmelerine gelince, bu da zayıf bir delildir. Zira bu hadis de cehennemde ebedi kalmayı kaldırıyor, cehenneme girmeyi değil. Velhasıl biz iman ehli olan isyankârların cehennemde ebedi kalmayacaklarına inanıyoruz, delillerimiz ise şunlardır:

1-  Müminlerin, mutlaka cennete gireceklerini belirten ayet ve hadisler, iman ehli oldukları halde, büyük günah işleyen kimselerin, cehennemde ebedi kalmayacaklarını ortaya koymaktadır. Aslında konunun en önemli delili de bu ayet ve hadislerdir. Çünkü bu ayet ve hadisler, mutlaka bütün müminlerin cennete gireceklerini beyan etmektedirler. Açıktır ki bu, ya iman ehli olup da cehenneme girmeye müstahak olanların, cehenneme girmelerinden sonra gerçekleşecektir. Bu, onların cehennemden ve duçar oldukları azaptan kurtulmaları demektir.   Ya da günah ehli olan mümin kimse, hiç cehenneme girmeden, cennete girecektir. Bu ise onun tamamıyla bağışlanması demektir. Nitekim Allah Teala: "Kim zerre miktarı bir hayır yaparsa onu görecektir"[416] ve: "…Kadın veya erkek, kim, inanarak salih amelde bulunursa, işte onlar cennete girecekler; orada onlara hesapsız rızk verilecektir"[417] buyurmuştur. Allah Resulü /s.a.a/ de: "Kim la ilâhe illallah derse cennete girecektir" ve: "Kim Allah'a şirk koşmadan ölürse, zina etse ve hırsızlık yapsa bile cennete girecektir" buyurmuştur.

2-  Allah Teala'nın: "…Artık cehennem kalacağınız durağınızdır, Allah'ın dilediği hariç, orada kalacaksınız"[418] ayeti ve Hz. Resulullah /s.a.a/'in: "Bir kavim cehennem ateşinden yakılıp kömürleştikten sonra çıkacak ve sel çerçöpü içerisinde bir danenin yeşermesi gibi yeşerecektir" gibi cehennem ateşinden çıkılacağına işaret eden bazı ayet ve hadisleridir.

Gerçi bu gibi hadisler, vahit haber türünden olmaları açısından usul-ü din konusunda delil sayılamazlar, ama nasların birbirlerini teyit etmeleri açısından konumuzu teyit ve tekit etmektedirler.

3-  Bu delilimiz Mutezile mezhebi ilkesi üzere kuruludur. Şöyle ki, yüz yıl boyunca iman ehli olup, salih amel yapmaya çalışan bir kimsenin, bu süre esnasında veya sonrasında bir yudum şarap içmek gibi büyük bir günah işlemesinden dolayı ebedi olarak cezalandırılması hikmet sahibi olan Hak Teala'ya yakışmaz. Eğer böyle bir cezalandırma zulüm sayılmazsa, artık hiçbir şey zulüm sayılamaz ve eğer böyle bir cezalandırma kınanmaya layık olmazsa, artık hiçbir şey kınanmaya layık sayılamaz.

4-  İsyan, hem zaman açısından, hem de miktar açısından mütenahidir. İsyanın zaman açısından mütenahi oluşu açıktır. Miktar açısından mütenahi olması ise, her isyandan daha ağır bir isyanın mümkün oluşundandır. O halde onun cezası da mütenahi olması gerekir. Çünkü adalet ilkesi bunu iktiza ediyor. İnkârcılığa gelince, zaman açısından mütenahi olsa da, miktar açısından gayri mütenahidir. Zira inkârcılığın daha şiddetlisi yoktur."[419]

Cehennem Azabı Ebedi Olarak Devam Edecek mi?

Şimdiye kadar olan bahsimizden görüldü ki, İslam ulemasının çoğunluğu kâfirlerin cehennemde hem ebedi kalacakları hem de azaplarının ebedi olacağı hususunda ittifak ederken, iman ehli olup da büyük günah işleyenler hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu konuda pek azınlık bir grup olan Havariç mezhebinin Vaidiye kolu ile Mutezile mezhebinden bir grup, onların da cehennemde ebedi kalacaklarını savunurken, İslam ümmetinin büyük bir çoğunluğu isyankâr iman ehlinin azabını çektikten veya affa uğradıktan sonra cehennemden çıkacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

Ancak İslam uleması içerisinde hatta kâfirler ve münafıklar hakkında bile cehennem azabının ebedi olamayacağını savunanlar da olagelmiştir. İslam ulemasından genellikle irfan ehlinin savunduğu bu görüşe göre, her ne kadar kâfir ve münafıklar cehennemde ebedi kalacaklarsa da, onların acı çekmeleri ve azap görmeleri ebedi olarak devam etmeyecektir. Zira ebedi olarak acı çekmek ve azap görmek Allah Teala'nın Rahman ve Rahim sıfatlarıyla çelişmekle birlikte, Kur'an-ı Kerim'de cehennemde ebedi kalacakların azap ve acı çekmelerinin da ebedi olacağına dair açık bir ayet yoktur. Bunların başında İslam irfanının babası sayılan Muhyiddin-i Arabî gelmektedir.

Muhyiddin-i Arabî en büyük eseri olan "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Her iki evin /cennet ve cehennemin/ ehli onlara girecektir. Saadet ehli Allah'ın fazlı ile evine /cennete/ girecek, ateş ehli de Allah'ın adaleti ile evine /cehenneme/ girecek. Onlar oraya yaptığı amelleri sonucu girecekler ve niyetleri gereği de orada ebedi olarak kalacaklardır.

Sonra şirk ehli dünyada şirk koştukları ömür müddetince cehennemde acı ve azap çekecektir. Bu süre bitince de Allah Teala onların ebedi kalacakları yeri onlar için nimet kılacaktır. Öyle ki, eğer onlar oradan çıkarılıp cennete götürülürlerse, tabiatlarına uymadığından bundan acı duyacaklardır. Böylece cennet ehlinin cennetteki gölgelerden, nurdan ve cennet kızlarının öpücüklerinden lezzet aldıkları gibi, onlar da orada bulunan ateş, yakıcı soğuk ve yılan ve akrep sokmalarından, lezzet duyacaklardır.

Zira onların tabiatları bunu iktiza ediyor. Bazı böcekleri görmüyor musun? Onların tabiatı öyledir ki, onlar pis kokulardan hoşlanır, güzel gül kokularından ise zarar görürler. Yine vücut harareti yükselmiş bir insan misk kokusundan acı duyuyor. O halde lezzetler, bir şeyin kişinin tabiatıyla uyumlu olmasına; acı ise, uyumlu olmamasına bağlıdır."[420]

Yine Muhyiddin Arabî'nin, en önemli eserlerinden biri olan "Fusus-ul Hikem" adlı kitabının Hud Fassı'nda /Hud bölümünde/ Hud peygamberin kavminin inkârcılığı karşısında Allah Teala'nın onları helak etmek üzere gönderdiği kum fırtınasına işaret eden "O azabın, yayılarak vadilerine doğru yöneldiğini gördüklerinde: "Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur" dediler. Hayır! O, acele gelmesini istidiğiniz şeydir; içinde can yakıcı azab bulunan bir rüzgârdır; Rabbinin buyruğu ile her şeyi yıkıp yok eder. Nitekim evlerinin harabelerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, suç işleyen toplumu işte böyle cezalandırırız"[421] ayetlerinin tefsirinde ayette geçen "rih" /rüzgâr/ kelimesinin rahat kelimesiyle aynı kökten olmasından yola çıkarak, bu rüzgârın zahirde azap ve acı niteliğinde olsa bile, batında onların rahatlamasına vesile olduğuna yer vermiştir.

"Fusus-ul Hikem" kitabının önde gelen şerh edenlerinden olan Davut bin Mahmut el- Kayseri de bunun açıklamasında şunları yazıyor:

"Bil ki, gözü Hak nuruyla sürmelenen her şahıs şunu biliyor ki, âlemde olan her şey baştanbaşa Allah Teala'nın kullarıdır. Onların varlığı, sıfatı ve fiili Allah Teala'nın kudretinden kaynaklanmaktadır. Onların tamamı da Allah'ın rahmetine muhtaçtır. Allah Teala ise Rahman ve Rahim'dir. Böyle bir sıfata sahip olan bir varlığın bir kimseyi ebedi olarak cezalandırıp acı çektirmesi yakışmaz.

Allah'ın bu miktar azap ve acı vermesi de onları mukadder olan kemallerine ulaştırmaktan başka bir şey için değildir. Nitekim altın ve gümüşün de ateşte yakılarak eritilmesi onların ayarlarının düşmesine sebebiyet veren katışık maddeleri onlardan ayırmak içindir. O halde bu miktar azap da lütfün ta kendisidir….

Şeyh bu gibi tabirlerle azabın altında yatan ilâhi rahmete işaret etmek istiyor. Yoksa o azabın varlığını veya ilâhi elçilerin beyan ettikleri cehennem ehlinin durumlarını inkâr etmek durumunda değildir. Zira insanların işledikleri kötü ameller sonucu dünya hayatında karşılaştıkları çeşitli acı azapları gören bir kimse, ahiret hayatındaki azapları nasıl inkâr edebilir? Oysa onun kendisi ilâhi velilerin başta gelenlerinden biridir."[422]

Davut bin Mahmut El- Kayseri kitabının başka bir yerinde de şöyle yazıyor: "Ateş ehline gelince, onlar nihayet nimete ulaşacaklardır. Ama bu nimet ateş içinde olacaktır. Zira ateş suretinin ceza müddeti sona erdikten sonra, onda olanlar için serinlik ve selamet olması gerekir. Bu ise onların nimetleridir. Yani ateş ehlinin sonu kendilerine uygun nimet olacaktır. Bu, ya onların azaptan kurtulmasıyla olacak veya ona alışmaları sonucu ateşten lezzet almak şeklinde olacak, ya da Allah Teala'nın, Hz. İbrahim'e ateşi serinlik ve selamet kıldığı gibi, ateş sureti mahfuz olmakla birlikte lütuf suretinde tecelli etmesiyle gerçekleşecektir.

Ancak bütün bunlar azap süresinin sona ermesinden sonra olacaktır. Zaten cehennem azabının daimi olacağına dair açık bir nas da yoktur. Sadece cehennemde kalmanın ebedi olacağı açıkça belirtilmiştir. Cehennemde ebedi kalmaktan orada olan azabın da ebedi olacağı çıkmaz. O halde cehennemin nimete dönüşmesi, hakların yani, Allah ve kul hakkının Allah'ın Muntakim /intikam alan/ ismi tarafından tamamıyla alınmasından sonra, Hz. İbrahim Halilullah'ın ateşe atıldığında gördüğü nimet türünden olacaktır.

Zira Hz. İbrahim ateşe atıldığı sırada onu görünce, önceden ilminde olup kalbine yerleştiği, ateşin kendine düşen canlıları yaktığına dair bilincinden ve Allah Teala'nın o ateşten onun için neyi kastettiğini bilmediğinden dolayı acı duydu. Fakat ona atılınca, ateş sureti mahfuz olmakla birlikte onun, kendisi için nimet olduğunu gördü. O halde o ateş halkın gözünde ateş olduğu halde, Hz. İbrahim için nur ve rahatlık oluverdi. Demek ki, bir şey ona bakanların gözünde çeşitli şekilde tecelli edebilir."[423]

Yine Muhyiddin Arabî "Futuhat-i Mekkiye" adlı kitabında Allah'ın sonsuz rahmetinin cehennemde ebedi kalacakların azabının ebedi olarak devam etmesine izin vermeyeceğini şöyle açıklıyor: "Her iki ev de yani nimet ve acı evleri olan cennet ve cehennem mamur olur. Allah'ın rahmeti gazabından önce olup cehennem dâhil her şeyi kapsamıştır. Allah ise merhamet edenlerin en rahmet ve şefkati çok olanıdır.

Biz kendi aramızda öylelerini buluyoruz ki, rahmet onun canına öyle işlemiştir ki, eğer Allah Teala, yaratıkları hakkında ona yetki verirse, bütün âlemden azabı kaldırmak ister. Bu sıfatı ona veren Allah Teala'dır. Elbette ki, bir sıfatı veren o sıfata daha layıktır. Bu sıfata sahip olan ben ve benim gibi insanlardır. Oysa bizler yaratılmış olan çeşitli heva ve heves sahibi birer kuluz. Şüphesiz Allah yaratıklarına karşı bizden daha şefkatli ve merhametlidir. O kendisinin merhamet edenlerin en merhametlisi olduğunu bildirmiştir. O halde onun yaratıklarına bizden daha çok şefkat ve rahmet beslediğinden şüphe edemeyiz. Bizde bu duygu olduğuna göre, onda daha fazlası vardır."[424]

Yine Muhyiddin Arabî "Fusus-ül Hikem" adlı kitabının İsmail Fassı'nda /bölümünde/ Allah Teala'nın, Hz. İsmail /a.s/'ı vaadine sadık olmasıyla övmesinden yola çıkarak, hayra dair verilen vaade sadık kalıp vefa etmenin övgüye layık olduğu ve yapılan tehdidin yerine getirilmesinin övgüye layık olmadığı ilkesi gereği, bizatihi övgüyü gerektiren ve övgüye layık olan Hak Teala'nın elbette ki, verdiği hayra dair vaatlerini yerine getireceğini, isyankârları cezalandıracağına dair olan tehditlerini ise övgüye layık olmadığından gerçekleştirmeyeceğini vurguluyor.

Muhyiddin Arabî şöyle diyor: "Övgü vaade sadık kalmak içindir, tehdide sadık kalmak için değil. Hazret-i Hak ise bizatihi övgüyü iktiza ettiğine göre, verdiği vaade sadık kalmakla övgüye layık olur. Yaptığı tehdide sadık kalmakla değil, aksine ona göz yummakla övgü kazanır.

Öte yandan Allah Teala'nın elçilerine verdiği vaatten caymayacağını buyurduğunu görüyoruz. "Allah'ın elçilerine verdiği vaatten cayacağını sanma…"[425] buyuruyor. Peygamberler aracılığıyla bildirdiği tehditlerden geçmeyeceğini buyurmamıştır. Aksine, "…Onların kötülüklerinden geçeceğiz…"[426] buyurmuştur."[427]

Hz. Resulullah /s.a.a/'dan nakledilen; "Kime, Allah, yaptığı bir amelden dolayı bir mükâfat vaat etmişse, mutlaka onu yerine getirecektir. Kime de yaptığı bir amelden dolayı bir ceza tehdidinde bulunmuşsa, ihtiyar o konuda Allah'a aittir"[428] hadis-i şerifi de bunu teyit etmektedir.

Muhyiddin Arabî, vaade sadık kalmanın övgüye layık olması ilkesine dayanarak, Allah Teala'nın, mutlaka affa dair olan bu vaadini yerine getirip, birçok isyankâr kulunu affedeceği; cehenneme gideceklerin de Allah Teala'nın Muntakim ismi gereğini yerine getirdikten sonra, cehennem azabının onlar için cennet ehlinin nimetinden farklı olan bir çeşit nimete dönüşeceği neticesine varmıştır. [429]

Davut bin Mahmut El- Kayseri ise, Muhyiddin'in bu sözlerini genişçe ele alarak konuya daha açıklık getirmiştir.

O şöyle yazıyor: "Bil ki, ahirette bütün kulları kapsamı altına alacak genel makamlar, her biri kendi içinde sayısız birçok derecelere bölünmekle birlikte, ilâhi kelamın bildirdiği gibi; Cennet, Cehennem ve A'raf olmak üzere üç kısımdır. Her bir makama bizatihi o makamın ehlinin kemalini talep eden bir ilâhi isim hâkimdir. Zira o makamın ehli o ismin raiyeti mesabesindedir. O makam da bu ehli ile mamur olmaktadır. Allah'ın vaadi ise bu makamların hepsini kapsamaktadır. Zira Allah'ın vaadi her şeyi kendine layık olan kemale ulaştırmaktır. Dolayısıyla Cennet, Allah Teala'nın vaadi olduğu gibi, Cehennem ve A'raf da Allah'ın vaadidir. Allah'ın iadı /tehdidi/ de böyle olup her üç makamı da kapsamı altına almaktadır. Cennet ehli, cennete, önünden bir çeken ve arkasından bir iten olmak üzere girecektir. Allah Teala: "Her can, beraberinde bir sürücü ve şahit bulunduğu halde gelir"[430] buyuruyor. Cennet ehlini cennete çeken onlarla cennet arasında peygamberler ve evliyalar vasıtasıyla kazanılan zati münasebettir. Sürücüleri ise onları çeşitli belalar ve musibetlerle tehdit eden Rahman'dır. Cehennem ehlini cehenneme çeken onlarla cehennem arasında olan zati münasebet, sürücüleri ise Şeytan'dır. Dolayısıyla cehennem onlar için vaat edilen bir yer hükmüne girer.

Allah Teala'nın iadına /tehdidine/ gelince, Allah Teala'nın Muntakim isminin gereği olup, beş taifeyi kapsamına alacaktır. Çünkü cehennem ehli ya Allah'a ortak koşandır, ya kâfirdir, ya münafıktır, ya da iman ehli olan isyankârdır. Bu sonuncusu ise, kâmil olmayan tevhit ehli arif ve hicap ehli olmak üzere iki kısma ayrılır. Böylece beş kısım ortaya çıkıyor. Bunlar Allah Teala'nın Muntakim isminin sultasına girdiklerinde cehennemin ateşinde acı çekeceklerdir.

Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "De ki: "Gerçek Rabbinizdendir." Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz zalimler için, duvarları çepçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışız­dır. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su kendile­rine sunulur. Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir kalma yeri!"[431]

Yine şöyle buyurmuştur: "Suçlular ise, hiç şüphesiz cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar. Biz onlara zulmetmedik, ama onlar zalim kimselerdi. Onlar: "Ey nöbetçi! Rabbin hiç değilse canımızı al­sın" diye seslenirler. Nöbetçi: "Siz böyle kalacaksınız" der."[432]

Yine şöyle buyurmuştur: "Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir, cehennemde temellidirler. Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. /Allah/: "Ayetlerim size okunurken onları yalanlıyordunuz değil mi?" der. /Şöyle derler/: "Rabbimiz! Bizi bedbahtlığımız yenmişti; sapıklar topluluğu olmuş­tuk." "Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, tekrar günaha dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz." Allah: "Orada alçakça kalın! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! İnandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükâfatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der."[433]

Böylece onlara yıllar ve dönemler geçip cennet nimetlerini unuttuklarında; "…Artık sızlan­sak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur"[434] diyeceklerdir. İşte o zaman rahmet onlara gelecek ve azap onlardan kalkacaktır."[435]

Ehl-i Beyt mektebinin büyük filozoflarından Sadr'ül Müteallihin de büyük eseri "Esfar-ül Erbaa" kitabında cehennemde ebedi kalacakların azabının ebedi olmayacağı hususunda Muhyiddin Arabî'nin görüşünü kabul ederek, bütün yaratıkların bizzat kendine layık kemali talep ettiğini, kemaline ulaştığında da rahata kavuşacağını delil getirmiştir. Zira bir şeyin kemali onun için azap olamaz.

Ancak bununla birlikte Sadr'ül Müteallihin, cehennem azabının ebedi olarak devam edeceğini de savunarak, bunun, kişiler üzerinde değil, gruplar üzerinde olacağını savunuyor. Yani her bir grup cehenneme girip cezasını çektikten sonra cehennem, cezasını çekmiş olan grup için nimete dönüşürken; cehennem ehli olan yeni bir grup için azap başlayacak ve bu böylece ebedi olarak devam edecektir. Çünkü Allah'ın zatî sıfatları, yaratılışın sonsuz olarak devam etmesini ve her âlem ve döneme ait varlıkların kemallerine ermelerinden sonra benzeri sonraki âlem ve döneme ait varlıkların muhasebesinin başlamasını iktiza ediyor.

Sadr'ül Müteallihin şöyle diyor: "Bil ki, hikmet ilkeleri; tabiatın tabii iktizasını zorla engellemenin sonsuza kadar devam edemeyeceğini, her tabii varlığın bir gayet ve nihayeti olduğunu, o gayetin onun kemali ve hayrı olup bir vakit elbet ona ulaşacağını ve Allah Teala'nın, varlıkları mevcut hayırlarını koruma ve fiilen yoksun olduğu kemalini talep etme tabiat ve özelliği üzere yarattığını ispatlamaktadır. Nitekim Allah Teala: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra da onu doğru yola hidayet edendir"[436] buyurmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, her varlığın varlığa ve talep edip ulaşmak için bizatihi hareket ettiği zati gayet ve nihayeti olan varlık kemaline aşk beslediğini görmekteyiz. Varlığın bu hareketi, her gayete ulaştıktan sonra, bir sonraki gayete ulaşmak için, böylece devam edip gidecek ve bir ön kesici ve engelleyici olmadığı sürece gayetlerin gayeti ve hayırların hayrı olup en son gayet olan Hak Teala'ya ulaşıncaya kadar devam edecektir.

Ancak önceki bölümlerde ispatladığımız üzere, engelleyiciler ve ön kesiciler ne çoğunlukta olabilir, ne de daimi. Zira aksi takdirde düzen bozulur, varlıklar muattal kalır, hayırlar batıl olup gider, yer ve gök ayakta duramaz ve ne dünya ne de ahiret yaratılamazdı. "Bu ise ancak kâfirlerin zannıdır. Kâfirlere cehennem ateşinden dolayı yazıklar olsun."[437] Böylece bütün varlıkların bizatihi Hak Teala'yı talep ettiği, bizatihi ona kavuşmaya müştak olduğu, adavet ve nefretin ise arazi olarak ortaya çıktığı anlaşılmış oldu.

Bu yüzden kim, bizatihi Allah'a kavuşmayı severse, Allah Teala'da, ona kavuşmayı bizatihi sever. Kim de, nefsine arız olan bir hastalıktan dolayı, arazi olarak Allah'a kavuşmaktan nefret ederse, Allah da arazi olarak ona kavuşmaktan nefret eder. Bu yüzden de onun hastalığı gidip ilk fıtratına dönünceye kadar, ya da hastalık haline adet edip alışıncaya kadar ona azap verir. Sonra o ilk fıtratına dönünce, ya da ilk fıtratına dönmesinden ümit kesip, hasta haline alışarak, Allah'ın özel rahmetinden meyus olan kâfirlerin fıtratı olan ikinci fıtrata kavuşunca, azap ondan gider. Çünkü Allah'ın genel rahmeti her şeyi kapsamı altına almıştır. Nitekim Allah Teala: "…Azabımı istediğime indiririm, rahmetim ise her şeyi kapsamıştır…"[438] buyurmaktadır.

Sonra katımızda bir takım ilkeler vardır ki; onlar, cennetin nimet ve hayırlarının cennet ehline ebedi olacağı gibi, cehennemin azap ve acılarının da cehennem ehline daimi olacağını ispatlamaktadır. Fakat bu iki daimilik arasında fark vardır."[439]

Yani cennetin nimetinin daimiliği kişisel, cehennemin azabının daimiliği ise türseldir ve şahısların birbirinin ardınca değişimiyle türsel olarak azap devam edecektir.

Sonra Sadr'ül Müteallihin Hadis-i Kutsi'de yer alan, "Ben, Âdem'in /Yani Ebu-l Beşer Âdem /a.s/'ın/ isyanını dünyanın mamur olma sebebi kıldım" tabiri ile Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de yer alan: "Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat Benden, cehennemi hem cinlerden hem insan­lardan bir kısmıyla dolduracağıma dair söz çıkmıştır."[440] ayetinden yola çıkarak, dünya nizamının, şakı insanlar olmaksızın düzene giremeyeceğini; tabii olarak onların zati gayet ve menzillerinin saadet ehlininkinden farklı olacağını ve her şeyin tabii ve zatı gayesinin ise onun için acı olamayacağını ve bilahare en sonunda cehennem ehlinin de azabının son bulacağına delil getirmiştir.

Sadr'ül Müteallihin şöyle diyor: "Sen biliyorsun ki, dünya nizamı katı nefisler ve kaba kalpler olmaksızın düzene giremez. Eğer bütün insanlar Allah'ın azabından korkan nefis sahibi ve alçak gönüllü saadet ehlinden oluşsaydı, aşırı tamahlarıyla bu dünyanın abat olmasını sağlayan tuğyancı Firavunlar ve Deccallar gibi katı nefis sahipleri, insandan olan şeytanlar gibi hileci nefis sahipleri ve kâfirler gibi cahil hayvansal nefis sahipleri olmadığından düzen bozulurdu. Hadis-i Kutsi'de "Ben, Âdem'in /Yani Ebu-l Beşer Âdem /a.s/'ın/ isyanını dünyanın mamur olma sebebi kıldım" buyrulmuştur. Yine Allah Teala: "Biz dilesek elbette herkese hidayet verirdik. Fakat Benden, cehennemi hem cinlerden hem insan­lardan bir kısmıyla dolduracağıma dair söz çıkmıştır."[441] buyurmuştur.

O halde önce de açıkladığımız üzere, âlemin tek bir tabakaya sahip olması, hikmete aykırıdır. Zira bu takdirde mümkün olan diğer tabakalar güç halinden fiiliyata kavuşturulmadan imkân âleminde bırakılmış olurdu. Bu ise bu âlemin birçok derece ve tabakalarının sahiplerinden yoksun olmasını doğururdu. Oysa bu âlemin düzeni, bu dünyada ihtiyaç duyulan zulmet ve hicap ehlinin ürettiği bir kısım hakir ve düşük nesneler olmaksızın yoluna giremez. Bu nesnelerden hem saadet ehli yararlanır hem de keramet, nur ve muhabbet evinden uzak olan şakiler. Dolayısıyla Hikmet-i Hak, tabakaların dereceleri için güçlülük ve zayıflık, saflık ve bulanıklık bakımından istidatların farklı olmasını gerektirir.

Allah Teala'nın nafiz olan kaza ve kaderi de hem saadet hem de şekavet ehlinin olmasına hükmetmiştir. Öte taraftan her taifenin varlığı ilâhi kaza ve kader ile Rabbani ismin zuhuru gereğince olduğuna göre, her bir taife için zati gayet ve hakiki menzil de olması zorunludur.

Bu durumda nesnelerin zatlarında olan ve yaratılış fıtratlarında yerleşen şeylere dönmeleri, gerçi aralarına ayrılık girip onlardan uzun müddetlerce ayrı kalsalar ve orada istikrar bulmaları uzun zamanlar alsa bile, onlar için uyumlu ve lezzetli olmalıdır. Nitekim Allah Teala: "Kendileriyle, arzuladıkları şeyler arasına artık engel konur; nitekim daha önce, kendilerine benzeyenlere de aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar şüphe ve endişe içindeydiler."[442] buyurmaktadır."[443] Yani, gerçi cehennem ehli ile arzuladıkları şeyler arasına bir engel girerek uzun müddetlerce acı çekmelerine sebep olacaktır. Ama cehennem, onların tabiatlarının ve zatlarının iktiza ettiği bir şey olduğundan, sonunda onlar için nimet halini alacaktır.

Sonra Sadr'ül Müteallihin, Muhyiddin Arabî'nin "Futuhat-ı Mekkiye" kitabında yer alan; "Genel hallerden biri de Allah'ın yaratıkların yaratılışında koyduğu Allah'tan gayrisine tapmama fıtratıdır. Dolayısıyla bütün insanlar bu fıtrat gereği tevhit üzere bakidirler. Allah'tan gayri ilâhlara tapanlar da onları Allah olarak değil, Allah'a yakınlaştırıcı vesile olarak ilâh edinmişlerdir" sözünün açıklamasında şöyle yazıyor: "Bu, varlıklarda olan zati ibadettir. Biz daha önce tabii varlıkların zatında ve nefislerde olan bütün tabii hareketlerin ve değişimlerin Allah'a yönelik, Allah'ın gücü ve Allah yolunda olduğunu söylemiştik. Bu açıdan insan, fıtratı gereğince Allah'a doğru hareket edenlerin içinde yer almaktadır.

Ancak insan ihtiyarı ve heva hevesi gereğince, iman ehli ve inkârcı olmak üzere iki kısma ayrılır. Eğer saadet ehlinden olursa, fıtri yakınlığına yakınlık katar, çabasıyla fıtri sülûküne derinlik ve daha hızlılık kazandırır.

Ama eğer, sağır, kör ve bir şey taakkul etmeyen özürlü kâfirlerden olursa; o, hayvanlar gibi olup, hayvansal isteklerden başka bir şey anlamaz. O, varlığına gaye olarak, dünya peşinde olmak ve bedeni mamur etmekten başka bir şey düşünmez. Ahiretten ise hiçbir nasibi olmaz. O, ancak davarların ve yırtıcı hayvanların otlağında hareket eder. O, hayvanlar gibi mahşere gelir, hayvanlar gibi hesaba çekilir, hayvanlar gibi mükâfatlandırılır veya cezalandırılır.

Ve eğer, has fıtrattan reddedilen ve rahmet semasından kovulan nifak ehlinden olursa, onun cezası daha acı olur. Çünkü o, kendi yaptıklarıyla yaratılış fıtratından sapmış ve cehennem kuyusuna kendini atmıştır. Dolayısıyla fıtrattan uzaklaştığı ve cehennem kuyusuna düştüğü oranda onun azabı daha acı olacaktır.

Fakat rahmet daha geniştir. Cehennem ehlinin cehennemde çektiği acılar da düşük hayvansal özelliklerle çelişen asli cevherin henüz onların zatında olduğunu göstermektedir. Bu arada yerinde ispatlandığı üzere, iki zıt arasındaki çatışma ve mukavemet ise, ne daimi olabilir, ne de çoğunlukta. Kaçınılmaz olarak bu mukavemet, ya iki zıttan birinin batıl olup gitmesiyle, ya da birinin diğerinden kurtulmasıyla son bulur. Ancak insanın zatı batıl olup gitmeyi kabul etmediğinden, ya düşük hayvansal özellikler /eğer sebepleri şirk koşmak gibi itikadi hususlardan oluşmazsa/, sebeplerinin ortadan kalkmasıyla yok olup gider ve insan, asli fıtratına dönerek cennete girer, ya da insanın fıtratı başka bir fıtrata dönüşür ve böylece insan acı ve azaptan kurtulur."[444]

Velhasıl İslam ulemasından Muhyiddin Arabî ve Sadr'ül Müteallihin gibi birçok büyük zat, cehennemde ebedi kalmanın ebedi acı ve azap çekmeyi gerektirmediğini, bunun Allah'ın sonsuz genel rahmetiyle bağdaşmadığının yanı sıra, irfanı mükâşefeler ve hikmet ilkeleriyle birlikte, birçok Kur'an ayetinin de buna işaret ettiğini savunmuşlardır.

Muhyiddin-i Arabî şöyle diyor: "Cehennemi mamur eden cehennem ehlinin cehennemde bulunması, onların illa da orada acı çekmelerini gerektirmiyor. Zira cehennemin kontrolcüsü Malik, meleklerden olan bekçileri ve cehennemde olan yılan akrep gibi haşereler de cehennem ehli olup onu mamur edenler arasında bulunmaktalar. Kıyamet günü de onlar orada bulunacaklardır. Ancak onların hiç biri cehennem ateşinden acı duymamakta ve azap çekmemektedir. Cehennemde ölmeden ve dirilmeden kalacak olan diğer ehlinin durumu da aynı olabilir.

Kur'an ve hadislerde Allah Teala'nın bütün yaratıkları kendine nispet vererek, geneli kapsayacak şekilde; "Ey kullarım" diye hitap ettiği yer almıştır. Allah Teala rahmeti kapsamına girmeyen bir şeyi asla kendine nispet vermez. O halde onlar cehennemde ebedi kalsalar bile, Allah onların azap ve acılarını ebedi kılmayacaktır.

Nitekim Allah Teala /hadis-i kutside/ şöyle buyurmuştur: "Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz hep birlikte sizden en takvalı kişinin kalbine sahip olmakta bir araya gelseniz, bu benim mülküme bir şey artırmaz.

Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz sizden en isyankâr kişinin kalbine sahip olmakta bir araya gelseniz, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez.

Ey kullarım! Eğer ilkiniz ve sonunuz, insanlarınız ve cinleriniz bir meydanda toplanarak benden dilekte bulunsalar ve ben onların her birinin isteğini ona versem, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez." /Hadis-i Kutsi/

Şüphe yok ki, herkes ona acı veren şeyden nefret eder, Allah Teala'dan ona acı vermemesini ve varlıkları ona lezzetli kılmasını ister. İstek ise bazen sözlü olur, bazen de süt emer çocuğun ağlamasında olduğu gibi lisan-ı hal ile olur." [445]

Bizim burada cehennem ehlinin azap ve acılarının ebedi olmayacağına dair Muhyiddin-i Arabî, Sadr'ül Müteallihin ve Davud-u Kayseri gibi zatlardan naklettiğimiz bu deliller, bu zatların konu hakkında zikretmiş oldukları delillerden sadece birkaç örnektir. İsteyen ilgili kitaplara müracaat ederek konuyu daha detaylı olarak inceleyebilir.

Ancak şunu belirtmeliyiz ki, bizim kendimiz Allah Teala'nın indirdiği hükümlere olduğu gibi inanmakla birlikte, sonsuz rahmet sahibi olan Hak Teala'nın kullarına sonsuz acı çektireceğini uzak görüyoruz. Nitekim hadis-i şerifte en son şefaat edenin Erham-ür Rahimin'in olacağı yer almıştır. Yani kıyamet günü şefaat edecek olan peygamberler, evliyalar, âlimler ve şehitler gibi bütün şefaat edenlerin şefaat edip isyankâr kullardan birçoğunun azaptan kurtulmasına vesile olduktan sonra, kendi kusurundan dolayı bunlardan hiç birinin şefaatine layık olmayan ve her kapıdan ümidi kesilenler için rahmeti herkesten bol olan Erham-ür Rahimin ümit kapısı olacak ve O'nun sonsuz rahmeti böyle insanların da imdadına yetişecektir. Özellikle de kıyamet günü Allah Teala'nın rahmetinin tamamının tecelli edeceği hadislerde yer almıştır.

Hz. Resulullah şöyle buyurmuştur: "Allah Teala gökleri ve yeri yaratırken yüz rahmet yarattı. Yeryüzüne sadece bir rahmet koydu. İşte o rahmet eserinde anne yavrusuna şefkat gösterir. Hayvanlar ve kuşlar yavrularına ilgi gösterir. Doksan dokuz rahmeti ise kıyamet günü için saklamıştır. Kıyamet günü olunca, bu rahmetle birlikte yüz rahmeti tamamlayacaktır."[446]

Fakat buna rağmen, kitabımızın Adalet bölümünde de belirttiğimiz üzere, faraza cehennem ehlinin azabı ebedi olsa da, bu Allah Teala'nın adil olması ve sonsuz rahmetiyle hiçbir çelişkisi yoktur. Zira orada açıkladığımız gibi, suç ile ceza arasında uyum olması itibari cezalarda aranır, suçun doğal sonucu ve hatta suçun kendinden ibaret olan cezalarda değil.

Aslında, "Allah'ın kıyamet günü vereceği cezalar, O'nun rahmet ve adaletiyle nasıl bağdaşır?" sorusunu yöneltenler önemli bir noktadan gaflet etmişlerdir. Yani, onlar tekvini kanunlarla, koyulan kanunlar arasında olan farkı görememişlerdir. Örnek olarak koyulan kanunlarda şöyle ilan olunur: "Kim şu suçu işlerse, ona bu kadar ceza verilecektir." Muhakkak bu hususta suçla ceza arasında uygunluk ve eşitlik gerekmektedir. Hiçbir zaman küçük bir suç için birini idam etmezler. Bu gibi yerlerde hikmet ve adalet suçla ceza arasında tam olarak uyum olmasına hükmetmektedir.

Ama gerçekte amelin doğal eseri veya kendi tecessümü olan cezalar, ister bu dünyada olsun ister o dünyada yukarıdaki sorulan sorunun ve konunun kapsamına girmez. Örnek olarak trafik kurallarını çiğneyen bir şoförü göz önüne alalım, kuralları çiğnediğinden veya aşırı hızdan dolayı kaza yapıyor ayakları kırılıyor sonuç olarak bir ömür boyu yürüyememeye mahkûm olur. İşte burada kimse; "Ani bir hatadan dolayı bir ömür boyu öyle kalması adaletsizliktir" diyemez. Çünkü onun başına gelen kendi dikkatsizliğinin doğal eseridir. Yine eğer bir doktor birine; "İçki içmeyin, aksi takdirde karaciğeriniz ve bir takım iç organlarınız bozulacak ve ömür boyu acı çekeceksiniz" dediğinde, doktorun bu tavsiyesini dinlemeyip içki içenin bir ömür boyu hastalığa duçar olması, hiçbir zaman günahla ceza arasındaki eşitsizlik sayılamaz.

Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, kitabımızın adalet bölümünde açıkladığımız üzere, ahiretle ilgili cezalar amellerin doğal neticesi veya kendi tecessümü türündendir, amellerin tekvini ve doğal eserlerinin veya kendi tecessümünün insanın karşısına çıkması ve sürekli olması gayet doğaldır. Adalet ve rahmetle hiçbir çelişkisi yoktur. Kur'an-ı Kerim konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Derken işledikleri kötülükler kendilerine belli oldu ve onları, alaya aldıkları şeyler ku­şatıverdi."[447]

Bir an heva ve hevese uymak bir ömür boyu hüzün ve pişmanlık duymayı doğurabilir. Bir kibritin yakılması, bir şehri yakıp kül edebilir. Böylece bizim de iyi ve kötü amellerimizin eserleri kalıcı olabilir.

Cennet ve Cehennemin Var Oluşu

Her ne kadar Ehl-i Sünnet'ten Mutezile mezhebine mensup bazıları cennet ve cehennemin şimdi var olmadıklarını ve kıyamet günü yaratılacaklarını ileri sürmüşlerse de, İslamî mezheplerin çoğunluğu, Kur'an-ı Kerim ayetleri ve hadislerden anlaşıldığı üzere, cennet ve cehennemin şimdi var olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Ehl-i Beyt ulemasının önde gelen liderlerinden olan Şeyh Mufit şöyle yazıyor: "Cennet ve cehennem şu an için yaratılmışlardır. Hadisler bunu belirtiyor, şeriat ve hadis ehlinin icması da bu doğrultudadır."[448]

Ehl-i Sünnet ulemasından Teftazani ise şöyle yazıyor: "Cennet ve cehennemin kıyamet günü yaratılacağını sanan Mutezile mezhebinden Ebu Haşim ve Kadı Abd-ul Cebbar ve benzerlerinin aksine, müslümanların cumhuru, cennet ve cehennemin yaratılmış oldukları görüşündedirler."[449]

Kur'an-ı Kerim cennet hakkında şöyle buyurmuştur: "Rabbinizden bir mağfiret ve Allah'a ve pey­gamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennet için yarışın; bu Allah'ın dilediğine verdiği lütfüdür. Allah, büyük lütuf sahibidir."[450]

Yine Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki onu, /Cebrail'i/ Sidret-ül Münteha yanında başka bir inişinde de görmüştür. Me'va Cenneti de oradadır."[451]

Cehennemle ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: "Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu /kâfir/ insanlarla taşlardır. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır."[452]

Bu ve benzeri ayetler cennet ve cehennemin şu anda yaratılıp hazırlandığını belirtmektedir.

Hadislerde ise, cennet ve cehennemin var oldukları hususu daha açık olarak ortaya konmuştur:

Hz. İmam Rıza /a.s/ ashabından birinin cennet ve cehennemin şu an için var oluşuna dair sorusuna cevaben şöyle buyurmuşlardır: "Cennet ve cehennem bu an için vardır. Hz. Resulullah /s.a.a/ miraca gittiğinde cennete girdi ve cehennem ateşini gördü." Ravi diyor; ben İmam'a: "Bazılarının cennet ve cehennemin takdir edildiğini ve bu an için yaratılmadığını savunduklarını" söyledim. Bunun üzerine, İmam /a.s/ şöyle buyurdular: "Onlar bizden ve biz de onlardan değiliz. Kim cennet ve cehennemin yaratılmış olduğunu inkâr ederse peygamber ve bizi yalanlamış olup cehennemde ebedi kalacaktır. Allah Teala: "İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur. Onlar, cehennem ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar"[453] buyuruyor."[454]

Keza Hz. Resul-ü Ekrem /s.a.a/'in Miraca gittiğinde cennet ve cehennemi müşahede etmesi de bunu ispatlamaktadır.

Yine hem Ehl-i Beyt, hem de Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan: Hz. Resul-ü Ekrem /s.a.a/'in Miraç gecesi cennete girdiğinde cennet meyvelerinden yediği ve Hz. Fatime-i Zehra'nın bu cennet meyvesinden oluştuğu, bu yüzden Resul-ü Ekrem /s.a.a/'in Hz. Zehra'yı her öptüğünde: "Ondan cennetin kokusunu alıyorum"[455] buyurduğuna dair olan hadisi şerif de cennetin bilfiil şimdi var olduğunu göstermektedir.

Meadla ilgili bahsimizi burada bitirirken, sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Cenab-ı Hak'tan bu naçiz çalışmayı kendi yüce lütuf ve inayetiyle kabul buyurmasını ve bütün iman ehlini sonsuz rahmetiyle kıyametin acı azabından korumasını niyaz ediyorum.

 

 


[1]– Al-i İmran/185

[2]– Nehc-ül Belağa Hutbe/42

[3]– Mecme-ul Beyan c. 8 s. 645

[4]– Zümer/42

[5]– Tefsir-i Numune c. 19 s. 478

[6]– Mizan-ül Hikmet c. 9 s. 235, İlm-ül Yakin c. 2 s. 1045

[7]– Me'an-ül Ahbar s. 289, İlm-ül Yakin c. 2 s. 1045

[8]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 152

[9]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1055, Bihar-ül Envar c. 6 s. 152

[10]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1056

[11]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 249

[12]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 136

[13]– Me'an-ül Ahbar/s. 289

[14]– Nehc-ül Belağa Muttakin hutbesi

[15]– Me'an-ül Ahbar s. 290, İlm-ül Yakin c. 2 s. 1057

[16]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1057

[17]– Numune Tefsiri c. 18 s. 152

[18]– Cuma/6, 7

[19]– El- Mizan Tefsiri c. 19 s. 455

[20]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 129

[21]– İlahiyat Cafer Sübhani'nin s. 447 naklen Tarih-i Camii Edyan s. 310

[22]– İlahiyat Cafer Sübhani'nin s. 447 naklen Tarih-i Camii Edyan s. 310

[23]– İlk Semuol 2. bölüm 6. cümle

[24]– Esfiya Nebi'nin Kitabı 1. bölüm 18. cümle

[25]– Eşiya/26. bölüm 19.cümle

[26]– Hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s)'ın babası olmadığından Cenab-ı Hakk'ı Hz. İsa'nın babası olarak anarlar.

[27]– Matta İncili 16. bölüm 27. cümle

[28]– Matta İncili 13. bölüm 49 ve 50. cümleler

[29]– Markos İncili 9. bölüm 42. cümleden 49. cümleye kadar

[30]– Yuhanna İncili 6. bölüm 39 ve 40. cümleler

[31]– Hac/7

[32]– Bakara/38, 39

[33]– A' raf/35, 36

[34]– Nuh/17, 18

[35]– Ankebut/17

[36]– Bakara/126

[37]– A'raf/144. ayetten 147. ayete kadar

[38]– Mü'min/26, 27

[39]– Mü'min/38. ayetten 44. ayete kadar

[40]– Al-i İmran/55. ayetten 57. ayete kadar

[41]– Hicr/85

[42]– Hac/1, 2

[43]– Bakara/254

[44]– En'am/29

[45]– Câsiye/24

[46]– Câsiye/24

[47]– Sebe/7

[48]– Sebe/8

[49]– Mü'minun/35. ayetten 38. ayete kadar

[50]– İsra/49

[51]– Yâsin/78

[52]– İsrâ/51

[53]– İsrâ/51

[54]– Kaf/15

[55]– Vakıa/60, 61, 62

[56]– Yâsin/77, 78, 79

[57]– Rum/27

[58]– Hac/5, 6, 7

[59]– A'raf/57

[60]– Kaf/9, 10, 11

[61]– Fâtır/9

[62]– Rum/19

[63]– Ankebut/64

[64]– Hac/5, 6, 7

[65]– Kaf/3

[66]– Mülk/3, 4

[67]– Zümer/67

[68]– Ahkaf/33

[69]– İsrâ/99

[70]– Yasin/81

[71]– Kaf/41. ayetten 44. ayete kadar

[72]– Teğabûn/7, 8, 9

[73]– Bakara/260

[74]– Bakara/259

[75]– Bakara/243

[76]– Bakara/72, 73

[77]– Bakara/55, 56 ve A'raf/155

[78]– Kehf/10, 11, 12

[79]– Al-i İmran/49 ve Maide/110

[80]– Kâlem/35, 36

[81]– Casiye/21, 22

[82]– Sâd/27, 28

[83]– Mü'min 39

[84]– A'raf/187

[85]– Zâriyat/56

[86]– İbrâhim/8

[87]– Al-i İmran/97

[88]– Bkz. Al-i İmran 9, 25, Nisa/87, En'am/12, Kehf/21, Hac/7, Mü'min/59, Şura/7, Casiye/26, 32

[89]– Sâd/27

[90]– Duhan/38, 39

[91]– Hicr/85

[92]– Mü'minun 115, 116

[93]– Kaf/31, 32

[94]– Zuhruf/83

[95]– Zariyat/60

[96]– Hicr/42. ayetten 50. ayete kadar

[97]– Keşf-ül Murad s. 406

[98]– Nisa/122

[99]– Al-i İmran/9

[100]– Al-i İmran/194

[101]– Bkz. Zümer/67, Hac/74, En'am/91

[102]– Lisan-ül Arap c. 3 s. 8 berzah kelimesi

[103]– Rahman/20

[104]– Mü'minin/99

[105]– Ahmet bin Hanbel'in Es-Sünne kitabı s. 47, El- İlahiyat Cafer Sübhani'nin c. 2 s. 735

[106]– Şerh-i Usul-ül Hamse s. 730

[107]– Akaid Saduk'un s. 81

[108]– Şerh-ül İtikadat liş Şeyh Saduk s. 100

[109]– Şerh-ül İtikadat liş Şey Saduk s. 100

[110]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 271

[111]– Mü'minun/99, 100

[112]– Tefsir-ül Keşşaf c. 3 s. 203

[113]– Tefsir-i Ebu-s Suud c. 6 s. 150

[114]– El- Mizan c. 15 s. 72

[115]– El- Bahr-ül Muhit c. 7 s. 584

[116]– Er-Ruh s. 73

[117]– Mü'min/11

[118]– Nuh/25

[119]– Mü'min 46

[120]– Yasin/20. ayetten 26. ayete kadar

[121]– Al-i İmran/169, 170

[122]– Bakara/154

[123]– Kafi c.3 s. 245

[124]– Bihar-ül Envar c. 6. S 134

[125]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 267

[126]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 134, Usul-u Kafi c. 3 s. 246

[127]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 216

[128]– İbrahim/17

[129]– Furkan/24

[130]-Tefsiri Ali b. İbrahim Kummi, c.1 s.340; Tefsir-i Ayyaşi, c. 2 s. 227, Kuleyni Furu-u Kafi, c. 3 Kitab-u el-Cenaiz s. 3, 231, Şeyh Tusi el-Emali, c.1 s. 9, 357, Bihar-ül Envar c. 6 s. 225, 226

Burada dikkat edilmesi gereken nükte şudur ki; bu ve benzeri hadislerde geçen amelin tecessüm bulması, ölen insanın tecessüm bulan ameliyle konuşması, kabir suali, kabir sıkması, kabre cennetten veya cehennemden bir kapı açılması vb. olaylar, ölen insanın berzah âlemindeki bedeni üzerinde vuku bulan olaylardır. Yoksa biz, "kabre defnedilen bedeni açtığımızda onun üzerinde bu gibi olayların herhangi bir izine rastlamıyoruz veya kabre kaydedici bir cihaz bıraksak böyle konuşmaların olduğunu görmüyoruz" deyip de bunları yalanlamak mümkün değildir. Çünkü bu olay madde âleminin bir üst tabakası olan berzah âleminde vuku bulmaktadır. Dolayısıyla da bunların izine madde âleminde rastlamak mümkün değildir. Zaten bu gibi hadisler de bu anlama işaret etmektedir. Ancak bizlerin anlaması için bazen de maddi tabirler kullanılmıştır.

[131]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 214

[132]– Buhar-ül Envar/c. 2 s. 124, Müslim c. 4 s. 65, Müsnet c. 2 s. 51

[133]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 223.

[134]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 223

[135]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 266

[136]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 235

[137]– Vaki'a/88, 94

[138]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 242

[139]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 245

[140]– Nur-us Sakaleyn Tefsiri c. 3 s. 562

[141]– Tevbe/106

[142]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 261

[143]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 221

[144]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 221, 222

[145]– Er- Ruh/s. 56

[146]– Usul-u Kafi/c. 3 s. 23

[147]– Bihar-ül Envar c. 6 s. 257

[148]– Rahman/60

[149]– Nisa/122

[150]– Nisa/48, 116

[151]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1322 naklen Tevhid-i Saduk s. 406

[152]– İsrâ/15, ayrıca bkz. En'am/164, Fatır/18, Zümer/7, Necm/38

[153]– Nisa/85

[154]– Nahl/25

[155]– Müsend-i Ahmet bin Hanbel/c. 4 s. 357 18675. hadis, Sahih-i Müslim

[156]– Bihar-ül Envar/c.71 s. 257

[157]– Bihar-ül Envar/c.6 s.220

[158]– Necm/39

[159]– Necm/39

[160]– Al-i İmran 109

[161]– Tûr/21, Müddessir/38

[162]– Sünen-i Tirmizi/c. 3 s. 1376, Sahih-i Müslim

[163]– Fi Zilli Usul-ül İslam naklen/Et- Tevessül ve'z Ziyare Şeyh Muhammed Hakkı'nın s. 234

[164]– Haşr/10

[165]– Mü'min/7

[166]– Şûra/5

[167]– Er- Ruh İbn-i Kayyim Cevzi'nin s. 5

[168]– Aynı kaynak

[169]– Sahih-i Buhari hadis no/1252, 1285, Sahih-i Müslim hadis no/5116, Sünen-i Nisai hadis no/2023, 2022, 2224, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2812, Müsned-i Ahmet hadis no/11823, 12964

[170]– Sünen-i Nisai c. 4 s. 93 hadis no/2010, 2012, Müslim hadis no/1619, İbn-i Mace hadis no/1535, Müsned-i Ahmet hadis no/21907, 23335 vs.

[171]– Sünen-i Nisai c. 4 s. 94 hadis no/2013, Müslim hadis no/1620, İbn-i Mace hadis no/1536, Müsned-i Ahmet hadis no/21961 vs.

[172]– Sahih-i Müslim c. 7 s. 41 hadis no/1618

[173]– Sahih-i Müslim c. 7 s. 30 hadis no/1600, Tirmizi hadis no/946, Nisai hadis no/1957, 1958, İbn-i Mace hadis no/1489, Müsned-i Ahmet hadis no/22850 vs.

[174]– Sünen-i Ebu Davut c. 3 s. 215 hadis no/2804

[175]– Cami-ül Usul c. 11 s. 149

[176]– Vesail-üş Şia c. 3 s. 199

[177]– Vesail-üş Şia c. 3 s. 225

[178]– Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/19415

[179]– Kenz-ül Ummal/c. 15 s. 655 hadis no/42596

[180]– Müsned-i Ahmet bin Hanbel c. 5 s. 26 hadis no/19416, 19427, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2714, Sünen-i İbn-i Mace hadis no/1438

[180]– Saruh-ül Kur'an s. 82

[181]– Saruh-ül Kur'an s. 82

[182]– Muheccet-ul Beyza/c. 8 s. 290, Vesail-üş Şia/c. 3 s. 227

[183]– Vesail-üş Şia/c. 3 s. 199

[184]– Sahih-i Müslim/c. 8 s. 24 hadis no/1937, Sahih-i Buhari hadis no/1817, Müsned-i Ahmet hadis no/2320

[185]– Sahih-i Müslim c. 8 s. 25 hadis no/1937, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2878, Müsned-i Ahmet hadis no/1901, 3245

[186]– Sünen-i Nisai c. 6 s. 250 hadis no/2589, Sahih-i Buhari hadis no/1299, 2554, Sahih-i Müslim hadis no/1672, 3082, 3083, Müsned-i Ahmet hadis no/23117, Sünen-i Nisai/hadis no/3589, Muvatta-i Malik hadis no/1255

[187]– Sünen-i Tirmizi c. 3 s. 56, 57 hadis no/605, Sahih-i Buhari hadis no/2563, 2563, Sünen-i Nisai/hadis no/3595, Müsned-i Ahmet hadis no/3324

[188]– Sahih-i Müslim c. 11 s. 83 hadis no/3081, Sünen-i Nisai hadis no/3592, Sünen-i İbn-i Mace hadis no/2707, Müsned-i Ahmet hadis no/8486

[189]– Sahih-i Müslim hadis no/1939, Sünen-i Tirmizi hadis no/603, 851, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2492, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/21878, 212954

[190]– Sahih-i Buhari hadis no/2551, 2556, Sünen-i Nisai hadis no/3594, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/2919, 2324

[191]– Sahih-i Müslim hadis no/3092, Sünen-i Tirmizi hadis no/1466, Sünen-i Nisai hadis no/3757, 3594, 3758, 3759, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2876, Sünen-i İbn-i Mace hadis no/2123, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/1795, 2891, Muvatta-i Malik hadis no/895

[192]– Sünen-i Nisai hadis no/3756, Süneni Ebu Davut hadis no/2877, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/2951

[193]– Sahih-i Buhari hadis no/1720, Sünen-i Nisai hadis no/2586, Müsned-i Ahmet hadis no/2387

[194]– Sahih-i Buhari hadis no/1935, 1816, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2048, Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/23265

[195]– Müsned-i Ahmet bin Hanbel hadis no/2417, Sünen-i Ebu Davut hadis no/2497

[196]– Sünen-i Nisai hadis no/2587

[197]– Müsned-i Ahmet hadis no/3055, Sünen-i Daremi hadis no/1703, 2227

[198]– Sahih-i Tirmizi hadis no/650, Sünen-i İbn-i Mace hadis no/1748

[199]– Hac/1, 2

[200]– Zelzele/1, 3

[201]– Hakka/14

[202]– İnfitar/3

[203]– Tekvir/1, 2

[204]– Kıyamet/8, 10

[205]– Mearic/8, 9

[206]– Duhan/10, 11

[207]– Zümer/68

[208]– Yasin/49. ayetten 52. ayete kadar

[209]– Nehc-ul Belağa, Hutbe/195

[210]– Bihar-ül Envar/c. 6 s. 324

[211]– Mü'minun/37

[212]– Câsiye/24

[213]– Nisa/56

[214]– Yasin/81

[215]– Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 165, 166

[216]– Eş-Şifa İbn-i Sina'nın İlâhiyat bölümü s. 423

[217]– Kıyamet/3, 4

[218]– Yasin/78, 79

[219]– Nehc-ül Belağa/Hutbe/83

[220]– Nehc-ül Belağa Hutbe/109

[221]– Şevahid-ür Rübubiye s. 261, 262..

[222]– İbrahim/48

[223]– Yasin/49. ayetten 52. ayete kadar

[224]– İsrâ/52

[225]– İnfitar/19

[226]– Taha/108

[227]– Abese/34, 35, 36, 37

[228]– Abese/38, 40

[229]– Zuhruf/67

[230]– En'am/31

[231]– Nehc-ül Belağa hutbe/83

[232]– Tekvir/10

[233]– İsra/13

[234]– Al-i İmran/30

[235]– Kehf/49

[236]– Hakka/19,20

[237]– Hakka/25

[238]– Nur-us Sakaleyn Tefsiri c. 3 s. 267

[239]– Hud/5

[240]– Ali İmran/98

[241]– Hac/17

[242]– Gürer-ül Hikem s. 128

[243]– Nahl/89

[244]– Kasas/75

[245]– Maide/117

[246]– Nisa /41, Nahl/89

[247]– Furkan/30

[248]– A'raf/6

[249]– Nisa/41

[250]– İhticac s. 242

[251]– Bakara/143

[252]– Hac/78

[253]– Bakara/138

[254]– Hac/78

[255]– Hac/78

[256]– Usul-u Kafi c. 1 s. 190

[257]– Tefsir-i Nur-üs Sakaleyn c. 1 s. 113

[258]– Tevbe/105

[259]– Tevbe/105

[260]– Usul-u Kafi c. s. 219

[261]– Tevbe/105

[262]– Usul-u Kafi c. 219

[263]– Usul-u Kafi c. 1 s. 219

[264]– Fetih/29

[265]– Maide/20

[266]– Bihar-ül Envar c. 7s. 268

[267]– Nur/24

[268]– Yasin/65

[269]– Fussilet/20, 21

[270]– İsra/71, Bihar-ül Envar c. 7 s. 318

[271]– Kaf/17, 18

[272]– Kaf/21

[273]– Yûnus/21

[274]– Kamer/52, 53

[275]– Câsiye/28, 29

[276]– İsra/13, 14

[277]– Kehf/49

[278]– Zelzele/4, 5

[279]– Dürr-ül Mensur/c. 6 s. 380

[280]– El Mizan/c. 6 s. 337

[281]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 318

[282]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 325

[283]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 325

[284]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 315, 316

[285]– Al-i İmran/30

[286]– Nisa/10

[287]– Yasin/54

[288]– İlm-ül Yakın c. 2 s. 1079 naklen Emali-i Es-Saduk s. 51

[289]– Nisa/10

[290]– A'raf/6

[291]– Nahl/93

[292]– Lokman/16

[293]– Bakara/284

[294]– Ğaşiye/25, 26

[295]– Enbiya/47

[296]– Nur/39

[297]– En'am/61, 62

[298]– İlm-ül Yakin/c. 2 s. 1171

[299]– Bihar-ül Envar/c. 7 s. 271

[300]– İsra/13, 14

[301]– Ğaşiye/25, 26

[302]– Tekasûr/8

[303]– Tekasûr/8

[304]– Mizan-ül Hikmet c. 2 s. 411, Bihar-ül Envar c. 7 s. 272

[305]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 273

[306]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 258

[307]– İsrâ/36

[308]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 276

[309]– İnşikak/7, 8

[310]– Nur-us Sakaleyn c. 5 s. 537

[311]– Ra'd/21

[312]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 267

[313]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 266

[314]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 171

[315]– Kehf/103, 104, 105

[316]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 260

[317]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 259

[318]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 265

[319]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 268

[320]– Enbiya/47

[321]– Karia /6, 11

[322]– A'raf/8, 9

[323]– Şuara/182

[324]– Rahman/7, 8, 9

[325]– Hadid/25

[326]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 298, 299

[327]– Bihar-ül Envar c. 78 s. 126

[328]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 252

[329]– Meryem/71, 72

[330]– Hac/4

[331]– Mean-ül Ahbar s. 32, Bihar-ül Envar c. 8 s. 66

[332]– Bihar-ül Envar c. 8 s. 70

[333]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 285

[334]– Bihar-ül Envar c. 8 s. 64

[335]– Taha /109

[336]– Bakara/255

[337]– Yunus/3

[338]– Meryem/87

[339]– Enbiya/26, 27, 28

[340]– Necm/26

[341]– İsra/79

[342]– Sahih-i Buhari hadis no/5829, 6920, Müslim hadis no/296, Tirmizi hadis no/3526, İbn-i Mace hadis no/4297, Müsned-i Ahmet hadis no/7389

[343]– Sahih-i Buhari hadis no/323, 419, Müslim hadis no/810, Nisai hadis no/429, Daremi hadis no/1353, Müsned-i Ahmet hadis no/18902, 20352 vs.

[344]– Men La Yahzuruhu-l Fakih Şeyh Saduk'un c. 3 s. 376, Bihar-ül Envar c. 8 s. 34, Uyun-u Ahbar-ı Rıza c. 1 s. 136, Tirmizi hadis no/2360, İbn-i Mace hadis no/4300, Ebu Davut hadis no/4114, Müsned-i Ahmet hadis no/12745

[345]– El- Hisal Saduk'un 142

[346]– Sünen-i İbn-i Mace hadis no/4301, Müsned-i Ahmet hadis no/5195

[347]– Emali-i Saduk s. 37, Bihar-ül Envar c. 6 s. 223

[348]– Müsned-i Ahmet hadis no/7725, 10295

[349]– Sevab-ül A'mal Şeyh Saduk'un s. 251

[350]– Usul-u Kafi c. 3 s. 270, c. 6 s. 401, Tehzib Şeyh Tusi'nin c. 9 s. 107

[351]– Uyun-u Ahbar-ı Rıza c. 2 s. 66

[352]– Minhac-ün Necat/54

[353]– Mizan- ül Hikmet 123

[354]– Müddessir/39- 48

[355]– Mizan-ül Hikmet c. 5 s. 122

[356]– Tefsiri Numune c.25 s. 257

[357]– Mizan-ül Hikmet c.5 s.122

[358]– El- Hisal Saduk'un 142

[359]– Hicr/45, 48

[360]– Bakara/25

[361]– Rahman /56. ayetten 78. ayete kadar

[362]– Vakia/10. ayetten 39. ayete kadar

[363]– Nisa/56

[364]– Hac/19, 22

[365]– Mü'min/49, 50

[366]– Nebe/21, 27

[367]– Humeze Sûresi

[368]– İbrahim/21

[369]– İbrahim/49

[370]– Sâffat/12. ayetten 39. ayete kadar

[371]– İnsan/4

[372]– Secde/20

[373]– Furkan/11, 12, 13

[374]– Hud/106

[375]– Nehc-ül Belağa, Hutbe/182

[376]– Bakara/82

[377]– Bakara/25

[378]– Ankebut/58

[379]– Usul-u Kafi, c. 2 s. 33

[380]– Meryem/63

[381]– Mizan-ul Hikme, c.2, s.95

[382]– Tevbe/111

[383]– Naziat/40, 41

[384]– Nehc-ül Belağa, Hutbe/42

[385]– Yusuf/18

[386]– Nur- us Sakaleyn c.5 s.507

[387]– Bakara/155, 156, 157

[388]– Ra'd/22, 23, 24

[389]– Furkan/75

[390]– İnsan/12. ayetten 22. ayete kadar

[391]– Nehc-ül Belağa Kısa sözleri/82

[392]– Ahkaf/13, 14

[393]– Fussilet/30, 31

[394]– Nehc-ül Belağa Hutbe 176

[395]– Mücadele/22

[396]– Mearic/22, 34

[397]– Bihar-ül Envar c. 7 s. 276

[398]– Nur-üs Sakaleyn Tefsiri c. 2 s. 401

[399]– Bakara/39

[400]– Al-i İmran/116

[401]– Bakara/161, 162

[402]– Tevbe/68

[403]– Zümer/71, 72

[404]– Mü'min/69. ayetten 76. ayete kadar.

[405]– Cin/23

[406]– Nisa/93

[407]– Nisa/14

[408]– Furkan/68, 69

[409]– Vaidiye mezhebi Havariç mezhebinin bir koludur. Onlar kebire günah /büyük günah/işleyen kimsenin kâfir olup dinden çıktığını savunuyorlar. Bunların tam karşıtı ise, Murcie mezhebidir. Onlar ise, iman olduğu takdirde hiçbir günahın zarar vermeyeceğini kabul ederler. Onlara göre amel imanın erkânından değildir. Nitekim küfür ehline yaptıkları itaatler bir yarar sağlamıyorsa, iman ehline de yaptıkları isyan bir zarar vermeyecektir.

[410]– Zelzele/7

[411]– Bihar-ül Envar c. 8 s. 364 naklen Keşf-ul Murad s. 261

[412]– Avail-ül Makalat s. 14

[413]– Büyük günaha düşen müslümanların iman ehli olup olmadığı konusu, İslam ulemasının ihtilaf ettiği konulardan biridir. İslam ulemasının çoğunluğu bu kimselerin günah işlemekle imandan çıkmadıkları ve sadece fasık olduklarını kabul ederken, Havariç mezhebine mensup olanların çoğunluğu, onların günah işlemekle imandan çıkıp kâfir olduklarını, Mutezile mezhebine mensup olanlar ise, bu kimselerin ne iman ehli, ne de küfür ehli olduklarını, bu iki menzilin arasında bir menzilde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Ancak buna rağmen Mutezile mezhebi büyük günah ehlinin kesinlikle cehenneme gidecekleri ve orada ebedi kalacakları hususunda Havariç mezhebiyle birleşmiştir.

[414]– Tâhâ/48

[415]– Nahl/27

[416]– Zelzele/7

[417]– Mü'min/40

[418]– En'am/128

[419]– Bihar-ül Envar/c. 8 s. 370, 371, 372 naklen Şerh-i Makasit

[420]– Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 349 naklen Futuhat-i Mekkiye

[421]– Ahkâf/24, 25

[422]– Şerh-i Fusus-ül Hikem el Kayseri s. 251

[423]– Şerh-i Fusus-ül Hikmet El- Kayseri s. 386, 387

[424]– Esfar-ül Erbaa c. 9 s. 352, 353 naklen Futuhat-i Mekkiye

[425]– İbrahim/47

[426]– Ahkaf/16

[427]– Şerh-i Fusus-ül Hikem el Kayseri s. 211

[428]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1322 naklen Tevhid-i Saduk s. 406

[429]– Bkz. Şerh-i Fusus-ül Hikmet el- Kayseri s. 212

[430]– Kaf/21

[431]– Kehf/29

[432]– Zuhruf/74, 75, 76, 77

[433]– Mü'minun 103. ayetten 108. ayete kadar

[434]– İbrahim/21

[435]– Şerh-i Fusus-ül Hikem s. 213

[436]– Tâhâ/50

[437]– Sâd/27

[438]– A'raf/156

[439]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 347, 348

[440]– Secde/13

[441]– Secde/13

[442]– Sebe/54

[443]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 348

[444]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 350, 351

[445]– Esfar-ül Erbaa/c. 9 s. 355

[446]– İlm-ül Yakın c. 2 s. 1326 naklen Sünen-i İbn-i Mace c. S. 1435, Kenz-ül Ummal c. 4 s. 250 ve…

[447]– Casiye/33

[448]– Avail-ül Makalat/s. 102

[449]– Şer-ül Makasit c. 2 s. 218, Şerh-i Tecrit Kuşci'nin s. 507

[450]– Hadid/21

[451]– Necm/13, 14, 15

[452]– Bakara/24

[453]– Rahman/43, 44

[454]– İlm-ül Yakin c. 2 s. 1232 naklen Tevhid-i Saduk s. 118, Bihar-ül Envar c. 8 s. 119

[455]– Müstedrek-üs Sahihayn c.5 s.156