Mezheplerin Yakınlaşması ve Arzu Edilen Akılcılık
İnsanın diğer yaratılmışlardan farkı özgür bir iradeye sahip olmasıdır. Bu tekâmül etmiş irade her ne kadar insanda bulunan istek, eğilim ve duyguların sonucu olsa da ki bu yüzden bazı filozoflar ve psikologlar bunu salt isteme ve yönelme olarak tasvir etmişlerdir.
Aynı zamanda neyin daha uygun olup olmadığıyla ilgili akli inançlarla birlikte olduğu için, hayvanlarda da bulunan benzeri istek ve duygulardan ayrılır. Başka bir deyişle bu hayvanlarda asla bulunmayan pratik akla karşılık gelmektedir. Dolayısıyla insan, salim ve düzgün iradesinin arkasında bulunan bütün istek, eğilim ve duygularla birlikte pratik aklın kontrolü altında hareket eder. Buna karşılık hayvanlarda bulunan irade ise tamamıyla içgüdüler, şehvani istekler ve olgular karşısında münfail bir şekilde hareket eder. Dolayısıyla iradesi pratik aklın yönlendirmesiyle ahlaken uygun olana yönelmeyip, bunun yerine şehvet ve içgüdülere tabi olarak hareket eden insan hayvandan dahi daha alt bir mertebeye düşmüş olur. Zira havyan pratik akla sahip olmadığı için içgüdüler ve şehvete tabi hareket etmek dışında başka bir seçeneğe sahip değildir. Oysa insana Allah tarafında hakkı batıldan ayıran akıl nimeti bahşedilmiştir ve böyle bir imkânı varken onu kullanmayıp içgüdü, şehvet, heva ve hevesine tabi olan insan mertebe bakımından hayvandan bile daha aşağıya düşmüş demektir. Bu konuyla ilgili olarak Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır: “And olsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. , Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler (A’raf, 179).”
Dolayısıyla hayvan her türlü akli yönlendirmeden yoksundur ve kendi akli ve ahlaki potansiyelinden yararlanamayan insanın da bu durumda hayvandan bir farklı kalmamaktadır. Bu yüzden hayvanlarda ve hayvanlara benzeyen insanlar için özgürlük, başıboşluk, mutlak serbestlik, heva ve hevese tabi olmanın dışında başka bir anlama gelmemektedir. Bu yüzden gerek Müslüman filozoflar ve gerekse de dini olmayan filozof ve düşünürlere göre bireysel ve toplumsal açıdan çok tahrip edici sonuçlara yol açabilecek böyle bir özgürlüğün mutlaka kontrol edilmesi ve sınırlandırılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde sadece görünüşte insan olan gerçekte ise hayvandan hiçbir farkı olmayan hatta çoğunlukla hayvanlardan bile daha zararlı olabilen bu tür insanların sebep olabileceği maddi ve manevi zararların önüne geçilebilir.
Büyük Müslüman filozoflardan biri olan Molla Sadra bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “ pratik akıl öyle bir güç ve potansiyeldir ki insanın günlük hayatında yapması ve kaçınması gereken durumları birbirinden teşhis eder yani pratik alandaki hak ve batıl olanı belirler. Başka bir deyişle aklın dışında olup sadece şehvet ve içgüdülere tabi olan küvet ve güçlerin aksine pratik akıl ameli doğru ile yanlışı birbirinden ayırır ve insana yeryüzünde yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli olan rehberliği sağlar.” Ve aynı şekilde büyük Alman filozoflarından biri olan Hegel de kendi zamanında yaygın olan özgürlük tanımını yani: “yapmak istediğimiz bir işi yapabilme gücü” şeklinde yapılan tanımını eleştirmekte ve bu tanımın fikri olarak rüşt edememekten kaynaklandığına inanmaktadır. Çünkü ona göre bu tanımda ahlaki yaşama hakkından ve bu hakkın gerekli unsurlarından hiç ama hiç bahsedilmemiştir.”
Tam bu noktada Üstad Murtaza Mutahari şunu hatırlatmaktadır: “İnsan özgürlüğünün asil ve saygın olmasının sebebi, onun insanlık ve insaniyet doğrultusunda karar alabilmesidir. Heva ve hevesine değil de bu doğrultuda hareket eden bir insan hatta insanlığın karşısında bir duruş sergilemiş olsa bile özgür olması gerekir.” işte bu yüzden İslam’ın Müslüman olan insanı farklı yöntem ve tarzları kullanarak hem toplumsal hem de bireysel olarak eğittiğini ve terbiye ettiğini görmekteyiz. Mesela; İslam temel inançları olan tevhit, nübüvvet ve meadı böyle bir eğitim, terbiye ve akılcılığın yönlendiricileri olarak gösterir ve aşağıda sayacağımız genel kavramları bu yöntemden elde edilmiş olarak insanların hizmetine sunar:
Varlık âleminde bulunan amaçlılık ve gayelilik: “Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru! (âli İmran 191).”
Sorumluluk bilinci: “Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” (saffat 24).
Bilinçli özgürlük: “biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder isterse nankör olur.” (insan 3).
Sorgulama ve hesaba çekme: “Yine onlar, Allah'ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler. Rablerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler. (Rad 21).” Varlık âleminde bulunan denge ve varlığa karşı nasıl bir tavır ve duruş sergileneceğine dair: “O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu. Tartıda titiz olun diye.(Rahman 7 ve 8).”
Ve her türlü zülüm ve baskının yasaklanması: “Yalnız iman edip iyi ameller işleyenler, sık sık Allah'ı ananlar ve zulme uğradıklarında zalimlere karşı koyanlar böyle değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.(şuara 227).” Aynı şekilde hakkı hak sahibine iade etmemek ve bir şey tartarken ya da satarken kusurlu ya da eksik vermek de zulüm olarak telakki edilmiştir. Bu anlamda cenabı Allah şöyle buyurmaktadır: “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum budur.(A’raf 85).” Ve aynı şekilde “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline. (Mutaffifin 1).”
İşte böyle çerçeve ve yönlendirmeler ışığında İslam Müslümanların akılcılık, sağduyu ve duyarlılıklarını eğitmekte ve geliştirmektedir. Bu ölçü ve kıstaslarla hareket eden bir Müslüman dünyevi ve uhrevi saadeti elde etmek için gerekli olan bilgeliğe de ulaşmış olacaktır. Böylece İslam Müslümanların akıl melekelerini geliştirmeye ve doğru düşünmenin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. İnsanın fikri ve akli bakımdan tekâmül edebilmesi ve gelişebilmesinin de kendine has bazı yöntem ve uygulamaları bulunmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Bir: Mantık ve ahlak kurallarına riayet ederek insani bir diyalog kapısının açılmasının zorunluluğu. Tarafsız, diğerlerine saygı duymak, pratikte faydalı olabilecek konulara dikkat çekilmesi, daha uygun ve iyi yöntem ve tarzların takip edilmesi ve bunlara tamamen uyulmasının gerekliliği.
İki: İnsanın olumlu ve yapıcı değişime açık olması gerektiği noktasında teşvik edilmesi ve böylece verimsiz ve katı bir taassup ve donuklaşmanın önüne geçilmeye çalışılması. Bu anlamda cenabı Allah şöyle buyurmaktadır: “ İnsanı önünden ve arkasından izleyen (melekler) vardır, onu Allah'ın emri ile gözetlerler. Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez. Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince, onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah'dan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur. (Rad 11).” Bu değişim ve gelişmenin yöntem ve özellikleri de insanın sahip olduğu akli ve ahlaki potansiyelden elde edilecektir. Zira bu potansiyeller ancak insanın sahip olduğu akli ve ahlaki özellikler kuvveden fiili hale getirilince gelişip serpilme imkânı bulacaktır.
Üç: İnsanın düşünmeye, tedebbur etmeye ve ibret almaya yönlendirilmesi ve teşvik edilmesi. Bu şekilde insan çok daha bilinçli ve agâh bir varlık haline gelebilecektir. Cenabı Allah bu minvalde şöyle buyurmaktadır: “Ey Muhammed! Bu Kur'an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsın.( Sad 29).” Ve aynı şekilde; “Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi. Onlar yeryüzünde gezerek; kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz?(Yusuf 109).” Aynı şekilde Cenabı Allah buyurmaktadır ki: “Hurma ağaçlarının meyveleri ile üzümlerden içki ve yararlı besin elde edersiniz. Düşünenler için bunda ibret dersi vardır.(Nahl 67).” Ve “Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat 6).” Ve daha bunlar gibi pek çok ayette Cenabı Allah buna işaret buyurmaktadır.
Dört: işbirliği ve yardımlaşmanın teşvik edilmesi; “Rab’lerinin çağrısına gelirler, namaz kılarlar. Onların işleri aralarında danışma (İstişare) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar. (Şura 38).”
Aynı şekilde İslam doğru ve hak bir düşünüşün önündeki engelleri de ortadan kaldırmaya çalışmıştır. İşte bu engellerden bazıları:
Bir: Vehmi olan nispi mutlaklar; “Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor. (Yusuf 40).
İki: Hurafeler: “Allah, Bahire, Saibe, Vesile ve Hami diye bir şey koymamıştır. Fakat kâfirler Allah adına yalan uydururlar. Onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksundur. (Maide 103).”
Üç: Başkalarını taklit etme: “Onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilince; "Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız" derler. – Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar? (Bakara 103).”
Dört: Gaflet: "Rabbinin adını yalvararak korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma.(A’raf 205).”
İslami mezheplerin bu akılcılığın gölgesinde gelişmesi
Hz. Peygamber döneminde içtihada çok fazla ihtiyaç duyulmamış olması çok doğaldır ve bu noktanın herhangi bir açıklama ve delile gereksinimi yoktur. Çünkü dini hükümler ve kavramlar ve bu konularla ilgili herhangi bir sorunun cevabı doğrudan hz. Peygamberden elde ediliyordu ve bu konuda Müslümanlar arasında hiçbir anlaşmazlık falanda meydana gelmiyordu. Bu anlamıyla hz. Peygamber ve nübüvvetin epistemolojik bütün boşlukları doldurduğunu söyleyebiliriz. Doğru bilgi direk kaynağından alınınca da ihtilaf ve çatışmaya hiçbir şekilde mahal kalmıyordu. Bu önemli noktaya bazı sahabelerin hz. Peygamber tarafından onaylanan içtihatlar yaptıklarını da ekleyelim. Bu içtihatlar da hz. Peygamberin onayından geçtiği için herhangi bir ihtilafa sebep olmuyordu. Hz. Peygamberin Müslümanların arasında olduğu bu dönemlerde görüş ayrılıkları çok az ve oldukça sade idi ancak İslam yayıldıkça ve Müslümanların sayısı da çoğaldıkça tek bir görüşün bağlayıcı olduğuna dair şu ayeti kerime indi; “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndüklerinde onları uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. (Tövbe 122).”
Doğal olarak hz. Peygamberin irtihalinden sonra Müslümanlar arasında dini konularda içtihada olan ihtiyacın şiddeti zamanla artmaya başladı ve bu durum tabiin dönemine kadar artarak devam etti. İşte bu dönemdedir ki İslami mezhepler Müslümanların gün geçtikçe artan bu ihtiyacına cevap verebilmek için oluşmaya başladı. Yani dini konularda hüküm verebilmek için farklı içtihat yöntemlerini benimsemiş olan fıkhi ve kelami mezhepler ortaya çıkmaya başladı. Bu konuyla ilgili araştırma yapanlara göre; İslam dünyası, ikinci hicri asrın başlarından hicri dördüncü yüzyıla kadar farklı İslami mezheplerin şekillenmesine ve yayılmasına sahne oldu. Öyle ki o dönemlerde hemen her Müslüman şehirde oraya has olmak üzere en az bir mezhep bulunuyordu. Bazılarına göre bu dönemlerdeki İslami mezheplerin sayısı elliyi aşmaktadır.
Bazı araştırmacıların ve âlimlerin görüşüne göre tabiin neslinden sonra ortaya çıkan mezheplerin çoğu, kişisel ve ferdi mezheplerdi ve doğal olarak bu mezhepler sahipleri ve kurucuları olan kişiler vefat edince ortadan kalkıyordu. Zira bu mezheplerin bunlardan başka herhangi bir takipçisi ve benimseyeni bulunmuyordu. Bunlar dışındaki mezhepler ise az ya da çok taraftar buldular ve dolayısıyla da kurucularının vefatından sonra da bu takipçileri tarafından devam ettirildiler. Bunlardan bazıları milyonlarca insanın takip ettiği ve günlük dini ibadetlerini onlara göre düzenlediği ve yerine getirdiği büyük fıkhi ekollere dönüştüler. Kişisel ve ferdi olarak adlandırdığımız ve kurucularının vefatıyla kendileri de ortadan kalkan bu mezheplere şunları örnek verebiliriz: 1. hicri ikinci yüzyılda yaşayan Hasan Basrinin mezhebi. 2. Aynı yüzyılda yaşayan İbn ebi leylanın mezhebi. 3. Hicri birinci yüzyılda yaşayan Evzainin mezhebi 4.ikinci yüzyılda yaşayan Süfyani Sevrinin mezhebi, 5. Hicri üçüncü yüzyılda yaşayan İbrahim Bin Halid Elkelbinin mezhebi. 6. Üçüncü hicri yüzyılda yaşayan İbn Davud Bin Ali Elisfahani Ezzahirinin mezhebi. 7. Hicri üçüncü yüzyılda yaşayan Muhammed Bin Cerir Ettaberinin mezhebi. 8. Hicri ikinci yüzyılda yaşayan Süleyman Bin Mihran Elaameşin mezhebi. 9. Hicri ikinci yüzyılda yaşayan ve Mısır fakihi olarak meşhur olan Elleys İbn Sadın mezhebi. Ve son olarak da 10. Hicri kameri ikinci yüzyılda yaşayan Amr Bin Şureyhbil Eşşaabinin mezhebi. Ve daha bunlar gibi sayısız mezhep kurucularının vefatıyla tarih sahnesinden çekilmiştir. Ne yazık ki elimizde bu mezheplerin isimlerinden ve kurucularının adından başka fazla bilgi bulunmamaktadır. Tabakat kitapları da bu mezheplerin usul ve yöntemleri hakkında fazla bilgi içermemektedir.
Bunlara karşılık günümüze kadar devam eden mezhepler ise şunlardır: 1. On iki iman mezhebi ki ehli beyt imamlarından olan imam Muhammed Bakır ve imam Caferi Sadık tarafından usul ve metodu belirlenmiş ve onların öğrencileri tarafından da geliştirilmiştir. 2. Zeydiye mezhebi. 3. Hanefi mezhebi. 4. Şafii mezhebi. 5. Hanbelî mezhebi. 6. Maliki mezhebi ve 7. İbahi mezhebi. Doğal olarak burada bu mezheplerin ortaya çıkmasını sağlayan sosyal, siyasi ve kültürel unsurların incelenmesine ve ortadan kalkan mezheplerinde hangi nedenlerden dolayı devam edemediklerini inceleme niyetimde değilim. Elbette bütün bu sebep ve unsurlar ilmi ve ayni olan olgulardır ve bu alanda işin erbabı tarafından tatmin edici yeterli araştırma ve kitap bulunmaktadır. Örneğin İbn Rüşt kıyasın delil olması konusunu incelemiş ve Hâkim de istinbatın usul ve temelleri hakkındaki tartışmaları incelemiş ve bizde bu tartışmaya yöntemlerdeki ayrılık ve ihtilafları ekleyebiliriz. Dolayısıyla bu konularda ayrıntılı bilgi elde etmek isteyenlerin bunlar ve benzeri eserlere başvurmaları yeterli olacaktır.
Farklı İslami mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olan ilmi ve ayni unsurlara birde bilgisel ve epistemolojik nedenleri de ekleyebiliriz. Sahip olunan bilgi birikiminin yeterli olmaması ya da yeterli olması, psikolojik ve ruhi unsurlar, muhakeme ve istidlal gücü gibi unsurlar da bu farklılığın oluşmasında az ya da çok etkili olmuştur. Aynı şekilde siyasi, tarihi, maslahatlar, sosyal ve benzeri etkenlerin rolünü de görmezlikten gelmemek gerekir. Ama bizim bu konumuz açısından en önemli olan unsurlar aşağıda sayıldığı gibidir:
Bir: Farklı İslami mezheplerin ortaya çıkması İslami akılcılıkta meydana gelen temel bir değişikliğin bir sonucuydu. Hz. Peygamber vefat etmiş ve Müslümanların dinle olan ilişkisinde büyük bir epistemolojik boşluk meydana gelmişti. Hz. Peygamberin irtihaliyle kesinleşen bir başka şey de vahyin sona ermiş olmasıydı. Dolayısıyla bu büyük boşluğun doldurulması gerekiyordu. Ve bu görevi ortaya çıkan fıkhi mezhepler yerine getirmeye başladı. Geliştirdikleri usul ve yöntemlerle asıllardan yani Kuran ve Sünnetten nasıl dini hükümler çıkarılacağını gösterdiler. Böylece ümmetin çok büyük bir ihtiyacına cevap verilmiş oluyordu. Aynı şekilde Müslüman toplumun gelişmesi ve çeşitlenmesi ve gittikçe şehirleşen bu toplumun sosyal ve siyasi ihtiyaçlarının gün geçtikçe artması ve daha da karmaşık hale gelmesi de fıkhi ekollerin ortaya çıkmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
İki: Bu mezheplerin kendileri İslam medeniyetinin ortaya çıkabilmesi ve kalıcı olabilmesi için gerekli olan teorik ve pratik alt yapıyı sunmuşlardır. Ve Müslüman yönetici ve aynı şekilde Müslüman bireye de yönetim ve günlük yaşamda en ideal ve en iyi tercihi ve yöntemi uygulama imkânı sunuyorlardı. Zira İslamdan hareketle ortaya atılan çok farklı görüşler resmen tanınmış ve bu ekoller sayesinde bu farklı görüşlerden en iyi ve işlevsel olanlarının seçilmesi sağlanmış oluyordu. Özellikle içtihat yöntemi tamamen İslami olma özelliği taşıyordu ve Müslüman birey ve yöneticiye farklı seçenekler sunarak görüşlerden en iyisine tabi olmalarını sağlıyordu.
Üç: Daha önce de söylediğimiz gibi bu mezhepler zaten Müslüman toplumun ihtiyaç duyduğu ve ona doğru yöneldiği ve elde etmek ve ulaşmak istediği matlup akılcılık ve sağduyuyu üretiyor ve teorik ve pratik bir kültürün oluşmasına zemin hazırlıyordu. Her yönüyle bu mezheplerin İslam medeniyetinin bütün boyutlarının oluşmasında ve gelişmesinde pay sahibi olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bütün bu olumlu özellik ve yönlete rağmen İslam tarihi açısından bu doğal ve tabii olguyu olumsuz bir hal ve duruma tebdil eden şey bunların bir süre sonra fırkacılık ve dar görüşlülüğün pençesine yakalanmış olmalarıdır. Bu yüzden başlarda İslami akılcılığın üretildiği ve geliştirildiği mahfiller olan bu mezhepler zaman içinde bu akılcılığın düşmanları haline gelebilmişlerdir. Maalesef zaman içinde bu mezhepler Kuranın tavsiye ettiği akılcılıktan uzaklaştılar ve verimsiz ve gereksiz cedel ve tartışmaların kaynağı haline geldiler. İşte bu olduktan sonra bizler korkunç ve vahşi bir sürece tanıklık ediyoruz. Bu dönemlerde İslami olmayan yöntem, düşünce ve hoşgörüyle Müslümanlar birbirlerinin canına kast etmeye başlamış ve Allame Yusuf Elkaradavinin tabiriyle İslami akılcılığın ve hoşgörünün yerini birbirini tekfir etme ve fasık ilan etme almıştır. Böylece ümmet büyük bir donukluk ve duraklama ile ve hatta gerileme ile karşı karşıya kalmış oluyordur. Bu sorunlu süreç yüzünden İslami akılcılığın semereleri olan özgür içtihat, hayırda yarışma ve yardımlaşma, yapıcı değişimler, mantıki diyalog, konuşma ve tartışma gibi olgular ortadan kalkmıştır. Ve vehmi mutlaklar olan hak olan tek mezhep, diğerlerini tekfir etme ve kurtulmuş fırkanın özellikleri gibi abes ve abes olduğu kadar da saçma ve gereksiz olan başı sonu olmayan tartışma ve çekişmeler bunların yerini almıştır.
İşte tam bu nokta bizler yani ümmetin âlim ve sağduyulu olan insanları, arzu edilen İslami akılcılığı geliştirerek ve yaygınlaştırarak Müslümanlar arasında yapıcı olan bir diyaloga ve bu diyalog aracılığıyla da mezheplerin ilk doğal hallerine yani karşılıklı anlayış ve hoşgörüye dayandıkları hallerine dönmeye davet ediyoruz.
İslami mezheplerin yakınlaşması hareketi
Son on yıllarda ortaya çıkan ve adına İslami mezheplerin yakınlaşması denen olgu ve olay kaynağını oldukça eski olan İslami dönemlerden almaktadır. Yani bu olgulun kökleri İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Zira ki bu hareket ilmi ve kelami temellerini İslam şeriatının parlak ve ebedi hiç sönmeyen ışığından almaktadır. Bunun zorunluluğu da İslam ve Müslüman toplumların daha iyi bir gelecek için ona duydukları ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Kısaca bu hareketin hem pratik hem de teorik temelleri çok sağlamdır. Üstelik böyle bir çabanın ve oluşumun içinde bulunmak ve var gücüyle bu hayalin gerçekleşmesine yardımcı olmak İslam’ın bizlere yüklediği dini bir vecibedir. Çünkü Kuran Müslümanları hep birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılmaya çağırmış ve ayrılıp birbirlerine düşmemeleri konusunda onları sayısız defalar uyarmıştır.
Büyük Müslüman âlim ve şahsiyetler son kırk yılda bu ulvi amaç ve hedefin gerçekleşmesi noktasında büyük çabalar harcamış ve bu konuya hasr edilmiş sayısız makale ve kitaplar yazmışlardır. Böylece bu yakınlaşma ve bir olmanın teorik ve pratik usul ve ilkeleri vaz edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar sayesinde mezhepler arası yakınlaşmanın dini ve kelami temelleri açıklığa çıkarılmış ve bu sayede verimli çalışmaların yapılabilmesinin zemini hazırlanmaya çalışılmıştır. Bizler bugün yıllar önce toprağa samimi ve iyi niyetle ekilen bu tohumun yeşermesine ve serpilip büyümesine ve kocaman bir ağaç haline gelmesine şahitlik etmenin büyük saadetini yaşıyoruz. Öyle bir ağaç ki kökleri yerin altında ve dalları göğe yükselmiş ve verimli meyveleriyle bizleri çoktan beslemeye başlamıştır bile. Bu baptan olmak üzere pek çok uluslar arası İslami kuruluş bu hareketi resmen tanımış ve katkılarda bulunmaya başlamışlardır. Bunlar arasında İslami fıkıh kurumu, bu İslami mezheplerin yakınlaşması çalışmalarına resmen tanımış ve bu uğurda çaba göstermeyi ve ilim ve pratik katkılar sunmayı adeta varlık sebebi haline getirmiştir. Aynı şekilde pek çok Müslüman lider, İslami mezheplerin yakınlaşması” konusuyla ilgili olarak Mekke ve Medine’de olağanüstü oturumlar ve çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Hatta bazı ülkeler bu önemli konuyu ülkelerinin dini eğitiminin bir parçası haline bile getirmişlerdir. Ve Müslüman âlimler de özellikle Pakistan, Afganistan, ırak ve Lübnan’da meydana gelen olaylardan sonra büyük bir iştiyak ve heyecanla bu konuya eğilmeye başlamışlardır. Her kesimden Müslümanlar arasında böyle bir dayanışma ve yardımlaşmanın olduğu bir konuda Allahın lütfünü beklemek için yeterince sebebimiz var demektir. Bu yüzden bizler ümmetin geleceği açısından oldukça ümitli bir durumda bulunmaktayız.