Nefsani Melekeler
Musa GÜNEŞ
"Nefse ve onu yaratana, ardından ona (birtakım kabiliyetler verip de) iyilik ve kötülüklerini ilham edene andolsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." [1]
Hayata lezzet veren pek çok duygu vardır: Sevgi, arkadaşlık, dostluk, paylaşma, yardımseverlik, fedakârlık, Allah'ın emrettiklerini yerine getirme ve iyilik/güzellik diye nitelediğimiz daha nice duygular… Ne var ki, her güzel duygunun yanı başında, onu bozmak ve tadını kaçırmak üzere pusu kurup bekleyen olumsuz ve kötülük/çirkinlik diye tanımladığımız dürtüler de eksik değildir: Kıskançlık, bencillik, çıkarcılık, kendini beğenmişlik, ara bozuculuk ve Allah'ın emirlerine karşı gelme, yasakladıklarını yapmakla günah işleme gibi… İnsan nefsi dediğimiz varlık, bunların tümünü içinde barındırmakta, her birine eğilim göstermek için gerekli kabiliyete sahip bulunmaktadır. Nitekim yukarıdaki ayetten bunu açık şekilde anlıyoruz.
Ancak yapılan her iyiliğin sonucunda insan nefsinde nur ve aydınlık, işlenen her kötülüğün sonucunda da zulmet ve karanlık dediğimiz olguların belirmesi de kaçınılmazdır. Şöyle ki: Allah'a iman etmiş, Resulullah'ı (s.a.a) ve Ehlibeyti'ni (a.s) kendisine örnek edinmiş, namaz ehli, Kur'ân okuyan Müslüman bir kimsenin kalbi ve nefsi ibadet ve itaatler sonucu aydınlanmakta ve ilâhî nur membaına muttasıl olmakta, doğrularla birlikte hep doğruyu görmekte, doğruyu yapmaktadır. Ama günah işleyen, kendini kötülüklere gömen kimsenin kalbi kararmaya yüz tutar ve günahların çoğalmasıyla da tamamen katılaşır. Öyle ki ne hakkı görür, ne doğruyu; hep batılla uğraşır, daima yanlış yapar.
Burada hemen herkesin aklına bir soru gelebilir. O da şu ki: İyi işler sonucu kalbi nurla dolan mümin biri, sonra nasıl olabiliyor da bu nurun etkisinden kurtulup Allah'a karşı gelmeye yönelebiliyor?! Henüz camiden çıktığı, yeni namaz kılmaktan geldiği hâlde günah işlemeye atılabiliyor?! Neden ve nasıl bu böyle oluyor acaba?! Geceleri ibadet için kalkıyor, ağlıyor, namaz kılarken kalbi duracakmış gibi Allah'ı ile münacat ediyor; ardından başka bir zaman sanki o ibadetleri yapan bu adam değilmiş gibi tam tersine günaha yöneliyor!.. Hâlbuki sevap işlediği zaman kalbinde bir nur oluşuyor, günah işlediğinde de kalbi zulmet ve karanlıkla doluyor. İnsanın nefsi, nasıl bir şeydir ki iki zıt olgu olan nur ve karanlık onda bir arada toplanabiliyor?! Oysa nurun bulunduğu yerde karanlık olmamalı, karanlığın olduğu yerde de nur bulunmamalıdır. O hâlde, birbirine zıt bu iki olgunun bir yerde toplanması nasıl yorumlanabilir?
Bu soruya cevap verebilmek için önce ayetler ve hadisler ışığında konuyu etraflıca ele almalıyız:
Ayetler ve hadislerden anlaşıldığı kadarıyla, insanın kalbi ilk başta sefa, nuraniyet, şefkat ve özel bir rahmete sahiptir. Kendi türünden olan diğer insanların ve hatta hayvanların bile ıstırap ve rahatsızlığından rahatsız olur. Kendi türünden olan diğer insanların da mutlu ve rahat yaşamalarını ister ve diğerlerine bağışta bulunmaktan zevk alır. Kendi pak fıtratıyla Allah'a yönelir; ibadet ve duadan, hayır işler yapmaktan zevk alır; günah işleyince de çabucak pişman olur.
Eğer fıtratın davetini kabul eder ve ona uygun bir şekilde davranırsa, günden güne daha sefalı, daha nurlu, daha şefkatli ve daha merhametli olur. İbadet ve dua vasıtasıyla günden güne ibadete, duaya ve Allah'a yakınlaşmaya daha fazla alâka duyar. Ancak eğer içten gelen duygularını görmezlikten gelir ve onların aksine hareket ederse, bu duygular tedricen zayıflamaya başlar, yavaş yavaş tamamen sönüp gider. Eğer başkalarının karşılaştığı acı manzaraları ve başlarına gelen olayları görür de bir tepki göstermezse, tedricen bu hâlete alışır ve artık bu manzaraları görmekten zerrece etkilenmez; hatta onların fakirliğinden, açlığından, güçsüzlüğünden, hapsedilip işkence görmesinden ve öldürülmesinden zevk alıp sevinecek kadar alçalabilir.
İman sahibi bir insan da ilk başlarda günah işlemekten rahatsız olur, işledikten sonra da pişmanlık duyar. Ancak bir kere günah işleyince, ikinci defa günah işlemesi kolay olur; ikinci kere günah işleyince, üçüncü defa günah işlemesi çok daha kolay olur. Ve böylece günah işlemeye devam ederse, artık günah işlemekten pişmanlık duymak şöyle dursun, günah işlemeyi bir başarı bilir, ondan zevk alır. Bu süreçte kalbi siyahlaşmaya başlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve hadislerin ifadesiyle katılaşır. Alışkanlık hâline getirdiği günahlar sonucunda şeytan kalbine musallat olur, kurtuluş kapıları yüzüne kapanır, tövbe edip dönmeye bir türlü muvaffak olmaz.
Allah-u Tealâ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi."[2]
Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay hâllerine! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."[3]
İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Her müminin kalbinde beyaz bir nokta vardır. Eğer günah işler ve o günahı ikinci kez tekrarlarsa, onda siyah bir nokta oluşur. Günah işlemeye öylece devam ederse, o siyah nokta yavaş yavaş büyür ve kalbin beyazlığını tamamen örter. Bu durumda böyle bir kalbin sahibi, asla Allah'a doğru yönelmez. Allah-u Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerim'deki; 'Hayır! Onların kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.' şeklindeki sözünden kastedilen budur." [4]
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "İnsanın gözünün yaşının kurumasının tek sebebi kalbinin katılaşmasıdır. Kalbinin katılaşmasının tek sebebi ise, fazla günah işlemesidir." [5]
Resulullah efendimiz (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: "Dört şey insanın bedbahtlığının nişanelerindendir: Göz yaşının kuruması, kalbinin katılaşması, rızkını kazanmak için fazla hırslı olması ve günah işlemeye ısrar ve devam etmesi." [6]
İşte bu nedenle Masum İmamlarımızın (a.s), daima dualarında kalbin katılaşmasından Allah'a sığındıklarını görüyoruz: Örneğin, İmam Zeynelabidin (a.s) bir duasında şöyle yakarıyor Rabbine:
"Allah'ım! Katılaşmış kalbi sana şikâyet ediyorum. Vesveseler vasıtasıyla devamlı değişmekte olan, günah ve çirkin huya bürünen kalbi ve senin korkundan ağlamayan, kendisini sevindiren şeye tamah eden gözü sana şikâyet ediyorum." [7]
Bu yüzden, kalbinin sağlığına ve kendi saadetine ilgi duyan bir kimse, günah işlemekten cidden sakınmalı ve iyi işleri alışkanlık hâline getirmelidir ki, içindeki nur ve sefa ortaya çıkıp mükemmelleşsin, kalbi Allah'ın meleklerinin mekânı olsun.
Şu bilinen bir gerçektir ki, biz insanlar dünyaya geldiğimizde, bilgi denen hiçbir şeyi yanımızda getirmiyoruz. O andaki sahip olduğumuz tek şey, hayvanlarda da varolan yeme, içme vb. içgüdülerdir. Doğduğumuz gün, ne konuşabiliyorduk, ne yazabiliyorduk, ne okuyabiliyorduk, ne de bir inanç ve dünya görüşüne sahiptik…
Ancak zaman geçtikçe ve büyüdükçe, yavaş yavaş bireysellikten çıkıp toplumsallaşmaya başladık. Bu süreçte birçok şeyi öğrenmeye ve yapmaya eğilim gösterdik; eğilim gösterdiğimiz şeyleri yapmaya yöneldik ve sonuçta öğrenerek ve yaparak bu nefsanî eğilimleri alışkanlık ve meleke hâline getirdik.
Bu nefsanî eğilimler, alışkanlık ve meleke hâline gelip insanın bilinci altına yerleştikten sonra, insan hiç tereddüt etmeden onların gereğini yerine getirmeğe çalışır. Ruhta ve nefiste oluşan bu alışkanlık ve meleke, etkisini insanın bütün hâl ve hareketinde ve hatta düşüncesinde bile gösterir.
Dinimizde iyi ve kötü diye ikiye ayrılan sıfatlar da aynı konumdadır. Bir mümin, tekrarlama sonucu iyi bir sıfatı alışkanlık ve meleke hâline getirebileceği gibi, kötü bir sıfatı da aynı şekilde alışkanlık hâline getirebilir. Bu nedenle alışkanlık, olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır.
Burada konumuzla yakından alâkalı olan ve yazımızın başlarında söz konusu ettiğimiz soru ile benzeri birçok konunun aydınlanmasına altyapı oluşturan Allâme Tabatabaî'nin çok değerli sözlerine yer vermek istiyorum. Merhum Allâme, "el-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur’ân" adlı tefsirinde, Gazalî'nin "İhya'ul-Ulum" adlı eserindeki nefsin nurlu ve yüce hâlleri ile karanlık ve alçak hâlleri hakkında yaptığı açıklamayı eleştirirken, mümin bir kimsenin nefsinde iki zıt olgunun bir yerde toplanması olayını, psikolojik açıdan da ele alarak şöyle izah etmektedir:
"Bu iki hâl, çoğu zaman birbiriyle çatışsa ve biri diğerini ortadan kaldırmak istese de, bu her zaman ve genel olarak böyle değildir. Çünkü kimi zaman fazilet ile rezillik, her ikisi de kendi yerlerinde kalır ve bu kalıcılıkta uzlaşmaları olur. O zaman insan nefsi, sanki bir bölümü fazilete ait ve öbür bölümü rezilliğe ait olmak üzere ikiye ayrılır. Bir bakarsın ki, bir Müslüman faiz yer, başkalarının malını yutmaktan geri kalmaz, malını yediği mazlumun yardım isteğine kulak vermez; fakat farz namazları kılmakta gayretli olur, huşu konusunda titizlik gösterir. Veya başka bir Müslüman da kan dökmekten, onun bunun saygınlığını çiğnemekten çekinmez, toplumun huzurunu bozmaktan geri durmaz; fakat ibadetler ve sadakalar konusuna tam bir ihlâsla sarılır."
"Günümüzün psikologları bu duruma, 'Kişiliklerin Eşleşmesi (Çifte Kişilik)' adını veririler. Bu durum, birden çok kişiliğin ortaya çıkıp birbiri ile çatışmasından sonra görülür. Bu da şöyle olur: İnsandaki farklı nefsanî eğilimler, ilk başta daima birbirleri ile çatışırlar, zıtlaşma ve çekişme yolu ile birbirlerine karşı başkaldırırlar. İnsan bu yüzden sürekli iç sıkıntı çeker. Fakat sonunda bu zıt eğilimler, tekrarlanma sonucu meleke hâline gelirler ve böylece insanın nefsine yerleşirler."
"Durum böyle olunca artık aralarında zıtlaşma ve çatışma söz konusu olmaz, sonuçta birbirleriyle uzlaşır, eşleşir ve uyuma geçerler. O zaman insanda oluşan bu iki şahsiyetten biri ortaya çıkınca, öbürü saklanır ve ortaya çıkan eğilimin ayaklanarak avının üzerine çullanmasına göz yumar. Az önce verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi." [8]
Şimdi bu çok değerli sözleri biraz açalım:
Alışkanlığın bir insanın nefsinde oluşması, psikologların da açıkladığı gibi, üç olguya bağlıdır: 1- Eğilim 2- İrade ve istek 3- Tekrarlama. İlk iki aşamada inanan bir insan, haram olan şeyleri çekinerek, istemeyerek ve kendisini zorlayarak yapar. Fakat tekrar tekrar yapma sonucu, bu haram işi alışkanlık hâline getirir ve ondan sonra artık yapmada değil, yapmamakta zorlanır; alışkanlık hâline getirdiği bu meleke, elinde olmaksızın onu bu haram işi yapmaya zorlar ve gitgide bu haram iş, onun için normal ve helâl bir iş hâline gelir. Böylece o insanın nefsinde, alıştığı işe uygun bir kişilik ve şahsiyet oluşur ki, o insanı her zaman o kötü işe yöneltir, onu yapmaya iter.
Bu kötü işleri yapma alışkanlığının yanında, bu inanan insanın, doğal olarak bir de iyi ve salih ameller yapma alışkanlığı vardır. Namaz kılma, fakirlere yardım etme, hayır işler yapma, cemaat namazlarında ilk safta oturma, oruç tutma vb. gibi. Bu iyi işleri yapma sonucunda da bu insanın nefsinde, onu alıştığı iyiliklere yönlendiren bir kişilik ve şahsiyet oluşur. Böylece bir insanda iki zıt kişilik doğmuş oluyor. Biri nur, diğeri zulmet; biri yapıcı, diğeri yıkıcı; biri melek menşeli, diğeri şeytan kaynaklı… İki zıt şeyin de bir arada toplanması mümkün olmadığından ve hâkimiyeti illâ da ikisinden birinin ele geçirmesi gerektiğinden, bu iki zıt kişilik arasında insanın vücudunun hâkimiyetini ele geçirme hususunda çatışma çıkar ve bu çatışma sonucu hangisi galip gelirse, o, kendine uygun olan yönde insanı etkisi altına alır. Eğer iyi ameller sonucu oluşan kişilik galip gelirse, insanı sürekli iyiliğe doğru yöneltir. Ama eğer kötü ameller sonucu meydana gelen kişilik hâkimiyeti ele geçirirse, insanı nerede son bulacağı bilinmeyen bir uçuruma sürükler.
Fakat bazen bu iki kişilikten hiçbiri diğerine galip gelemez. Bu durumda, bu çatışmayı ilelebet sürdüremeyeceklerine göre, aralarında bir sulh ve uzlaşma sağlarlar. Nitekim mezkur müfessir de şöyle demişti: "İnsandaki farklı nefsanî eğilimler ilk başta daima birbirleri ile çatışırlar, zıtlaşma ve çekişme yolu ile birbirlerine karşı başkaldırırlar. İnsan bu yüzden sürekli iç sıkıntı çeker. Fakat sonunda bu zıt eğilimler, tekrarlanma sonucu meleke hâline gelirler ve böylece insanın nefsine yerleşirler. Durum böyle olunca da artık aralarında zıtlaşma ve çatışma söz konusu olmaz, sonuçta birbirleriyle uzlaşır, eşleşir ve uyuma geçerler."
Şöyle ki, ortak bir hâkimiyete razı olarak, bazı alanlarda birinin, diğer bazı alanlarda da ötekinin kişinin vücuduna, azasına, düşüncesine, bakış açısına, hâl ve hareketine hâkim olmasına müsaade ederler. "O zaman insanda oluşan bu iki şahsiyetten biri ortaya çıkınca öbürü saklanır ve ortaya çıkan eğilimin ayaklanarak avının üzerine çullanmasına göz yumar." Bir bakarsın ki namaz vaktinde, fazilet kişiliği, onu namaz kılmaya götürüyor; fakat namazdan sonra rezilet kişiliği ortaya çıkarak onu günaha sürüklüyor… Artık ne namazı onu kötülükten alıkoyuyor, ne de günahı sevap işler yapmasına engel oluyor…
Bu duruma düşmemek veya bu durumdan kurtulabilmek için insanın, özellikle de inanan bir kimsenin, her işten önce aklına müracaat ederek iyice düşünmesi gerekmektedir. Hayvanlar gibi içgüdüleri ve nefsanî isteklerinin dürtüsüyle düşünmeden hareket etmemelidir. Akıl sahibi bir varlık olduğunu, işlerini düşünerek ve ileriyi görerek yapması gerektiğini unutmamalıdır. Güdüleri ve dürtüleriyle değil, aklıyla hareket etmeyi alışkanlık hâline getirmelidir. Çünkü akıl, insanın yararına ve zararına olan şeyi idrak edebilecek, hayvanî istek ve eğilimleri arasında denge kurabilecek ve onu insanî kemaline kılavuzlayabilecek güce ve kapasiteye sahiptir. Yeter ki onu güçlendirelim, beden ülkesinde hâkimiyetini sağlayalım. İşte bu yüzden Kur'ân'da ve hadislerde "tefekkür etme, düşünme, inceleme ve araştırma" çok tavsiye edilmiştir. Çünkü insanın insaniyetinin bağlı olduğu akıl, ancak düşünme ve tefekkür etme sayesinde güçlenir, hayvanî eğilimleri bu yolla eğitilir.
Buradan hareketle, peygamber veya imamın masum oluşunun, hata ve yanılgıya düşmemesinin, daima doğruyu yapmasının ve gerçeği söylemesinin sırrı da anlaşılmış oluyor. Çünkü masum bir insanın vücut âlemine, iyilik kişiliğinden ve ilâhî ilimle desteklenen akıldan başka bir şey hâkim değildir. Yine buradan hareketle, ilim ve irfanda bazı makamlara sahip olan kimselerin de doğrularının yanında ara sıra ilmî ve amelî hata yapmalarının sebebi de açıklık kazanmış oluyor.
Burada, sözlerimizin hulâsası ve neticesi mahiyetinde olan rahmetli İmam Humeynî'nin sözlerine özetle yer vermeden de geçemeyeceğim. O gerçek Allah kulu yüce arif şöyle diyor, insanın melekeleri, alışkanlıkları ve doğurdukları sonuç hakkında:
"Yüce Allah'ın nihaî bir güzellik, zarafet ve harika bir terkiple yarattığı [âlemdeki maddî-manevî bütün varlıkların özelliklerini bilkuvve taşıyıp bilfiil gerçekleştirebilecek olan] insan, iki ayrı [sûret,] neş'et ve âleme sahip ilginç bir varlıktır: 1- Onun bedeninden ibaret olan zahirî, mülkî ve dünyevî neş'eti. 2- Başka bir âleme ait olan batınî, gaybî ve melekutî neş'eti. Yani, insanın bir mülkî ve dünyevî sûreti vardır ki, bu, yüce Allah'ın insana dünyada bahşettiği, boy, pos, cemal, güzel görünüm ve onu diğer varlıklardan ayıran özellikler bütünüdür. Bir de, melekutî ve gaybî sûret ve şekli vardır ki bu da, ölümden sonraki âlemde nefsin melekeleri ile batınî huylarına tâbidir. Gayb ve melekut âlemine ait olan ve ayette işaret edilen iyiliklerle kötülükleri içinde barındıran nefis, birçok makam ve derecelere sahiptir. Bu makam ve derecelerden her biri için, nefsi en yüce melekut âlemine ve saadete çağıran ve cezbeden Rahmanî ve aklânî ordular var olduğu gibi, onu en alçak melekut âlemine ve şekavete çağıran ve cezbeden şeytanî ve cehlânî ordular da vardır. Bu iki ordu arasında daima cidâl ve niza vardır. İnsan, bu iki taifenin savaş meydanı konumundadır. Eğer Rahmanî ve aklânî ordular galip gelirse, insan saadet ve rahmet ehli olur, melekler safında yer alır; enbiya, evliya ve salihler zümresine katılır ve onlarla mahşur olur. Ama eğer şeytanî ve cehlânî ordular galip gelirse, gazap ve şekavet ehli olur ve şeytanlar, kâfirler ve Allah'ın rahmetinden mahrum olanlar zümresiyle haşrolur."
"İnsanın batınî huyu ve derunî melekesi insanî olursa, melekutî sûreti de insanî bir sûret olacaktır. Ama eğer melekeleri insanî olmazsa, [melekutî sûreti de] insanî olmaz ve derunî melekeye tâbi olur. Meselâ eğer insan, batınî şehvet ve hayvanlık melekesine mağlup düşerse, batın memleketinin hükmü de hayvanî bir hüküm hâline gelir; melekutî sûreti de huyuyla münasip bir hayvan şekline bürünür. Eğer batınına gazap ve yırtıcılık melekesi galebe çalarsa, batın memleketinin hükmü yırtıcılık hükmü olur ve gaybî-melekutî sûreti de yırtıcı hayvanlardan biri hâline gelir. Eğer vehim ve şeytanlık onda meleke hâline gelir, batını şeytanî melekelere sahip olur ve derunu hile, sahtekârlık, koğuculuk ve gıybet kabilinden şeytanî melekeleri haiz bulunursa, o zaman gaybî ve melekutî sûreti de onunla münasip şeytanlardan biri sûretine bürünür. Bazen de iki veya birkaç melekenin terkibi, melekutî sûretin menşei olabilir. O zaman artık mana âleminde hiçbir hayvanın şekline bürünmez; tam tersine oldukça garip bir sûrete bürünür ki, bu âlemde ondan daha korkunç ve vahşetli bir sûret bulabilmek mümkün olmaz. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Bazı insanlar kıyamet gününde maymun ve şempanzeden daha çirkin bir sûrette haşrolacaktır." Ya da mümkündür ki, bir insan için o âlemde birkaç sûret ortaya çıksın. Zira o âlem, her şeyin sadece bir sûrette göründüğü bu âlem gibi değildir. Kısaca; insan nefsi, bedenden çıktığı zaman dünyadan hangi melekeyle ayrılmışsa, ahiretteki sûreti de o melekeye göre şekillenecektir. Bu şekli, melekutî-berzahî gözle görmek mümkündür." [9]
Evet; melekelerimiz ve alışkanlıklarımızdır ki, biz insanoğullarını tamamen etkisi altına almış ve her zaman bizi yönlendirmekte, bize gerçek şekil ve sûretimizi vermektedir. O nedenle, olumsuz alışkanlıkları zamanı geçmeden, kalp katılaşmadan bir an önce tedavi etmek gerekir. Bunun için en uygun zamanın da gençlik dönemi olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü bu kötü alışkanlıkları sadece bu yaşta zail etmek ve iyi alışkanlıklara dönüştürmek mümkündür. Fakat yaş ilerledikçe, nefiste kökleşen bu tür alışkanlıkları değiştirmek, silip atmak, muhal denecek kadar zor olur. Bakın ne kadar da güzel söylemiş Hint düşünürü Gandi:
"Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür.
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür…"
[1]– Şems, 7-10
[2]– En'âm, 43
[3]– Zümer, 22
[4]– Bihar'ul-Envar, c. 73, s. 361
[5]– Bihar'ul-Envar, c. 73, s. 354
[6]– Bihar'ul-Envar, c. 73, s. 349
[7]– Mefatih'ul-Cinan, İmam Zeynelabidin'den (a.s) nakledilen ikinci münacat.
[8]– el-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân, c. 4, Nisâ Sûresi, 31. ayetin tefsiri, s. 472 (Türkçe Tercümesi – Kevser Yayınları)
[9]– Kırk Hadis Şerhi, c. 1, 1. hadisin açıklaması