Gıybet etme ki senin de gıybetin edilir. Kardeşin için kuyu kazma ki kendin içine düşersin. Zira hangi elle verirsen o elle de geri alırsın. el-Bihar, 75/249/16 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Ölümden Sonraki Hayat

103.  

İlahî dinlerin tümü, ahiret yurduna inanmanın gerekliliğinde görüş birliği içerisindedirler. Bütün peygamberler, tevhide davet ederken mead ve ölümden sonraki hayattan bahsetmiş ve ahiret yurduna imanı, programlarının temeli kılmışlardır. Bu esas üzerine, kıyamete inanmak İslâm’a imanın temel rükünlerindendir. Mead konusu, her ne kadar Tevrat ve İncil’de -İncil’de daha açık bir şekilde- söz konusu edilmişse de, Kur’ânı Kerim bu konunun üzerinde diğer semavî kitaplardan daha fazla durmuş ve ayetlerinin büyük bir bölümünü ona ayırmıştır. Kur’ânı Kerim’de kıyamet çeşitli isimlerle anılmıştır; örneğin yevmu’l-kıyâme = kıyamet günü, yevmu’l-âhire = ahiret günü, yevmu’l-hesab = hesap günü, yevmu’l-be’s = diriliş günü vs… Buna bu kadar önem verilmesinin nedeni, kıyamete inanmayan birinin iman ve dindarlığının hiçbir yararı olmayacağını vurgulamak içindir.

104.  

İslâm filozofları ve mütekellimler, Kur’ânı Kerim’den ilham alarak mead ve ölümden sonraki hayatın gerekliliği konusunda çeşitli deliller getirmişlerdir. İşte bu nedenle Kur’ânı Kerim’in bazı delillerine değinmemiz uygun olacaktır:

a) Allah Teâlâ mutlak haktır; onun fiili de mutlak hak olup her türlü batıl ve boş işten münezzehtir. Amaçlı ve ebedî bir hayat olmaksızın, beşerin yaratılışı abes ve boş bir şeydir. Nitekim Kur’ânı Kerim, “Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?!”[1] buyurmaktadır.

b) İlahî adalet, mükâfat ve ceza konusunda iyi kişilerle kötülere eşit davranılmamasını gerektirmektedir. Buna rağmen dünya hayatında, mükâfatlandırma ve cezalandırma konusunda adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu görmekteyiz. Çünkü her iki grubun kaderi birbirine düğümlenmiştir ve bunların birbirinden ayrılması imkânsızdır. Diğer bir taraftan, bazı iyi ve kötü işlerin, bu dünyanın kapasitesine sığmayacak kadar büyük mükâfat ve cezaları vardır; örneğin, biri ömür boyu Allah yolunda cihat ve mücadele ettikten sora can veriyor ve diğeri çok sayıda hakperest mazlum kişileri öldürüyor. Dolayısıyla, ilâhî adaletin sonsuz imkânlar alanında gerçekleşmesi için başka bir âleme gerek vardır; nitekim Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

Yoksa biz, inanıp iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?![2]

Hepinizin dönüşü, O’nadır. Bu, Allah’ın gerçek olarak verdiği sözdür. O, yaratmağa başlar, sonra (öldürür ve) inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için (yeniden yaratır). İnkâr edenlere gelince, küfürlerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır.[3]

c) Beşerin bu dünyada yaratılışı değersiz bir zerreden başlar ve tedricen cismî kemal derecelerini kat eder. Sonra öyle bir noktaya varır ki bedenine ruh üfürülür ve Kur’ânı Kerim, bu seçkin varlığın yaratılışının mükemmelliğini göz önünde bulundurarak âlemin yaratıcısını “yaratanların en güzeli” olarak adlandırır; sonra ölümün gelip çatmasıyla dünya evinden önceki merhalenin kemali olan ahiret yurduna göçer. Kur’ânı Kerim’de buna şöyle işaret edilmektedir:

Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir. Sonra siz, bunun ardından öleceksiniz. Sonra siz kıyamet günü muhakkak dirileceksiniz.[4]

Ayetin akışı, beşerin değersiz bir zerreden yaratılışıyla tekrar dirilişi arasında bağlantı olduğunu gösteriyor.

105.  

Kur’ânı Kerim’in nazil olduğu asırda, kıyameti inkâr edenler birtakım eleştirilerde bulunuyorlardı; Kur’ânı Kerim çeşitli yerlerde bu eleştirileri reddederek kıyametin varlığının delillerini ortaya koymuştur. Burada bunlardan bazılarına değiniyoruz:

a) Bazen Allah’ın mutlak gücüne dayanarak şöyle buyurmaktadır:

Dönüşünüz Allah’adır. O, her şeyi yapacak güçtedir.[5]

b) Bazen, insanları ilk kez yaratmaya gücü yeten kimsenin, onları yeniden yaratmaya da aciz olmayacağına değinmektedir. Örneğin, kıyameti inkâr edenleri, “Kim bizi (dünya hayatına) geri döndürecek, diyecekler.” diye eleştirmekte ve sonra şöyle cevap vermektedir: “De ki: Sizi ilk defa yaratan (döndürür).”[6]

c) Bazı yerlerde, insanın dirilişini, yerin kış uykusuna daldıktan sonra ilkbaharda dirilişine benzeterek şöyle buyuruyor: Yere su indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve güzel bitkiler bitirir. Sürekli tekrarlanan bu doğal gerçeğe işaret ettikten sonra kıyameti söz konusu ederek şöyle buyuruyor:

O, ölüleri diriltir.[7]

d) “İnsan ölüp bedeni çürüyerek toprağa karıştıktan sonra, dağılan azaları tekrar nasıl tanınacak da önceki beden gibi bir beden oluşturacak” eleştirisine karşı Kur’ânı Kerim, Allah Teâlâ’nın kapsamlı ilmine dayanarak buyuruyor ki:

Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır.[8]

Başka bir yerde de kapsamlı ilimden şöyle bahseder:

Biz yerin, Onlar(ın cesetlerin)den ne eksilttiğini bilmişizdir. Yanımızda (her şeyi) zapteden bir kitap vardır.[9]

e) Bazen insanın, ölümden sonra çürüyerek toprağa dönüşecek olan, sadece cismî ve maddî uzuvlar mecmuası olduğu sanılmaktadır. Öyleyse bu durumda, bu kişiyle, kıyamet günü dirilecek olan kişinin aynı insan olduğu nasıl söylenebilir? Başka bir tabirle, bu iki bedenin birliğinin koruyucusu nedir?

Kur’ânı Kerim kâfirlerin, “Biz yerde (toprağa karışıp) kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılış içinde mi olacağız?”[10] dediklerini naklederek, onlara cevap olarak buyuruyor ki:

De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alır, sonra Rabbinize döndürülürsünüz.[11]

Bu ayetteki “teveffa” kelimesi “almak” anlamındadır. Bu tabirden, ölünce, yerde kalan ve toprağa defnedilen şey (beden) dışında, ölüm meleğinin aldığı başka bir şeyin (ruh) daha olduğu anlaşılmaktadır.

Bu durumda, Kur’ânı Kerim’in cevabının anlamı şudur: Bu iki bedenin kişilik ve birliğini koruyacak olan şey (uzuvların birliği dışında), “dönüş”ün “başlangıç”ın aynısı olmasına neden olan, ölüm meleği tarafından alınan ruhtur.

Bu ve benzeri ayetlerden, kıyamet gününde haşredilen insanın, dünyadaki insanın bizzat kendisi olduğu; mükâfat ve cezanın, bunları hak eden kişiye ulaşacağı anlaşılmaktadır. Başka bir ayette de Kur’ânı Kerim bu birliği vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:

De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.”[12]

106.  

Kur’ânı Kerim ayetleri ve hadisler, insanların meadının hem cismanî, hem de ruhanî olduğunu göstermektedir. Cismanî meaddan maksat; bedenin ahiret yurdunda haşredilip tekrar ona nefsin verilmesi, beden ve duyu organları olmaksızın gerçekleşmeleri mümkün olmayan kısmî ve hissedilir mükâfat ve cezalar, lezzet ve acıların gerçekleşmesidir.

Ruhanî meaddan maksat ise; hissedilir mükâfat ve cezaların, kısmî ve cismanî lezzet ve acıların dışında, iyi ve kötü kişiler için ruhun hissedip algılamakta beden ve duyu organlarına ihtiyacı olmadığı birtakım ruhî mükâfat ve cezaların da verilmesidir. (Allah’ın rızası gibi) Kur’ânı Kerim hissî mükâfatları sıraladıktan sonra şöyle buyuruyor:

Allah’ın (onlardan) razı olması ise hepsinden büyüktür. İşte büyük başarı budur.[13]

Veya aynen öldürücü hasret ve üzüntü gibi; nitekim şöyle buyuruyor:

Onları hasret gününe karşı uyar ki, o zaman kendileri (her şeyden) habersiz bir hâlde inanmamakta ısrar ederlerken iş bitmiş olur.[14]

107.  

Ölüm, hayatın son bulması demek olmayıp, bir evden başka bir eve göçtür; bu ev kıyamet ve bekâ yurdundan ibaret olan ebedî mekândır. Ayrıca dünya ile kıyamet arasında, “berzah” denilen başka bir yurt daha vardır ki, insan ölümden sonra bir süre orada kalır. Berzah hayatının gerçeği bizim için açık olmayıp, onun hakkındaki bilgimiz, Kur’ânı Kerim ve rivayetlerin bize bildirdiği kadardır. Bu konuda Kur’ânı Kerim’in bazı kılavuzlukları şöyledir:

a) Bir müşrikin ölümü gelip çatınca, “Allah’ım!” der, “Yapmadığım vazifeleri yerine getirmem için beni geri çevir.” Bunun üzerine ona şöyle hitap edilir: “Asla! Bu ancak onun söylediği (olmayacak) bir laftır.” Daha sonra buyuruyor ki:

Önlerinde ta dirilecekleri (kıyamet) gün(ün)e kadar, bir perde var.[15]

Yukarıdaki ayet, insanların ölümden sonra da bir gerçekleri olduğunu; fakat bir engelin onların dünyaya dönmesine mani olduğunu anlatmak istiyor.

b) Şehitler hakkında buyuruyor ki:

Allah yolunda öldürülenlere, “ölüler” demeyin; hayır, onlar diridirler; ama siz farkında olmazsınız.[16]

Başka bir ayette, Allah yolunda şehit olanlar için bazı hayat belirtileri sıralanmakta ve şöyle buyrulmaktadır:

Allah’ın, keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinirler ve arkalarından henüz (şehit olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığını ve onların da üzüntüye uğramayacaklarını müjdelerler.[17]

(Maksat, ahiret azabından dolayı korkunun ve dünya amelleri nedeniyle üzüntünün olmayışıdır.)

c) Günahkârlar, özellikle Firavunoğulları hakkında, kıyamet gelip çatmadan önce her sabah ve akşamleyin onların ateşe sunulduklarını ve kıyamet gününde de en şiddetli azaba tutulacaklarını haber vermektedir; nitekim şöyle buyuruyor:

Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar (dünya durdukça azap böyle devam eder). Kıyamet koptuğu gün de, “Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!” (denilir).[18]

108.  

İnsanın berzah hayatının ilk merhalesi bedenden ruhun alınmasıyla başlar. İnsan toprağa verilince, birçok hadisler gereğince, Allah’ın melekleri, tevhid, nübüvvet ve birtakım itikadî konuları ve din hükümlerini ona sorarlar. Açıktır ki mümin kişinin bu sorulara cevabı, kâfirin verdiği cevaptan farklı olacak ve sonuçta kabir ve berzah müminler için rahmet mazharı, kâfirler ve münafıklar için ise Allah’ın azab sahnesi olacaktır.

Kabir evinde meleklerin insanı sorguya çekeceği, orada müminlerin ilâhî rahmetin kapsamına gireceği ve kâfirlerin ise azaba uğrayacağı, dinimizin kesin ilkelerindendir ve mezar, gerçekte kıyamete kadar devam edecek olan berzah hayatının başlangıcıdır.

İmamiye uleması, akaid kitaplarında tüm bu söylediklerimizi açıkça vurgulamışlardır. Şeyh Saduk, İ’tikadât adlı kitabında diyor ki:

Kabirde sorgusual hakkında inancımız, onun hak oluşudur ve kim bu sorulara doğru cevap verirse, Allah’ın rahmetinin kapsamına girer ve kim de doğru cevap vermezse ilahî azaba uğrar.[19]

Şeyh Mufîd, Tashîhu’l–İ’tikad adlı kitabında şöyle yazıyor:

Resuli Ekrem’den (s.a.a) nakledilen sahih rivayetlerden, kabirdekilerden dinleri hakkında sorulacağı anlaşılmaktadır ve bazı rivayetler, insanı sorguya çekmekle görevli olan iki meleğin isimlerinin Nakir ve Nekir olduklarını bildirmektedir.

Daha sonra şöyle ekliyor:

İnsanın kabirde sorguya çekilmesi, ölülerin kabirde dirileceklerini ve sonra hayatlarının kıyamet gününe kadar devam edeceğini göstermektedir.[20]

Hâce Nâsıruddîn Tûsî de, Tecrîdu’l–İ’tikad adlı kitabında şöyle kaydeder:

Kabir azabı vuku bulacaktır; çünkü aklen bunun gerçekleşmesi mümkündür; bu konuda nakledilen mütevatir rivayetler de vardır.[21]

Diğer İslâm mezheplerinin akaid kitaplarına müracaat edildiğinde, bu inancın herkesin ittifak konusu olduğu anlaşılacaktır; kabir azabını inkâr eden tek kişinin Zırar b. Amr olduğu söylenmektedir.[22]

109.  

Yukarıda geçen açıklamalarımızdan, mead ve kıyamet gerçeğinin; ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, dünyada yaptığı amellerinin ahiret yurdunda mükâfat ve cezasını görmek için -Allah’ın iradesiyle- tekrar aynı bedene dönüşü olduğu anlaşılmış oldu.

Hindu inancının izleyicileri gibi bazıları, semavî dinlerde söz konusu edilen kıyamet anlayışını reddettikleri hâlde, insanların amellerinin karşılığında mükâfatlandırılacaklarını ve cezaya çarptırılacaklarını kabul ederek bunun “tenasüh” yoluyla gerçekleşeceğini söyler ve şöyle derler:

Ruh cenine taalluk edip geliştikten sonra tekrar bu dünyaya döner ve çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemini kat eder; ancak önceki hayatında iyi olan kişiler tatlı bir hayat yaşar, geçmişteki hayatlarında kötü olanlar ise tatsız bir yaşam geçirirler.

Tarih boyunca sürekli izleyicileri olan tenasüh inancı, Hinduların temel inançlarından biri sayılmaktadır.

Dikkat edilmesi gerekir ki, nefislerin tümü sürekli olarak tenasüh yolunu kat ederse, artık kıyamete bir gerek kalmaz. Oysa aklî ve naklî deliller, kıyamet inancının zaruriyattan olduğunu vurgulamaktadır ve gerçekte tenasühe inananlar, kıyameti doğru bir şekilde yorumlayamadıkları için onun yerini tenasühle doldurmak istemişlerdir. İslâm açısından, tenasüh inancı küfürdür. Akaid kitaplarımızda bu inancın batıl olduğu ve İslâm itikadıyla bağdaşmadığı ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır; burada, akaid kitaplarımızda bu konuda kaydedilenlere kısaca değinelim:

1- İnsan nefsi ölüm anında bir kemal merhalesine ulaşmıştır. Bu esas üzerine, onun tekrar cenine taalluk etmesi, nefisle beden arasında uyumluluk olmasının gerekliliği hasebiyle, nefsin kemal merhalesinden noksanlığa ve fiiliyetten kuvvete dönmesini gerektirmektedir. Bu ise, varlık âlemine hâkim olan -varlıkların kuvveden fiile doğru kemalî seyri doğrultusundaki- sünnetle çelişmektedir.[23]

2- Nefsin bedenden ayrıldıktan sonra başka bir bedene taalluk ettiğini kabul edecek olursak, bu konu, bir bedende birden fazla nefsin olmasını ve çifte kişiliği gerektirir. Bu ise, bir kişiliğe sahip olan insanın kendisi konusundaki vicdanî idrakiyle çelişmektedir.[24]

3- Tenasüh inancı, yaratılış sistemine hâkim olan sünnetle çelişmekle birlikte, zalimler ve çıkarcı kişiler, onu bahane ederek kendilerinin fiilî izzet ve refahlarını, geçmişteki temiz ve iyi hayatlarının; mazlum ve mahrumların bedbahtlığını ise, önceki hayatlarındaki çirkin işlerinin sonucu sayacaklardır! Ve böylece kendilerinin sultaları altındaki toplumda çirkin işlerine, zulüm ve haksızlıklarına kılıf uyduracaklardır.

110.  

Tenasüh konusunun sonunda, iki soruyu cevaplamamız gerekiyor:

Soru 1: Kur’ân, geçmiş ümmetlerde meshler -çirkin dönüşümler- olduğunu ve böylece bazı insanların domuz ve maymuna dönüştüğünü vurgulamaktadır:

Onlardan maymun ve domuzlar yapmıştır.[25]

Eğer tenasüh batılsa, mesh (insanların hayvanlara dönüşümü) nasıl gerçekleşmiştir?

Cevap: Meshle, bahsettiğimiz tenasüh birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Çünkü tenasühte, ruh, kendi bedeninden ayrıldıktan sonra, “cenin”e veya başka birinin bedenine taalluk ediyor; fakat meshde, ruh bedenden ayrılmıyor; zulmeden günahkâr insanın kendisini maymun ve domuz şeklinde görerek ondan ıstırap çekmesi için, sadece bedenin şekil ve biçimi değişiyor.

Başka bir tabirle, günahkâr insanın nefsi; insanî makamdan hayvanî makama düşmüyor. Çünkü eğer böyle olacak olsaydı, meshedilen insanlar, kendilerinin çarptırıldığı ceza ve ıstırabı anlayamazlardı; oysa Kur’ânı Kerim meshi, günahkârlar için cezalandırma olarak tanıtmaktadır.[26]

Taftazanî bu konuda diyor ki:

Tenasühün gerçeği, ruhun, insanların nefisleri bedenden ayrıldıktan sonra, bu dünyada, diğer bedenlerde tedbir ve tasarruf etmek için onlara taalluk etmesidir; meshte olduğu gibi bedenin şekil değiştirmesi değildir.[27]

Allâme Tabatabâî de şöyle diyor:

Meshedilen insanlar, beşer ruhlarını koruyarak şeklen mesholan kişilerdir; onların insanî nefsi de mesholup maymun nefsine dönüşmez.[28]

Soru 2: Bazıları, ric’at inancının tenasüh inancından kaynaklandığını sanmışlardır.[29] Acaba ric’at inancı tenasühü gerektirmiyor mu?

Cevap: Yeri geldiğinde açıklayacağımız gibi, ric’at, İmamiye ulemasının çoğunun inancına göre, iman ve küfür ehlinden bir grubun ahir zamanda tekrar bu dünyaya dönmesidir; onların dünyaya dönüşü ise, Hz. İsa’nın (a.s) yaptığı gibi ölülerin diriltilmesi[30] ve yüz sene sonra Uzeyr’in dirilişi[31] gibidir. Dolayısıyla, ric’at inancının tenasühle hiçbir ilişkisi yoktur; ricat konusunu işlerken bu konuda daha fazla bilgi vereceğiz.

111.  

Ulemanın sözlerinde, Kur’ânı Kerim’i izleyerek “eşratu’s-saat” diye bir meselenin söz konusu edildiğini görmekteyiz. Bundan maksat kıyamet gününün alâmet ve nişaneleridir.

Kıyamet gününün nişaneleri iki kısma ayrılır:

a) Kıyamet günü gelmeden ve varlık âleminin düzeni bozulmadan önce gerçekleşecek olan ve vuku bulduklarında insanların daha yeryüzünde yaşayacakları olaylardır. “Eşratu’s-saat” kelimesi genellikle bu gibi olaylara söylenir.

b) Varlık düzeninin bozulmasına neden olan olaylar: bu olaylar çoğunlukla Tekvîr, İnfitar, İnşikak ve Zelzele surelerinde zikredilmiştir.

Birinci kısım nişaneler özetle şunlardan ibarettir:

1- Son Peygamber’in (s.a.a) gönderilişi (Muhammed, 18)

2- Ye’cûc ve Me’cûc sedlerinin yıkılması (Kehf, 98-99)

3- Gökyüzünü siyah bir dumanın kapsaması (Duhân, 10-16)

4- Hz. İsa’nın (a.s) inişi (Zuhruf, 57-61)

5- Yerden bir Dabbe (canlı)nin çıkışı (Neml, 82).

Bu nişanelerin ayrıntıları için tefsir ve hadis kitaplarına müracaat edebilirsiniz.

İkinci kısmın nişaneleri hakkında da Kur’ânı Kerim ayrıntılı bir şekilde durumların değişiminden; güneş, ay, denizler, dağlar, yer ve göğün dağılacağından bahsediyor. Kısacası, varlık âleminin düzeninin bozulacağını ve Allah Teâlâ’nın mükemmel gücünün cilvesi olan başka bir düzenin geleceğini vurguluyor; nitekim buyuruyor ki:

O gün yer başka yerle, gökler de (başka göklerle) değiştirilir. Bütün insanlar tek ve kahredici Allah’ın huzurunda durur.[32]

112.  

Kur’ânı Kerim “Sûr’a üfürülüş” diye bir olaydan bahsetmektedir; bu olay iki merhalede gerçekleşecektir:

a) (Allah’ın dilediği kimse dışında) yer ve göklerdeki bütün varlıkların ölümüne sebep olan Sûr’a üfürülüş;

b) Ölülerin dirilip Allah Teâlâ’nın huzurunda yer almalarına sebep olan Sûr’a üfürülüş.[33]

Sûr’a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldı(lar). Ancak Allah’ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi, birden onlar (ölüm uykusundan) kalktılar, (kaderlerine) bakıyorlar.[34]

Kur’ânı Kerim, insanların kıyamet gününde haşredilmesi hakkında şöyle buyuruyor:

Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar; tıpkı yayılan çekirgeler gibidirler.[35]

113.  

Ölülerin dirilip kıyamet sahnesine getirilmesinden sonra, cennet ve cehenneme girmeden önce, bazı olaylar vuku bulacaktır; Kur’ânı Kerim bu olayları şöyle bildirmiştir:

1- Kişiler, özel bir şekilde amellerinden hesaba çekilecek; örneğin amel defterleri kendi ellerine verilecektir.[36]

2- Herkesin amel defterinde, küçüklü büyüklü tüm işleri yansıdığı gibi, insanın vücudunun içinden ve dışından şahitler de onun dünyada yaptığı amellere şahitlik edecektir.

Dış şahitler şunlardır: Allah Teâlâ (Âl-i İmrân, 98), her ümmetin peygamberleri (Nahl, 89), Hz. Resuli Ekrem (Nisâ, 41), İslâm ümmetinin seçkinleri (Bakara, 143), Allah’ın melekleri (Kâf, 18), yeryüzü (Zilzâl, 4-5).

3- İnsanların amellerini hesaplamak için, yukarıda söylediklerimizin dışında, adalet mizanları kurulacak ve herkes hak ettiği şeye tamamen ulaşacaktır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş), bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getiririz. Hesab günü olarak biz yeteriz.[37]

4- Rivayetlerden anlaşılıyor ki, kıyamet gününde herkesin geçmesi gereken umumî bir geçit vardır. Bu geçide rivayetlerde “Sırat” denmektedir; müfessirler Meryem Suresi’nin 71-72. ayetlerinin de bunu vurguladığını bildirmişlerdir.[38]

5- Cennetliklerle cehennemlikler arasında, Kur’ânı Kerim’in “hicab” diye tabir ettiği bir örtü ve engel vardır. Yine kıyamet gününde yüce kişiler, cennetliklerle cehennemlikleri, her birini yüzlerinden tanıyacakları yüksek bir yerde yer alacaklardır:

İki taraf arasında bir perde ve A’râf üzerinde de hepsini (hem cennettekileri, hem de cehennemdekileri, yüzlerindeki) işaretleriyle tanıyan erkekler vardır.[39]

Bu yüce kişiler, bizim rivayetlerimiz gereğince peygamberler ve onların yüce vasileridir.

6- Hesaba çekme işi sona erip kişilerin kaderi belli olunca, Allah Teâlâ “Livâ-i Muhammed” denilen sancağı Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a) verecek ve o hazret de cennetliklerin önünde cennete doğru hareket edecektir.[40]

7- Çeşitli rivayetlerde, mahşer sahrasında “Kevser Havuzu” diye meşhur olan büyük bir havuzun olduğu bildirilmiştir; Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) herkesten önce bu havuzun kenarına gelecek; ümmetin kurtuluşa erenleri Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’i (a.s) vasıtasıyla o havuzdan su içeceklerdir.

114.  

İslâm inançlarından biri de, kıyamet gününde şefaat edicilerin Allah’ın izniyle şefaat etmesidir. Şefaat, din ve Allah Teâlâ’yla tamamen bağlarını kesmeyen ve bazı günahlara bulaşmış oldukları hâlde, şefaat edicilerin şefaatinin bereketiyle tekrar Allah’ın rahmetinin kapsamına girmeye kabiliyeti olan kimseler hakkında gerçekleşecektir. Şefaat inancı Kur’ân ve sünnetten alınmıştır; örnek olarak bunlardan bazılarına değiniyoruz:

a) Kur’ânı Kerim’de Şefaat

Kur’ânı Kerim ayetleri, kıyamet gününde “şefaat” olgusunun varlığını kabul ederek şefaatin Allah Teâlâ’nın izin ve rızasına bağlı olduğunu vurgular:

(Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler.[41]

Başka bir ayette ise buyuruyor ki:

O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez.[42]

Dolayısıyla, şefaat inancı (tabii ki Allah’ın izniyle) Kur’ânı Kerim açısından kesin bir şeydir.

Şimdi kimlerin şefaat edeceklerine bakalım:

Bazı ayetlerden meleklerin de şefaatçilerden oldukları anlaşılmaktadır:

Göklerde nice melekler var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah’ın (kurtuluşa ermesini) dilediği ve razı olduğu kimseye izin verildikten sonra olsun (Ancak o zaman şefaatin faydası olur).[43]

Müfessirler, “Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır.”[44] ayetinin tefsirinde, övülmüş makamdan maksadın, Hz. Resulullah (s.a.a) için şefaat makamı olduğunu söylemişlerdir.[45]

b) Hadislerde Şefaat

Kur’ânı Kerim dışında hadis kitaplarında da şefaat hakkında Hz. Resuli Ekrem’den (s.a.a) birçok hadisler rivayet edilmiştir; onlardan bazıları şöyledir:

1- Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:

Şefaatim ancak ümmetimden büyük günahlar işleyenlere ulaşacaktır.[46]

Zahiren, şefaatin büyük günahlar işleyenlere has kılınmasının nedeni, Allah Teâlâ’nın Kur’ânı Kerim’de açıkça, “İnsanlar büyük günahlardan sakınacak olurlarsa, onları affedeceğim.”[47] diye vaat etmesinden dolayı, artık şefaat ve benzerlerine gerek kalmayışıdır.

2- Yine buyuruyor ki:

-Allah Teâlâ tarafından- bana beş şey verildi -ve bu cümleden- bana şefaat verildi de ben onu ümmetim için saklıyorum. Benim şefaatim Allah’a şirk koşmayanlar hakkında olacaktır.[48]

Mahşerde Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) dışında (Ehlibeyt İmamları, ulema ve şehitler gibi) kimlerin şefaat edecekleri ve yine kimlere şefaat edileceği hakkında bilgi edinmek isteyenler akaid, kelâm ve hadis kitaplarına bakabilirler.

Ayrıca dikkat edilmesi gerekir ki, şefaat inancı -ve yine tövbenin kabul oluşu- kişilerin günahlarını sürdürmelerine neden olmamalı; aksine bir ümit kaynağı olmalı ve insanlar affedilmek ümidiyle doğru yola dönmeli ve artık iş işten geçtiğini sanarak hiçbir zaman doğru yola dönmeyi düşünmeyen ümitsizliğe katılanlar gibi olmamalılar.

Yukarıdaki açıklamalarımızdan yine şu anlaşılıyor ki, şefaatin açık etkisi, bazı günahların bağışlanmasıdır; dolayısıyla bazı İslâm fırkalarının (örneğin Mutezile’nin) dediği gibi, onun etkisi, sadece haklarında şefaat edilenlerin makamlarının yükselmesiyle sınırlı değildir.[49]

115.  

Dediğimiz gibi, “ahirette Allah’ın izni dairesinde şefaat ilkesi”ne inanç kesin İslâm akaidindendir ve hiç kimsenin onu zedelemeye hakkı yoktur. Şimdi bakalım, acaba bu dünyada da, Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) gibi şefaatçilerden şefaat istenilebilir mi; başka bir tabirle, acaba insanın, “Ya Resulallah! Allah Teâlâ’nın huzurunda benim hakkımda şefaatçi ol (Ey Allah’ın nezdinde saygın olan! Allah’ın nezdinde bana şefaatçi ol)” demesi doğru mudur?

Bu konunun meşruiyetinde, sekizinci asra kadar bütün Müslümanlar tarafından ittifak edilmekteydi ve sadece sekizinci asrın ikinci yarısından bu yana bazı kişiler buna muhalefet ederek bunu caiz görmediler; oysa Kur’ânı Kerim ayetleri, muteber nebevî hadisler ve Müslümanların süregelen sireti bunun caiz olduğuna tanıklık etmektedir. Çünkü şefaatçilerin şefaati, gerçekte, onların kişiler hakkında dualarıdır ve mümin bir kişiden bile dua talebinde bulunmak kesinlikle caiz ve iyi bir iştir.

İbn Abbâs’ın Hz. Resuli Ekrem’den (s.a.a) naklettiği hadisten, müminin şefaatinin, onun diğerleri hakkındaki duası olduğu apaçık bir şekilde anlaşılıyor: “Bir Müslüman ölür de kırk muvahhit mümin ona cenaze namazı kılarsa, Allah Teâlâ, onun hakkında onların şefaatini kabul eder.”[50] Çünkü cenaze namazı kılarken kırk müminin şefaati, onun hakkında duadan başka bir şey değildir.

Tarih sayfalarına baktığımızda, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sahabesinin, o hazretin hayatında, O’ndan şefaat istediklerini görmekteyiz. Tirmizî, Enes b. Mâlik’ten şöyle nakleder:

Resulullah’tan (s.a.v) kıyamet gününde benim hakkımda şefaat etmesini istedim. O hazret, “Böyle yapacağım.” buyurdu. Bunun üzerine, “Seni nerede bulayım?” diye sordum. Hazret, “Sırat köprüsünün kenarında.” cevabını verdi.[51]

Şefaat dilemenin gerçekte, şefaatçi olacak kişiden dua talebinde bulunmaktan başka bir şey olmadığını dikkate alarak, bunun örneklerinin peygamberlerin döneminde vuku bulmuş olduğunu Kur’ânı Kerim’den anlamak mümkündür:

1- Yakuboğulları, zulümleri ortaya çıktıktan sona babalarından, Allah Teâlâ’dan kendileri hakkında bağışlanma talebinde bulunmasını istediler. Hz. Yakub da onların isteğini kabul ederek belirlenen zamanda vaadini yerine getirdi.[52]

2- Kur’ânı Kerim buyuruyor ki: Kendi haklarında zulmeden Müslümanlar, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanına gelerek ondan, kendileri için Allah’tan bağışlanma dilemesini istedikten sonra, kendileri bağışlanma diler ve Peygamber de onlar hakkında Allah’tan bağışlanma isterse, Allah Teâlâ tövbelerini kabul eder ve onları rahmetinin kapsamına alır.[53]

3- Yine münafıklar hakkında şöyle buyuruyor: Onlara, “Gelin de Peygamber’den sizin hakkınızda bağışlanma dilemesini isteyin” denildiğinde, itaat etmez ve başkaldırırlar.[54] Açıktır ki, mahiyeti bakımından şefaat talebiyle aynı şey olan Hz. Resulullah’tanm (s.a.a) bağışlanma dilemekten yüz çevirmek, nifak ve istikbarın nişanesi; doğal olarak bağışlanma dilemek de iman ve Allah’ın huzurunda teslimiyetin nişanesidir.

Maksadımız, şefaat talebinde bulunmanın caiz ve meşru oluşunu ispatlamak olduğu için, bu ayetlerde, şefaat edecek kişinin diri olmayışı amacımıza bir zarar vermez; hatta eğer bu ayetin ölüler hakkında değil, sadece diriler hakkında nazil olduğu farz edilse bile, yine maksadımıza bir zarar vermez. Çünkü eğer dirilerden şefaat talebinde bulunmak şirk değilse, doğal olarak ölüden şefaat talebinde bulunmak da şirk değildir. Çünkü şefaatçinin yaşaması veya ölmüş olması, tevhid ve şirkin ölçüsü değildir; kutsal ruhlardan şefaat talebinde bulunurken gerekli olan tek şey, onların duymasıdır; biz tevessül konusunda, bu ilişkinin varlığını ve yararlı olduğunu ispatlayacağız.

Burada, müminlerin ve muvahhidlerin peygamberlerden ve Allah’ın velilerinden şefaat talebinde bulunmalarıyla, putperestlerin kendi putlarından şefaat ummaları arasında temel bir fark vardır. Çünkü muvahhidler, iki temel konudan kesin emin olarak şefaat talebinde bulunurlar:

1- Şefaat makamı, Allah’a has ve O’nun iradesinde olan bir makamdır; nitekim şöyle buyuruyor:

De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır.”[55]

O’nun izni olmadan, O’nun yanında kim şefaat eder?![56]

2- Muvahhitlerin kendilerinden sığınma istedikleri şefaatçiler, Allah’a yakın olmalarından dolayı duaları kabul olan O’nun hâlis kullarıdır.

Bu iki şarta dikkat edildiğinde, şefaat konusunda muvahhitlerle biset asrının müşrikleri arasındaki temel fark anlaşılacaktır:

Birincisi: Müşrikler, onların şefaatinin geçerli olması için hiçbir şart ve kaydı kabul etmiyorlardı; sanki Allah Teâlâ kendi hakkını kör ve sağır putlara bırakmıştı! Oysa muvahhitler, Kur’ânı Kerim’in kılavuzluğuyla, şefaat makamını sürekli Allah’a has bilmekte ve şefaatçilerin şefaatinin kabul olmasını Allah’ın izin ve rızasına bağlı kabul etmektedirler.

İkincisi: Hz. Resulullah (s.a.a) döneminin müşrikleri kendi elleriyle yapmış oldukları mabutları kendi rab ve ilahları sanarak, beyinsizliklerinden dolayı, bu cansız varlıkların, varlık âleminin yaratılış ve yönetiminde bir payı olduğunu sanmaktaydılar! Oysa muvahhitler, peygamberler ve imamları Allah’ın seçkin kulları sayarak sürekli “… O’nun kulu ve elçisi” ve “…Allah’ın salih kulları” sözünü dillerinden düşürmezler; gerçekten de bu ikisi arasında pek büyük fark vardır!

Dolayısıyla, müşriklerin putlardan şefaat dilemelerini reddeden ayetlere dayanarak, İslâm dininde şefaat olduğunu reddetmek, tamamen temelsiz bir mugalâta ve yersiz bir kıyaslamadır.

116.  

İslâm -hatta bütün semavî dinlerin- öğretilerinden biri de, tövbe kapısının günahkâr kulların yüzüne açık olmasıdır. Günahkâr insan, yapmış olduğu çirkin bir işten gerçekten pişman olduğu zaman, ruhunu Allah’a yöneliş ve O’nun huzurunda tazarru sarar ve samimi bir kalple artık o çirkin amele yaklaşmamaya karar verir. Allah Teâlâ da, kelam ve tefsir kitaplarında açıklanan şartlarla onun tövbesini kabul eder. Kur’ânı Kerim şöyle buyurmaktadır:

Ey müminler, topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz.[57]

Tövbe ve şefaat inancının eğitimdeki etkilerinden haberi olmayanlar, bu ikisinin kapısının günahkârların yüzüne açık oluşunun, bir nevi onları günaha teşvik olduğunu sanırlar. Oysa onlar insanlardan birçoklarının, herkesin bir şekilde bazı günahlara bulaştığından ve hayatı boyunca günaha yaklaşmayan çok az kişinin bulunduğundan gafildirler: “Söyle, bu dünyada günah işlemeyen kim var?” Dolayısıyla, eğer tövbe (ve şefaat) kapısı insanların üzerine açık olmazsa, geri kalan ömürlerinde günahlardan uzaklaşarak tertemiz bir yol kat etmek isteyenler, kendi kendilerine, “Nasıl olsa işlediğimiz günahlardan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğiz; öyleyse neden ömrümüzün bu geri kalan kısmında nefsimizin isteklerini tatmin ederek, meşru olmayan lezzetler içinde daha fazla yüzmeyelim?!” diyecekler. Böylece, tövbe kapısının kapalı olması nedeniyle, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ağzını açan bir ejderha gibi insanları yutuverecektir.

İslâm dininde, tövbenin kabul olmasının, din önderleri ve İslâmî bilimler araştırmacıları tarafından hakkında ayrıntılı bir şekilde bahsedilen birtakım şartları olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, tövbe ilkesinin olumlu etkileri daha fazla açıklık kazanmaktadır.

Kur’ânı Kerim, tövbe hakkında apaçık ve net bir şekilde şöyle buyuruyor:

Rabbiniz rahmeti kendi üzerine farz kıldı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tövbe eder, uslanırsa; muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir.[58]

117.  

Akıl ve rivayetler, kıyamet gününde her insanın, yapmış olduğu iyi amellerin mükâfatını göreceğine şahitlik etmektedir. Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

Kim bir zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür.[59]

Yine şöyle buyuruyor:

Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.[60]

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılıyor ki, insanın çirkin amelleri, onun iyi amellerini yok etmez. Buna rağmen bilinmesi gerekir ki, bazı özel günahları (küfür ve şirk gibi) işleyenler veya mürtet olanların amelleri boşa çıkarılacak, sonuçta iyi amelleri zayi olacak ve ahirette ebedî azaba tutulacaktır; nitekim Kur’ânı Kerim şöyle buyuruyor:

Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar, ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklar.[61]

Bu söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, iman eden her insan ahiret yurdunda iyi ve kötü işlerinin karşılığını görecektir; ancak Kitap ve sünnette insanın iyi amellerinin boşa çıkarılması olarak addedilen mürtet olması ve benzeri günahları işlemesi durumunda iyi amellerinin karşılığını göremez.

Son olarak şu noktayı da hatırlatalım: Her ne kadar Allah Teâlâ iyi işler hakkında müminlere mükâfat vereceğini vaat edip diğer taraftan kötü işler için de onları cezalandıracağını bildirmişse de, aklın hükmü bakımından bu ikisi -mükâfat ve ceza- birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Çünkü mükâfat vaadine uymak aklî bir ilkedir ve ona aykırı davranmak çirkindir. Fakat cezalandırma vaadi böyle değildir; çünkü cezalandırmak, cezalandıranın hakkıdır ve o da kendi hakkından geçebilir.

İşte bu nedenle bazı iyi işlerin, kötü işlerin çirkinliklerini örtmesi gayet doğaldır ve buna “tekfîr=kefâret vermek” denir.[62] Kur’ânı Kerim’de bazı iyi ameller kötü amellerin kefareti sayılmıştır; bunlardan biri, kişinin büyük günahlardan sakınmasıdır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere sokarız.[63]

Tövbe[64] ve gizlice verilen sadaka[65] gibi amellerin böyle bir etkisi vardır.

118.  

Cehennem azabında ebedî kalmak kâfirlere hastır; -canları “tevhid” nuruyla aydınlanan- günahkâr müminler için ise bağışlanıp ateşten çıkma yolu kapanmış değildir; nitekim Kur’ânı Kerim şöyle buyurmaktadır:

Gerçekten Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.[66]

Açık bir şekilde, Allah’a ortak koşmak dışında bütün günahların bağışlanabileceğini bildiren yukarıdaki ayet, şüphesiz tövbe etmeksizin ölen insanların kötü amellerine işarettir. Çünkü tövbe edildiğinde, bütün günahlar -hatta şirk bile- bağışlanır; ayetin müşrikle diğerleri arasında fark gözettiğini göz önünde bulundurarak, onun, tövbe etmeksizin ölen kişilerin bağışlanmasına işaret ettiğini söylemek gerekir. Açıktır ki, eğer böyle bir insan müşrik olursa bağışlanmaz; fakat eğer müşrik olmazsa, onun bağışlanma ümidi vardır; ancak kesin olarak değil, “dilediğine” kaydıyla; yani Allah’ın bağışlanmasını irade etmesi durumunda…

Yüce Allah’ın geniş rahmetini açıklamakta olan yukarıdaki ayetteki “dilediğine” kaydı, günahkârları “korku”yla “ümit” arasında tutmuş olup, onları tehlikeyi önlemeye -yani ölümden önce tövbe etmeye- teşvik etmektedir. Dolayısıyla, mezkûr vaat, insanı “umutsuzluk” ve “tecerrî” uçurumlarından uzaklaştırarak eğitimin doğru yoluna doğru ileri götürmektedir.

İmam Musa Kâzım (a.s) şöyle buyuruyor: “Allah, küfür ve şirk ehli dışında kimseyi cehennem ateşinde ebedî olarak tutmayacaktır.” Ve sonunda iyi amellerinin mükâfatından yararlanacaktır. Nitekim, “Kim bir zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür.”[67] buyurmaktadır.

119.  

Biz, cennet ve cehennemin şimdi de varolduklarına inanmaktayız. Şeyh Mufîd buyuruyor ki: “Cennet ve cehennem, şimdi vardır; rivayetler onların varlığına delâlet etmekte ve ulema da bu konuda ittifak içerisindedir.”[68] Kur’ânı Kerim ayetleri de bir şekilde cennet ve cehennemin günümüzde fiilen var olduğunu göstermektedirler; nitekim şöyle buyuruyor:

Andolsun, (Peygamber) onu (vahiy meleğini) bir inişinde daha görmüştü; Sidretu’l-Munteha’nın (Uzak Ağaç) yanında. Ki Cennet-i Me’va onun yanındadır.[69]

Başka bir yerde, müminlere müjde vermek ve kâfirleri uyarmak amacıyla, cennetin sakınanlar için ve cehennemin ise kâfirler için hazırlandığı bildirilmektedir; nitekim cennet hakkında, “sakınanlar için hazırlanmış”[70] buyurmakta ve cehennem hakkında da, “Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.”[71] buyurmaktadır.

Buna rağmen, cennet ve cehennemin nerede olduklarını tam olarak bilmiyoruz; sadece bazı ayetlerden cennetin yüksek bir yerde olduğu anlaşılmaktadır:

Gökte rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var.[72]


[1]– Müminûn, 115

[2]– Sâd, 28

[3]– Yûnus, 4

[4]– Müminûn, 14-16

[5]– Hûd, 4

[6]– İsrâ, 51

[7]– Hac, 5-6. Bu anlamda bkz. Kâf, 9-11.

[8]– Yâsîn, 81

[9]– Kâf, 4

[10]– Secde, 10

[11]– Secde, 11

[12]– Yâsîn, 79

[13]– Tevbe, 72

[14]– Meryem, 39

[15]– Mü’minûn, 100

[16]– Bakara, 154

[17]– Âl-i İmrân, 170

[18]– Mü’min, 46

[19]– el-İ’tikadât, Şeyh Saduk, 17. bab, s.37.

[20]– Tashihu’l-İtikadat, Şeyh Mufid, s.45-46.

[21]– Keşfu’l-Murad, 6. maksad, 14. mesele.

[22]– Bkz. Ahmed b. Hanbel’in “es-Sünne” adlı kitabı; Ebu’l-Hasan Aş’erî’nin “el-İbane” adlı eseri ve kadı Abdulcabbar’ın “Şerh-i Usul-i Hamse” adlı eserleri.

[23]– İnsan ruhunun kıyamette mükemmel bedene taalluk edeceğine, dolayısıyla nefsin cenine taalluk edeceği bu faraziye ile çok farklı olduğuna dikkat edilmesi gerekir.

[24]Keşfu’l-Murâd, Allâme Hillî, 2. maksat, 4. fasıl, 8. mesele; Esfâr, Sadru’l-Mutellihîn, 9 / 10.

[25]– Mâide, 60. Yine A’râf, 166. ayete de müracaat edilebilir.

[26]“Ve bu cezayı, önündekilere ve ardından geleceklere bir ibret, (Allah’ın azabından) korunanlara da bir öğüt yaptık.” (Bakara, 66)

[27]Şerh-u Maksad, Taftazanî, c.3, s.337.

[28]el-Mîzân, Tabatabâî, c.1, s.209.

[29]Fecru’l-İslâm, Ahmed Emin-i Mısrî, s.377.

[30]– Âl-i İmrân, 49.

[31]– Bakara, 259.

[32]– İbrâhîm, 48

[33]– Dolayısıyla, “Sadece bir tek nâra olur, hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler.” (Yâsîn, 53) ayeti, “Sûr’a üflendi. İşte onlar kabirlerinden (kalkıp) Rablerine koşuyorlar.” ayetindeki (Yâsîn, 51) Sûr’a üfürülüşü açıklamaktadır. Bu ayet, Sûr’a ikinci defa üfürülüşün bir nâra ve feryat olduğunu ve ondan sonra herkesin ansızın Allah’ın huzurunda hazır olacağını açıklıyor.

[34]– Zümer, 68

[35]– Kamer, 7

[36]– İsrâ, 13-14

[37]– Enbiyâ, 47

[38]“İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. (Oraya girmeleri), Rabbinin üzerine aldığı kesin borçtur. Sonra (günahtan) korunanları kurtarırız ve zalimleri öyle diz üste çökmüş olarak bırakırız.”

[39]– A’râf, 46

[40]Bihâru’l-Envâr, c.8, 18. bab, 1’den 12’ye kadarki hadisler; Müs-ned-i Ahmed, c.1, s.281, 295 ve c.3, s.144.

[41]– Enbiyâ, 28

[42]– Yûnus, 3

[43]– Necm, 26

[44]– İsrâ, 79

[45]el-Mîzân, c.13, s.191-192; Mecmau’l-Beyan, c.10, s.549.

[46]– Şeyh Saduk, Men La Yehzuruhu’l-Fakih, c.3, s.376.

[47]– Nisâ, 31

[48]Hısâl-u Şeyh Saduk, Beş bab, Sahîh-i Buhârî‘nin hadisi, c.1, s.42; Müsned-i Ahmed, c.1, s.301.

[49]Evâilu’l-Makalât, Şeyh Mufîd, s.54 ve diğer kelam kitapları.

[50]Sahîh-i Müslim, c.3, s.54.

[51]– Sünen-i Tirmizî, c.4, s.42, mâ câe fi şe’n-is Sırat babı.

[52]– Yûsuf, 97: “(Oğulları:) Ey babamız, bizim günahlarımızın bağışlanmasını dile. Gerçekten biz günah işledik, dediler. (Yakub) sizin için Rabbime istiğfar edeceğim, dedi.”

[53]– Nisâ, 64: “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler. Allah’tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve elçi de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.”

[54]– Münâfikûn, 5: “Onlara: Gelin, Allah’ın Resulü sizin için mağfiret dilesin, dendiği zaman başlarını çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.”

[55]– Zümer, 44

[56]– Bakara, 255

[57]– Nûr, 31

[58]– En’âm, 54

[59]– Zilzâl, 7

[60]– Necm, 40-41

[61]– Bakara, 217

[62]Keşfu’l-Murâd, s.413, 6. maksad, 7. mesele.

[63]– Nisâ, 31

[64]– Tahrîm, 8.

[65]– Bakara, 271.

[66]– Nisâ, 48

[67]– Zilzâl, 7

[68]Biharu’l-Envâr, c.8, 28. bab, 1. hadis.

[69]– Necm, 13-15

[70]– Âl-i İmrân, 133

[71]– Âl-i İmran, 131

[72]– Zariyât, 22

Bu ürünü sepete eklediniz: