Peygamberimizin Hayatına Kısa Bir Bakış
MUSA GÜNEŞ
Peygamberlerin sonuncusu ve ilâhî elçilerin efendisi Abdulmutalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (s.a.a), Fil Yılı’nın rebiyülevvel ayının on yedinci gününde dünyaya geldi. Daha önce babasını kaybeden Peygamberimize Sa’doğulları kabilesinden bir kadın süt annesi oldu. Dört veya beş yaşına girdiğinde annesine geri verildi. Altı yaşındayken annesi vefat etti. Bunun üzerine bakımını tek başına dedesi üstlendi. Fakat iki yıl sonra o da öldü. Dedesi ölmeden önce bakımını müşfik amcası Ebu Talib’e havale etti. Evleninceye kadar da amcasının yanında kaldı.
On iki yaşındayken amcası ile birlikte Şam’a bir yolculuk yaptı. Yolda rahip Bahira ile karşılaştı. Bahira onu tanıdı. Onu gözden uzak tutmaması hususunda Ebu Talib’i uyardı ve onun aleyhinde komplolar kurmak için Yahudilerin fırsat kolladıklarını belirtti.
Peygamberimiz (s.a.a) yirmi yaşlarında Hılfu’l-Fuzul adı ile bilinen bir kabileler arası uzlaştırma konseyine katıldı. Sonraları bu katılımdan iftiharla söz etmiştir. Hatice’nin mallarının değiş tokuşunu yapmak için Şam’a gitti. Gençliğinin parlak döneminde yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendi. Bundan önce “doğru ve güvenilir (emin)” kişi lakapları ile tanınmıştı. Hacerü’l-Esved’i yerine koymakta anlaşmazlığa düşen kabileler onun arabuluculuğuna başvurdular. O da bulduğu ustaca bir formülle çatışan tarafları uzlaştırdı.
Kırk yaşında peygamber olarak görevlendirildi. Yüce Allah, onu peygamberlerin sonuncusu, kendisinden önce peygamberlerin şeraitlerinin neshedicisi olarak siyahı ve beyazı ile, Arabı ve Arap olmayanı ile bütün insanlığa gönderdi. Onun gönderildiği dönemde yeryüzü hurafelerle, akıldışı saçmalıklar ile, bid’atler ile, çirkinlikler ile ve puta tapıcılık uygulamaları ile dolmuştu.
Yüce Allah onu, sadece kendisine kulluk etmeyi emredici olarak, ne fayda ve ne zarar verebilen, düşünmeyen, işitmeyen, ne kendisine ve ne başkasına yönelik bir belâyı ve zulmü geri çeviremeyen putlara ve heykellere tapmayı ortadan kaldırıcı olarak, erdemlilik derecesine yükselmiş ahlâk örneklerinin tamamlayıcısı olarak, güzel sıfatların teşvikçisi olarak, her türlü iyinin emredicisi ve her türlü kötünün yasaklayıcısı olarak gönderdi.
Peygamberlikle görevlendirilir görevlendirilmez hemen işe koyuldu. Görevinin bilincinde olarak bütün dünyanın karşısına dikilip herkesi tek, yaratıcı, rızk verici, her olaya ve gelişmeye malik, faydayı ve zararı elinde tutan, egemenlikte ortağı olmayan ve hiçbir dengi bulunmayan Allah’a iman etmeye çağırdı. Öncü müminlerden oluşan bağlılar ve destekçiler toplamaya girişti.
Çağrı görevine başlamasının üzerinden üç veya beş yıl geçtikten sonra yüce Allah ona, yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından elçilik görevini ilân ederek İslâm’ı sevenlerin, müminler safına katılması yolunda açık çağrı yapmakla emredildi.
O andan itibaren Kureyş kabilesi Peygamberimizin (s.a.a) önüne çeşitli engel çıkarmaya, çağrının yayılmasını önlemeye, böylece Allah yolunun önünü kesmeye başladı. Buna karşılık Peygamberimiz (s.a.a), çağrısı için Mekke dışında yeni bir pencere açmaya yöneldi. Bu amaçla Habeşistan’a Müslümanlardan oluşan birkaç heyet gönderdi. Çünkü bu ülkenin hükümdarı daha önce ülkesine gelen Ebu Talip oğlu Cafer başkanlığındaki bazı Müslümanları iyi karşılamış ve onlar da oraya yerleşmişlerdi. Nitekim Cafer, Hicrî yedinci yıla kadar bu ülkeden ayrılmamıştı.
Kureyşliler, Habeşistan hükümdarını Müslümanlara karşı kışkırtan gayretlerinin başarılı olmadığını görünce, yeni bir plân uygulamaya başladılar. Bu plân Müslümanlara ekonomik, sosyal ve siyasî ambargo ve kuşatma dayatmak oldu. Bu ambargo üç yıl devam etti. Kureyşliler bu ambargonun Peygamberimizi (s.a.a), Ebu Talib’i ve Haşimî kabilesinin diğer mensuplarını dize getirmesinden ümit kesince kuşatmayı kaldırdılar. Ancak ambargo baskısından zaferle çıkan Peygamberimiz (s.a.a) ve kabilesi, peygamberliğin onuncu yılında Ebu Talip ile Hatice’nin vefatıyla sarsıldılar. Bu iki olayın Peygamberimiz (s.a.a) üzerindeki etkisi ağır oldu. Çünkü aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybetmişti.
Bazı tarihçiler "İsra" ve "Miraç" olayının gerçekleşmesini bu üzücü durumla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre, bu dönemde üzüntünün ve psikolojik baskının doruğunda yaşayan Peygamberimiz (s.a.a) aynı zamanda Kureyşlilerin bütün ağırlıkları ile ilâhî çağrının önüne dikildiklerini, yolunu kestiklerini görüyordu. Böylece yüce Allah, bu ağır havayı dağıtmak için miraç esnasında ona gösterdiği büyük mucizelerle önüne geleceğin ufuklarını açtı. Gerçekten miraç mucizesinin Peygamberimiz ve müminler üzerindeki şevk uyandırıcı etkisi çok büyük oldu.
Peygamberimiz (s.a.a) yeni bir hareket merkezi bulabilmek ümidi ile Taif’e göç etti. Fakat Mekke’ye komşu olan ve bu şehrin atmosferinin etkisi altında kalan bu beldeden yeni bir açılım elde edemedi. Bunun üzerine Mekke’ye dönerek daha önce komşuluğunu seçtiği Mut’im b. Adiyy’in yakınına yerleşti. Peygamberimiz (s.a.a) ilâhî risaleti yaymak için hac mevsimlerinde yeni bir hareket başlattı. Hac görevini yerine getirmek ve Ukaz Çarşısı’nda ticaret yapmak için Beytu’l-Haram’a gelen kabilelere kendini tanıtmaya başladı. Medine halkı ile buluştuktan sonra yüce Allah önüne başarı ve yardım kapıları açtı. Böylece Allah’a çağrısı devamlılık kazanarak İslâm Medine'de yayılmaya başladı. Sonunda Kureyşlilerin kendisine yönelik tuzağından Allah tarafından haberdar edilmesi üzerine Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Çünkü Kureyş kabilesi bütün kolları ile onu öldürüp kendisinden nihaî olarak kurtulma konusunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine bir gece Hz. Ali’ye (a.s) kendi yatağında yatmasını emrettikten sonra kendisi bütün korunma tedbirlerini alarak Medine’ye doğru yola çıktı ve kendisi için tam bir karşılama hazırlığı yapmış olan bu şehrin halkı ile buluştu. Rebiyülevvel ayının başlarında Kuba’ya ulaştı. Peygamberimizin (s.a.a) bu hicreti onun emri ile İslâm tarihinin başlangıcı oldu.
Peygamberimiz Medine’de ilk İslâm devletini kurdu. Hicret’ten sonraki ilk yıl zarfında bu devletin temellerini attı. İşe putları kırmakla ve Mescid-i Nebevî’nin inşası ile başladı. Bu mescidi hareketi, çağrısı ve hükümeti için merkez olarak hazırladı. Arkasından muhacirler ile ensar arasında birebir kardeşlik ilişkileri kurdu. Böylece yeni devletin üzerine oturacağı sağlam bir halk tabanı oluşturmayı amaç edindi. Bir yandan da kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir tür yönetmelik hazırlayarak bunu kabilelere iletti. Bu arada Yahudi oymakları ile bir anlaşma imzaladı. Bu yönetmelik ile bu anlaşma, ilk yönetim düzeninin ve İslâm devletinin genel hatlarını içeriyordu.
Genç İslâm devleti ve İslâm çağrısı Kureyşlilerin sert ve çirkin direnişi ile karşılaştı. Bu kabile, İslâm daveti ile bu yeni devleti ortadan kaldırmaya kesin karar vermişti. Bu amaçla Müslümanlara art arda savaşlar açtılar. Peygamberimiz (s.a.a) ve Müslümanlar da bu savaş girişimleri karşısında kendilerini savunmak zorunda kaldılar.
Böylece bu genç devleti savunma yılları başladı. Peygamberimiz bu dönemi Hicret’in yedinci ayında amcası Hz. Hazma komutasında sefere çıkardığı bir seriye ile başlattı. O yılın sonuna kadar üç seriye daha hazırlayıp sefere çıkardı. Bu yıl içinde Bakara Suresi'nin birçok ayeti indi. Bu ayetlerde, bir yandan yeni devlet ile ümmetle ilgili ölümsüz bazı hükümler belirlenirken, öte yandan münafıkların ve Yahudilerin Peygamberimize ve yeni cihanşümul devletine karşı hazırladıkları komplolar ve kurdukları tuzaklar ifşa ediliyordu.
Kureyşliler Peygamberimiz ile yeni devletini Medine dışından, Yahudiler ise Medine içinden hedef almışlardı. Peygamberimiz her ikisinin hareketini sıkı gözlem altına aldı. Hicret’in ikinci yılında iki seriye seferi ile sekiz savaş gerçekleşti. Bu savaşların biri ramazan ayında yapılan büyük Bedir Savaşı oldu. Yine bu yıl içinde ramazan ayı orucu farz kılındı ve İslâm devleti ile Müslüman ümmetin bağımsızlığına yeni bir boyut kazandıran kıble değişikliği gerçekleşti.
Hicret’in ikinci yılı bir yandan birçok askerî ve öte yandan siyasî ve sosyal hayatla ilgili ilâhî direktiflerin inişine sahne oldu. Kureyşliler ile Yahudiler ağır savaş yenilgilerine uğratıldılar. Medine’yi ilk yurt edinmiş Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka’nın, Peygamberimizle yapmış oldukları sözleşmeyi bozdukları gerekçesi ile, büyük Bedir zaferinden sonra Medine’den sürgün edilmesi gerçekleşti.
Hicret’i izleyen üç yıl boyunca Kureyşlilerin İslâm’a ve Müslümanlara yönelik Medine dışından gelen askerî saldırıları ile Yahudi kabilelerin Peygamberimizle imzaladıkları anlaşmaları bozma girişimleri devam etti. Bu üç yıl zarfında gerçekleşen Uhud, Beni'n-Nazîr, Ahzab, Benî Kureyza ve Beni'l-Mustalik savaşları, saydığımız bu beş savaş Peygamberimize ve Müslümanlara çok ağır gelmiş, zorluk vermişti.
Hicret’in beşinci yılında Müslümanlar başarılı bir sınavdan sonra, müşrikler ittifakı ile Yahudilerin ortak bir komplosunu geri püskürttüler. Böylece yüce Allah Kureyşlilerin Müslümanları dize getirmekten ümidi kesmelerinden sonra büyük fethin zeminini hazırlamış oldu. Peygamberimiz Hudeybiye Barışı’ndan sonra çevredeki kabileler ile anlaşıp onları yanına çekmeye girişti. Maksadı şirk ve inkârcılık güçleri karşısında, Müslümanlar ile bu kabilelerden oluşan birleşik bir güç oluşturmaktı. Bütün bunların sonunda, yüce Allah, Hicret’in sekizinci yılında Mekke’yi fethetmesini sağladı ve böylece bu fetih sayesinde, Kureyş kabilesinin elebaşlarını onun İslâm devletine ve mübarek siyasetine boyun eğdirdikten sonra, şirk merkezlerini Arap Yarımadası’ndan tasfiye etmesine yardımcı oldu.
Bunun arkasından gelen Hicrî dokuzuncu yıl akın akın Allah’ın dinine girmeye başlayan kabilelerin temsilcilerinin karşılanıp uğurlandığı bir yıl oldu.
Hicret’in onuncu yılı Veda Haccı’nın yapıldığı ve Peygamberimizin (s.a.a) cihanşümul devletini ve diğer ümmetlere şahit olan ümmetini geliştirme yolunda ümmeti arasında geçirdiği son yıl oldu.
Önder Peygamberimiz İslâm devletinin temellerini pekiştirdikten sonra Hicrî on birinci yılın sefer ayının yirmi sekizinci günü vefat etti. Peygamberimiz bu temellerin pekiştirilmesini, yerini alacak olan ve adımlarını izleyecek olan masum imamlar önderliğini belirleyerek gerçekleştirdi. Bu masum önderlik Ebu Talip oğlu Ali’nin (a.s) şahsında temsil edilecekti. O kâmil insan ki Peygamberimiz, onu doğduğu günden itibaren kendi keremli elleri ile büyütüp eğitti ve hayatı boyunca onu güzel şekilde gözetti. İmam Ali (a.s) de, İslâm’ın bütün değerlerini düşüncesinde, davranışlarında ve ahlâkında somutlaştırdı. Peygamberimizin (s.a.a) emirlerine ve yasaklarına uymada en yüksek örneği oluşturdu. O bu niteliği ile büyük velâyet, nebevî vasilik ve ilâhî halifelik payesine lâyıktı. Çünkü İslâmî misyonun, ilâhî devrimin ve nebevî devletin, onun yapısındaki derinliklerinin varlığı, Peygamberimizin yüce Allah’ın emri ile hayat sahnesinden çekildikten sonra onu Peygamberimize ilk vekili olmaya aday yapmıştı.
Nihayet yüce Peygamberimiz, içinde bulunduğu şartların zorluğuna rağmen İmam Ali’yi Müslümanlara hidayet rehberi ve önder tayin ederek, misyonunu duyurmayı tamamladıktan sonra Rabbinin çağrısının gereğine uydu. Peygamberimiz böylece Allah'a itaatkârlığın ve O'nun emirlerine uymanın en üstün örneği oldu. Çünkü Allah’ın emrini en güzel şekilde Müslümanlara iletti ve Veda Haccı’nı en çarpıcı açıklamalarla noktaladı.
İslâm İlkelerinin Yüceliği
Peygamberimiz, bütün insanların haklar bakımından aralarında eşitlik olması, bir kişinin diğer kişiden ancak kötülüklerden sakınma derecesi oranında iyi sayılacağı, müminlerin birbirlerinin kardeşi oldukları, aralarında eşit oldukları, kanlarının birbirine denk değerlerde olduğu ve en aşağı sosyal konumda olanın sosyal güvenlik talebinin karşılanması gerektiği ve İslâm’a girenlerin genel affa kavuşacakları ilkeleri ile gönderildi.
Peygamberimiz, yüce Allah’tan aldığı parlak bir şeriat ve adil bir yasal sistem ortaya koydu. Bu sosyal sistem insanların ibadetlerini, fertler arasındaki ilişkileri, dünya hayatları ile ahiretleri için ihtiyaç duyacakları düzenlemeleri bir bütün olarak içeriyordu. Bu yasal sistem ibadetle, siyasetle, sosyal ilişkilerle ve ahlâkla ilgili ayrıntıları kapsıyordu. Gelecekte insan hayatında meydana gelecek ve insanoğullarının ihtiyaç duyacakları hiçbir gelişmeyi dışarıda bırakmıyordu. Başka bir deyimle meydana gelen her yeni gelişmenin, vuku bulan her olayın İslâm şeriatında Müslümanlar tarafından kabul edilmiş ve gerektiğinde başvurulacak bir dayanağı, bir temeli vardı.
Bu din birçok güzellikler içerdiği gibi, akılla uyuşan hükümlere sahipti. Uygulanması kolaydır ve hoşgörülüdür. Zorluğu kaldırmıştır. İki şehadet cümlesi ile yetinmektedir. İlkelerinde yücelik, kesin kararlılık ve ciddiyet vardır. Bu yüzden insanlar bu dine akın akın girdiler. Bu dinin mensupları yeryüzündeki ülkelerin önemli bir bölümüne hâkim oldular. Bu dinin ışığı yeryüzünün doğusunu ve batısını aydınlattı. Yeryüzünün bütün bölgeleri ve yöreleri dönem dönem bu dinin sancağı altına girdi. Bu din sayesinde ırkları ve dilleri birbirinden farklı olan milletler birbirleriyle kaynaştı.
Bu dinin ilk ortaya çıktığı dönemde Peygamberimiz Mekke’yi gizlice terk etmek zorunda kaldı. Sahabîleri işkence görüyor, aşağılanıyor ve dinlerinden döndürülme girişimlerine maruz kalıyorlardı. Bir defasında gizlice Habeşistan’a göç ediyorlar, başka bir defasında saklana saklana gerçekleştikleri yolculuklarla Medine’ye sığınıyorlardı. İşte bu önder adam sözünü ettiğimiz sahabîleri ile önce zamanında yapamadığı bir umre ziyaretini gerçekleştirmek üzere Mekke’ye ayak basıyor, çağrısının düşmanları onu önleyemiyor, engelleyemiyor. Kısa bir süre sonra ise Mekke’ye bir fethedici sıfatı ile giriyor, bu şehrin halkına bir damla kan dökmeden egemen oluyor. İnsanlar İslâm dinine isteyerek ve bazen zorlanarak giriyor. Arap kabilelerinin şefleri gönderdikleri heyetler aracılığı ile itaat dizginlerini o önder adamın ellerine veriyorlar. Bu önder adam daha Mekke şehrini fethetmeden öyle bir güce ulaştı ki, elçilerini ve temsilcilerini Kisra, Kayser ve onlardan alt düzeydeki dünya hükümdarlarına göndererek onları İslâm’a çağırabildi. Bütün zorluklarına rağmen Kayser’in, yani Bizans İmparatorluğu’nun bazı bölgelerine askerî seferler düzenledi. Yüce Allah’ın Nasr, Fetih ve diğer surelerindeki açık vurgulamaları uyarınca ve tarih kitaplarının bize haber verdikleri üzere Rabbinin kendisine va’dettiği gibi bu önder adamın getirdiği din bütün diğer dinlere üstünlük kurdu.
Bu din, ona insafsız bir dille saldırmak isteyenlerin anlattıkları gibi kılıca ve baskıya dayanan bir yayılma yöntemi uygulamadı. Tam tersine yüce Allah’ın şu emrini ilke edindi: “İnsanları Rabbinin yoluna sağlam bir yöntemle ve güzel öğütle çağır, onlarla üslûpların en güzeli, en etkilisi ile tartış…”[1] Peygamberimiz, Mekke halkı ile ve diğer Araplar ile, onlar kendisine savaş açmadıkça, onu öldürmek isteyinceye kadar, onu Mekke’den çıkarıncaya kadar savaşmadı. Hakkında semavî kitap inen dinlerin bağlılarının dinlerine bağlı kalmalarını onayladı, onları İslâm’a girmeye zorlamadı.
Peygamberimiz, insanlardan sadece “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah” demelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini, ramazan ayında oruç tutmalarını, Beytullah’ı ziyaret etmelerini ve İslâm’ın hükümlerini benimsemelerini istedi. “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah” cümlelerini söylemek, bu cümleleri söyleyenin Müslümanın lehine olan hakları elde etmesi ve Müslümanın aleyhinde olan yükümlülükleri üstlenmesi için yeterli sayıldı.
Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Şeriatının Bazı Özellikleri
Yüce Allah, Peygamberine, onu peygamber olarak gönderdiğinde açık ifadeli, hiçbir tarafına bâtılın sızmadığı Arapça bir Kur’ân indirdi. Peygamberimiz onunla belâgat ustalarını âciz ve fesahat ustalarını dilsiz bıraktı. Onun üzerinde belâgat ve fesahat ustalarına meydan okudu, ama onlar onun benzerini ortaya koyamadılar. Oysa bu kimseler Arapların en önde gelen fesahat ustaları idi, hatta fesahat ve belâgat onlarda son buluyordu. Hakîm ve alîm olan Allah katından indirilmiş olan bu yüce kitap dinî hükümleri, geçmişteki toplumların haberlerini, ahlâkı arındırmayı, adaleti emredip zulmü yasaklamayı, onu gökten inen kitaplardan bile farklı yapacak olağan dışılıkta her şeyi açıklamayı içeriyordu. Birbirini izleyen çağlara ve gelip geçen günlere rağmen sürekli okunuyor. Bu kitap tatlı, iştah açıcıdır. Açıklama tarzı akılları şaşkınlığa uğratır, okunması ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, çağı ne kadar eskide kalırsa kalsın, insan zevkine bıkkınlık vermez.
Kur’ân-ı Kerim, cahillerin yaşadıkları cahiliye karanlıkları içinde bilimsel ve kültürel bir devrim meydana getirmede bir mucizedir. İlmi teşvik etti ve onu insanın kendine lâyık kemale doğru yükselmesinin ilk faktörü saydı. Düşünmeyi, akıl yürütmeyi, denemeyi, tabiatın görüntülerini incelemeyi ve tabiatın kanunlarını ve yasalarını keşfetmek için bu alanda derinleşmeyi teşvik etti. İnsanın sosyal hayatının dayanağını oluşturan bütün ilim dallarını zorunlu kıldı. Kelâm, felsefe, tarih, fıkıh ve ahlâk gibi teorik ilimlere önem verdi. Taklidi, zayıf kanaatlere dayanmayı yasakladı ve açık delile sarılmanın temellerini attı.
Çalışmaya, ciddiyete, iyiliklerde yarışmaya özendirirken aylaklığı, tembelliği yasakladı. Birliğe çağırdı ve ayrılığı reddetti. Irkçılığı ve cahiliye kültürünün körüklediği kabile taassubunu kınadı.
İslâm yaratılışta, doğal oluşumda, yasa yapımında, sorumlulukta, cezada ve ödülde adaleti esas kabul etti. Bu din, insanoğullarının Allah’ın kanunu ve şeriatı önünde eşit olma hakkına sahip olduğunu haykıran, sınıf ayrılığını, ırk ayrımcılığını kınayan, Allah katında üstünlük gerekçesini manevî bir kriter olan kötülüklerden sakınmaya ve iyiliklerde yarışmaya bağlayan, bu üstünlüğü insan toplumunun fertleri arasında sınıfsal bir ayrıcalık sebebi saymaya izin vermeyen ilk din oldu.
İslâmiyet güvenliği korumaya, mal, kan ve ırz dokunulmazlığına büyük önem verdi. Güvenliğin ve adaletin berkarar olması için gereken ortamı pekiştirdikten sonra, güvenliğin ihlâl edilmesine veya ortadan kaldırılmasına şiddetli cezalar öngördü. Ama cezaları bu tür sosyal hastalıkların tedavisinde en son başvurulacak bir ilâç olarak kabul ettiği gibi, bu ilâca başvurduğunda da verilecek cezanın, insan için öngördüğü özgürlükle bağdaşık olmasını şart koştu. Bundan dolayı İslâm şeriatında yargı adaleti, güvenliği yerleştirme ve gerekli bütün teminatlar ile birlikte yasal hakların sahibine verilmesi ilkesi üzerine oturtulmuştur.
İslâmiyet sağlığın, organik ve psikolojik esenliğin korunmasına son derece büyük bir özen göstermiş, bütün yasal düzenlemelerini hayatta önemli olan bu ilke ile uyumlu olarak belirlemiştir.
İnsanı cahiliye karanlıklarından çıkarıp hak ve kemal aydınlığına yönlendirmek için gelen yüce İslâm şeriatında gereklilikler (farzlar) ve haramlar pratik fıtrî temellere dayanır. İnsanın kemale ermesi için ihtiyaç duyduğu ve ermeye çalıştığı kemal hedefi için dayanak olan her şey, İslâm şeriatında insan karşısına emir olarak çıkarılmış ve ona ulaşmanın yolları şeriat tarafından hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra İslâm şeriatı, insanı arzu edilen gerçek mutluluktan mahrum eden her şeyi haram ilân etmiş ve bedbahtlık çukuruna düşmeye götüren bütün geçitleri kapatmıştır.
İslâmiyet, şeriatın ilkeleri ile çelişmeyen, kemal merdivenin basamaklarını çıkmayı engellemeyen, dünya hayatına ait bütün nimetleri, hazları ve güzellikleri serbest ilân etmiş, yüce amaçlara paralel ve o amaçlarla eş zamanlı olarak bu dünyalık hazların kanunlarını belirlemiş, bunların içinde zararlı olanları haram ederek insana benimsenmesi yaraşanları gerekli ve farz saymıştır.
İslâm, kadına son derece büyük bir özen göstermiş, onu ailenin temel direği ve evlilik hayatında mutluluğun temeli kabul etmiş, ona şerefini ve onurunu garanti eden, kendisinin, çocuklarının, içinde yaşadığı toplumun mutluluğunu gerçekleştiren haklar tanımış ve görevler yüklemiştir.
Kısacası İslâmiyet, insan toplumunun gelişmesi ve ilerlemesi için ihtiyaç duyacağı hiçbir yasal düzenlemeyi ihmal etmemiştir.
Peygamberimizin Vefatı ve Defnedilmesi
Hz. Ali, Peygamberimizle hayatının son anlarına kadar gölgenin gölge sahibi ile olan beraberliği gibi beraberdi. Bu ayrılmazlık ilişkisi sürecinde Peygamberimiz ona tavsiyelerde bulunur, bilgi verir ve sırlarını onun yanına bırakırdı. Peygamberimiz son anlarında: “Bana kardeşimi çağırın!” dedi. O sırada Peygamberimiz onu bir iş için bir yere göndermişti. Peygamberimizin onun çağrılmasını istemesi üzerine başta bazı Müslümanlar hemen yanına koştular. Fakat Hz. Ali gelinceye kadar kimseyle konuşmadı. Hz. Ali geldiğinde Peygamberimiz kendisine: “Bana yaklaş!” dedi. Hz. Ali’nin kendisine yaklaşması üzerine Peygamberimiz ona dayandı. Bir süre ona dayalı kalarak kendisine bir şeyler söyledi ve arkasından kendisinde son nefesini verme belirtileri görüldü.[2] Bir süre sonra Hz. Ali’nin meşhur hutbesinden birinde belirttiği gibi, Allah’ın Resulü, onun kucağındayken vefat etti.[3]
Medine halkı, sevdiklerinin ayrılmasının üzüntüsü ile Allah Resulü’nün evinden yükselen çığlıklardan ve feryatlardan onun öldüğünü öğrendiler. Allah’ın kullarının en şereflisinin ahiret yolculuğuna çıkmış olması, kalplerin yuvalarından çıkacakmış gibi çarpmalarına yol açan bir şok etkisi meydana getirdi. Peygamberimizin vefatı, ateşin kuru otlar arasında yayılmasına benzeyen bir hızla Medine halkı arasında yarıldı. İnsanlar üzüntüden kendilerini kaybetme aşamasına girdiler. Oysa Peygamberimiz bu acı olayın daha önce zeminini hazırlamış, bizzat kendisi ölüme yakın olduğunu birkaç kez haber vermiş, ümmete vekili ve kendisinden sonraki halifesi olan Ebu Talip oğlu Ali’ye gereken itaati göstermesini vasiyet etmişti. Onun vefatı Müslümanların vicdanlarını sarsan ağır bir darbe oldu. Medine şehri, halkı ile birlikte heyecan kasırgasına tutuldu. Bu sırada Hattap oğlu Ömer’in söylediği bir söz karşısında Peygamberimizin evi önünde toplanan insanların şaşkınlığı katlanarak arttı. Ömer, herkesi kılıcı ile tehdit ederek şöyle diyordu: “Bazı münafıklar Peygamberimizin öldüğünü iddia ediyorlar. Vallahi, o ölmedi. Fakat İmrân oğlu Musa nasıl Rabbine gittiyse o da Rabbine gitti.”[4]
Gerçi Musa Peygamber’in (a.s) ölümü ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı arasında benzerlik yoktu; fakat Ömer’in daha sonra sergilediği tutumlar, belki de onun bu karşılaştırmada niçin ısrar ettiği sorusu üzerindeki perdeyi kaldırır. Çünkü bu sözü kesin o da duymuştu Peygamber’in kendisinden: “Ali’nin bana karşı olan konumu, Harun’un Musa’ya karşı olan konumu gibidir.”
Ardından Ebubekir ve Ömer bazı arkadaşları ile birlikte, Peygamberimizin vefatı sonrasında yerine kimin halife olacağı konusunda olağanüstü bir toplantı için hemen Saideoğulları’na ait gölgeliğe gittiler. Böyle bir toplantıya katılmaya giderlerken, Ebu Talip oğlu Ali’nin halife olarak tayin edilmiş olduğunu ve kendilerinin de ona biat ettiklerini unutmuş göründükleri gibi, ayrıca Peygamberimizin henüz soğumamış yatan ölü vücuduna saygısızlık sayılan bir davranış sergiliyorlardı.
Ebu Talip oğlu Ali ile onun ailesine gelince; onlar, Peygamberimizin cenaze hazırlığı ve toprağa verilmesi ile meşgul oldular. Hz. Ali, Peygamberimizin ölüsünü, giydiği gömleği üzerinden çıkarmadan yıkadı. Cenazeyi yıkama işinde ona Abdulmuttalip oğlu Abbas ile oğlu Fazl yardım etti. Hz. Ali, cenazeyi yıkarken: “Babam anam sana kurban olsun; sağlığında da, ölü iken de ne güzel kokuyorsun!” diyordu.[5]
Sonra Peygamberimizin mübarek naaşını bir sedirin üzerine koydular. Hz. Ali şöyle dedi: “Peygamberimiz ölü veya diri olsun imamımızdır. Bu yüzden gruplar hâlinde arka arkaya yanına girsinler ve cenaze namazını kılıp gitsinler.” Onun cenaze namazını ilk kılanlar Hz. Ali ile Haşimoğulları oldu. Sonra bunların arkasından ensar Müslümanları cenaze namazı kıldılar.[6]
Arkasından Hz. Ali, Peygamberimizin cenazesinin karşısına geçerek şunları söyledi: “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey Peygamber! Allah’ım, onun kendisine indirilen ilâhî mesajı tebliğ ettiğine, ümmetine nasihat ettiğine, Allah’ın dinini üstün getirerek sözünü tamam ettirmesine kadar onun yolunda cihad ettiğine şahitlik ediyoruz. Allah’ım, bizi Allah’ın ona indirdiği mesaja uyanlardan, onun arkasından gösterdiği yolda sabit kalanlardan eyle ve bizi onunla bir araya getir!” Hz. Ali bu sözleri söylerken orada bulunanlar “amin” diyordu. Böylece onun cenaze namazını önce erkekler, sonra kadınlar ve sonra da çocuklar kıldı.[7]
Saideoğulları Gölgeliği’ne giden sahabîlerin hiçbiri Peygamberimizin defnedilmesine ve cenaze namazına katılmadı. Oysa resullerin sonuncusu olan Peygamberimiz, bütün insanlara gerçek mutluluğun yolunu göstermişti, kendilerine açıkladığı talimatlara uymaları şartı ile o mutluluğa ulaşmayı da garanti etmişti. Peygamberimizin açıklamalarına göre mutluluk yolu, biri diğerinin yerine geçmeyen iki önemli emanet olan temel kaynağa sarılmaktır. Peygamberimiz bu konuda şöyle diyor:
“Ey insanlar, ben sizin öncünüz, önden gideninizim. Sizler havuzumun başında bana geleceksiniz. Ben size iki emaneti soracağım. O iki emanet konusunda benden sonra ne yaptığınıza bakın. Çünkü lütufkâr ve her şeyden haberdar olan Allah bu iki emanetin birbirinden ayrılmayacağını bana haber verdi. Ben bunu Rabbimden istedim, o da bunu bana verdi. Haberiniz olsun ki, bu iki emaneti size bıraktım. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’ân ile soyum olan Ehl-i Beyt’timdir. Onların önüne geçmeyin ki, ayrılığa düşersiniz. Onların gerisinde kalmayın ki, helak olursunuz. Onlara bir şeyler öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler…”[8]
Peygamberimiz için, içinde vefat ettiği odada bir mezar kazıldı. Hz. Ali onun mutahhar naaşını mezara koymak istediğinde, ensar Müslümanları duvarın arkasından şöyle söylediler: “Ey Ali, sana Allah’ı ve bugün Allah Resulü ile ilgili hakkımızın elden gitmesini hatırlatıyoruz. Bizden birini içeri al ki, o kişi Peygamberimizi toprağa verme işinde bizim temsilcimiz olsun.” Bu hatırlatma üzerine Hz. Ali: “Evs b. Hulî içeri girsin!” dedi. Bu zat, Avfoğulları’ndan erdemli ve Bedir Savaşı’na katılmış bir kişi idi.
Arkasından Hz. Ali mezara indi, Peygamberimizin yüzünü örten örtüyü kaldırdı ve yanağını toprağa yasladı ve üzerini toprakla örttü.
Ey Allah’ın Resulü! Doğduğun gün, vefat ettiğin gün ve yeniden diriltileceğin gün Allah’ın selâmı üzerine olsun!
[1]– Nahl, 125
[2]– Tabakat, c.2, s.263
[3]– Nehcü’l-Belâga, Hutbe: 197
[4]– el-Kâmil fi’t-Tarih, c.2, s.323; Tabakat, c.2, s.266; es-Siretu’n-Nebeviyye, c.2, s.306
[5]– es-Siretu’n-Nebeviyye, c.4, s.518
[6]– el-İrşad, c.1, s.187; A’yanu’ş-Şia, c.1, s.295
[7]– Tabakat, c.2, s.291
[8]– A’yanu’ş-Şia, c.2, s.226; Tarih-i Yakubî, c.2, s.101-102