Sahabenin Adaleti
130.
Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) döneminde o hazrete iman eden ve O’nun huzurunda marifet edinen sahabesi, biz Şiîlerin yanında özel bir saygınlığa sahiptirler; ister Bedir, Uhud, Ahzab ve Huneyn savaşlarında şehadet şerbetini içenler ve ister Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra yaşayanlar olsun, onların tümü Hz. Resulullah’a (s.a.a) iman etmiş olmaları ve o hazretin yanında yer almaları bakımından saygındırlar ve dünyada Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi hakkında (o hazretin sahabesi olması bakımından) kötü sözler söyleyen ve onlardan sevgisini esirgeyen hiç kimse yoktur. Eğer Müslümanlardan bir grup böyle bir isnatta bulunurlarsa, tamamen yersiz ve temelsiz bir isnattır.
Fakat bu arada, her türlü taassup veya sevgi ve düşmanlığa yer vermeden incelenmesi gereken başka bir konu daha var: Acaba ashabın tümü âdil, takvalı ve her türlü günahtan arınmış mıydı? Yoksa bu bakımdan sahabe de, tümünün adil ve günahtan arınmış olması mümkün olmayan “tâbiîn”in hükmünde midir?
Açıktır ki, Hz. Peygamber’i (s.a.a) görmek ve onun beraberinde olmak her ne kadar kendisiyle övünülmesi gereken bir durumsa da, bu konu hiç kimseye günahtan korunmuşluk kazandırmaz; dolayısıyla sahabenin tümüne aynı gözle bakılıp hepsinin adil, takvalı ve günahtan arınmış olduğu kabul edilemez. Çünkü onlar Kur’ânı Kerim’in tanıklığıyla, “sahabe olmak” iftiharına sahip olmakla birlikte -Allah ve Resulü karşısında iman ve nifak, itaat ve isyan bakımından- çeşitli kısımlara ayrılmışlardır; bu taksimi göz önünde bulundurarak hepsine bir gözle bakıp tümünü adil ve takvalı bilemeyiz.
Şüphesiz Kur’ânı Kerim, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ashabını çeşitli zamanlarda övmüştür.[1] Örneğin Hudeybiyye Anlaşması’nda Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a) biat edenlerden hoşnutluğunu bildirerek şöyle buyuruyor:
Allah şu müminlerden razı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana biat ediyorlardı.[2]
Fakat bu övgü, biat ederken Allah’ın onlardan razı olduğunu beyan etmektedir; ama hayatlarının sonuna kadar onların saadet ve kurtuluş üzere olduklarını garanti etmemektedir. Dolayısıyla, onlardan biri veya birkaçı daha sonra yanlış bir yola sapacak olursa, kesinlikle Allah Teâlâ’nın önceki rızası onların sürekli saadete ermiş ve takvalı olduklarına tanıklık etmez; çünkü Allah’ın rızasını kazanan bu grubun makam ve mevkisi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) makam ve mevkisinden daha yüksek değildir. Kur’ânı Kerim Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında şöyle buyuruyor:
Andolsun, eğer (Allah’a) ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun![3]
Bu gibi ayetler, bu kişilerin o durumda elde ettikleri kemali açıklamaktadır; elbette eğer ömürlerinin sonuna kadar o kemali koruyacak olurlarsa, saadete erişirler.
Dolayısıyla, eğer Kur’ânı Kerim, sünnet ve tarihî delillerle bir kişi veya bir grubun saptığı kesin bir şekilde ispatlanacak olursa, bu gibi övgülere dayanarak bu delilleri reddedemeyiz.
Örnek olarak, Kur’ânı Kerim bazı sahabileri “fâsık” diye anmaktadır:
Size fâsık bir adam bir haber getirirse…[4]
Başka bir ayette de onun hakkında şöyle buyuruyor:
Hiç inanan kimse, fâsık gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmazlar.[5]
Bu sahabi, kesin tarihî belgelere göre, Velid b. Ukbe’dir. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu sahabisi, sahabi olma ve hicret etme faziletlerini kazandığı hâlde itibarını koruyamamıştır ve Benî Mustalik hakkında yalan uydurması nedeniyle Allah Teâlâ onu “fâsık” olarak tanıtmıştır.[6]
Bu ve benzeri ayetleri[7] ve yine hadis kitaplarında bazı sahabîlerin kınandığını[8] göz önünde bulundurduğumuzda ve yine onlardan bazılarının hayatını incelediğimizde, sayıları yüz binin üzerinde olan sahabenin tümünün adil olduğunu kabul edemeyiz.
Burada söylemek istediğimiz şey, sahabeye sebbetmek değil, “sahabenin tümünün adaleti” konusudur. Ne yazık ki bazıları bu ikisi arasında fark gözetmeyerek birinci konuya karşı olanları, bu ikincisiyle suçlamışlardır.
Son olarak bir kez daha, İmâmiyye Şiası’nın, Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) sahabesine saygı duymanın o hazretin bazı sahabilerinin davranışlarını yargılamak için bir engel görmediğini ve sırf Hz. Peygamber’in beraberinde olmanın, tek başına kişinin hayatının sonuna kadar günahtan masun olmasına neden olamayacağına inandığını önemle belirtmek istiyoruz. Bu konuda Şia’nın eleştirisinin kaynağını, Kur’ânı Kerim ayetleri, sahih hadisler, kesin tarih ve akıl teşkil etmektedir.
Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a)ve Ehlibeyt’ini sevmek, Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin vurguladığı İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. Kur’ânı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaret(iniz), hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, elçisinden ve O’nun yolunda cihat etmekten daha sevimliyse, o hâlde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin. Allah, yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez.[9]
Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:
O’na inanan, destekleyerek O’na saygı gösteren, O’na yardım eden ve O’nunla beraber indirilen nûra uyanlar, işte felâha erenler onlardır.[10]
Allah Teâlâ bu ayette saadete erenler için dört özellik sıralamaktadır:
1- Peygambere iman etmek: “O’na inanan”.
2- Ona saygı göstermek: “O’na saygı gösteren”.
3- Ona yardım etmek: “O’na yardım eden”.
4- İnen nûra (Kur’ân’a) uymak: “O’nunla beraber indirilen nûra uyanlar”.
Peygamber’e yardım etmenin üçüncü özellikte geçtiğini göz önünde bulundurursak, kesinlikle ikinci özellikte geçen “azzeruhu” kelimesinden maksat Hz. Resulullah’a (s.a.a) saygı göstermek ve onun karşısında tazimde bulunmaktır ve kesinlikle Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a) saygı göstermek, sadece O’nun hayatı dönemine has değildir. Nitekim ayette geçen O’na imanın da böyle bir sınırı yoktur.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeyt’ini sevmek konusunda, Kur’ânı Kerim onu risaletin mükâfatı (elbette gerçek mükâfat değil, bir mükâfat şeklinde) olarak anıp şöyle buyuruyor:
De ki: Buna (risaletime) karşılık sizden yakınlarımı sevmekten başka bir mükâfat istemiyorum.[11]
Hz. Resuli Ekrem’e (s.a.a) saygı ve sevgi sadece Kur’ânı Kerim’de değil, hadislerde de önemle vurgulanmıştır; örnek olarak bunlardan ikisi şöyledir:
1- Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse beni kendisinden ve bütün insanlardan çok sevmedikçe (gerçek) iman etmiş sayılmaz.[12]
2- Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur:
Kim şu üç şeye sahip olursa gerçek imanı tatmış olur: Gözünde Allah ve Resulü’nden daha sevimli bir şey olmazsa; gözünde ateşte yanmak, dinden çıkmaktan daha sevimli olursa; Allah için sever ve Allah için düşman olursa.[13]
Resulullah’ın Ehlibeyt’ini sevmek de, hadislerde önemle vurgulanan konulardandır; onlardan bazıları şöyledir:
1- Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:
Her kimin gözünde ben kendisinden daha sevimli olmazsam, Ehlibeyt’im ehlibeytinden saha sevimli olmazsa ve ailem de ailesinden daha sevimli olmazsa -gerçekten- iman etmiş olmaz.[14]
Kim onları severse Allah’ı sevmiş olur ve kim de onlara düşmanlık ederse Allah’a düşmanlık yapmış olur.[15]
Buraya kadar bu ilkenin -Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini sevmenin- delillerini gördük; şimdi şöyle bir soruyla karşılaşmaktayız:
1- Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini sevmenin ümmete ne yararı var?
2- Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini sevmenin yolu nedir?
İlk soru hakkında hatırlatmak gerekir ki fazilet ve kemal sahibi bir kişiyi sevmek, bizzat kemale doğru çıkmak için bir merdivendir; insan birini cân-ı gönülden ve samimi olarak severse, kendisini ona benzetmeye, onun sevdiği şeyleri yapmaya ve onu rahatsız eden şeylerden kaçınmaya çalışır.
İnsanın böyle bir ruha sahip olması değişim kaynağı olup, sürekli itaat yolunu izlemesine ve günahtan sakınmasına neden olur. Dilde sevgisini belirtip amelde sevgililerine karşı gelenler gerçek sevgiye sahip değillerdir. Nitekim İmam Cafer Sadık’a (a.s) isnat edilen iki beyitte bu noktaya işaret edilmiştir; (bu beyitlerin tercümesi şöyledir):
Seviyorum diyorsun, oysa isyan ediyorsun Allah’a,
Hayret vericidir bu iş, andolsun öz canıma
Sevgin gerçekse eğer, itaat edersin O’na
Çünkü seven bir er, itaat eder cânanına.[16]
Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ine sevgi beslemenin bazı semereleri anlaşıldıktan sonra, şimdi sevgiyi nasıl ortaya koymak gerekir, ona bakalım: Kesinlikle maksat, amele hiçbir yansıması olmayan kalbî bir sevgi değildir; aksine maksat, insanın söz ve davranışlarında uygun bir yansıması olan sevgidir.
Şüphesiz Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini sevmenin yansımalarından biri, yukarıda değindiğimiz gibi amelde onları izlemektir. Ancak asıl bahis konusu bu derunî haletin diğer yansımalarındadır ve o da özetle şudur: Halkın gözünde sevgi belirtisi ve kişilere değer verilme vesilesi sayılan her türlü söz ve davranış, bu kuralın içine girer; ancak saygının haram vesilelerle değil, meşru şeylerle olması şarttır.
Dolayısıyla, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’ini her zaman -özellikle doğum veya vefat yıldönümlerinde- anmak, onlara sevgi göstermenin, makam ve mevkilerini yüceltmenin yollarından biridir. Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’inin doğum günlerinde etrafı süslemek, ışıklandırma yapmak, bayrak asmak ve onların faziletlerini anlatmak için toplantılar düzenlemek, onları sevmenin belirtisi ve kişinin onlara karşı beslediği muhabbetin nişanesini açığa vurması sayılır. İşte bu nedenle Hz. Resulullah’ı (s.a.a) doğum gününde anmak Müslümanlar arasında sürekli bir sünnet (gelenek) hâlindedir.
Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs adlı kitabında şöyle yazıyor:
Müslümanlar sürekli Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) doğum gününü bir bayram olarak kutluyor, ihsanda bulunarak insanları yediriyor, sadaka veriyorlar; sevinç ve mutluluklarını belirterek o hazretin nasıl dünyaya geldiğini anlatıyorlar ve bazen birtakım kerametlerle karşılaşıyorlar.
Bunun bir benzerini de, İbn Hacer-i Askalânî adında bir âlim kendi kitabında kaydetmiştir.[17]
Yukarıda söylediklerimizde, din önderleri için matem merasimleri düzenlemenin felsefesi de anlaşılmış oldu; çünkü onların musibetlerini ve yaşadıkları sorunları anlatmak için her türlü toplantı düzenlemek bir nevi sevgi ve muhabbetin belirtisidir. Eğer Hz. Ya’kûb (a.s), gönlünün meyvesi Hz. Yûsuf’un (a.s) hicranından dolayı uzun yıllar boyu ağlayıp gözyaşı dökmüşse,[18] bu onun evlâdına karşı kalbî sevgisinden kaynaklanıyordu. Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) Ehlibeyt’ini sevenler de, onlara karşı besledikleri sevgilerinden dolayı, o hazretlerin vefat yıldönümlerinde ağlayıp gözyaşı döküyorlarsa, gerçekte Hz. Yakub’u (a.s) izlemektedirler.
Esasen insanın değer verdiklerini kaybetmesi nedeniyle yas meclisleri düzenlemesi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) temelini Uhud Savaşı’nda attığı bir iştir; ensâr kadınlarının Uhud şehitleri için ağladıklarını öğrenince, değerli amcası Hamza’yı hatırlayarak şöyle buyurdu: “Ama Hamza’ya ağlayan kimse yok.”[19] Müslümanlar Hz. Resulullah’ın (s.a.a), amcası Hamza için yas merasimi düzenlenmesini istediğini hissedince, kadınlarına, bir meclis düzenleyerek Resulullah’ın (s.a.a) amcasına matem tutmalarını söylediler. Bunun üzerine -şehitler efendisi Hamza için- matem merasimi düzenlediler. Peygamber efendimiz (s.a.a) bu duyarlılıklarından dolayı onlara teşekkür ederek haklarında dua edip, “Allah ensara merhamet etsin.” buyurdu. Daha sonra ensarın ileri gelenlerine, kadınlarına evlerine dönmelerini söylemelerini buyurdu.[20]
Allah yolu şehidleri için matem tutmanın, bunun dışında başka bir felsefesi daha var; o da onları anmanın, onların mektebinin korunmasına neden oluşudur. Öyle bir mektep ki, onun temelini din yolunda fedakârlık, zillete ve alçaklığa boyun eğmemek oluşturmaktadır. Onların mantığında, “Kanlı ölüm zilletle yaşamaktan daha iyidir.” Ve her Hüseynî Âşûrâ’da bu mantık ihya olmakta ve milletler onun kıyamından ders almaktadır.
Dünyadaki akıl sahipleri atalarının eserlerini korumaya çalışır; “tarihî eser” diye beklenmedik olaylar karşısında muhafaza eder ve masraflara girişerek millî eserler veya atalarının övünç kaynakları diye onları korurlar. Çünkü tarihî eserler geçmişle günümüzü birbirine bağlayan bir halka olup, ilerleme ve yükseliş seyrinde milletlerin hareketlerini açıkça gözler önünde canlandırmaktadır. Eğer tarihî eser peygamberler ve Allah’ın velileriyle ilgili olursa, bu özelliği dışında halkın onlara karşı iman ve itikatlarını korumada da önemli bir etkisi vardır ve bu tarihî eserlerin bir süre sonra yok olması, onların izleyicilerinde şek ve şüphe ruhu oluşturur ve asıl konuyu tartışmaya açar.
Örneğin Batılılar her açıdan batılı olup; Batı adap ve ananelerine sahiptirler; fakat din konusunda ellerini Doğu’ya uzatıp Hıristiyanlık dinini kabul etmişlerdir; uzun bir süre onlara bu din hâkimdi. Fakat durumlar değişip batılı gençlerde merak hissi güçlenince, yavaş yavaş Hz. İsa’nın (a.s) varlığından şüpheye düştüler ve Hz. İsa’dan (a.s) hissedilebilir bir eser olmadığından, onu tarihî bir efsane saydılar.
Oysa bu konuda Müslümanların alnı açık, başları diktir; tarih boyu Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) ve evlatlarından kalan eserleri olaylar karşısında korumuşlar ve ilâhî bir kişinin, yaklaşık on dört asrı aşkın bir zaman önce peygamberlikle gönderilip çok ileri ve medenî bir programla toplumu ıslâh etmeye çalıştığını; dünya insanlarının bugün kendisinden yararlanmakta oldukları derin bir değişim yaptığını iddia etmektedirler. Ve böyle ıslâh edici bir kişinin varlığında ve inkılâbında hiçbir şüphe yoktur. Çünkü onun doğum yeri, dua ve ibadet ettiği yer, peygamberliğe seçildiği nokta, konuşma yaptığı yerler, savunma yaptığı bölgeler, o günün dünyasının ileri gelen kişilerine yazmış olduğu mektuplar ve onun yüzlerce diğer eserleri, tümü el sürülmemiş ve belirgin bir şekilde korunmuş; insanlar tarafından görülür ve hissedilir bir şekilde kalmıştır.
Buradan toplumsal düşünce bakımından tarihî eserleri korumanın önemi açıklık kazanmakta; Kur’ânı Kerim nalsarı ve Müslümanların sîreti de bunu onaylamaktadır; Kur’ânı Kerim’in bazı ayetlerinde, içinde sabahakşam Allah’ın tespih edildiği evlerin yükseltilmesine izin verildiği belirtilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu (öyle kimseler) tesbih eder ki; kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.[21]
Kesinlikle ayette geçen “buyût=evler”den maksat, camiler değildir; çünkü Kur’ânı Kerim’de evler, camiler karşısında yer almıştır. “Mescidu’lHaram”ın “Beytullahi’l-Haram”-dan farklı oluşu, bunun en açık delilidir. Rivayetlere göre “evler”den maksat, peygamberlerin evleri, özellikle Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) ve O’nun tertemiz Ehlibeyt’inin (a.s) evleridir. Suyûtî, Ebû Bekr’den şöyle nakleder: Hz. Resulullah’a (s.a.a) bu ayet nazil olunca, hepimiz mesciddeydik. Adamın biri kalkarak, “O evler kimlerindir?” diye sordu. O hazret, “Onlar peygamberlerin evleridir” buyurdu. Bunun üzerine ben kalkarak, “Acaba Ali ve Zehrâ’nın evleri de bu evlerden midir?” diye sordum. Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) soruma, “Evet; onların en üstünüdür.” cevabını verdi.[22]
Şimdi, yukarıdaki ayette geçen “buyût=evler” kelimesinden maksadın ne olduğu anlaşıldıktan sonra, “evlerin yükseltilmesi”nden neyin kastedildiğine bakalım. Bu konuda iki ihtimal vardır:
1- Yükseltme: Evleri yapmak ve yükseltmek. Nitekim başka bir ayette de yükseltme bu anlamda kullanılmıştır:
İbrahim, İsmail’le beraber Ev’in temellerini yükseltirken…[23]
2- Yükseltme: Saygı gösterme ve koruma.
Birinci anlama göre, peygamberlerin evleri daha önce yapılmış olduğu için, burada maksat evler değil, onları yıkılmaktan ve tahrip olmaktan korumaktır. Ama ikinci anlama göre maksat, tahrip olmaktan korumak dışında, onları saygınlıklarıyla çelişen her türlü çirkinlikten de korumaktır.
Dolayısıyla, Müslümanların, Hz. Resulullah’a (s.a.a) isnat edilen evleri korumaları, onlara saygı duymaları ve onları Allah’a yaklaşmak için bir vesile olarak kabul etmeleri gerekir.
Ashâb-ı Kehf’le ilgili ayetten, Ashâb-ı Kehf’in saklandığı yer keşfedildikten sonra, onlara karşı nasıl saygı gösterilmesi konusunda iki grubun ihtilâfa düştükleri anlaşılmaktadır.
Bir grup, onlara saygı göstermek için mezarlarının üzerine anıt yapılmalı diyor, diğer bir grup ise mezarlarının üzerine bir mescid yapılması gerektiğini vurguluyordu. Kur’-ân-ı Kerim her iki görüşü de kabul ediyormuşçasına nakletmektedir; eğer bu iki görüş İslâm inancına aykırı olsaydı, daha farklı bir şekilde nakleder veya onu eleştirirdi. Nitekim şöyle buyuruyor:
(Ashâb-ı Kehf’in defnedildiği yeri bulanlar) o sırada kendi aralarında onların durumlarını (onlara nasıl saygı gösterilmesini) tartışıyorlardı: “Onların üstüne bir bina yapın!” dediler. Rableri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler (putperestlere galip gelen Hıristiyanlar), “Mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız.” dediler.[24]
Bu iki ayet (Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) asrından günümüze kadar bu tarihî eserleri korumaya çalışan, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehlibeyt’inin (a.s) evlerini muhâfaza eden Müslümanların sürüp gelen sîretini dikkate alarak), bu ilkenin İslâmî bir inanç olduğunun en açık delilidir; dolayısıyla, peygamberlerin mezarlarını, Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) ve tertemiz Ehlibeyt’inin (a.s) binalarını onarmak ve onların mezarlarının üzerine veya yanına mescid yapmak, bu İslâmî inanca dayanmaktadır.
Müminlerin, özellikle akrabaların ve yakınların mezarlarını ziyaret etmek, yapıcı etkisi olan İslâmî inançlardan biridir; çünkü insanların hayat lambalarının söndüğü ıssız mezarlık vadisini görmek, insanın kalbini ve ruhunu sarsmakta, ibret alan kişilere ders vermektedir.
O sahneyi görenler içlerinden, “Sonu yığınlarca toprağın altına gömülmek olan bu geçici hayat, yakışmaz işlere girişmeye değmez” der ve nihayet hayat programlarını yeniden gözden geçirmeleri sonucu ruhlarında bir değişim meydana gelir. Hz. Resuli Ekrem (s.a.a) bir hadiste bu noktaya değinerek şöyle buyuruyor:
Mezarları ziyaret edin; çünkü mezarları ziyaret etmek insanlara ahiret yurdunu hatırlatır.[25]
Ayrıca din önderlerini ziyaret etmek, bir nevi dinî ve manevî makamları yaymakta ve halkın din önderlerinin türbelerine yönelişi, bu yönelişlerin kaynağının onların maneviyatı olduğu düşüncesini güçlendirmektedir; yoksa toprak altında yaşarken güç ve kudret sahibi, ama maneviyâttan yoksun kişiler de yattıkları hâlde, kimse onlara itina etmiyor.
Hz. Resuli Ekrem (s.a.a), hayatının son günlerinde Bâki Mezarlığı’na gidip mezarlıktaki ölüler hakkında bağışlanma talebinde bulunarak şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ, Bâki Mezarlığı’na gelerek onlar için bağışlanma dilememi emretti” ve daha sonra, “Onları ziyarete gelince şöyle söyleyin: Selam olsun bu vadideki (kabir evindeki) müminlere ve Müslümanlara! Allah bizden önce gelip geçenlere ve bizden sonra geleceklere rahmet etsin; biz de Allah’ın izniyle size kavuşacağız.[26]
Hadis kitaplarında, Allah velilerinin ve din önderlerinin mezarlarını ziyaret etmek müekket bir müstehab olarak geçmiştir. Ehlibeyt İmamları, sürekli Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ve kendilerinden önceki diğer imamların ziyaretlerine gider ve izleyicilerine de böyle yapmalarını tavsiye ederlerdi.
“Guluvv”, lügatte haddini aşmak anlamındadır. Kur’ânı Kerim, kitap ehline hitaben şöyle buyurmaktadır:
Ey kitab ehli [maksat Hıristiyanlardır] dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin![27]
Onları, Hz. İsa (a.s) hakkında hadlerini aşıp onu Allah veya Allah’ın oğlu bilmelerinden dolayı aşırılıktan sakındırmaktadır.
Hz. Resuli Ekrem’in (s.a.a) vefatından sonra bir grup, o hazret ve masum din önderleri hakkında haddi aşmış, onlar için Allah’a ait olan birtakım makam ve mevkilere inanmışlardır. İşte bu haddi aşmaları nedeniyle de onlara “gâlî = aşırılık yapan” veya “gulât = aşırılık yapanlar” denilmiştir.
Şeyh Mufîd şöyle diyor:
Gulât, Müslüman görünen, fakat Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) ve onun evlatlarından olan din önderlerinin ilâhlığına inanan ve onları gerçek olmayan sıfatlarla tanıtanlardır.[28]
Allâme Meclisî ise şöyle diyor:
Peygamber ve din önderleri hakkında ‘guluvv’, onları Allah olarak adlandırmak veya ibadet ve tapınmada onları Allah’ın şerik ve ortağı bilmek ya da onların yaratıp ve rızık verdiğine inanmak veya Allah’ın onlara hulûl ettiğini kabul etmek veya onların Allah’tan ilham almaksızın gaybı bildiklerini söylemek veya imamları peygamber sanmak ya da onları tanımanın üzerimizden mükellefiyeti düşürdüğüne ve artık Allah’a ibadet etmeye gerek olmadığına inanmaktır.[29]
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) ve onun tertemiz evlatları, sürekli guluvv ehlinden uzak durmuş ve onlara lanet etmişlerdir. Burada bu hususta bir hadis nakletmekle yetiniyoruz: İmam Cafer Sadık (a.s), izleyicilerine şöyle buyurmuştur:
Gençlerinizi guluvv=aşırıcılık yapanlardan sakındırın; sakın onların -dinî- inançlarını bozmasınlar; gerçekten guluvvcular insanların en kötüleridirler; onlar Allah’ın azamet ve yüceliğini düşürüp kullar için ilâhlık iddiası ederler.[30]
İşte bu nedenle, onların Müslüman olduklarını söylemelerinin bir değeri olmamakta ve İslâm dininin ileri gelenleri onları kâfir saymaktadırlar.
Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, guluvv ve aşırıcılıktan kaçınmakla birlikte, peygamberler ve Allah’ın velileri hakkında inanç ve düşüncelerin tümünün guluvv olduğunu da sanmamak, her yerde olduğu gibi ihtiyatı kaybetmemek ve inançları doğru bir şekilde ölçmek gerekir.
[1]– Tevbe, 100; Fetih, 18 ve 29; Haşr, 8 ve 9.
[2]– Fetih, 18
[3]– Zümer, 65
[4]– Hucurât, 6
[5]– Secde, 18
[6]– Bkz. Yukarıdaki iki ayetin tefsiri.
[7]– Âl-i İmrân, 153-154; Ahzâb, 12; Tevbe, 45-47.
[8]– Câmiu’l-Usûl, c.11, Kitabu’l-Havz, 7972. hadis.
[9]– Tevbe, 24
[10]– A’râf, 157
[11]– Şûrâ, 23
[12]– Kenzu’l-Ummâl, c.1, 70. hadis; Câmiu’l-Usûl, c.1, s.238.
[13]– Kenzu’l-Ummâl, c.1, 72. hadis; Câmiu’l-Usûl, c .1, s.238.
[14]– Menâkıbu’l-İmam Emiri’l-Müminîn -Hafız Muhammed b. Süleyman-ı Kufi’nin eseri- c.2, s.619 ve 700; Bihâru’l-Envâr, c.17, s.13; İlelu’ş-Şerâyi’, 117. bab, 3. hadis.
[15]– age.
[16]– Sefînetu’l-Bihâr, c.2, s.199.
[17]– el-Mevâhibu’l-Ledunniyye, c.21 s.27; Târîhu’l-Hamîs, c.1, s.223.
[18]– Yûsuf, 184.
[19]– Sîre-i İbn Hişâm, c.1, s .99.
[20]– A.k. ve Makrizî, İmtâu’l-Esma’, c.11, s.164.
[21]– Nûr, 36-37.
[22]– ed-Dürrü’l-Mensûr, c.5, s.203.
[23]– Bakara, 127.
[24]– Kehf, 21
[25]– Sünen-i İbn Mâce, c.1, “Mâ câe fi ziyareti’l-kubur” bâbı, s.113.
[26]– Sahîh-i Buhârî, c.3, “mâ yukal-u inde duhul-il kubur” babı, s.64.
[27]– Nisâ, 171
[28]– Tashîhu’l-İ’tikad, s.109.
[29]– Bihâru’l-Envâr, c.25, s.364.
[30]– age. s.265.