Allah’ın laneti rüşvet veren, alan ve o ikisine aracı olanın üzerine olsun. Kenz’ul-Ummal, 15080 Hz. Muhammed (s.a.a)

Semavi Dinlerde Örtünme

Semavi Dinlerde Örtünme

Ali Muhammedi Aşenani/Ehli Beyt Öğretisi

İnsanı ve varlıksal boyutlarını yakından tanıma, günümüzde de büyük bir istekle sürdürülen çok geniş ve kapsamlı bir konudur. Biyoloji, Psikoloji, Sosyoloji ve Tarih gibi çok farklı ilim dallarının her biri özel bir bakış açısıyla insanın çeşitli boyutlarını araştırma konusu yaparak, çok yeni ve değerli buluşlar sağlamışlardır. Ama bütün bu çalışmalara rağmen insan hakkında araştırmaları sürdürülen çok sayıda soru vardır.

Meşhur İngiliz bilgini L. Aubrey de şöyle diyor: “Neden uzaklara gidelim ki? Henüz kendimizi bile tanıyamıyoruz, ne olduğumuzu bilemiyoruz! Tabiat ile var olan ilişkilerimiz hakkında gerçek bir bilgiye sahip değiliz. [1]

Bu yüzden bilim ilerledikçe insan bizzat kendisini tanımak konusunda  aciz olduğunun  farkına varmaktadır. Bu yüzden insanı ve mutluluk yolunu tanımak için alemlerin Rabbinin ve insanın gerçek yaratıcısının dergahına yönelmeli, vahiy ekolünün bakış açısıyla insanı yeniden tanımalı ve vahyin hidayet öğretilerini hayatımızın en önemli ödevi edinmeliyiz.

Yaratılış ve Yasama Sistemlerinin Uyumu

İnsan ve evrenin yaratıcısı tarafından Peygamber aracılığı ile insana sunulan vahiy ekolünün hüküm ve emirleri insanın farklı boyutlarını göz önünde bulundurarak onun doğal ve yaratışsal ihtiyaçlarına cevap vermiş ve neticede insanın gelişimsel süreciyle uyumluluk içinde bulunmuştur. Ayrıca insani değerlerin yücelmesi boyutunda da alim bir kılavuz, hatta insanın farklı boyutlarını en iyi ortaya çıkaran ve yön veren bir yol gösterici olmuştur.

Başka bir deyişle insanı, varlık aleminin efendisi ve yaratılışın şaheseri karar kılan Allah onun kabiliyetlerinin filizlenmesi ve gelişmesi için de bir takım kanunlar ve yasalar koymuş, bunu elçileri vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. İşte bu emir ve yasaların tümünü biz “din” diye tanımlamaktayız.

Evrenin ve bu evrenin bir parçası olan insanın “O’ndan” ve “O’na” diye tabir edebileceğimiz özelliği göz önünde bulundurulduğu takdirde açık bir dille söylenebilir ki insanın saadet ve mutluluğunu sadece ve sadece bu ilahi öğretiler ve kanunlar temin edebilir. Şehit Mutahhari bu konuda şöyle söylemektedir: “Evrenin “O’ndan” (inna lillah) ve “O’na” (inna ileyhi raciun) diye ifade edebileceğimiz iki yönü vardır. Evrendeki varlıklar da uyumlu bir sistem içinde bir yöne ve bir merkeze doğru bir gelişim seyri içindedir. Hiçbir varlığın yaratılışı abes, gereksiz ve hedefsiz değildir. Bütün varlıklar arasında çok özel bir yücelik ve azamete sahip olan insanın da çok özel bir görevi ve misyonu vardır. Bu yüzden de insan kendini ve içinde yaşadığı toplumu geliştirmek ve terbiye etmek sorumluluğunu taşımaktadır. Evren adeta insanın okuludur ve Allah her insana doğru niyeti ve çabası ölçüsünde ödül verecektir. [2]

Başka bir yerde ise şöyle söylemektedir: “Allah insanı sadece kendisine ibadet etsin, emirlerine uysun diye yaratmıştır. O halde insanın görevi sadece Allah’ın emirlerine itaat etmektir. ”[3]

Dini hükümler hiç şüphesiz fıtri/yaratışsal ve tabiat ile uyum içindedir. İnsanın yaratılış ile dini emirler arasında iki yönlü karşılıklı bir ilişki vardır. Yani bir taraftan fıtri yol gösterimler insanı vahiy ekolünün hüküm ve emirlerine uymaya çağırmakta ve diğer yandan da dini hükümler bizleri fıtri yol gösterimlere tabi olmaya davet etmektedir.

Bu çok açık ve hissedilir bir gerçektir. Çünkü her insan geçici isteklerini tatmin ederek yatıştırdığında kendinde maneviyatına yönelme sezgisinin varlığını açıkça hissetmekte, ve genelde Allah’a ve emirlerine oranla derin bir aşk duymaktadır. Kur’an da bizzat bizlere şöyle buyurmaktadır: “Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. ”[4]

Gördüğünüz gibi bu ayet-i şerife de hanif ve sağlam din, Allah’ın herkesin varlığında karar kıldığı genel ve fıtri yol gösterimler ile uyum içinde olduğu ifade edilerek hatta bu ikisi eşit olarak tanımlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’in bu öğretisi esasınca hak dini batıl ve sapık ekollerden ayırmada en önemli ölçülerden biri hüküm ve emirlerinin insanların içindeki yaratılış sesiyle uyum içinde olmasıdır.

Fıtratın bu deruni sesinin kökeni, uyulduğu zaman insanı kurtuluşa sevk eden, yüz çevrildiği zaman ise insanın hüsrana uğramasına neden olan ilahi ilhamlardır. Kur’an-ı Kerim bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

“Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyetini ilham edene and olsun ki, kendini tezkiye eden kurtuluşa ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.[5]

Yukarıdaki ayet-i şerifede fıtratın deruni ilhamları esasınca nefsi tezkiye etmenin insanın kurtuluşuna sebep olacağı, bunu görmezlikten gelmenin ise insanın hüsranına neden olacağı açık bir şekilde beyan edilmiştir.

Başka bir ayette ise ilahi sınırları çiğnemenin insanın hüsrana uğrama nedeni olduğu ifade edilmiştir.

“Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Allah'ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. ”[6]

Yukarıdaki iki ayete dikkat edildiğinde fıtrat ve ilahi emirler arasındaki uyum açık bir şekilde ortaya çıkmakta ve insana fıtrat veya ilahi sınırlara tabi olunduğunda kurtuluşa ereceği, fıtri yönelimler ile ilahi sınırları görmezlikten geldiği takdirde ise hüsrana uğrayacağı hatırlatılmaktadır.

Ayrıca Peygamberlerin amaç ve metotlarından biri de bu fıtri hususları hatırlatmak olmuştur. Allah-u Teala defalarca Peygamber (s.a.a)’i bu görevini yerine getirmeye çağırarak şöyle buyurmuştur:

 “Sen hatırlat ver! Esasen sen sadece bir hatırlatıcısın.[7]

Hakeza:

“Hatırlat; doğrusu Hatırlatmada İman edenlere fayda verir.[8]

Kur’an-ı Kerim sadece Peygamberlerin değil, bütün ilahi ayetlerin görevinin akıl ve iman sahibi kimseler için hatırlatma olduğunu bildirmektedir. Söylenmesi gerekir ki “zikir” ve “tezekkür” (hatırlama ve hatırlatma) kelimesinin türevleri Kur’an’daki ayet-i şerifelerde üç yüze yakın yerde zikr edilmiştir. Bu kadar çok tekrar edilmesi zikir ve tezekkürün (hatırlama ve hatırlatmanın) önemini gözler önüne sermektedir.

İşte kadına örtünme emri de insanlardaki yaratılış gereği akıl ve kalbin kadınları kendisine davet ettiği çok önemli bir husustur.

Fizyologlar ve psikologlar cinsel ahlakın, özellikle de utanma duygusu ve örtünün kökeni hususunda uzun uzadıya tartışmış, bir çok gerçekleri tespit etmeye çalışmıştır. Haya ve örtünün fıtri kökenini inkar eden batılı bilginlere cevap olarak dişi hayvanlardaki utanma duygusunun tümüyle iç güdüsel ve doğal olduğunu kabul edip, kadınların utanma ve iffet  duygusunun başka nedenlere bağlanmasına ve bunun sonradan kazanılmış veya zorla kabullendirilmiş bir husus olduğuna inanmanın mümkün olmadığı hatırlatılmıştır. Böylece kadının örtünme duygusunun da kalp veya akıl fıtratından kaynaklandığını söyleyebiliriz.   

İki Yönlü Delil

Örtünmenin fıtri bir eğilim olduğu ve ilahi hükümler ile fıtri hükümlerin uyum içinde olduğu gerçeğinden yola çıkarak şu neticeleri almak mümkündür:

Tüm semavi dinler kadın için örtüyü farz ve gerekli kabul etmiş, insanlık toplumunu örtünmeye davet etmiştir. Çünkü:  

1- Örtünme duygusu doğal olarak kadınların fıtratına yerleştirilmiştir.  

2- İlahi dinlerin emir ve hükümleri, insanın fıtratı ile uyumludur.  

O halde tüm ilahi dinlerde kadının örtünmesi farz kabul edilmiştir.

Görüldüğü gibi bu delil de, örtünün fıtri oluşundan hareket etmiş ve şer’i farz oluşu da algılanmıştır. Ama bu delili tersinden almak da mümkündür. Yani ilahi dinlerde örtünün şer’i açıdan farz oluşundan, bunun fıtri bir duygu olduğunu algılamak da olasıdır. Başka bir tabirle semavi dinlerdeki meşruiyeti, örtünün fıtri delili olarak kabul etmek ve şöyle demek mümkündür:

1- Bütün semavi dinler Allah tarafından kadının örtünmesini farz olarak kabul etmiştir.

2- İlahi dinlerin emir ve hükümleri insanın fıtri yapısıyla uyumludur.  

Bundan da Allah'ın örtünme duygusunu kadının fıtratına yerleştirdiği sonucunu alıyoruz.  

Bu önemli ve temel nükte esasınca söylemek gerekir ki doğru bir yasa sürekli olarak insan fıtratıyla uyum içinde olmalıdır. Zira içgüdüsel ihtiyaçlar, fıtri zevkler ve doğal yaratılışlar göz önünde bulundurulmadan koyulan kanunlar, her ne kadar yüksek bir makamdan, her ne kadar şiddetli ve korkutucu yaptırımlar birlikte ifade edilmiş olsa da süreklilik kazanamaz. [9] Yani bir müddet yaygınlaşsa da sonunda toplumdan silinip gidecektir. Dolayısıyla vahiy ekolleri örtünmenin farz olduğunu ifade ediyorsa bu, o hususun insan fıtratına aykırı olmadığının, hatta insani zevk ve tabiat ile uyum içinde bulunduğunun en açık delilidir.

Zerdüşt, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinine göre kadınların örtülmesi farzdır. Bu dinlerin mukaddes kitaplarında yer alan emirler, bu ilahi din mensuplarının pratik hayatlarındaki yerleşmiş olan normlar, uyguladıkları dini merasimler ve adap da bunun büyük şahidi konumundadır.

Bu konuya bir çok düşünürler de işaret etmiştir. Bu konuda sadece bir örnek olarak Allame Nakdi’nin “Caygah-i zen nezd-i ümmetha-i kablez İslam” adlı kitabından şu alıntıyı yapmakla yetiniyoruz:

“İslam’dan önce yaşayan İran Mecusileri (Zerdüştler), Brahmanlar, Budistler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Araplar arasında kadınların örtünmesi yaygın bir adet haline gelmişti.

İranlı kadınların bazısı örtülü, bazısı ise örtüsüz idi. Elbette o zamanlar kadına büyük baskılar yapılıyor ve bütün hayatını dört duvar arasında geçirmesi isteniyordu. Brahmanlar arasında ise özel bir örtü şekli vardı. Kadının evinden çıkmaya ve dinlerinin kendisine belirttiği yabancıları tanımaya hakkı yoktu. Budistler arasında da örtü aynı şekilde idi. Günümüzde de Hintliler arasında bunun kalıntıları göze çarpmaktadır. Yahudiler hususunda ise Tevrat’ta “Tekvin seferi”, 24. Bab, 64. Ayet; 13. Bab, 38 ve 65. ayetler; 3. Bab 14 ve 47. ayetlerde örtünün farz olduğu belirtilmiştir.  

Hıristiyanlık ise kadınlar hakkında, “Akıllı, evinde oturan, iffetli ve itaatkar kimseler olmalıdır.” diyen Timoteus’a, Pavlus’un söylediği sözlerden de ilk başta Hıristiyanlıkta da örtünmenin farz olduğu anlaşılmaktadır. Araplarda ise bazı erkekler kadınlarını örtünmeye, diğer bazıları ise süslenmeye teşvik ediyordu. Ama Arapça şiirlerden de anlaşıldığı üzere Aristokrat sınıf nezdinde kadınların örtünmesi yaygındı.  

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere her ne kadar sadece bazı Arap kadınları örtünmüş olsa da örtü, İslam daha gelmeden önce de Araplar arasında yaygındı. ”

Buradan da anlaşıldığı üzere örtünme bütün semavi dinlerde var idi. İleride Hıristiyanlık ve Yahudilikte örtünmeyi ayrıca ele alacağız.

Dinlerin Mensuplarının Pratik Uygulaması

Bir ümmetin örf, adet, gelenek, adap ve tek kelime ile sireti (tutum ve davranışları), onların kültürel boyutlarını göstermektedir. Zamanla bir takım adet ve gelenekler her ne kadar değişse veya terk edilse de tarihi kökeni ilk dönemlerden kalma bir takım uygulamalara ulaşılarak elde edilen sonuçlar vesilesiyle onun kültürel ve dinsel köklerini de elde etmek mümkündür.  

Bu bölümde ilk önce siretin ne olduğunu öğrenmeye çalışacak, sonra siretin delil olup olmadığını açıklayacağız. Çünkü ileride, örtü hususunda dinlerin mensuplarının pratik uygulamaları ve siretleri bir delil olarak sunulacaktır.

Usul-i Fıkıh (fıkıh metodolojisi) alimleri sireti şöyle tanımlamaktadırlar: “Şeriata uyan veya akıl sahibi kimselerin bir işi yapma veya terk etme hususundaki sürekli adetleri ve pratik uygulamaları siret olarak adlandırılmaktadır. Siret iki kısımdır:

1- Akıl sahiplerinin sireti ki bunda bütün akıl sahibi insanların bir işi yapma veya terk etme hususunda ittifakı ölçüdür.

2- Müteşerria (şeriata uyanların) sireti ki bunda da bir dinin mensupları sürekli olarak bir işi yapma veya yapmama hususunda uyumlu hareket etmeleri ölçü kabul edilir.

Usul alimleri siretin delil olduğu konusunda şöyle söylemişlerdir:

Müteşerria’nın (şeriata uyanların) bir işi yapma veya terk etme hususundaki sireti gerçekte bir tür icma ve hatta icmanın en önemlisidir. Çünkü siret, alim veya alim olmayan herkesin sergilediği ameli bir icmadır. Oysa fetvadaki icmalar sadece alimler tarafından beyan edilen sözlü icmadır.

“Peygamber (s.a.a) veya Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) döneminde bizzat kendilerinin de amel ederek onayladığı bir siretin varlığı hakkında ilim sahibi olunursa şüphesiz o siret kesin bir delil kabul edilmelidir.”[10]

Bu esas üzere örneğin Müslümanların pratik sireti Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları nezdinde de sergilenmek şartıyla o siretin İslam dinindeki meşruiyetini göstermektedir.

Bu konuya Üstad Haşeminejad’ın “el-Meretu Reyhanetun” adlı kitabından şu alıntıyı yaparak son veriyoruz: “Örtü (hicap) üç kısımdır:

1- Korku örtüsü (başkalarından korkarak örtünmek)

2- Taklide dayalı örtü (anne veya nineleri taklit ederek giyilen örtü)

3- İman örtüsü

Komşular veya çevrenin baskısıyla giyilen örtü, korkunun yok oluşuyla da ortadan kalkmaktadır.

Taklide dayalı örtü ise taklit ettiği kimsenin ortadan gitmesiyle, örneğin anne ve nine veya başkalarının olmayışıyla sona ermektedir.

İman örtüsü ise her zaman bakidir ve asla yok olmaz. ”[11]

Şimdi de Yahudilik ve Hıristiyanlıkta hicabın varlığını ele alıp incelemeye çalışacağız. İlahi din mensuplarının hiç birisi örtüyü korkudan veya birilerini taklit ederek tercih etmiş değillerdir. Aksine iman ve inanç ile örtünmeye sarılmışlardır ve bu yüzden de kolayca iman örtüsünü terk etmeye yanaşmazlar.  

 

 

 


[1] – L. Aubrey, Mutluluk, s. 33

[2] – Şehid Mutahhari, Cihanbini-i Tevhidi, s. 22

[3] – Bu konuda, “Cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” ayetini de şahit olarak göstermiştir. Şehit Mutahhari, “İnsan der Kur’an”, s. 12

[4] –  Rum Suresi, 30. ayet

[5] – Şems Suresi, 7-10. ayetler

[6] – Talak suresi, 1. ayet

[7] – Gaşiye suresi, 21. ayet

[8] – Zariyat suresi, 55. ayet

[9] – Filozofların tabiriyle tabiata aykırı ve determinist uygulamalar asla kalıcı olamaz.

[10] – Muhammed Rıza el-Muzaffer, Usul’ul Fıkıh, c. 2, s. 171-174

[11] – Haşiminejad, el-Meretu Reyhanetun, s. 126