Tam Salâvat
Soru
Salâvat getirirken âl-i Muhammed denmediğinde günah işlenmiş olduğu söylenir. Şunu biliyoruz ki Suyutî kendi tefsirinde, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mace şöyle naklederler: Resulullah’a “Ey Allah’ın Resulü! Sana selam verme yolunu biliyoruz, nasıl sana salâvat getirelim?” diye sorduklarında Peygamber: “Şöyle deyin” dedi: “Allahumme salli ala Muhammed ve âl-i Muhammed. Kema salleyte âla İbrahime ve âl-i İbrahim. İnneke Hamidun Mecid. Allahumme Barik âla Muhammedin ve âl-i Muhammed. Kema barekte âla İbrahime ve âl-i İbrahim. İnneke Hamidun Mecid.” Suyutî bu hadisten başka aynı manayı ifade eden 18 hadis nakletmektedir ve bu hadislerin tümü salâvat getirirken âl-i Muhammedin de eklenmesinin gerekli olduğuna işaret etmektedir. İbn Hacer es-Savaık kitabında Peygamber’in, eksik salâvat getirilmesini ve sadece “Allahumme salli âla Muhammed” denilmesini yasakladığını ve salâvat getirirken Allahumme salli âla Muhammedin ve âl-i Muhammed denilmesini emrettiğini nakletmiştir. Bu konuda Şia kaynaklarında gelen hadisler ise daha fazladır.
Ancak benim sorum şu ki Kur’ân âyeti Peygamber’e yalnız başına salâvat getirmeyi emretmiyor mu? Buna rağmen nasıl âl-i Muhammed’in de salâvata eklenmesinin farz olduğunu söyleyebiliriz? Bu dinde bir bidat sayılmaz mı? Âlimler “Eşhedu anne aliyyen veliyullah”ı ezanda müstehap olarak söylemenin sakıncası olmadığını ancak ezanın bir parçası olarak söylemenin dinde bidat sayıldığını ve haram olduğunu açıkça vurgulamışlardır. Buna göre âl-i Muhammed’i söylemenin salâvatın bir parçası olduğunu söylemek neye dayanır? Oysa Kur’ân açıkça şöyle diyor: “Allah ve melekleri Peygamber’e salât eder ey iman edenler siz de ona salât edin.” Oysa Peygamber kelimesi Ehl-i Beyt’i içine almaz. Buna göre âl-i Muhammed nasıl salâvatın bir parçası sayılır?
Lütfen bu soruyu kelam ve felsefe açısından cevaplayın. Âl-i Muhammed’i salâvatta zikretme hakkındaki Şia ve Sünnî kaynaklarında bulunan hadisleri zikretmekle yetinmeyin.
Kısa Cevap
Âl-i Muhammed’e salâvat getirmek bidat olmadığı gibi Kur’ân, hadis, akıl ve irfanla da uyumludur. Çünkü:
1- Bidatin manası dinde olmayan bir şeyi dine dâhil etmektir. Biz âl-i Muhammed’e salâvat getirmenin bidat olmadığını söylüyoruz çünkü bu konu Peygamber ve Ehl-i Beyt’ten gelen hadislerde yer almıştır.
2- Allah Kur’ân-ı Kerim’de birçok hükmü genel olarak açıklamıştır, onun bütün özelliklerini açıklamamıştır. Bu hükümlerin ayrıntılarını ve özelliklerini açıklamayı Kur’ân’ın gerçek müfessirleri olan Peygamber’e ve Ehl-i Beyt’e bırakmıştır.
Buna göre Peygamber, âyetin tefsirinde âl-i Muhammed’in salâvatta olmasını emrediyorsa bunun Kur’ân’ın gerçek tefsiri olduğu anlaşılır.
3- Kur’ân, zâhirî anlamından başka derin bâtınî anlamı da içerir. Bu anlamları Peygamber ve Ehl-i Beyt’in bize bildirmeleri gerekir. Nebi kelimesi zâhirî anlamı gereği âl-i Muhammed’i içermese de bâtınî anlamı gereği bunu içerir.
4- Kur’ân-ı Kerim, Peygamber’i ve Ehl-i Beyt’i bir gerçek olarak nazara alır. Bundan başka insanların örfü de aynı fikir ve akidede olan kimselere aynı gözle bakarlar. Dinî kaynaklar Peygamber ve Ehl-i Beyt’in bir nurdan olduklarını vurgular. Bu yüzden irfan ilminde Peygamber ve Ehl-i Beyt bir nur olarak bilinmekte ve hakikat-i muhammediye olarak ifade edilmektedir.
Diğer nokta şu ki Peygamber’e salâvat getirmek hadd-i zatında farz değildir, sadece namazın teşehhüdünde farzdır. Elbette Hz. Muhammed’e salâvat getirmenin farz olduğu yerlerde âl-i Muhammed’e salâvat getirmek de farz olur, müstehap olan yerlerde âl-i Muhammed’i söylemek de müstehap olur.
Ayrıntılı Cevap
Cevabın açıklık kazanması için aşağıdaki noktaları dikkate almak gerekir:
1- Bidat, dinde olmayan bir şeyi dine ekleyip dinin bir parçası bilmeye denir. Bu ilke kendi yerinde ispatlanmıştır ki Peygamber ve Ehl-i Beyt’in söz ve tutumları dinin öğelerini belirler. Buna göre âl-i Muhammed Kur’ân’da olmadığına göre bu bir bidattir demeniz yanlıştır. Çünkü bunun hadislerde yer alması onun dinin bir öğesi sayılması için yeterli delil oluşturur ve Kur’ân’da geçmediği için bidat sayılması doğru değildir.
2- Taharet, namaz, oruç, hac, cihat, humus, zekât vb. hükümler Kur’ân’da yer almalarına rağmen bunların ayrıntıları ve şartları Kur’ân’da açıklanmış değildir. Örneğin namazın farz olduğu Kur’ân’da açıklanmış ve bazı cüz ve şartlarına da özet bir şekilde işaret edilmiştir. Ancak bunların ayrıntılarına gelince örneğin namazda okunacak zikirler, kaç rekât olduğu ve nasıl kılınacağı gibi hüküm ve şartlar açıklanmamıştır. Müslümanların yöntemi bu hükümlerin ayrıntılarını Peygamber’den öğrenmekti. Onlar bir hükmün nasıl yerine getirileceğini öğrenmek için Peygamber’in huzuruna varıp o hükümle ilgili bilmedikleri hususları soruyorlardı ve Peygamberde açıklıyordu. Müslümanlar da bu emirler doğrultusunda o farizayı yerine getiriyorlardı.
Salâvat hakkında da aynı yöntem uygulanmıştır. Salâvat âyeti olan “İnnellahe ve melaiketehu yusallune alennebi ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima”[1] âyeti inince Müslümanlar Peygamber’in huzuruna varıp Peygamber’e nasıl salâvat getirileceğini sordular. Ehl-i Sünnet ve Şia’nın çeşitli kaynaklarında yer alan bir hadis uyarınca bunun üzerine Peygamber şöyle deyin dedi:
“Allahumme salli ala Muhammed ve âl-i Muhammed…”[2]
Böylece Müslümanlar salâvatla ilgili kendi görevlerini öğrenmiş oldular.[3]
Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ Peygamber’i Kur’ân’ın açıklayıcı ve müfessiri olarak tanıttığına göre[4], Peygamber de yukarıdaki âyeti, yani “Ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima”yı[5] Allahume salli âla Muhammed ve âl-i Muhammed olarak tefsir ettiğine göre âl-i Muhammed’e salâvat getirmenin Kur’ân’dan anlaşılacağını söyleyebiliriz.
3- Kur’ân zâhirî anlamının yanı sıra derin bâtınî anlama da sahiptir. Bu bâtınî anlamı Peygamber ve Ehl-i Beyt bize bildirmelidir.[6] Buna göre salâvat getirirken âl-i Muhammed’i de söylemenin gerektiğini emreden hadisler, işte Kur’ân’ın bu batınî anlamına işaret sayılabilir. Yani Nebi kelimesi zahirde âl-i Muhammed’i içermese de bâtınî anlamı gereği âl-i Muhammed’i de içerir.
4- Kur’ân âyetlerinden anlaşıldığı üzere Allah Teâlâ Peygamber ve Ehl-i Beyt’i bir nur saymaktadır. Örneğin Allah Teâlâ Tathir âyetinde şöyle buyurmaktadır.
“Allah siz Ehl-i Beyt’ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istemektedir.”[7]
Bu âyette Allah Peygamber ve ailesini bir gerçek olarak değerlendirmektedir.
Yine Meveddet âyetinde şöyle demektedir:
“De ki sizden yakınlarımı sevmekten başka hiçbir karşılık istemem.”[8]
Peygamber’in elçiliğinin karşılığı olarak yakınlarını sevmek olduğu bildiriliyorsa bunun anlamı Ehl-i Beyt ile Peygamber’in birbirinden ayrılmazlığıdır. Mübahele âyetinde şöyle buyurmaktadır:
“Deyin ki gelin kendi çocuklarımızı ve çocuklarınızı kendi kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimizi ve kendimizi çağıralım…”[9]
Bu âyette Hz. Ali, Peygamber’in nefsi olarak ifade edilmiştir. Bu âyette Peygamber, duasının kabulü için Ehl-i Beyt’ini de yanında bulundurmakla görevlendirilmiştir.
5- Birçok hadiste Peygamber ve Ehl-i Beyt’in bir nur olduğu belirtilmiştir. Örneğin şu hadise dikkat edin. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Ben Allah’ın nurundan yaratılmışım. Ehl-i Beyt’im de benim nurumdan yaratılmışlardır.”[10]
6- Arifler de Peygamber ve Ehl-i Beyt’in nurlarından Hakikat-i Muhammediye ve sadır-ı evvel olarak söz etmektedirler. Onlara göre bunlar değişik tecelli ve belirtileri olan bir gerçeğin ifadeleridirler.
7- Halk ve örfün nazarında bir görüş ve fikri paylaşan kimseler bir gerçek olarak görülür ve bir gözle onlara bakılır.
Sonuç şu ki: Ehl-i Beyt’e salâvat getirmeyi de Peygamber’e salâvat getirmekle birlikte zikretmek bidat olmadığı gibi, hem Kur’ân, hem hadisler, hem de akıl ve örfle uyumludur. Gerçekte Ehl-i Beyt’e salâvat, Peygamber’e salâvatla aynı gerçeği ifade etmektedir.
Son noktada şu ki: Peygamber’e salâvat her yerde ve mutlak şekilde farz değildir. Elbette önemle vurgulanan müstehap amellerdendir. Sadece namazın teşehhüdü gibi özel durumlarda farz olur.[11] Elbette Peygamber’e salâvat farz olduğu durumlarda âl-i Muhammed’e de salâvat getirmek farz olur. Müstehap olduğu yerlerde de müstehap olur.
[1] Ahzab, 56.
[2] Numûne Tefsiri, c. 17, s. 419.
[3] Bkz. a.g.e, s. 428.
[4] Haşr, 7.
[5] Ahzab, 56.
[6] Biharu’l-Envar, c. 89, s. 90-95.
[7] Ahzab, 33.
[8] Şura, 23.
[9] Âl-i İmran, 61.
[10] Biharu’l-Envar, c. 15, s. 20.
[11] Tahriru’l-Vesile, c. 1, s. 143, 1. Mesele.