Tarihin Kara Sayfası: Hakemeyn Olayı
Hz. Emir’elmuminin Ali (as.), Muaviye ve Amr bin As üzerinde ki hücceti tamamladıktan sonra, Şam ordusuna yönelik saldırılara karşı cevap vermiş, Sıffin vadisinde sıcak çatışmalar meydana gelmişti. Muaviye, uzun süren savaşın ardından yenileceğini anladığında Amr bin As’a başvurmuş, bu savaşı yeniden güçlenene dek barışla noktalamasını istemişti. Amr’ın, İmam Ali (as.) ordusu içerisinde ki hassas oluşumlardan bilgi sahibi olması, kendisine Mısır valiliğine ulaşmak için bulmak zorunda kaldığı hileleri düşünmekte büyük bir yardımı oluyordu. Tarihin seyrini değiştirebilecek ümmetin bu hilelerin nihayetinde farklı görüşlere sahip olabilecek düzeyde ümmet arasında fesat bir eyleme girişebilen Amr bin As’tan başka bir münafık çıkmamıştır.[1] O nifak ve hilede, Sıffin ve Hakemeyn olaylarında ki üstlendiği rolü iyi tahlil edilmesi neticesinde ortaya çıkacak ve bu yönde en büyük olduğuna kifayet edecektir.
Ve Amr şeytani düşüncelerin nihayetinde, Şam ordusu içerisinde ne kadar Kuran sahifesi varsa, toplatılmasını istemiş, kendisine anlam veremeyen şaşkın bakışlara sahip Muaviye’ye sabrı tavsiye etmiştir..! Amr bin As’ın yeni bir şeytani oyun yaratacağı ümidiyle, ordusu içerisinde tam Kuran sahifelerini toplatılmış, Muaviye’nin karargahında tüm birliklerin yeni bir duyuru yapılması için bir araya gelmesi emri sadır edilmiştir. Amr bin As; bir araya gelmiş yorgun ve bitkin Şam ordusuna, Kuran sahifelerini mızraklarına takmalarını ve kendilerini öldürmek isteyen İmam Ali (as.) ordusunu Kuran’a davet etmeleri emriyle, meydana hareket emri vermiştir.
Farklı gruplar ve kabilelerden oluşan İmam Ali (as.) ordusu, Muaviye askerlerinin mızraklarına taktıkları bazı sahifelerle birlikte, kendilerini Kuran’a davet edildiklerini görmüş, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Beklenmedik bir gruptan, beklenmedik bir davet açıkçası onların memnun etmişti. Uğruna savaştıkları Kuran’a artık düşmanları da sahip çıkmakta ve cihat etmeleri için bir neden kalmamaktaydı.
Kabilelerin cahiliyeden kalan aşağılık komplekslerine kapılmalarından dolayı, her bir kabile reisi bu olayı kendisine göre yorumluyor, farklı neticeler alarak, bu meydanda “bende varım” demeye getiriyordu. Bu kabilelerin içerisinde en tehlikelisi olarak göze batan ve sabıka dosyası diğerlerine göre kabarık olan, Kind kabilesiydi. Bu kabilenin öncülüğünü ve sözcülüğünü yapan yine Eşas, diğer kabilelerinde söz sahibi olduğunu ortaya koyuyor, güya demokratik bir yaklaşım içerisine giriyordu. Savaş meydanlarından ve kabilelerden gelen birliklerin sayıları her dakika artıyor, tarihi bir olayın olacağını sezinlemişler gibi kendilerini hızla karargaha yetiştirmek için atlarının üzerlerine inen kırbaçlardan biri iniyor, diğeri kalkıyordu…
Karargahta toplanan birlik öncüleri teker-teker söz alarak farklı hedefler üzerine toplanmış kitleleri, hitabeleriyle etkilemek istiyorlar, ellerine geçmiş bu bulunmaz fırsatı kolay-kolay harcamak istemiyorlardı. Meydana toplanmış farklı kitlelerin aynı anda bu kadar çabuk organize olmasına mı şaşmalı yoksa her birinin yüz kaslarını ve buna bağlı olarak yüz ile alın çizgilerini aynı anda hareket ettirerek, mizacen de aynı dili konuştuklarına mı?
Hararetli ve her birinin farklı deliller sunduğu konuşmalar arasında güya yeni bir karar için toplanıldığına ve organize bir çalışma olmadığına dair havalar yaratılıyorsa da, gözlerinde ki Muaviye altınların parıltısını sezebilmek ve büyük bir ihanetin gerçekleşebileceğini görebilmek, sözleri ve bakışları arasında ki çelişkiden rahatlıkla anlaşılabiliyordu.
Bu meydanda konuşan bazı hainlerin sözleri o denli ağırdı ki; söylentilerin nakledildiği umman olan Tarihte kaydedilebilmiş ve bu günlere bir nebze de olsa ışık tutabilmiştir. Devrinin en şakilerinden (zalimlerinden) Şakik bin Sur’ul Kuba, “Ra’bi” kabilesi adına çıktığı konuşmasında orduya şöyle seslenmişti: “Ey insanlar… Şam ahalisini Allah’ın kitabına davet eyledik. Onlar kabul etmediklerinde de bu sebepten dolayı onlarla savaştık. Ve şimdi onlar bizi, bizim onları çağırdığımız kitaba davet ediyorlar. Kuran davetine icabet etmezsek, onların kabul etmediği zamanda bize vacip olan hüküm, onlara da vacip olacaktır. Bu uzun geçen savaş, bizleri yok olmaya götürmektedir. Baki kalabilmemiz ancak ateşkesle mümkün olur…”[2]
Bir başka kabile büyüklerinden Haris bin Cabir El-Kubra, Şam ordusunun yaptığı bu hileyi kendisince şöyle yorumlamıştır. “Eğer Ali bu işte (Kuran’a davette) önce olmasaydı dahi, Şam ordusun bizlere sunduğu öneriyi kabul etmeliydi. Kaldı ki, Şam ordusunu Kuran’a davet eden kendisiydi. Allah’a and olsun ki, dün Şam ehlini kendi davet ettiği şeye, bugün kendisi kabul etmemektedir. Eğer, Şam ehlinin davetine icabet etmezse, sizde ona karşı sert tepki verin ve onun Şam ehline yaptığını kendisine yapın…!!!”
Elimize ulaşan rivayetlere göre, düşüncesiz ve gerçek dışı beyanatlar yapan kabile ileri gelenleri arasında, Halid bin Meaz, Adiy bin Hatem, Refe’a bin Şeddad[3] da bu yönde bir konuşma yaptığını tarih kitaplarından okuyor ve o anda ki ortamın ne kadar gergin olduğunu nakiller sayesinde görebiliyoruz. İmam Ali (as.) karargahı içersinde, Muaviye ve Şam ordusunun yaptıklarını destekler nitelikte konuşmalar yapıldğı gibi, bu konuşmaların tam tersini de görmek mümkün. İmama bağlı genç bir yiğit olan “Hasseyn bin Reb’i” kendi kabilesi adına konuşanlara karşı çıkmış ve şunları söylemiştir. “İslam dini, İlahi emir ve düsturlar karşısında teslim olmak esası üzerine bina edilmiştir. Öyleyse; kıyas ile yersiz şefkat ve merhametle bu İlahi emirleri zayi etmeyin…Biz, sözleri sadık, eylemleri hatadan uzak olan bir rehber ve imama sahip milletiz. İmamızın emirlerine kulak asıp, itaat edelim. İmam ateşkes için “hayır” derse, biz ateşkes istemiyoruz demeli; ve O ateşkes için “evet” derse biz ateşkesi kabul ediyoruz diye haykırabilmeyiz, haykırmalıyız…”
Konuşmaların ardı arkası kesilmiyor, fitne ateşi münafıkların körüklemeleriyle hızla ordu içerisinde yayılıyordu. Kısa bir zaman içerisinde, alınları secde etmekten nasır tutup, kararmış zahit görünümlü kimselerle birlikte Kuran’ı güzel okuyan ve kendilerine ‘kari’ denilen kişilerin oluşturduğu yirmi bin kişi İmam Ali (as.) karargahına kadar gelmiş ve muhasara altına alabilmeyi başarmışlardı. Tam teçhizatlı bir şekilde kuşanan bu ahmak grup, tarihe kara bir leke vurduklarından habersiz, İmam Ali (as.)’a utanmadan sözler sarf ediyor, hadlerini aşarak cehennem kapısını aralıyorlardı.
“Ey Ali..! Şam ehlinin Allah’ın kitabına olan daveti kabul et… Aksi takdirde, Osman bin Avfan’ı (üçüncü halifeyi) öldürdüğümüz gibi seni de öldürürüz..!”[4]
Asabiyetleri gözlerinden ateş olarak çıkıp, hislerinin kendilerine galebe olduğunun farkında olmadan şeytana kulluk ediyorlar, kalplerine bir daha açılmayacak mühürlerle kapatıyorlardı. Onlara göre, Kuran’a karşı kılıç çeken ve savaştan başka bir şey düşünmeyen Hz. Ali (as.)’ı yaptığı yanlıştan döndermek gerekliydi.
Hz. Ali (as.), hangi mantıkla bunlara karşı kendisini savunmalıydı. Kendisi konuşan Kuran iken, Kuran düşmanı ilan edilen bir gruba hangi düşünceyle yaklaşabilirdi. İşte İmam Ali (as.)’ın münafıklar tarafından yöneltilen bu ahmak gruba karşı kendini şöyle savunmuştur.
“Eyvahlar olsun size..! Ben Allah’ın kitabına davet eden ilk kişiyim ve yine Allah’ın kitabının davetini kabul eden ilk kişiyim. Beni Allah’ın kitabına davet etmeleri ve benim böyle bir şeyi kabul etmemem, bana reva mı? Ben, Allah’ın emir ve kanunlarına teslim olmaları gereken bir topluluk için savaşıyorum. Onlar, Allah’ın emirlerini ayaklar altına aldılar, İlahi antlaşmayı bozdular, Allah’ın kitabını bir kenara fırlattılar…Bense size, bunların hiçbirinin Allah’ın kitabına amel etmeyeceğine ve sizi kandırmaya çalıştıklarına dair haber veriyorum…”[5]
İmamın konuşmaları, Amr bin As’ın hileleri karşısında maalesef etkili olamamış[6] ve küfürlerinde baki kalarak, inatla İmama olan itirazlarını devam ettirmişlerdi. Savaşın bir an önce durmasını isteyen bu ahmak grup, Eşas bin Kays önderliğinde söz birliği etmiş ve hep bir ağızdan İmama şunları haykırmışlardı: “Habercini gönder, Malik geriye, karargaha dönsün…” İmam böyle bir anda, onlara yönelerek şöyle seslenir. “Ben dün sizin Emiriniz iken, bugün ise sizin memurunuz oldum…”[7]
Malik Eşter, sahip olduğu ilim ve basiretle, mızraklara takılan Kuran sahifelerine aldırış etmeden, uzun zamandır beklediği fırsatı bularak Muaviye’nin karargahına doğru saldırıya geçmiştir. Kendisiyle birlikte bulunan ve her şekilde kendisine tabi olan bu atlı grupla, Muaviye’nin karargahına iyice yaklaşmıştı. Önüne gelen Muaviye ordusuna ait, fesat yuvaları olan çadırları tarumar ediyor, fitne ateşini söndürmek için büyük gayret gösteriyordu. Böyle bir hengamede, Malik Eşter’e, İmamın habercisi “İbn Hani” gelir ve izin isteyerek şöyle der: “Ey Malik, İmam sizi istemektedir. Ona icabet edin lütfen..”
Malik Eşter, bu zamansız çağırılma karşısında şaşırmakta haklıdır. Bunca yıldır özlemle beklediği anı bu kadar kolay bir şekilde elden vermek istemez. Ve İmam Ali (as.)’ın habercisine iletmesi için şunu söyler: “İmamın huzuruna geri döndüğünde benden yana şunları söyle: ‘Ben bulunduğum yerden uzaklaşacak konumda ve vakitte değilim. Allah’ın bana pek yakında bir zafer nasip edeceğini ümit etmekteyim. Benim geri dönmemde, acele etmeyin…”
“İbn Hani”, Malik Eşter’in sözünü İmam Ali (as.)’a ilettiğinde, muhaliflerde bu sözü işitmiş ve onlarında yersiz sözleri yeniden yükselmeye başlar. “Sen, Malik Eşter’e savaşa devam etmesi için emir vermişsin..!”
İmam, ellerinde kılıçla hazır bekledikleri, lecacet gösterip inatlarında baki kalmayı tercih eden ahmak grup karşısında işte böyle mazlum bırakılmıştır.
“Subhanallah! Sizlerin yanında aşikar olarak gönderdiğim habercimin söylediklerini duymadınız mı?” Onlar hep birlikte, “Evet, duyduk…Şimdi İbn Hani’yi bir daha gönder. Tez Malik geriye dönsün”
İmam çaresiz, habercsi İbn Hani’yi Malik Eşter’e, “Büyük bir fitnenin çıktığını ve çabuk gelmesini” iletmesi için yine ahmak ordusu karşısında apaçık beyan ederek göndermiştir. Malik Eşter, İmam habercisini karşısında görmüş ve olayın ciddi bir durum arzettiğini, kendisine iletilen mesajdan da anlamıştı. Malik Eşter yine de İbn Hani’ye, “Şu zaferi görmez misin? Allah’ın bize yazdığı bu zaferi bırakmak, Muaviye’ye bu kadar yaklaşmışken elimizi savaştan çekmek doğru olur mu? Söyler ve karşılığında İbn Hani’den şunları işitir. “Ey İmamın silahşörü Malik, Emir’elmüminini elleri bağlı düşman teslim almışken, sen burada savaşmak mı istersin? Ordu İmamına kılıç çekmiş feryat, figan etmişlerdir. ‘Ya buraya Malik Eşter’i geri dönderirsin, ya da seni düşmana teslim eder veyahut da Osman’ı öldürdüğümüz gibi seni de öldürürüz…”
Malik Eşter, mızraklara takılan Kuran’ları ilk defa gördüğünde böyle bir olayın fitneye dönüşmesinden korktuğunu ifade etmiş ve maalesef Muaviye’ye o kadar yaklaştıktan sonra geriye, karargaha dönmek zorunda kalmış, bir başka cepheden diğer cephe arasında gidip gelmiştir…[8]
Malik karargahına döndüğünde, İmamın etrafını alınlarında secde izleri oluşmuş kimselerin çevreleyerek, muhasara altına alındığını görmüş, onların bu denli hadlerini aşacaklarına düşünmemekte nasıl da yanıldığını ifade edercesine, ses tonunu yükseltmiş ve ezici bir konuşma yaparak ihanetleri karşısında onları aşağılamıştır.
“Ey zilleti kabul eden, basit yaratıklar..! Savaştan ne zaman elinizi çektiğinizi biliyor musunuz? Onlara karşı zafer elde ettiğinizde, sizlerin galip olduğunu anladıklarında, mızraklarına Kuran sahifeleri taktılar! Allah’a andolsun ki, Onlar Kuran’ın hükümlerini hiçe sayıyorlar, Allah’ın hükümlerini ve Peygamberin sünnetini ayaklar altına alıyorlar. Hakemiyeti katiyen kabul etmeyin. Bana bir atın debinmesi kadar mühlet verin, sizlerde göreceksiniz ki zafer pek yakındır…”
Muaviye’nin hilelerine inanan kimseler basit oldukları kadar mağrur ve gururlu bir şekilde Malik Eşter’e cevap vermeden de kaçınmıyorlardı. “Hayır! Asla, dediğini yaparsan savaştığında kazandığın günahlara bizleride ortak edeceksin…”
Malik Eşter ve yorgun ordu içerisindeki ahmak grubun gergin ortam içerisinde birbirlerine üstün gelmek için sert bir dille tartışmaya başlamaları, havada gezen kan kokusunu ağırlaştırıyor, ortaya atılan sebepsiz kıvılcım büyük bir aleve dönüşüyordu. Geleceği büyük yönde değiştirecek kararların bir an önce alınması için uğultular yükseldikçe, burunlardan solunan dehşet verici tablo ortaya çıkıyor, kılıflardan çıkartılan kanlı kılıçlar birbirlerine gösteriliyordu.
Ahmak ordu ile İmama gönülden teslim olmuş az bir grup arasında, geçen az ama sert bir tartışma yerini keskin bakışlara ve ürpertici bir sessizliğe koyuyordu. Malik Eşter, bir dağ misali heybetiyle göğsü önde, tüm izleyenlerin dikkatlerini üzerine çekercesine bulunduğu yerden birkaç adım daha ilerlemiş ve ses tonunu yükselterek, sefahat üzerine cevap veren ahmak gruba düşüncelerinin yanlış olduğunu izah etmek için yeni bir soru yöneltmişti…
“Öyleyse söyleyin bakalım. Savaş yorumu hakkında; siz mi yoksa, (on sekiz ay) cephelerde kan döken Salih insanlar mı doğru söylüyorlar?”
Köşeye sıkışan ve inatlarından dolayı bu fitneyi devam ettireceklerini her hallerinden ve sözlerinden belli eden ahmak gruptan biri çıkarak Malik Eşter’e şu cevabı verir: “Bizimle uğraşmayı bırak ey Malik…Biz, Onlarla Allah rızası için savaştık. Ve şimdi yine Allah rızası için savaştan elimizi çekmekteyiz.” Hazır cevap olan Malik Eşter beklemeden cevabını verir.
“Allah’a and olsun ki sizi kandırmışlar. Ey alınları nasır bağlamış kör ve ahmak kimseler! Ben sizin, namaz ve ibadetlerinizin Allah’a olan şevkinizden kaynaklandığını ve dünyayı istemeyerek gerçekleştirdiğiniz düşüncesindeydim. Ama şimdi, ölümden korkarak dünyaya doğru firar etmekte olduğunuzu görmekteyim. Yüzleriniz kararsın. Bu olaylardan ve ihanetten hiçbir zaman yakanızı kurtaramayacaksınız…!”[9]
Malik Eşter’in ağır lafları altında ezilen hainler grubun cevabı hakaretten başka bir şey değildi. Malik’in gözlerinden çıkan ateş, hainler üzerine adeta kor-kor dökülmekte, sözleri altında ezildikleri gibi bakışları altında da ezilip, aşağılanmaktaydılar. Yaptıklarını yanına bırakmamakta kararlı olan ve adeta başı bulutlara değen bir dağ gibi heybetli Malik’i, hainler bir dağın eteklerine koşullanır gibi etrafını çevrelemişler, kimin zehirli kılıcı altında can verdiği görülmeden abalarının altında sakladıkları kılıçlarla üzerine hareket etmişlerdi. Malik karşısına gelen ilk hainin atının yüzüne bir kamçı darbesi vurmuş, kılıçların kılıflarından çıkan seslere korkunç bağrışmalarda eklenerek, ortamın bir anda elektriklenmesi sağlanmıştı. Malik Eşter’in hainler tarafından öldürülmesine müsamaha etmeyecek olan İmam Ali (a.s) zamanında hareketiyle, ağızlarından salyalar akan kudurmuş kurtları andıran hainlerin ellerinden çekip almasını bilmiştir. Malik ise, hainlerle savaşmak için ısrarla izin isterken karşısında sükut etmeyi tercih eden ve hep bu tür ahmakların ağır yükünü sırtında bir kambur misali taşıdığını yorgun bakışlarından anlatan bir İmam görüyordu.[10]
İmam bir an kendisini çevreleyen ahmak askerlerine dönerek, bu sizin fitne ateşini yaktığınız ilk gün değil ve yaptıklarınız Peygamberin vefatından sonra elimden zorla alınan hilafette gördüğüm büyük ihanete dönüyor dercesine derinden bakıyor ve Peygamberin ordusu tarafından Uhud'da tek bırakıldığı hüzün haliyle aralarından ağır adımlarla ayrılarak, meydana yöneliyordu…
İmamın halinden etkilenen topluluktan bazıları Malik Eşter’e katılarak gözlerinden isteksiz yaşlar döküyor bu acı tabloya tanıklık ediyorlardı.
Hainler, gerginliğin durulmasını ganimet bilip, “Emir’elmüminin Kuran’ın hakemiyetine kabul etti.” naralarıyla bu işi oldu bittiye getirdiklerini gösteren son perdeyi oyuna sokuyorlardı…
Bir kaç dakika öncesine kadar aşağılayıcı ses tonlarıyla “Ey Ali” diyecek kadar küstahlaşabilen bir topluluk, istediklerini zorla da olsa kabul ettirdiklerinden sonra “Ey Emir’elmüminin” diye nida etmişler ve nifaklarını büyük bir ihanetle perçinlemişlerdi. Hainler, Hz. Ali (as.)’a Emir’elmüminin diye her hitap edişlerinde, adeta hazreti bir adım daha ölüme çekiyor, birbirlerine bakarak kalleşçe bıyık altında tebessümler gönderiyorlardı…
Hz. Ali (as.), basiretsiz ve ahmak bir grubun, Muaviye tarafından satın alınan kişilerin oyunlarına getirilmemelerine dair ikazlarda bulunmuş ve bu yönden onların üzerine hüccetini tamamlamak için son defa hutbeye çıkmıştı. İmamın saf ve sefahat kalpli insanlara hitap ettiği tarihi hutbe şöyledir:
“Gönlündeki ahdi terk edenin cezasıdır bu. Size emrettiğim şey, Allah’a and olsun ki, istemediğiniz şeye sizi sevk etmek içindi, fakat Allah onda hayır takdir etmişti. Emrime uysaydınız doğru yolu bulurdunuz, eğrilseydiniz sizi doğrulturdum, baş çekseydiniz sizi düzene sokardım, bu da en doğru bir şeydi. Fakat bu işi kiminle yapayım, kime güveneyim? Ayağındaki dikeni, dikenle çıkarmak isteyen kişiye benziyorum, ama o da biliyor ki; diken, dikene meyletmekte. Allah’ım, hekimler bile bu dertlilerin dermanından usandı, bu derin kuyudan su çekenler bıktı, dermandan kaldı.
İslam’a davet edilip, kabul eyleyen topluluk da nerededir? Kuran’ı okudular da hükümlerini kuvvetlendirdiler; savaşa yürütüldüler, süt emer çocuklarını bile bırakıp atıldılar; kılıçlarını, kınlarından sıyırıp saldırdılar? Bölük-bölük müşriklerle savaşarak yeryüzünün çevrelerini tuttular, bir kısmı şehit oldu, bir kısmı kurtuldu. Yaşayışa önem vermediklerinden, kalanlar müjdelenmediler. Ölüme aldırmadıklarından ölenler yüzünden kalanlara başsağlığı verilmedi bile. Onların gözleri ağlamaktan dünyayı seçmez olmuştu, fazla oruçtan karınları çökmüştü, dua etmekten dudakları kurumuştu, uykusuzluktan renkleri sararmıştı, yüzlerine Tanrı’dan korkanların, ona karşı alçalanların tozu toprağı konmuştu. Onlardı benim kardeşlerim, fakat gittiler, artık benim onlara kavuşmak susuzluğuna uğramam gerek, Onların ayrılığından elimi dişlemem gerek…
Bilin ki, şeytan sapklık yollarını kolay gösteriyor size, düğüm-düğüm çözerek dininizi almak, birlik ve topluluk yerine sizi ayrılığa salmak istiyor. Onun vesveselerinden ve efsunlarından (hilelerinden) yüz çevirin, size verenin öğüdünü armağan edenin sözlerini tutun, ona bağlanın, ona uyun…” [11]
Hainler, İmam Ali (as.)’ın hutbesini ürpertici bir sessizlikte dinlemekte, çatık kaşları kısık gözleri ve solgun benzleriyle kabul etmeyecekleri görünümünü hutbenin ilk başından yobaz halleriyle belli ediyorlardı.
Muaviye, babasının hayatı boyunca görmek istediği tabloyu nihayet kendisine öğrettiği sinsi planlarla oluşturmuştu. Kim bilir, Ali’nin ve yaranlarının bu kadar çaresiz kaldığını görmek babasını ne kadarda keyiflendirir, annesinin yarasına su serperdi…Muaviye bu güzel durum karşısında, Amr bin As’a ne kadar şükretse, ne kadar cayizeler verirse versin, böyle bir netice karşısında az geleceğini biliyordu. Malik’in kılıcı ensesine dayandığı, Azrail’in her an kapısını yoklayacağı anda müşaviri Amr bin As’ın parlak fikriyle, ölümden dönmüş adeta yeniden hayat bulmuştu. üstelik, kellesini isteyen düşman grup bir daha toparlanamayacak şekilde dağıtılmış, içlerinde büyük bir tefrika oluşturulmuştu. Savaştan böyle bir netice almak, yüzlerce kızıl tüylü deve ve sayısızca altın, gümüş ve cariyeyi ganimet almaktan daha iyiydi.
Münafık Eşas bin Kays, ordu içerisinde ki yarattığı tefrika ve karışıklıktan sonra, İmam Ali (as.)’ın Hakemeyn olayını kabul¸ haberiyle birlikte, Amr bin As’ın kurduğu senaryoda kendisine verdiği rol¸ çok iyi oynadığı müjdelerini Muaviye’ye götürüyor ve merakla bu yaptığı ihanetin kaç dinar edebileceğini bir başka hain dudaklardan dökülecek kelimelerde arıyordu…
Bu bir Kuran üzere sulh olmalıydı. Kuran böyle bir sulhu kabul etmeyeceği bilinmesine rağmen, en azından Kuran-ı görünüm¸ kazandırılması gereğini hainler pek tabi ki düşünmüşlerdi. Bu kadar Müslümanın kanının dökülmesine engel olan Kuran sahifeleri yine iki ordu arasında uzlaşabilecek hükmü ortaya koymalıydı. Kuran; birleştiriciliği ve hakemliğiyle hem yetkili bir ağız, hem de ortak bir değerdi.
Kuran’ın hakem olması istenimini, iki ordunun güzel Kuran okuyan ve bu konuda eğitim almış kimseler tarafından kararlaştırılmış ve iki hakemin alacağa karara uyulması istenmiştir. Muaviye ve İmam Ali (as.)’ın seçecekleri hakemler ile, uzun zamandır beklenen barış sağlanacak ve Arap toplumu asr-ı saadet olarak adlandırılan g¸nlere yeniden döneceği ümit edilmekteydi.
İmam Ali (as.) bu tür uzlaşmaya ilk başından karşı çıkmış, Muaviye’nin gerçek yüzünü ortaya koymaya çalışmıştı. Zahmet ve çalışmalarının bir neticeye varmayacağını anlayan İmam Ali (as.), tehditle uzlaşma meydanına getirilmiş ve kendi adına yapılan muameleleri ancak bir seyirci gibi seyredebilmesi kaydıyla yerini alması sağlanmıştı…
Muaviye, kendisini uzun zamandır hissetmediği kadar güçlü hissediyor ve gurur ibresini kendi lehine dönmesi için yeni taktikler geliştiriyor, stratejilerini gözden geçiriyordu. Muaviye, kendisini temsilen göndereceği ismin üzerinde hiç endişe duymadan ve düşünmeden açıklamada bulunmuştu. Bu kimse, Hakemeyn senaryosunun sahibi Amr bin As’tan başkası değildi. Muaviye’nin her türlü zevklere doymuş yorgun vücudunu Amr bin As, Ona iyi gelerek canlandırabilecek dahası evlatlarına miras bırakabilecek müthiş bir güçten ve formülünden haberdardı. Muaviye’yi şad edecek bu ilaç, uğruna bir çok kişinin öldürülmesini göze aldığı hilafetti…Muaviye hilafete ulaşma bahanesiyle azgınlaşan arzularını, Osman’ın öldürülmesinde, Ayşe ile birlikte Talha ve Zübeyr’i kullanmasında görebilmek mümkün. Babasının Peygamber için yaptığı onca eziyet ve zulmü, O Hz. Ali (as.) için reva görmüş, babadan atadan da böyle terbiye görmüştü…
Amr bin As, Hakemeyn minderinde Hz. Ali (as.)’ın tarafını temsilen kendi ağırlığında bir şahsın çıkmasıyla olayın tamamen Şam ehalisi aleyhinde biteceğini biliyor ve mindere çıkmadan şike yapması gerektiğini düşünüyordu. Ve Amr bin As, yine Eşas bin Kays’a görev veriyor böylelikle onu hakemeyn senaryosunda vazgeçilmez oyuncular arasına alıyordu. Eşas ise, siyasi belirsizliklerin içerisinde kendisine verilen rolü pek de güzel oynuyordu.
Hakemeyn olayında İmam Ali (as.) kendisini temsil edecek kişinin "Adullah bin Abbas" olduğunu ilan ederek, meydanı Muaviye ve yandaşlarına bırakmayacağını açık bir dille ifade ediyordu. Muaviye cephesinde, İmamın bu duyurusu gelmesiyle Hakemeyn olayı yeni bir boyut kazanmış ve Amr bin As'ın korktuğu başına gelmişti. Amr, İmam Ali (as.)'ın alacağı karardan endişe duymuş ve bu yüzden Eşas bin Kays ile görüşerek böyle bir ihtimalde ağırlığını koymasını istemişti. İmam Ali (as.)'ın özellikle Abdullah bin Abbas'ı tercih etmesiyle, Muaviye cephesinin planlarını bozuyor ve yeniden bir sinsi kurguya gitmeye zorluyordu.
Eşas bin Kays, karargaha dönüp yerini aldığında, İmamın kararına itiraz edip, bu yönde fitne ateşini yakan ilk kişi olarak göze çarpmaktadır. İbn Abbas'ın İmam Ali (as) gibi düşünerek hemfikir olması, Hakemeyn olayında Muaviye'nin başına büyük belalar açma tehlikesini de yanında getirmekteydi. Muaviye, İbn Abbas'a defalarca suikast girişiminde bulunmuş ve kendisine olan kinini açıkça beyan etmişti. Muaviye'nin kinini kazanan İbn Abbas'ın, ne denli basiret ve ilim sahibi olduğu da düşünüldüğünde, Hakemeyn tezgahı için ne kadar tehlikeli olduğu bu perspektifte de ortaya çıkıyordu. İbn Abbas, bir yolla Hakemeyn'den uzaklaştırılarak kenara itilmeli ve bu olayda kandırılmaya müsait olan biri getirilmeliydi…
Eşas bin Kays, "İbn Abbas; Ali bin Ebutalib'in yakınıdır. O, Hakemeyn'de hüküm vermede taraflı olacaktır" nidalarıyla yine ahmak grubu yanına almış, sert adımlarla İmamın huzuruna kadar gelerek, nifak perdesini bir kez daha aralamıştı…
Eşas, Muaviye'nin kendisine vadettiği kızıl taşların hayaliyle oyununu ağır-ağır oynuyor[12], İbn Abbas'ın yerine geçebilecek kişiyi de şeytani bir düşünceyle belirliyordu. Muaviye'ye sempati besleyip ve İmama vefasız davranışlarıyla Malik Eşter'in kılıcından zor kurtulan Ebu Musa Eşari, Hakemeyn'de piyon rolünü üstlenebilecek en yetkili ağızdı. İmam Ali (as.)'ın Kufe valisi iken, Cemel savaşında tarafsız tutumuyla dikkatleri üstüne çekerek makamından azledilen Ebu Musa Eşari takva görünümü ile sözü dinlenen bir hatipti. İmam Ali (as.)'ın, kendisini makamından azletmesiyle nefret duygusu daha da kabarmış ve köşesine çekilerek fırsat kollamaya başlamıştı…
Eşas, Hakemeyn'de Ebu Musa Eşari'nin İmam Ali (as.)'ı temsil etmesi gereği üzerinde ısrar ediyor, kendisince yeterli deliller sunuyordu. Ebu Musa Eşari, Cemel savaşında olduğu gibi, Sıffin savaşında da zahiri görünümüyle tarafsız olduğunu öne sürmüş ve Kuran ile hüküm verilmesi gereği üzerinde sürekli Müslümanları uyarmıştı. Güya o, Müslümanların kanının boş yere akmasından en çok üzülen bir sima olarak ümmet arasında tanınmıştı.
Eşas'ın, Ebu Musa Eşari için söyledikleri, satılmış kabile reislerinin de yardımıyla ahmak grup içerisinde kabul görmüş ve onun Hakemeyn meydanına getirilmesi üzerinde fikir birliği edilmişti. İbn Abbas'ın, bir Kureyşi ve İmam yakını olması üzerinde duruluyor, yabancı ve tarafsız bir kimsenin ısrarla seçilmesi üzerinde İmama baskı yapıyorlardı. Eşas ve ona uyanların söyledikleri özelliklerini taşıyıp, yabancı bir diyardan olan Yemeni; Ebu Musa Eşari Hakemeyn'de eşi bulunmaz bir hakem olarak ön plana çıkartılıyordu.
İmam Ali (as.) ise, Onların İbn Abbas'ın kendi yakını olması hasebiyle görevinden aldığını ve yerine kendini temsilen ordu komutanlığını üstlenmiş bir başka Yemani'yi getireceğini açıklamıştır. İmamın tüm komuta birliğinin başında bulunan ve ordu içinde ikinci adam olarak göze çarpan Yemani Malik Eşter'in ismi Hakemeyn meydanında İbn Abbas'ın yerine geçmektedir…
Eşas ve yandaşları, İbn Abbas'tan daha çetin ve zorlu bir rakip olan Malik Eşter'in Yemenli olduğunun da gaflet etmiş ve bunun neticesinde İmam Ali (as.)'ın kendileri için sunduğu teklifte ancak lecacet ve inat ederek Ebu Musa Eşari'yi Hakemeyn'e çekebileceklerini anlamışlardı. İnatçı ve küstah tavırlarıyla ayak diretmişler ve Ebu Musa Eşari'nin getirilmesi üzerinde zor koşmalarına karşın İmam da, onlara söz dinletemeyeceğini anlamış ve kendi hallerine bırakmışlardır. İmam, onların hayrına olan her şeyi anlatmasına ve uzlaşmak için her türlü uygun şartı koşmasına karşın, söz dinlemez tavırları karşısında sükutu tercih etmiştir…
Muaviye istediği temsilcisini ilk günden açıklarken, İmam Ali (as.) kendi isteğiyle seçtiği iki temsilcisini de Hakemeyn meydanına göndermesine engel olunmuştur. İmam, Muaviye'ye galip geleceği anda kendisine tarihin en ağır ihanetini tattırmalarının başlıca bir kaç nedeni vardı. İşte bunlardan sadece bir kaç tanesi;
1-Ordunun siyasi bilgiden yoksunluğu ve kişilerde hamakatın (ahmaklığın) üst düzeyde olması
2-Ordunun, İslam'ın sadece zahirden ibaret olduğunu düşünmesi; İmam Ali (as.)'ın ordusu içerisinde zahiren Kuran'ı güzel okuyan (kâriler) olmasına rağmen, onların Kuran'ı sadece bir parça kağıt ve mürekkepten olduklarını düşünmesinde olduğu gibi…
3-Ordu içerisinde, Muaviye'nin casuslarının rahatlıkla sızabilecek yapıya ve şartlara haiz olması…
4-Ordunun uzun süren savaşlar geçirmesi ve yorgunluk belirtilerini göstermesi
5-Ordu içerisinde verilen şehit sayısının fazlalığı. (Uzun süren savaşlardan sonra her iki ordu da ağır yaralar almış ve birçok ölü vermiştir. Tarihçilerden bazıları Muaviye ordusunu doksan bin, İmam ordusunun yirmi bin ölü verdiğini kaydederken, bir başka tarihçi birden çok raviye dayandırarak Muaviye askerlerinden kırk beş bin, İmam ordusundan yirmi beş bin kişinin öldüğünü nakletmiştir. Son olarak söylenen bir diğer nakilde de, toplam ölülerin yetmiş bin kişi üzerinde olduğudur.[13])
6-Ordunun dünyaya meyli ve hak yolda can vermekten çekinmesi. (İmam, Muaviye üzerine saldırmaktan çekinen ordusuna hitabında şu cümle göze çarpmaktadır. "Siz yaşamayı isteyip, hayatı arzu ediyorsunuz. Ve ben hoşunuza gitmeyen bir hususta sizlere zorlama yapamam…"[14])
Hakemeyn kararı, Sefer ayında “Devme’tul Cendel” adlı mekanda iki tarafın temsilcilerinden oluşan grubun bir araya gelme kaydıyla ordular dağıtılmış, herkes kendi yolunu tutmuştu. Sefer ayı geldiğinde İmam Ali (as.) akıcı bir dile sahip olan Şarih bin Hani’yi hutbe irat etmesi için, gönderdiği 400 kişilik bir cemaatin önderliğini yapması için İbn Abbas’ı ve Hakemeyn’de istemeyerek de olsa karar verme makamına getirmek zorunda bırakıldığı Ebu Musa Eşari’yi de Hakem unvanında “Devme’tul Cendel”e gönderir.[15]
Devmet’ul Cendel’de Muaviye adına Hakem unvanında katılan Amr bin As, Ebu Musa Eşari’nin kandırılmaya müsait bir seviyede olduğunu biliyor ve onu nasıl alt edeceğinin ince planlarını sinsi düşüncelerinden geçiriyordu. Nihayetinde Amr bin As ve Ebu Musa Eşari tek başlarına kalarak aralarında hilafeti kime devredebileceklerine dair birbirlerine fikirler sunuyor ve güya adaletli bir karar çıkartmaya çalışıyorlardı. Ne ilginçtir ki ümmet-i Muhammed’in kaderi, birinin nifakta ve diğerinin ahmaklıkta aşikar olduğu iki kişinin alacağı kararlara bağlıydı…
Amr bin As, Ebu Musa Eşari’ye, Muaviye’nin halife olabilmesi için baskılar yapıyor, onun endişelerine cevap veriyordu. Amr bin As; Muaviye’nin“Vahi katibi”, “Kureyş’in büyüklerinden olduğunu” “Osman’ın kanını talep eden” gibi bir çok değerlere sahip olmakla hilafete layık olduğunu ısrarla söylüyordu.[16]
Muaviye’nin halife olmasına razı olmayan Ebu Musa Eşari’ye alternatifleri çok olan Amr bin As’tan bir başka öneri gelir. Amr bin As, Muaviye’yi ısrarla halifeliğe layık ve yeterince siyaset bildiğine dair Ebu Musa Eşari’ye telkinlerde bulunmasına rağmen kabul ettirememiş ve hiçbir utanç ve mahcupluk hissetmeden kendi oğullarından olan Abdullah’ı hilafete getirmeleri üzerinde önerisini sunmuştur. Ebu Musa Eşari, onun da bu makama liyakati olmadığını söylediğinde, ikinci halifenin oğlu Abdullah’ın halife karar kılınma önerisini ortaya getirmiştir.[17]
Ebu Musa Eşari’ye göre sunulan en makul halife adayı Abdullah bin Ömer idi. Zira, hem halife oğluydu hem de böyle bir kararda Ömer ihya olacaktı. Amr bin As, Ebu Musa Eşari’nin gözlerinde ki pırıltıdan rahatsız olmuş ve Muaviye’nin hilafetinin tehlikeye girdiğini sezinlemişti. Amr nihayetinde bu önerisinden vazgeçtiğini ve en iyi yolun ümmet arasında bir şura kurularak halife seçilmesi üzerinde olduğu görüşünü söylemiş ve Ebu Musa’yı da etkileyerek kabul etmesini sağlamıştır.
Ebu Musa ve Amr, iki ordunun temsilcilerine hitaben minbere çıkarak kararlarını açıklamak üzere son kez bir araya gelirler. Kendisine Amr tarafından inanılmaz hürmette bulunan Ebu Musa Eşari’nin bin bir teşrifatla ilk önce minbere çıkartılması sağlanmış ve bu olay İmam Ali (as.) taraftarlarını özellikle İbn Abbas’ı rahatsız etmişti. Kendisini uyarmasına rağmen sözünü dinlemeyen Ebu Musa Eşari “…biz anlaştık, ilk önce onun yada benim çıkmam hiç önemli değil…” sözüne getirircesine küçümsercesine bakıyor ve hazırlanan siyah minberin basamaklarını ağır ağır çıkıyordu.
Amr’ın elini ovuşturma ve sinsi gülüşleri altında Ebu Musa Eşari kendisini dinleyenlere şöyle seslenmiştir.
“Ey insanlar..! Amr bin As ve ben, bu önemli işte ümmetin görüşüne başvurmayı yeğledik. Bütün şahıslardan daha akılcı ve faydalı karar verecek olan şüphesiz ümmetin görüşü olduğunu düşündük. Ben, Ali ve Muaviye’nin her ikisini de hilafetten uzaklaştırdım…Siz her kimi bu işin ehli biliyorsanız başa getirin ve kendinize halife yapın…”
Ebu Musa Eşari sözlerini bitirir bitirmez, minbere alelacele çıkan Amr bin As ise şöyle der: “Ey insanlar..! Ebu Musa Eşari’nin sözünü işittiniz…Müvekkili olduğu Ali’yi hilafetten uzaklaştırdığını duydunuz…Bende Ali’yi, onun gibi hilafetten uzaklaştırıyor ve yerine Muaviye bin Ebusüfyan’ı getiriyorum. Muhakkak ki o, Osman bin Avfan’ın kanını isteyecek kimse ve bu makama sahip olandır.”
Amr bin As, bu sözü söyler söylemez iki ordu adına katılan küçük grubun birbirleriyle itişip, kalkışmaya başladığı görülmüş, sinirler gerilmiş ve silahlar hazır hale getirilmişti. İbn Abbas kendisini savunan Ebu Musa Eşari’ye yılanın başını tarif edercesine “sende suç yok, suç seni buraya kadar getirende…” diyerek Eşas’ı kastediyordu. Birinci halifenin oğlu Abdurrahman ise, Ebu Musa Eşari’nin bu zillet elbisesi giyeceğine ölmesinin hayır olduğunu söylüyor, tepkisini dile getiriyordu. Ebu Musa Eşari ise, Amr bin As’ın ilk önce kendisiye hemfikir olduğunu sonradan fikrinden caydığını söylese de, artık değişen hiçbir şey olmayacaktı.
Olayların daha fazla büyümesine mani olan Abdullah bin Abbas, kargaşalıkları önlemiş ve küçük birliğiyle Kufe’ye dönmüştür. Ve Hakemeyn olayı alınan kararları ve haricilerin bu kararlara itiraz etmesiyle bir başka boyut kazanmış ve tarihte kara bir leke olarak yerini almıştır
Bundan sonra ki yazımız Hakemeyn olayının getiri
[1] Nehc’ul Belağa, 83. hutbe
[2] Vakiat’ul Sıffin, s.485
[3] Vakiat’ul Sıffin, s.487
[4] Vakiat’ul Sıffin, s.490
[5] Müstedrek-i Nehc’ul Belağa, c.2, s.239
[6] Nehc’ul Belağa, Amr bin As hakkında ki hutbesi
[7] Nehc’ul Belağa, Hutbe 199
[8] Tarih-i Kamil c.3, s.161
[9] Nehc’ul Sa’ade, s.250, Vakiat’ul Sıffin, s.491
[10] Tarih-i Kamil c.3, s.161
[11] Nehc’ul Belağa, Hutbe 120
[12] Tarih-i Yakubi c.2, s.134
[13] Behc’ul Sebağe, c.7, s.94, Muruc’ul Zeheb
[14] Nehc’ul Belağa, Hutbe 199
[15] Tarih-i Kamil ibn Esir, c.3 s.166
[16] Tarih-i Kamil ibn Esir, c.3 s.167
[17] Tarih-i Kamil ibn Esir, c.3 s.167-170