“İlmin afeti, onunla amel etmemektir.” Gurer’ul-Hikem, 3948 İmam Ali (a.s)

Tathir Ayeti Üzerine

Tathir Ayeti Üzerine

 

 

 

 

 

Muhammed Mehdi ASİFÎ

 

Allah'a, Resulü'ne, kıyamet gününe imandan sonra bir müslüman için hiçbir şey dinin temel ilkeleri ile fer'i hükümlerinin kaynağını bilmek kadar önem taşımamaktadır. Bilindiği gibi, Allah-u Teâlâ birtakım hükümler, helal ve haramlar belirleyerek kullarının bu hükümlere uymalarını emretmiştir. Ancak bir hükmün Allah'ın hükmü ve şer'i bir niteliğe sahip olabilmesi için Allah Teala tarafından belirlenmiş olan güvenilir bir kaynağa dayanması gerekir. Onun için bu kaynakları tanımak her müslüman için bir zaruret teşkil etmektedir.

 

Birinci Kaynak:

Kaynaklardan birincisi insanlık için hidayet ve nur meşalesi olan Kur'an-ı Kerim'dir. Allah-u Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitab'ı (Kur'an'ı) hak olarak indirdik." (Nisâ/105)

Kur'an-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın hüküm ve sınırlarını açıklayan kaynakların ilki olduğu hususunda müslümanlar ittifak etmişlerdir.

 

İkinci Kaynak:

Kaynaklardan ikincisi ise Sünnet-i Nebeviyye'dir. Resulullah'ın (s.a.a) sözü, ameli ve takrirlerinden (görüp de susarak onayladığı hareketlerden) ibarettir. Bilindiği gibi Resulullah'ın (s.a.a) vefatıyla şeriatın önemli kaynaklarından birisi olan vahiy de kesilmiş oldu ve müslümanlar günlük yaşantılarında ibadet, alış-veriş ve her geçen gün alanı daha bir genişleyen hükümet işleriyle ilgili hükmünü bilmedikleri birçok yeni sorularla karşı karşıya kaldılar. Tabii ki Resulullah (s.a.a) kendi hayatı boyunca İslam ümmetinin ihtiyaç duyduğu ve duyacakları konuları tamamen ayrıntılı bir şekilde açıklamadığını da biliyoruz. Çünkü Resulullah (s.a.a) yaşadığı mübarek kısa hayatında kendisini ve müslümanları meşgul ederek İslam'ın ilerlemesine engel olan bir çok iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Bu sorunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) Allah'ın hükümlerinin tamamını ayrıntılı bir şekilde açıklamaktan alıkoymuştu. İşte bu yüzden bir çok meselede veya meselelerin tefferruatında Resulullah'ın (s.a.a) açıklamalarını göremiyoruz. Şehristanî bu konuyla ilgili şöyle diyor:

"İbadet ve alış-verişlerde meydana gelen olayların sayılamıyacak kadar çok olduğunu kesinlikle biliyoruz. Yine her olay hakkında bir nassın olmadığını, hatta bunun imkansız olduğunu da biliyoruz. Öyleyse sayılmayacak kadar çok olan şeyleri sayılı ve sınırlı şeylerle sınırlandırmamız mümkün değildir."[1]

Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şu ki; acaba Allah-u Teâlâ, müslümanlara, dinî ve dünyevî işlerini ilgilendiren hususlarla karşılaştıklarında, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden sonra başvuracakları "Canlı bir kaynak" tayin etmiş midir; yoksa onları istedikleri gibi içtihat etmeleri ve karşılaştıkları sorunların çözümünde kendi görüşleri ile amel etmeleri hususunda serbest mi bırakmıştır? Başka bir deyişle, acaba Allah'ın Kitabı'na ek olarak, müslümanların sünnet-i nebevi'de bulunmayan ihtiyaç duydukları meselelerde müracaat edebilecekleri açık bir kapı var mıdır? Ve acaba Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra müslümanları hedefe ulaştıracak ve onları Allah'ın dinine hidayet edecek belirli kimseleri yerine halife olarak tayin etmiş midir? Yoksa Resulullah'ın (s.a.a) vefatıyla müslümanların sünnet-i nebevi'den mahrum kaldıklarını ve böylece onlar için sadece sahabenin Hz. Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ettikleri hadislerden yararlanmaları dışında başka bir çareleri kalmadığını mı sanmalıyız? Zira sahabiler, Resulullah'ın (s.a.a) buyruklarının kaybolmasını önlemek için hadisleri bir araya toplamaya ve yazmaya fazla önem vermiyorlardı. Yine bu hadisleri kapsayan  bir çok tarihi sorunlarla birlikte, insanın bu hadislere başvurması çeşitli zorlukları beraberinde getiriyordu.[2] Biz bu tür soruları, konuya açıklık kazandırmak için cevaplandırmaya çalışacağız inşaallah.

Ehl-i Beyt'in İmameti

Resulullah'ın (s.a.a) hayatı ile siretini dikkatli bir şekilde araştıran herkes, Resulullah'ın (s.a.a) görevlerinden birisinin de kendisinden sonra ümmeti arasında dinî ve dünyevî işlerde kendilerine müracaat edilmesi için Allah Teâlâ tarafından Ehl-i Beyt'in hilafeti için ortam hazırlamak olduğunu görür. Ve yine Resulullah'ın (s.a.a) işin sağlamlaşması için defalarca çeşitli münasebetlerle halkı, Ehl-i Beyt'e yönelmeleri ve sünnetini onlardan almaları hususunda çok büyük çaba sarfettiğini anlar. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu husustaki hadislerinin hepsini burada zikretmek makalemizin kapesitesi dışındadır; ancak biz burada onların bazılarına çok kısa olarak değineceğiz ve daha sonra da tathir ayetini ele alarak onun delillerine işaret edeceğiz. İşte bu hadislerden bazı örnekler:

 1- Sekaleyn Hadisi

Şia ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında mütevatir ve meşhur olduğunda ittifak edilmiş olan bu hadis-i şerifi Sahih-i Müslim,[3] Sahih-i Tirmizî,[4] Sünen-i Daremî,[5] Müsned-i Ahmd ibn-i Hanbel,[6] Hasais-i Nesaî,[7] Müstedrek-i Hakim[8] ve Ehl-i sünnet'in diğer hadis kaynaklarından naklediyoruz:

"Ey insanlar, gerçekten ben de (insanlardan) bir insanım; Allah'ıma doğru davet edileceğim ve benim de icabet edeceğim zaman yaklaşmıştır. Ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum; onlara sarıldığınızda asla sapıklığa düşmezsiniz. Onlar Allah'ın Kitabı ve İtretim olan Ehl-i Beyt'imdir. Bunlardan birisi diğerinden daha ağır ve değerlidir. Onlar Havuz'da bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Öyleyse (onlar hakkında) Allah'tan korkun ve benden sonra o ikisi hakkında ne yapacağınıza veya (onlarda olan benim hakkımı) nasıl koruyacağınıza bakın. Onlardan (Ehl-i Beyt'imden) öne geçmeyin ki helak olursunuz ve onlara bir şeyler öğretmeğe de kalkışmayın. Yakın bir zamanda Havuz'da benimle buluşacağınızı ve "Benden sonra Sekaleyn'e nasıl davrandığınızı" soracağımı görüyorum. Benim kıbleme yüz çeviren ve davetime icabet eden, onlar için hayır dilesin."

 

2) Sefine (Gemi) Hadisi

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:

"Benim Ehl-i Beyt'im sizlerin arasında Nuh'un gemisine benzer; ona binen kurtuldu ve ondan yüz çeviren ise boğuldu."

Bu hadisi, Hakim "Müstedrek-üs Sahihayn"'de, Müslim'in şartıyla[9] Muttakî "Kenz'ul Ummal"da,[10] Haysemî "el Mecma"da,[11] Ebu Nuaym "Hilyet-ul Evliya"da[12] nakletmiştir mezkur hadis ashabın, güvenilir ravilerin, tabiînin ve hadis ravierinin, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Ehl-i Beyt'in din ve hükümet işlerindeki imamet ve rehberlikleriyle ilgili diğer kitaplarda da geçmektedir.

 

3- Gadir-i Hum Hadisi

Resulullah (s.a.a) bu hadisle, Sibt ibn-i Cevzî'nin "Tezkire" adlı kitabında yazdığı üzere 120 bin müslümanın huzurunda, Emir-ul Mü'minin Ali b. Ebu Talib'i (a.s) kendisinden sonra müslümanlara imam ve veli olarak tayin etti. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum'da irad ettiği hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol. Ona yardım edene sen de yardım et, onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak…"

Resulullah'ın (s.a.a) bu hutbesini duyan müslümanlar, içlerinde Ömer, Ebubekir ve diğer büyük sahabeler de bulunmak üzere, Hz. Ali'ye (a.s) bey'at elini uzatarak velayetini kabul ettiler.

Bu hadisi Müslim Sahih'inde ve Hakim Şeyheyn'in şartıyla Müstedrek'us Sahihayn'de nakletmişlerdir.

Şiî alimlerinden Allame Mir Hamid Hüseyin Hindî, bu hadisin senetleri üzerinde geniş çapta araştırma yaptıktan sonra onu, on ciltten oluşan "Abekat-ul Envar" adlı değerli kitabında kaydetmiştir. Yine Allame Eminî "el-Gadir" adlı kitabında bu hadisin senet ve ravi silsilesini ayrıntılı bir şekilde incelemiştir.

 

Ehl-i Beyt'i İmamet Makamına Hazırlama

Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra imamet, rehberlik ve hüküm verme hususlarında, helal ve haramı tanımakta, Allah'ın ahkam ve hududunu öğrenmekte Ehl-i Beyt'e müracaat etmeleri için her yerde müslümanları onlara başvurmaya emrediyordu. Ümmetini onların imametini kabullenmeye hazırladığı gibi, kendisinden sonra bu önemli görevi yerine getirebilmesi için Ehl-i Beyt'inden olan Hz. Ali'nin (a.s) terbiyesine de çok fazla önem gösteriyordu. İşte bu amaçla Hz. Ali'yi (a.s) daha çocukken kendi terbiyesi altına alarak mükemmel bir programla kendi evinde büyütmeğe özen göstermiştir; böylece o, çocukluk döneminden itibaren Resulullah'ın (s.a.a) ilahi terbiyesi altında büyümüştür. Keza Resulullah'a (s.a.a) uyan ve iman eden ilk şahıs olarak da Hz. Ali'yi (a.s) görüyoruz. Bu hususta Hz. Ali (a.s) Nehc-ül Belağa'da "Kasia" hutbesinde şöyle buyurmaktadır:

"Resulullah'a (s.a.a) ne kadar yakın oluduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı iyice bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı; lokmayı çiğner, ağzıma kor, yedirirdi. Ne söylediğimde yalan, ne yaptığımda bir kötülük bulmuştur… Ben de deve yavrusu anasının peşinden gittiği gibi onu takip ederdim. O her gün bana huylarından birini öğretir, kendine uymamı buyururdu. Her yıl Hirâ dağına çekilir (ibadet ederdi). Onu ancak ben görürdüm, benden başkası görmezdi. O gün İslam, Resulullah'la (s.a.a)  Hatice'den başkasının evinde yoktu; ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin nurunu görür, nübüvvetin kokusunu duyardım…"

Bunlardan anlaşıldığına göre Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmetini Ehl-i Beyt'in imametini kabullenmeye ve Ehl-i Beyt'ini de müslümanların imametini üstlenmeye hazırlıyordu. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) bu konuda nakledilen hadislere dikkatle bakıldığında Resulullah'ın (s.a.a) bu hareketlerinden hiç bir şahsî menfaatinin sözkonusu olmadığı anlaşıldığı gibi, bunun ilahî bir iş olduğu görülmektedir. İşte bundan dolayı Allah Teala'nın, Resulüne (s.a.a) olan bu emrini Allah'ın diğer emirleri gibi Resulullah'ın (s.a.a) halka ulaştırmakla görevli olduğu anlaşılmakta ve bu hususta Allah Teâlâ, Resulü'ne (s.a.a) hitaben şöyle buyurmmaktadır:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et (duyurup bildir). Eğer yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete erdirmez." (Maide/67.)

Muhaddisler bu ayetin, Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Gadir-i Hum günü müslümanlara imam ve veli olarak tayin ettiği hususunda nazil olduğunu beyan etmişlerdir. Nitekim Allâme Eminî "el-Gadir" kitabında, muhaddislerin bu sözlerini bir çok Ehl-i Sünnet hadis ve tefsir kitaplarından kaynakları ile nakl etmiştir.

Dolayısıyla bu emir Allah Teala'nın emri ve Resulullah'ın (s.a.a) bu hassas meseledeki söz ve davranışları vahiye dayalı olduğuna göre Allah Teâlâ, Ehl-i Beyt'i başkalarının varamayacağı ilim, fıkıh ve ma'sumluk mertebesine ulaştırması da gereklidir. Çünkü Resulullah'tan (s.a.a) sonra müslümanların dinî ve dünyevî işleriyle ilgilenmesi için rehberliğe seçilen kimse, ancak zikredilen özelliklere sahip olduğu takdirde imamet makamına ulaşabilir.

 

Ehl-i Beyt'in Masum Olması ve Hükümlerinin İçtihada Dayanmaması

 

Ehl-i Beyt'in müslümanlara rehberlik etmesini isteyen Allah-u Teâlâ'nın onlara başkalarının mahrum kaldığı özel bir ilahi ilim verdiğinden, Ehl-i Beyt'in konumu, bazen doğru bazen de yanlış içtihat eden diğer müçtehitler ve fakihlerin konumundan farklıdır. Çünkü Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt'ini kendi sünnet ve hadislerini tebliğ etmede, dini meselelerde merci ve kaynak olarak tayin etmiştir. Onlar, Resulullah (s.a.a) gibi, şaşırmadan, hata ve yanlışlığa düşmeden ilahî hükümlerle birlikte sünnet-i nebevî'yi tebliğ ediyorlardı. Binaenaleyh, Ehl-i Beyt fıkhına "Ehl-i Beyt mezhebi" tabirini kullanmamız musamaha ve mecaz babındandır, yani onların ilim ve hükümleri kendi içtihatlarına dayanmamaktadır. Onların ilmi vehbîdir (Allah tarafındandır) ve bu da onların ma'sumiyetlerini gösteriyor.

Dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, Ehl-i Beyt'in ma'sum oluşu inancı sadece sünnet-i nebevi'den alınan sonuca dayalı bir mevzu değildir. -Nitekim böyle olduğu takdirde de kesinlikle onunla amel edilmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) bütün buyrukları vahye dayalı olduğundan, bu meselenin de ilahî bir hüküm olduğu anlaşılacaktı.- Bu konuda Allah Teala'nın muhkem zikri olan Kur'an-ı Kerim'de şu sarih ayet nazil olmuş, Ehl-i Beyt'in ma'sum oluşunu ve her türlü hata ile günahtan arındıklarını açıklamıştır: 

"Ey Ehl-i Beyt; gerçekten Allah sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."(Ahzap/33)

Şimdi biz bu ayet-i kerimede geçen müfredat ve edatın anlamını ve de ayetle ilgili konuları aktarmaya çalışacağız:

Ayet-i kerime "innema" kelimesiyle başlamaktadır ve bu kelime Arap edebiyatının en güçlü hasr (sınırlama) edatından olup kendisinden sonra gelen manayı isbat ederek, o manayı başkalarından nefyeder. Örneğin, "innema fekih-u Aliyyun" yani, fakih yalnız Ali'dir; ondan başka bir fakih de yoktur." Bu misalda "innema" edatı fakihliği yalnızca Ali için ispatladığı gibi başkasından da nefyetmektedir.

Binaenaleyh "innema" edatıyla başlayan mezkur ayet-i kerime şu anlamı ifade ediyor: "Allah Teâlâ yalnızca Ehl-i Beyt'in temiz kılınmasını irade etmiştir" ve ayet nazil olduğu zaman, Allah Teâlâ onlardan başkasının bu şekilde temizliğini de özel olarak istememiştir."

 Bilindiği gibi Allah Teâlâ'nın iradesi tekvinî ve teşriî olmak üzere iki çeşit düşünülebilir: Allah'ın isteği ile olmasını istediği şeyin arasında başka bir şeyin bulunmadığına ve istediğinin anında olduğuna "Tekvinî irade" denir. Yani Allah bir şeyin olmasını istediğinde olmaması mümkün değildir  ve Allah Teâlâ'nın irade ettiği şey iradesinden asla ayrılamaz:

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, yalnızca ol demesidir; o da hemen oluverir."(Yasin/82)

Ama "Teşriî irade" ise Allah'ın iradesiyle mükelleflerden istediği amellerin yanısıra kulun da irade ve seçme hakkına sahip olması demektir. Bu irade sadece Allah'ın mükelleflere şeriat ve din olarak tayin ettiği amel ve vazifelere taalluk eder; nitekim tekvinî irade de tekvin ve varlığı ilgilendiren şeylerde sözkonusudur.

İradenin iki kısım olduğu ve bu iki kısımın mefhumu açıklandıktan sonra şu soruyla karşılaşıyoruz: Acaba ayet-i kerimede geçen irade bu iki kısımdan hangisidir? Allah'ın buradaki iradesi teşriî irade olabilir mi? Tabii ki, teşriî irade anlamını taşırsa ayetin manası şöyle olacaktır: Allah Teâlâ, Ehl-i Beyt'i irade edip isteyince onların temizlenmesini ve tüm pisliklerin onlardan giderilmesini irade eder. Fakat bu varsayıma göre ayet-i kerime, kesin bir sonuç olarak almak istediğimiz Ehl-i Beyt'in hiç bir alanda ismet ve masumiyeti konusuna delil olmayacaktır. Zira Allah Teâlâ'nın -teşriî olarak- kullarının yapmasını istediği ama onların yapmadığı her türlü hayır, temizlik, doğruluk, adalet… vb. konuları kendimiz bizzat görmekteyiz.

Ama ayetin genelinin müfredatına bakıldığında, iradenin bu ayette teşriî irade olmadığı anlaşılacaktır. Zira ayet, iradenin teşriî olmasıyla asla bağdaşmayan hasrı (sınırlandırılışı) kuvvetle vurgulayan "innema" edatıyla başlamaktadır. Çünkü Allah Teala'nın temizliği teşriî olarak istemesi yalnız Ehl-i Beyt'e has bir şey değildir, bilakis Allah Teâlâ bu temizliği tüm kulları için istemiştir. Bu hususta Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz."(Maide/6)

İşte buna göre ayette geçen Allah Teala'nın iradesini teşriî iradeyle tefsir edecek olursak artık temizliği sadece Ehl-i Beyt'e mahsus edip, onu başkalarından nefyetmemiz bir anlam taşımaz. Öyleyse ayet-i kerimedeki ilahî iradeyi ayette geçen hasr edatının mefhumuyla da bağdaşan tekvinî iradeyle yorumlamak zorundayız; şöyle ki, Ehl-i Beyt Allah'ın iradesiyle temiz kılınmıştır ve bu temizlik sadece onlara mahsustur, bu hususta başkalarına iştirak hakkı verilmemiştir. Tabi ki, Allah Teâlâ tekvinî olarak bir şeyin olmasını isterse, o şey kesinlikle vuku bulur. Zira Allah'ın irade ettiği (olmasını istediği) şeyin iradesinden ayrı düşmesi imkansız olup bu ikisi asla birbirlerinden ayrılmazlar.

Gördüğünüz gibi mezkur ayetteki irade tekvinî irade olarak yorumlandığında, hasr edatı olan (innema) kelimesi de kendi anlamını tam olarak ifade ediyor ve irade teşriî irade olarak yorumlandığında karşılaşılan mahzur da sözkonusu olmuyor. Binaenaleyh Allah'ın irade ettiği şeyin, iradesinden ayrı düşmesinin imkansız oluşu ve bu ayet-i kerimenin hükmü gereğince, taharet (temizlik)in Ehl-i Beyt (a.s) için farz olup herhangi bir pisliğin onlar tarafından vuku bulması imkansızdır.

Ayette geçen "pislik" anlamında olan "rics" kelimesi, maddî ve zahirî pisliklere denildiği gibi manevî ve batinî pislikleri de kapsamaktadır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de her iki anlama da değinmektedir. Örneğin En'am Suresi'nin 145. ayetinde domuz etinden "rics" (pislik) diye tabir etmiştir:

"… Veya domuz eti -ki pisliğin kendisidir-…"

İkinci hususta ise şöyle buyurmaktadır:

"Kalplerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip -artırmış ve onlar kâfirler olarak- ölmüşlerdir."(Tevbe/125)

Ve yine buyurmuştur ki:

"…Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü -sanki göğe yükseliyormuş gibi- dar ve sıkıntılı kılar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir."(En'am/125)

Bu ayetleri dikkate aldığımızda günah ve masiyetlerin pisliğin en bariz fertlerinden biri olduğunu görüyoruz. Öyleyse ayet-i kerimenin tasrihinden şu sonuca  varmaktayız: Allah Teâlâ Ehl-i Beyt'i bilinen bütün maddî ve manevî pisliklerden uzak tutmuş, onların asla hiç bir günaha bulaşmamalarını da tekvinî olarak irade buyurmuştur. Tabi ki Allah'ın, olmasını irade ettiği şeyin olmaması ise imkansızdır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri, ona yalnızca "ol" demesidir; o da hemen oluverir."(Yâsin/82)

 

Ehl-i Beyt Kimlerdir?

1- Sünnet-i nebeviye baktığımızda Resulullah'ın (s.a.a), hakkında Kur'an ayeti nazil olan Ehl-i Beyt ünvanının sadece belirli bir grubla sınırlandırmasına çok önem verdiğini ve bu ünvanın onlardan başkası hakkında kullanılmasını da menettiğini görüyoruz. İşte bu amaçla Resulullah'ın (s.a.a) daima onların isimlerini açıklayarak halka tanıttığına bir çok hadislerde şahit olmaktayız. Örneğin Abdullah ibn-i Ca'fer'in rivayetinde şöyle yeralmıştır:

Resulullah (s.a.a) Safiyye'ye: "Çağır bana, çağır bana" diye emretti. Safiyye; "Kimi çağırayım" dediğinde, Resulullah (s.a.a); "Ehl-i Beyt'im olan Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin'i" buyurdu. Sonra bu konuyu daha vurgulayarak şöyle devam etti:

"Allah'ım bunlar benim âl'im (Ehl-i Beyt'im)dirler; Muhammed ve âl'ine selam ve rahmetini gönder."

Resulullah'ın (s.a.a) bu sözlerinin hemen arkasından vahiy elçisi gelerek Kur'an-ı Kerim'in şu ayetini indirdi:

"Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."(Ahzap/33)[13]

 

Arap üslup ve edebiyatına iyice vakıf olan kimse, Resulullah'ın (s.a.a); "Allah'ım, bunlar benim âl'imdir" sözünün ancak Ehl-i Beyt'i kapsadığına ve bu özelliğin başkalarından nefy olduğuna açık bir delil olduğunu görür.

2- Ehl-i Beyt'i tanıtmak ve bu ünvanın sadece kendileri için sadık olduğunu belirtmek amacıyla Resulullah'ın (s.a.a) onları kisâ (âbâ) altında topladığını görüyoruz. Nitekim Ümm-ü Seleme'den nakledilen hadis-i Kisâ'da şöyle yeralmıştır:

"Resulullah (s.a.a) Hasan, Hüseyin ve Fatıma'yı çağırıp önünde oturttu, Ali'yi de çağırıp arka tarafında oturttu. Sonra onlarla birlikte âbâya bürünerek şöyle dua etti:

"(Allah'ım,) bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir; onlardan bütün pislikleri gider ve onları tertemiz kıl."[14]

3- Bu ayet-i kerimenin kendi evinde nazil olduğunu gören Ümm'ül Mu'minin Ümm-ü Seleme, kendisinin de onlardan biri olmasını arzuluyordu. Bu nedenle de Resulullah'a (s.a.a); "Ey Allah'ın resulü; ben de onlardan mıyım?" diye arzetti. Resulullah (s.a.a) ise zevcesi Ümm-ü Seleme'nin büyük makama sahip olmasına rağmen Ehl-i Beyt'ten olmadığını ancak, hayır üzere olduğunu belirtmiş ve burada Ümm-ü Seleme'nin hayır üzere olduğunu değil, bilakis Ehl-i Beyt'ten olduğunu nefyetmiştir.[15]

Bu sahih hadise dikkat edildiğinde, müminlerin anaları olan Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin ayet-i kerimedeki "Ehl-i Beyt"in kapsamına girmediği anlaşılmaktadır.

4- Resulullah (s.a.a) Tathir Ayeti nazil olduktan sonra "Ehl-i Beyt"ten maksadın kimler olduğu hususunda kimseye şüphe yolu bırakmayacak açık bir şekilde şöyle buyurmuştur:

"Bu ayet beş kişinin hakkında nazil olmuştur (ki onlar); Ben, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'dır."[16]

5- Yukarıdakilere ilaveten, Resulullah (s.a.a) devamlı Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i müslümanların görebileceği ve sesini duyabileceği bir şekilde toplayıp Hz. Fatıma'nın (s.a) evinin kapısının önünde bu ayet-i kerimeyi okuyordu. Bu hususta Ebu Barze'den şöyle rivayet edilmiştir:

"Resulullah'la (s.a.a) yedi ay namaz kıldım. Bu süre içerisinde Resulullah'ın (s.a.a) evinden dışarı çıktığında devamlı Hz. Fatıma'nın (s.a) evinin önüne gelerek şöyle buyurduğunu müşahede ediyordum: "Allah'ın salatı sizin üzerinize olsun (ey Ehl-i Beyt) “Gerçekten Allah tüm pislikleri siz Ehl-i Beyt'ten gidermeyi ve sizleri tertemiz kılmayı istemiştir.”"[17]

Görüldüğü gibi Resul-i Ekrem (s.a.a) bu önemli davranışlarıyla ayet-i kerimede geçen "Ehl-i Beyt" kelimesinin yalnız mezkur beş mübarek zâtları kapsamına aldığını belirterek hiç kimseyi şüpheye düşme veya düşürme fırsatını bırakmamıştır.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şu ki, ayet-i kerimede Ehl-i Beyt'in böyle medhedilmesi ve onlara bu büyük makamın verilmesine sebep olan, onların Resulullah'a (s.a.a) karşı olan akrabalık bağı değildir elbet. Çünkü bu durumda artık Resulullah'ın (s.a.a) konuya bu kadar özen göstermesi, çeşitli üsluplarla tekitlerde bulunması ve Ehl-i Beyt'i isimleriyle anması anlamsız olurdu. Ayrıca bu düşünce tarzı, Ehl-i Beyt'in sadece belirli şahısların olduğunu bildiren ve onların ma'sum olduklarını açıkça ispatlayan tathir ayetiyle de bağdaşmıyor. Zira Ehl-i Beyt'in anlamına genişlik kazandırarak, Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin, Akil, Cafer ve Abbas hanedanının ve Resulullah'la (s.a.a) bir tür bağlantısı olan herkesin Ehl-i Beyt'ten olduğunu farzedersek iki soruyla karşılaşacağız ki, bizce bu iki soru, ayet-i kerimede ma'sum ve temizlenmiş oldukları ileri sürülen şahısların kimler olduğunun belirlenmesine çok önemli bir ölçüdür ve o iki soru şunlardır:

1) Resulullah'ın (s.a.a) hanedanından olup da kendisinden bütün pislik ve masiyetlerin arındırıldığını ve masum kılındığını iddia eden var mı?

2) Böyle bir iddi'a bulunan olursa acaba ameli de bu iddiasıyla uzlaşıyor mu? Bunun için de o şahsın geçmişine ve hayatına bakarak sözünde sadık olup olmadığını görmeliyiz.

İşte bu iki soru, daha doğrusu şarta baktığımızda Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinden, Akil'in, Abbas'ın, Cafer'in soyundan gelenler ve Resulullah (s.a.a) ile akrabalık bağı olan hiç bir kimsenin böyle bir iddiada bulunmadığına göre, bir çok hadislerin teyidiyle de tathir ayetinin masum olarak tanıttığı kimseler Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (s.a), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin'den (a.s) başka kimse olamaz. Zira yukarıda ölçü olarak zikrettiğimiz her iki şart tamamen bunlara intibak etmektedir. Çünkü ilerde de zikredeceğimiz gibi, bunlar daima kendilerinin masum olduklarını iddia etmiş ve onlardan başka Resulullah'ın (s.a.a) zevcelerinin ve diğer akrabalarının da böyle bir iddiada bulunduğu görülmemiştir.

Ayrıca, halkın arasında yaşadıkları müddet içerisinde amel ve tutumları daima onların gözleri önünde olduğu halde, hiç bir kimseden onların tüm hayatları boyunca kendilerinden bir hata ve yanlışlık duyulmamıştır. Halbuki böyle bir şey olsaydı, bu yanlış sözleri veya davranışları kuşkusuz bizlere de ulaşırdı. Öyleyse ayet-i kerimenin nazil olduğu dönemde bütün pisliklerden uzaklaştırılan Ehl-i Beyt ancak bu beş temiz zatla sınırlandırılmalıdır.

   

Tathir Ayetinden Alınan Sonuçlar

Ehl-i Beyt yalandan münezzehtir:

Alınan sonuçların en önemlisi onların daima doğru konuşmaları ve yalandan arınmış olmalarıdır. Binaenaleyh Ehl-i Beyt'ten bir söz veya hadisin nakli sahih olursa sözlerinin veya hadislerinin doğruluğunda şüphe edemeyiz. Onların söz veya rivayetlerini tekzip etmek, gerçekte onların bütün pisliklerden arınıp her çeşit şüpheden temiz olduklarını açıklayan Kur'an-ı Kerim'in sarih ayetini tekzip etmek demektir. Allah-u Teâlâ'nın halka imam ve hidayetçi olarak seçtiği Ehl-i Beyt'in mevkisini, sabit kıldığı rütbesini ve kapsamına aldığı şahısları işte bu sarih sonuçla tanıyabiliriz. Şimdi aşağıda bu noktalardan bazısına kısa olarak değineceğiz:

 

1) Resulullah'tan (s.a.a) Sonra Hz. Ali'nin (a.s) İmam ve Halife Oluşu:

Ebu'l Hasan Ali ibn-i Ebi Talib'in (a.s) siretinin bir miktarına bile gözatan, onun İslam ümmetinin önderliğini yapacak ve Resulullah'ın (s.a.a) irtihalinden sonra hilafete geçebilecek tek şahıs olduğunda asla şüphe etmez. Bu hususta onun kendi hakkındaki tutumu herkesçe malum olup bu konuda sözü uzatmaya gerek görmüyoruz. Ama Hz. Ali (a.s), Resulullah'tan (s.a.a) sonra hilafeti ele geçiren halifelerle sürtüşme yolunu seçmemesinin, onları savunmasının ve mümkün oldukça onlara nasihat ederek mevkilerini korumasının sebebi ise, İslam'ın yüce maslahatının müslümanların saflarının, sözlerinin ve tutumlarının bir olmasına ve kimsenin bu hususta kusur etmemesine inandığından kaynaklanıyor. İşte bunun içindir ki, Sakife günü o Hazret'e biat etme, evini atlar ve savaşçılarla doldurma önerisini sunan Ebu Sufyan'ı ve keza biatını ilan eden Resulullah'ın (s.a.a) amcası Abbas'ı sert bir şekilde terslediğini görüyoruz.

 

2) İmametin Hz. Ali'den (a.s) Sonra Ehl-İ Beyt'le Devam Etmesi:

Bu konuya Şiâ ve Ehl-i Sünnet'in mütevatir bir şekilde naklettikleri ve hadis otoritelerinin senetlerini doğruladıkları "Sekaleyn Hadisi'nde açıkça tasrih edilmiştir. Resulullah'tan (s.a.a) rivayet edilen "Sekaleyn Hadisi" şöyledir:

"Gerçekten ben sizin aranızda iki halife bırakıyorum; (biri) gökle yeryüzü arasında uzanmış halat olan Allah'ın Kitabı; diğeri ise İtret'im olan Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana ulaşıncaya dek birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır."[18]

Bu hadis, Allah Teâlâ'nın halka imam ve kıyamet gününe kadar kendi yolunun hidayetçileri olarak karar kıldığı Ehl-i Beyt'in, birinci emanet olduğunu ve Kur'an-ı Kerim'in kalmasıyla onların da kalacağını açık bir şekilde anlatmaktadır. İbn-i Hacer el-Haysemi şöyle diyor:

"Ehl-i Beyt'e sarılmaya teşvik eden hadislerde, onlara sarılmaya ehil olan kimselerin kıyamete kadar devamlı bulunacağına dair işaret vardır. Çünkü Kur'an-ı Kerim de bu özelliğe sahiptir. İşte bu yüzden onlar yeryüzündekilerin güven beslediği şahıslardır. Buna şahid olarak ilerdeki hadislere ilaveten, önceden zikrettiğimiz şu rivayeti gösterebiliriz.  Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir:

"Ümmetimin bütün nesilleri arasında, Ehl-i Beyt'imden olan adil şahıslar vardır." [19]

Allah Teâlâ'nın kendilerini bütün pislik, günah ve kuşkulardan arındırıp birini diğerinden sonra halka imamlar kıldığı Ehl-i Beyt'in isimleri sırasıyla, bizzat kendilerinden icmali ve tafsili, tasrihi  ve işareten rivayet edilen ve çoğunluğu sahih olan hadislerde zikredilmiştir. Bu hadisler, tathir ayeti nazil olduğu dönemde kapsamına aldığı beş mübarek zatı ve onlardan sonra biri diğerinin peşinden masumiyet ve imamet makamına erişen diğer Ehl-i Beyt imamlarının isimlerini tanımamız için yeterlidir.

 

3) Ehl-i Beyt Hadislerinin Hüccet Olması 

Bu konu bütün müslümanların itikadî ve teşriî yönlerde karşılaştığı en önemli konulardan biridir. Böyle bir sonuca vardığımızda, İmamiye ulemasını ilahî hükümleri tanımada Ehl-i Sünnet'in dört mezhep imamlarının içtihadına değil, yalnız Ehl-i Beyt mezhebiyle yetinmelerinin nedenini anlayacağız.

 

 

İmam Bâkır aleyhisselam:

 İster doğuya gidin ister batıya, biz Ehl-i Beyt'ten alınan ilim dışında sahih bir ilim bulamazsınız.

Vesail-uş Şia, c.18, s:26

 

 

 

 


[1]– Süllem-ul Vusul, s.95.

 

[2]– Çünkü Resulullah'ýn (s.a.a) hadislerinin bir araya toplanmasý (tedvin edilmesi) ancak vefatýndan çok daha sonralarý -yani Ömer ibn-i Abdulaziz'in döneminde- gerçekleþti. Bir hadisin Resulullah'tan  (s.a.a) olup olmadýðý sonucuna varabilmenin zorlaþmasýnda rolü olan diðer bir faktör daha vardýr ki, o da Resulullah (s.a.a) adýna yalan hadis nakledenlerin olmasý ve hadis uydurma konusudur. Hz. Ali  (a.s) bu hususta þöyle buyurmaktadýr:

"Sahabiler Resulullah'tan (s.a.a) bir þeyin hükmünü anlamak için soru soruyordu. Bazýlarý ona soru yönelttikleri halde Resulullah'ýn (s.a.a) maksadýnýn ne olduðunu sormuyorlardý." Yani sadece Resulullah'ýn (s.a.a) buyruklarýna kulak vermekten hoþlanýr ama onlarý yazmaya pek önem vermezlerdi. (Usul-u Kâfi, c.1, s.62.)

 

[3]– Sahih-i Müslim, c.7, s.122.

 

[4]– Sahih-i Tirmizî, c.5, s.620. Dar'ul Fikr b.

 

[5]– Sünen-i Daremî, c.2, s.432.

 

[6]– Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel, c.3, s.14.

 

[7]– Hasais-un Nesaî, s.30.

 

[8]– Müstedrek-ül Hakim, c.3, s.109, 149, 533.

 

[9]-Müstedrek-i Hakim, c.3, s.343.

 

[10]– Kenz'ul Ummal, c.1, s.186. Beyrut, er-Risale basýmý.

 

[11]– Haysemî'nin "el-Mecma" adlý kitabý, c.9, s.168.

 

[12]– Hilyet'ul Evliya, c.4, s.306.

 

[13]Müstedrek-ul Hakim, c.3, s.147.

 

[14]– Bu hadisi Taberî ve Ýbn-i Kesir tefsirlerinde, Tirmizî Sahih'inde, ve Tahavî Müþkil-ül Asar adlý kitabýnda nakletmiþler.

 

[15]– Bu hadisi Suyuti ed-Dürr-ül Mensur adlý kitabýnda Ebi Said'den rivayet etmiþtir.

 

[16]– Bu hadisi Taberî, Muhibb-i Taberî Zehair'ul Ukba kitabýnda Ebu Said'den nakletmiþler, Ýbn-i Kesir de tefsir kitabýnda c.3, s.458 nakletmiþtir.

 

[17]Mecma-uz Zevaid, c.9, s.206.

 

[18]– Risalet-ü Hadis-is Sekaleyn, Dar-üt Takrib, b.

 

[19]– Sevaik-ul Muhrika, s.149.