Şüphesiz kul günah işleyince gece namazından mahrum kalır. Kötü işin insan üzerindeki etkisinin hızı, bıçağın ete girişindeki hızından daha süratlidir. el-Kafi, 2/272/16 İmam Cafer-i Sadık (a.s)

Vahiy ve Nübüvvet

60.  

Bir önceki ilkede, gerçek peygamberle sahte peygamberlik iddiasında bulunanları tanımanın yollarını açıkladık. Şimdi “vahiy” diye adlandırılan peygamberlerin gayb âlemiyle bağlantı kurdukları yolu inceleyelim.

Peygamberlerle gayb âleminin en önemli irtibat yollarından olan “vahiy”, beşer aklının veya içgüdüsünün ürünü değildir; aksine Allah Teâlâ’nın, mesajlarını beşere ulaştırmaları için peygamberlere verdiği özel bir bildiridir. Kur’ânı Kerim vahyi şöyle tavsif etmektedir:

Onu, Senin kalbine Rûhu’l-Emîn (vahiy meleği) indirdi.[1]

Bu ayet, Peygamber’in ilâhî mesajlardan haberdar oluşunun, zahirî hislerin ve benzerlerinin kullanılmasının sonucu olmadığını; onu Ruhu’l-Emin’in peygamberin kalbine indirdiğini göstermektedir.[2]

Dolayısıyla; vahyin kompleks gerçeğini normal ölçülerle açıklayamayız. Gerçekte, vahyin inişi, hakikatini bilmesek bile iman edilmesi gereken gaybî sırlardan biridir. Nitekim şöyle buyuruyor:

Onlar gaybe inanırlar.[3]

61.  

Her şeyi maddî ölçülerle ve hissî şeylerle ölçmek ve gaybî gerçekleri hissî kalıplarda sınırlandırmak isteyenler, ilâhî vahyi, tümü bizim açımızdan batıl olan çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. Aşağıda bu gibi yorumları naklederek eleştirmeye çalışacağız:

a) Bazı yazarlar peygamberleri, insanların dâhileri bilmiş, vahyi onların düşünce ve batınî hislerinin ürünü sanmışlardır. Bunlara göre Ruhu’l-Emin, gerçekte bu dâhilerin tertemiz ruh ve nefsi, semavî kitap ise onların yüce düşünceleridir.

Vahyi bu şekilde yorumlamak, sadece hissî metotlara güvenen yeni tecrübî bilimler karşısında, onların kendilerini kaybettiklerini göstermektedir. Bu görüşün en önemli sorunu, Allah’ın peygamberlerinin buyruklarıyla çelişmesidir; çünkü onlar sürekli beşer için getirdikleri şeylerin ilahî vahiyden başka bir şey olmadığını vurgulamışlardır. Dolayısıyla, yukarıdaki yorum, peygamberlerin yalancı olmalarını gerektirmektedir. Bu ise onların, tarihin tanıklık ettiği yüce, sadık ve dürüst makamlarıyla bağdaşmamaktadır.

Başka bir tabirle, ıslah ediciler iki kısımdırlar: Programlarını Allah Teâlâ’ya istinat eden ıslah ediciler ve programlarını kendi düşüncelerinin ürünü tanıtan ıslahçılar. Her iki grup da çoğunlukla hayırsever ve samimidirler. Dolayısıyla, her iki ıslahçı grubu bir sayamayız.

b) Diğer bir grup, bir önceki görüşte beyan ettiğimiz görüşün amaçladığı hedefle, vahyi, peygamberlerin ruhî hâletlerinin tecellisinin sonucu bilmektedirler. Bunların iddia ettiğine göre peygamberler, Allah Teâlâ’ya karşı güçlü imanları nedeniyle yaptıkları ibadetler sonucu, artık varlıklarında birtakım yüce hakikatleri keşfederek, bunların kendilerine gayb âleminden telkin edildiğini sanacakları bir makama ulaşırlar. Oysa, bu algıların onların nefsinden başka bir kaynağı yoktur. Bu görüşün taraftarları şöyle diyorlar: Biz peygamberlerin doğru konuştuklarından şüphe etmeyiz ve onların gerçekten birtakım şeffaf gerçekleri gördüklerine inanıyoruz; fakat asıl mesele bu yüce gerçeklerin kaynağındadır. Peygamberler bu hakikatlerin kendilerine gayb âlemi adındaki diğer bir âlemden telkin edildiğini sanırlar; oysa bunun kaynağı onların kendi nefsidir.[4]

Bu görüş, yeni bir söz değildir; aksine câhiliye döneminin, vahiy hakkındaki görüşlerinden biridir; fakat yeni bir görünüme bürünmüştür. Bu görüş özetle, vahyi; peygamberlerin hayallerinin ve onların kendilerine yönelmelerinin ürünü bilmekte; onların, aşırı bir şekilde Allah hakkında düşünce, ibadet ve beşerî ıslah etmeyi tasarlamaları sonucu, karşılarında ansızın birtakım hakikatler bularak bu hakikatlerin kendilerine gayb âleminden telkin edildiğini sandıklarını savunurlar; bu ise, bir açıdan cahiliye Arab’ının vahiy hakkındaki düşüncesinin ta kendisidir. Onlar diyorlardı ki:

(Muhammed’in söyledikleri) karmakarışık rüyalardır.[5]

Kur’ânı Kerim diğer ayetlerde bu görüşü sert bir şekilde reddederek buyuruyor ki: Peygamber, vahiy meleğini gördüğü konusundaki iddiasında sadıktır; ne O’nun kalbi yanılmıştır ve ne de gözü:

Gönül gördüğünde yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü).

Ve yine şöyle buyuruyor:

(Muhammed’in) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.[6]

Yani gerçekten hem zahirî ve hem de batınî gözle vahiy meleğini gördü.


[1]– Şuarâ, 193-194

[2]– Elbette ilahî vahyin peygamberlere inişi, vahiy meleğinin inmesiyle sınırlı değildir; Şurâ Suresi’nin 51. ayetinde beyan edilen ve 38. ilkede açıkladığımız diğer yollar da vardır.

[3]– Bakara, 3

[4]– Seyyid Muhammed Reşid Rıza, Vahy-i Muhammedî, s.66.

[5]– Enbiyâ, 5

[6]– Necm, 11 ve 17


Bu ürünü sepete eklediniz: